Arama


_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
30 Aralık 2007       Mesaj #6
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi

Aklın Oyunları

Beynimizin gerek psikolojik, gerekse beden sağlığımızı korumak için elinden geleni yaptığını ve daha pek çok işlevi ne denli muhteşem bir orkestrasyonla yürüttüğünü biliriz. Mutluluk, mutsuzluk, sağlık, hastalık ve ölüm hepsi onun işi. Göz ardı ettiğimiz şey beynimizin iyiyi de kötüyü de öğrenebildiğidir.

Daha önceki bir yazıda iyimser ya da karamsar olmanın yaşamımızda önemli bir yeri olduğunu, örnekleriyle anlatmıştım. Bu, aklımızın bize oynadığı oyunlardan yalnızca biriydi. Bu kez beynimizin nelere ‘kadir’ olduğunu, neredeyse 40 yılı aşkın bir süredir birikmiş literatürden birkaç örnekle anlatmaya çalışacağım. Bunu yalnızca kafaya taktığım için değil, eğer gerekli vizyonu oluşturabilirsek, hem kişisel yaşamımızda hem de organizasyonların yaşamında köklü değişikliklerin olacağına inandığım için yapıyorum.

Beynin Aptal Yanı
Beynimizin genetik tasarımı sonuçta bayağı birkaç yüz bin yıl öncesine dayanıyor. O zamanlar hayatta kalmak ve üremek canlı yaratıkların en önde gelen öncelikleri arasındaydı. Bugün üremek, önceliklerimiz arasında değil. Durmadan cinsellik düşünürüz ama yaşam boyu ancak iki üç defa çocuk yaparız. Sevişebilmek için de evlenmek gibi ciddi bir fatura öderiz. Sağ duyu sahibi bir kişi, evlenmeden önce küçük bir pazar araştırması yapsa, sonuçları objektif kalarak değerlendirse, eğer mazoşist eğilimleri yoksa evlenmez. İnsanların neredeyse %100’ü evlendiğine göre, ciddi bir genetik baskı söz konusu.

Hayatta kalma meselesi daha da garip. Milyon yıl önce yeni doğanların çok azı ileri yaşlara erişebiliyordu. Çok üremek ve tehlikeye aşırı duyarlılık türün devamını sağlıyordu. O zamanlar tehlike dendiğinde, sınavda çakmak ya da işimizi kaybetmek değil, niyeti kötü vahşi bir hayvan anlaşılırdı. Kaçmak ya da dönüp vuruşmak tek seçenekti. Bu kararı en hızlı ve çabuk verenler hayatta kalırdı. Vuruşabilmek ya da kaçabilmek içinse, yaralanma olursa kan kaybı en az düzeyde olsun diye derinin altındaki kılcal damarların büzülmesi, adalelerdeki şekerin enerjiye çevrilmesi, kalbin hızlanması, yeterli ışık alabilmek için gözbebeklerinin büyümesi, gerekli motivasyonun sağlanması için korku ve kızgınlığın yoğun yaşanması ve daha bir sürü fizyolojik olayın devreye girmesi gerekiyordu.

Bugün sokaklarda ayı, aslan, kaplan pek görülmüyor. Zaten olsa da bir şey ifade etmez, çünkü hepimiz kapılarımızı yatmadan önce bir güzel kilitleriz. Tüm yaşamımız boyunca hayati bir tehlikeyle çoğumuz karşılaşmayız. Karşılaşmayız ama, sanki karşılaşmışız gibi tepkide bulunuruz. Sınavda çaktığımızda, dışlandığımızda, küçültücü bir tavırla karşılaştığımızda, trafik sıkıştığında, rapor yetişmediğinde, dolar çıktığında, dolar düştüğünde, yani olumsuz yaşadığımız her durumda, sanki karşımıza aslan çıkmış gibi yukarıda sıraladığımız tüm tepkileri hiç eksiksiz yaşarız. İşte ‘beynin aptal yanı’ dediğimizde bunu anlıyoruz. Bunların hiç biri hayati tehlike değildir ama güzel beynimiz, o muhteşem organ burada çuvallar. Sanki cana kasıt varmış gibi tüm bedeni ‘vur ya da kaç’ tepkisine hazırlar. Film seyrederken odadan içeri giren adam kadına arkasından yavaşça yaklaşırken kalbim çarpmaya başlar, daha sık solumaya başlarım. Benim güzel beynim dönüp bana,"‘Bak Emre’ciğim, adamın öldürmek istediği bir kadın, oysa sen bir erkeksin. Kaldı ki adam da, kadın da bir hayal. Canını üzme, kalbini serin tut" demez. Beynin bu aptal yanının maliyeti gerçekten yüksektir. Strese bağlı bozuklukların ve hastalıkların tek nedeni; beynin gerçek tehlikeyle hayali tehlikeyi ayırt edememesinden kaynaklanır. İşin daha da vahim yanı; stres yaratan durum karşısında yaşadığım çöküntüyü, öfkeyi mantıklı ve doğal bulmamızdır. Oysa yöneticimin beni herkesin içinde eleştirmesi karşısında yaşadığım yoğun duyguların, yöneticimin davranışıyla hiçbir şekilde kaçınılmaz bir nedensellik ve mantık ilişkisi yoktur. Yani öfkelenebileceğimiz gibi kayıtsız da kalabiliriz. Kayıtsız kalmayı öğrenmek istiyorsak, bunu öğrenebiliriz. Doğu felsefesinin oluşturduğu tüm pratiğin sonuçta bunu hedeflediğini söyleyebiliriz.

Beynin Güzel Yanı

Aslında beynimin aptal yanı bana sonsuz olanaklar tanır. Bir hayal yaratıp keyfimi kaçırabiliyorsa, başka bir hayal yaratıp keyfimi getirebilir. Biz bu beceriyi zaten günlük yaşamımızda her dakika uygularız. Psikoloji, takıldığımız durumlarla ilgili olarak, bu değişimi sağlayacak yığınla teknik geliştirdi.

Şimdi biraz bu ilginç dansın nerelere uzanabildiğini görelim.

Yeni üretilen bir ilacın gerçekten etkili olup olmadığını anlamak için ‘placebo’ deneyleri yapılır. Yani bir grup hastaya gerçek ilaç, başka bir grup hastaya da şeklen ona benzeyen bir ilaç verilir. Her seferinde gerçek olmayan ilacın iyileştirici bir etkisi görülür. Gerçek ilaç işe yarıyorsa, etkisinin diğerinden farklı olması gerekir. Buna da araştırma dilinde ‘placebo etkisi’ denir. Neredeyse tüm hastalıklarda bir placebo etkisi görülür.

Örneğin, 1950’lerde koroner kalp rahatsızlıklarında göğüs ağrısını önlemek için yeni bir ameliyat türü denenmeye başlandı. Ameliyat göğüsteki bir damarı bağlamayı içeriyordu. Damarı bağlanan hastaların %40’ında ağrılar yok oldu, %65-75’inde ise büyük ölçüde ilerleme kaydedildi. Ancak bazı araştırmacılar, iyileşmenin fizyolojik bir temeli olmadığını düşündüler ve bir araştırma yapmaya karar verdiler. Kalp hastaları iki gruba ayrıldı. Bir kısmının damarı bağlandı. Diğer grubun ise göğsü açıldı ve sanki ameliyat yapılmış gibi dikilip bakıma alındılar. Sonuçta ameliyat yapılmayan grubun da ağrıları yok oldu. Bunun üzerine ameliyat artık yapılmaz oldu ama o güne kadar da 10.000 ameliyat yapılmış oldu.

Rahatlama teknikleri ile yüksek tansiyonu düşürmeyi amaçlayan bir araştırmada, bir gruba "rahatlama tekniklerinin ilk seansta etkili olduğu", diğer gruba da "üçüncü seanstan sonra etkili olacağı" söylenmiş. Birinci grubun tansiyonu, ikinci gruba göre ilk seansta yedi misli daha fazla düşmüş.

Çoğumuzun yaşamında bedenimizin bir yerinde bir siğil çıkmıştır. Siğiller yakılır, asit dökülür, dondurulur, ameliyat edilir ama yine çıkar. Zurich’li Dr. Bruno Bloch "‘siğil doktoru" olarak tanınıyor. Ofisinde de bir "siğil yok etme" makinesi var. Kocaman bir şey. Gürültüyle çalışıyor, ışıklar yanıyor ve bir takım "ışınlar yaydığı" söyleniyor. Dr. Bloch, bu makineyle tedavi gören hastaların %31’inin siğillerinin yok olduğunu söylüyor. Daha sonra hipnozla yapılan kontrollü çalışmalarda, gerçekten de siğillerin "git" dendiğinde gittiği görüldü. Örneğin, A.H.C.Sinclair-Gieben ve D. Chalmers siğilleri tüm bedenlerine yayılmış olan hastalara hipnoz sırasında bedenlerinin sağ ya da sol tarafındaki siğillerin yok olacağını söylüyor ve öyle de oluyor.

Amerika’da süpervizörüm Paul Watzlawick, bir seansta siğilli çocuğa sormuştu: "Siğilini kaça satarsın?". Çocuk 40 dolardan başladı ve sonuçta 15 dolara anlaştılar. Ertesi hafta siğili yok eden çocuk, 15 dolarını aldı.

Bu siğil meselesi niye önemli? Önemli çünkü, siğil bir virüsün yol açtığı bir tümör. Herkeste siğil oluşmadığına göre, bağışıklık sistemi bir biçimde insanları koruyor. Psikolojik yöntemlerin işe yarıyor olması, muhtemelen ya bağışıklık sisteminin harekete geçmesiyle, ya da siğili besleyen damarların büzülüp kan akışını durdurmasıyla mümkün.

İsterim Sevileyim

Sosyal bağları zayıf, yakınlarından ve çevresinden destek alamayan kişilerin daha çok hastalanma eğiliminde olduğunu biliyoruz. Bekarlar, ayrılmışlar, boşanmışlar ya da eşi ölmüş olanlar, evlilere göre daha az yaşıyorlar ve daha sık hastalanıyorlar. Kanser, tüberküloz, ülser, depresyon, kalp, arterit fark etmiyor. Hepsinde daha çok hastalanıyorlar.

Lisa Berkman ve S. Leonard Syme’in California, Alameda’da 7000 kişiyle yaptıkları çalışma sosyal ilişkilerin sağlığa katkısını çok iyi gösteriyor. Araştırmacılar 7000 kişiyi 9 yıl boyunca izliyorlar. Bekarlar, boşanmışlar, dullar, yakın arkadaşları veya akrabaları olmayanlar, sosyal aktivitelere katılmayanlar arasında ölüm oranı diğerlerine göre 2 ile 5 misli daha fazla.

Bir başka araştırma Amerika’ya göç eden Japonlarla ilgili. Göç edenlerin ölüm ve hastalanma oranları Amerikalılara yaklaşıyor. Akla hemen diyet vs. geliyor. Ancak göç edenlerin içinde sağlıklarını koruyanlara bakıldığında, bunların kendi toplumları içinde yaşadıkları, geleneklerini sürdürdükleri görülüyor. Amerikan tarzı yaşamı sürdüren Japonlara göre kalp hastası olma riskleri %80 daha düşük. Sigara içmeleri, kolesterol düzeyleri ve diyet bir şey fark ettirmiyor.

Sosyal destek öyle anlaşılıyor ki, yaşamın köklü bir biçimde değiştiği, yoğun stres yaşandığı dönemlerde sağlığa ciddi katkıda bulunuyor. Michigan’da iki otomobil fabrikası kapandığında yüzlerce işçi işini kaybetti. Susan Gore bu işçilerden 110 tanesi ile bir araştırma yaptı. Eşlerinden, arkadaşlarından, akrabalarından yakın ilgi ve yardım gördüğünü söyleyenlerin ve sosyal aktivitelere katılanların gerek psikolojik açıdan gerekse organik hastalıklar açısından çok daha sağlıklı olduklarını saptadı. Bunların kolesterol düzeyleri de düşüktü.

K.B. Nuckholls 170 hamile kadının ne ölçüde sosyal destek aldıklarına baktı. Ortaya çıkan komplikasyonların %91’i stres ve desteğin azlığına bağlıydı. Destek almayanlarda komplikasyon oranı alanlara göre üç misli fazlaydı.

Yaşamında bir hayvanın sorumluluğunu almanın da sağlığa ciddi katkısı olduğu anlaşılıyor. Kalp krizi geçirmiş olanlarla bir yıl sonra temas edildiğinde, evlerinde hayvan bakanların ölüm oranının beşte bire indiği görülmüş. Hayvanın türü önemli değil. Kedi, köpek, papağan, fare her şey olabilir.

İlgi çekici bir araştırma da, bir yaşlılar evinde yapılmış. Huzurevinin bir katında yaşayanlara hemşire saksı içinde bir bitki veriyor. Bu bitkinin onun sorumluluğunda olacağını, kendisinin karışmayacağını söylüyor. Diğer kattakilere ise çiçeğe kendisinin bakacağını söylüyor. Artık sonucu tahmin edebiliriz. Çiçeğe kendileri bakanların hastalıkları daha çabuk iyileşiyor, daha uzun yaşıyorlar. Yani bir çiçeğin sorumluluğunu almak ömür uzatabiliyor ve daha az hastalanmaya yol açabiliyor. Bukadarcığı bile bunu sağlıyorsa, insanların biraz ‘gaza geldiklerinde’ neler yapabileceğini hayal etmek bile güç.

Stres Bağışıklık Sistemi ve Dayanıklılık

Stresle bağışıklık sistemi arasındaki ilişkiyi gösteren pek çok araştırma var. Stres bağışıklık sistemini bastırıyor. Acaba kişi bağışıklık sistemini isteyerek daha verimli çalıştırabilir mi? Pennsylvania üniversitesinden Howard Hull ve arkadaşları 25 kişiye damarlarında akan kanı hayal etmelerini söylüyor. Beyaz kan hücrelerini, yani düşmanla vuruşacak olanları birer köpek balığı gibi canlandırmalarını ve mikroplara saldırmalarını söylüyor. Bu canlandırmayı haftada iki kez yapmalarını, kalan zamanda bu konuyu düşünmeseler bile, beynin görevini yapacağını iletiyor. Özellikle gençlerin beyaz hücrelerinde artış görülüyor. Bağışıklık sistemini bastırmaya yönelik girişimlere de daha duyarlı tepkide bulunuyorlar. Bu farklar ufak ama çalışma da zaten çok sınırlı; bir seans. Bir seansta böyle bir sonuç alınabiliyorsa, sistemli bir programla neler yapılabilir. Bunu da ilerdeki yazıların birinde ele alacağız. Aynı strese maruz kalmış kişiler farklı tepkilerde bulunuyor. Yukarıda sosyal desteğin öneminden söz ettik. Acaba kişilik özellikleri nasıl rol oynuyor? Susanne Kobasa ve arkadaşları 700 üst düzey yöneticiyle dayanıklılığın kişisel parametrelerini anlamamamıza yarayacak bir araştırma yapıyorlar. 1980’lerde Bell Telephone Company bölünüyor. Büyük bir stres ve belirsizlik ortamı.

700 yöneticinin içinden yüksek stres yaşayan bir grup alındığında, bunların bir kısmı çeşitli rahatsızlıklar yaşarken bir kısmı yaşamıyor. Hastalanmayanlar ve psikolojik dengelerini koruyanlara bakıldığında bunların ailelerine, içinde yaşadıkları topluma, belli değerlere bağlılıklarını sürdürdüklerini, yaşamın kontrolünü ellerinde tuttukları hissini yitirmediklerini, yaşamda istikrar ve dengenin değil, değişimin norm olduğunu kabul ettiklerini görüyoruz.

Susanne Kobasa ve arkadaşları dayanıklılığa katkıda bulunan başka faktörleri de araştırdılar. Örneğin, ailelerindeki hastalıkların oranına baktılar. Gerçekten de sık hastalanan yöneticilerin ailelerinde de diğer gruba göre daha çok hastalığa rastlanıyor. Ancak, dayanıklı yöneticiler ailelerinde hastalık oranı yüksek de olsa hastalanmıyorlar.
Sonuçta hastalanmaya etki eden üç faktör olduğunu görüyorlar:
  • Dayanıklılık
  • Egzersiz
  • Sosyal destek
Bu üçünün bir arada oluşu strese maruz kalan yöneticileri hastalıktan uzak tutuyor. Üçü de yoksa hastalanma oranı %93, ikisi yoksa %72, biri yoksa %58 ve üç kaynağa da sahip olanlar, yani düzenli egzersiz yapanlar, dayanıklı olanlar ve sosyal destek alanlarda hastalanma oranı %8’e düşüyor. Peki, dayanıklılık öğrenilebilir mi? Evet öğrenilebilir. Artık hem çocuklarımızı yetiştirirken ne yapacağımızı biliyoruz, hem de yetişkinler olarak stresle nasıl başa çıkacağımızı.

Emre Konuk
Davranış Bilimleri Enstitüsü
Son düzenleyen Safi; 19 Haziran 2016 04:13