Kendini Murat Gülsoy Sanan Adam
Sayın Murat Gülsoy,
İlk olarak burada okuyacağınız sizin hakkınızdaki bir yığın saçmalıktan dolayı özür diledikten sonra şunu söylemek istiyorum. Yazımın başlığı size bir hikayenizin başlığını çağrıştıracaktır. Ben de zaten sırf bu amaçla böyle bir başlık koyarak yazmak istedim. (Bundan dolayı bu mektubumu bir hikaye olarak algılamamalısız. Her ne kadar sizin hikayenize çok benziyor olsa da. )Bunun nedenini okuduktan sonra net bir şekilde anlayacaksınız. Burada yazdıklarım belki sizin canınızı sıkabilir,belki de hiç ilgininizi çekmez ve görmezlikten gelirsiniz. Ama her ne olursa olsun size karşı olan beğeni ve saygımdan dolayı mazur görüleceğimi umuyorum.Anlatacağım olaylardan ziyade, alıntı yaparak aktaracağım, kaldığımız hapishanedeki tek dostumun günlüğünde tuttuğu sizinle ilgili olan notlarını okumanız gerektiğini düşündüm.İsterseniz daha fazla zamanınızı almadan mevzuya geçeyim.
İlk tanıştığımız sıralarda onun edebiyatla ilgilendiğini hiç bilmiyordum. Bir ara yattığı ranzanın altından geniş diktörgen bir kutuyu çıkartıp açtığında içerisinin kitaplarla dolu olduğunu görünce onunla arkadaşlık kurmak istedim. Sessiz,içedönük kişiliğini kırmam çok zor olmadı doğrusu. Yanına gidip te ondan okumak için bir kitap istediğim de beni çoşkuyla karşıladı. Gün boyunca doğru dürüst bir şey konuşmayan bu arkadaşım(İsmini vermek istemiyorum,umarım anlayışla karşılarsınız) benimle saatlerce konuşarak kitaplar ve yazarları hakkında bilgiler verdi. Ben de okuduğum kitaplardan bahsedince aramızda bir yakınlaşma başlamış oldu böylece. O günden sonra artık birbirimizle sık sık görüşüyor,zaman zaman edebiyat ve yazarlar hakkında konuşuyor ve birbirimizden çok şey öğreniyorduk. . . Bu sohbetlerde ikimizin görüşlerinin kesiştiği bir kaç ortak nokta vardı ki ilginç olduğunu düşündüğüm ikisini söylemeden geçemeyeceğim;ilki hiç bir kadının asla gerçekten yazar olamayacağı,diğeri de Kafka’ya neden bu kadar önem verildiğine hiç bir anlam verememizdi. Bize göre o çok duygusal bir salaktan,biraz sevgi koparmak için bir kadına yamanmaya çalışan bir dalkavuktan (Bunu millenaya yazdıklarından çıkartmıştık),akıl dışı olayları mantıklı göstermeye çalışan yanlız bir hayalperestten başka bir şey değildi.Neyse ki gerçekleri geçte olsa görebilmişti. İşte böylesi konuları özellikle geceleri konuşmayı çok severdik. . . Off Allahım!! ne günlerdi. Koridorlarda boş boş gezen uykulu ve buruşuk suratlı gardiyanların haricinde herkesin yattığında aklımıza gelen bir sürü kaçış planları ile birlikte Dostoyevski’nin “Yer Altından Notlar”ı,Soljenitsin’in “İvan denisoviçin bir günü” ve benzeri şekilde mekanın hapishane olduğu eserler üzerine fısıltılarla konuştuğumuz geceler. . . Kimlerden geldiğini tesbit edemediğimiz horultuların yanısıra insan kaynaklı onlarca kokunun içinde dilimizden döküldüğü anda değerini yitiren fikirlerimiz... Ve bizi dinlediğini hiç belli etmemeye çalışan,etrafımızı boydan boya kuşatan soğuk, gri duvarlar. . .
Burada biraz konun dışına çıkıp,onun kurduğu bir kaçış planını anlatacağım. Çoğu gece yaptığımız gibi yine bir kaçış planı hazırlıyorduk,bana çok iyi bir planı olduğunu söyledi ve anlatmaya başladı:
-Dostum,daha önceleri kurduğumuz kaçış planlarının mantıksızlığından anlıyorum ki buradan çıkmanın tek yolu ölmektir, gardiyanla anlaşıp, ilk ölen mahkumun cesedinin yerine geçeceğim, gömüldükten sonra akşam olduğunda gardiyan gelip mezarı kazacak ve ben artık serbest olacağım.
-Bu işi yapacak gardiyanı nasıl bulacaksın,hadi buldun diyelim Ya gardiyanın başına bir iş gelirse, ya da daha kötüsü seni kurtarmaya gelmezse o zaman ne olacak dedim.
-O zaman, mezarın içinde ölürüm. Yazılan neyse o gelir başa. Değiştirmenin imkanı yok. . Ne kadar değişsede hep aynı kalacak. . . Hem ne farkeder zaten eninde sonunda ölmeyecekmiyiz.
Konuşmanın akışı felsefi konulara doğru yöneldiğinde iyice uykum gelmişti. O gece yatağımın içinde dört dönerken,tabutun içinde olduğumu hayal ettim. Kapalılık komleksi vardı bende. Hayatta böyle bir planı uygulamaya kalkışamazdım herhalde. Sanırım söyledikleri bu yüzden aklımda kalmıştı. Eminim bu kaçış planı size hiç yabancı gelmeyecektir. Neyse nerede kalmıştık. . .
Dört beş hafta önceydi sanırım. (Sanırım diyorum, çünkü burada günler genellikle tekdüze geçtiği için çıkış günlerini hesaplayanların köşeye bucağa koydukları takvimlerin üzerindeki rakamların ve harflerin değişiminden öte bir zamansal karışıklık yaşanabiliyor.) Hapishanenin küçük ve sararmış kitaplarla dolu kütüphanesinde bir kaç kitapla masaya oturmuş vakit geçirmeye çalışıyorduk. O, zaman zaman yanında getirdiği siyah kaplı defterine bir şeyler yazıyordu. Bu esnada yüzünün donukluğundan belli olan bir keyifsizlik daha doğrusu bir huzursuzluk içinde olduğunu anlaşılıyordu.Havadaki kasveti dağıtmak için espriler yapmaya çalıştım. Fakat o hiç dinlemiyordu. Önce başını sağa sola bir kaç defa salladı ve gözlerini köhne raflardaki kitaplara dikerek;
-Aslında onların yaptığı nedir biliyor musun? Dedi. Senin benim gibi insanların ruh yapısına uygun olarak yaşanması muhtemel olan olayları ve durumları yazarlar. Fakat kendileri bunları bir hayal olarak zihinlerinde kurgularken biz gerçekte bir benzerini yaşarız. . Ve biz kendi hayatımızın mümkün olabilecek bir versiyonunu zevk duyarak okurken onlar da rahat koltuklarında yeni eserlerinin tasarılarını yaparlar. . . Biliyorsun değil mi? Onları bizden ayıran tek şey onların kendi çemberlerini aşmış olmalarıdır. Bizse bir kısır döngü içinde dönüp durmaya mahkumuz aynı zamanda bu hapishaneye de mahkum. Ne kadar kötü değil mi?
Evet,kısmen bu doğru olabilirdi. Fakat dar kapsamlı bir yargı olduğu da son derece aşikardı. Belki de düpedüz saçmalıyordu. Bir tereddüt içinde kaldığım için susmayı tercih ettim. Bana kalırsa insanların kişilik denen kabukları kırıldığında içlerinden sızacak olan şeyin birbirinin kabaca bir kopyası,taklidi olduğunu anlatsam,herkesde ki “BEN”in birbirinin “BEN”zeri olduğunu söylesem bana ne kadar inanırdı. Suskun durmama bozulmuş olacaktı ki yumruklarını sıktı ve kütüphaneden hızlı adımlarla yürüyerek çıkıp gitti. . O sıralarda bu hallerini pek garip bulmuyordum, çünkü bazen durduk yere bir şeylere canını sıkar, yanlız kalmak isterdi . Aynı zamanda onun gerçekte böyle düşünmediğini de biliyordum. Bir karamsarlık içinde olduğunda onun işlemiş olduğu sanılan suç (Size şimdiye kadar hiç onun ne yüzden hapse düştüğünü anlatmadım. Kusurumu mazur görün. O bir yayınevinde çalışırken uğradığı korkunç bir iftira yüzünden suçlu bulunmuş. Güya dizgi esnasında yayıma hazırlanan bütün kitapların yazarlarının ismini değiştirirerek kendi ismini yazmış. Bunun bir komplo olduğunu,arkadaşlarından birinin şaka yapmak istemiş olabileceğini söylediyse de kimseyi ikna edememiş. Nihayetinde verilen para cezasını da ödeyemeyince buraya getirilmiş. ) Evet, üzerine atılan bu suçun onda bıraktığı bir nevi sinir bozukluğu yüzünden bazen herşeye,en sevdiklerine bile umarsızca saldırdığını gözlemliyordum. Neyse şimdi tekrar konumuza dönelim.
Son zamanlarda hep sizin kitaplarınızı okurken görüyordum onu. Söylediğine göre bir yıl öncesinde sizi keşfetmiş,hikayelerinizde adeta kendini bulmuş. Bununla birlikte bazen ortaya çıkan eski öfkeli tavırları durulumuş ve yerini bir göl sakinliği almıştı. Hatta aşağıda ki televizyon odasında futbol karşılaşması izleyenlere kızıp, bana şikayet etmiyordu. Onun bu durumundan sıkılmaya başladığımda şaşırtıcı bir hırsla ve arzuyla karşılaştığı,kendi deyimiyle gömleğinde mürekkep lekesi olan herkese sizin hikayelerinizi gösterip okutarak (Gerçi okumak istemeyenler de oluyordu ama onun şiddetli ısrarına karşı dayanamayıp pesediyorlardı. ) kendisinin Murat Gülsoy olduğunu söylemeye başladı. Bir kaç gün öncesinde de yazdığı bir kaç hikayeyi bana okuttuktan sonra:
–Bak,görüyormusun,dedi. Onun hikayeleri benimkilerin biraz daha iyi kurgulanmış, akıcılaştırılımış ve genişletilmiş bir şekli. Şöyle de düşünebilirsin, bu okudukların diğerlerinin gelişmemiş,henüz büyümemiş bir hali. Yani benim ileride ulaşacağım sanatsal yapıtlarımı o şimdi yazıyor. Burdan da şöyle bir sonuç çıkıyor:Farklı zamanları yaşayan aynı kişileriz aslında. Zamanı bir tren olarak düşün. O benden bir kaç vagon öndeki kompartımanda oturuyor. Hepsi bu.
Doğrusu bu söyledikleri beni düşündürmeye başladı ve böylece sizin hikayelerinizle birlikte onunkileri karşılaştırmaya başladım. Sizin anlatımınızı yakalayabilmek için çok çaba sarfettiği görünüyordu. Fakat sözünü ettiği benzetmeden yola çıkarak onun treninin farklı olduğunu ve karşılaşılan ilk makasta sizden ayrıldığını söylediğim de yüzüme bir tuhaf baktı:
-Hadi ordan. dedi, senin gibi istasyonda bekleyip duran birisi ne anlar makastan falan. . . Hem o senin bekleyip durduğun eski istasyondan yıllardır tren geçmiyor. Farkında değilsin ama güzergah çoktan değişti. Etrafına iyice bir bak Allahaşkına!! kimseyi görebiliyor musun?
Ben de cevap olarak:
-Senin bindiğin tren ise çoktan raydan çıkmış ve uçuruma doğru hızla yol aldığının Farkında bile değilsin. Dediğimde bana karşı iyiden iyiye öfkelenmeye başladığını görünce konuyu zorlukla değiştirerek bir tartışmanın doğmasına engel oldum. Eninde sonunda haksız çıkacaktım nasılsa. Geride kalan bütün zamanımızı birlikte geçirip odalarımıza ayrıldıktan sonra akşam yemeğine gelmeyince merak ettim. Gerçi zaman zaman gelmediği olurdu fakat bu sefer içimde bir sıkıntı vardı. Yemekten sonra yukarı çıkıp koğuşa girdiğimde onu göremedim. Ranzasının üzerinde sadece defteri duruyordu. İlerleyen saatler boyunca hapishanenin dört bir yanında onu aradığımı ve hiçbir yerde bulamadığımı söylememe gerek var mı? Kaçmıştı işte. Ona dair elimde kalan tek şey olan ve sonradan günlüğü olduğunu anladığım, ayrıca içinde onun tarafından yazılan çok sayıda hikayenin bulunduğu defterin kapağını açtığımda sadece şu sözler yazıyordu:
“Dostum,bu satırları okuduğun da ben çoktan gitmiş olacağım. . . ”
Aptalca bir intihar mektubunun başlangıç cümlelerine benzeyen satırların devamını getirmemişti. Biliyorum,her zaman gizemi çok severdi. Belki de günlüğünde yazdıklarını okuyup nereye gitmiş olabileceğini bulmamı istiyordu. Benimse aklıma ilk siz geldiniz. .
Şimdi aşağıda sizinle ilgili olan bölümleri aktarıyorum:
7 ekim 2002
Herşey bir kaç yıl öncesinde başladı ve etkileri halen devam ediyor. Bahar bütün güzelliğiyle kendini gösterdiği halde ben ısrarla kendimi insanlara göstermekten kaçınarak vaktimin çoğunu bilgisayarın karşısında geçiriyordum. İnternet sitelerinin mümkün mertebe sisli ve karanlık sokaklarını geziyor, karşıma çıkan değişik veya ilginç bulduğum bir şey olursa bir kopyasını çıktı olarak alıyordum.İşte bu sıralarda o hikayelerle karşılaştım. Önceleri hiç şüphelenmedim. Sadece kendi kendime diyordum ki:Ben de bir gün hikaye falan yazacak olsam aynen böyle yazardım herhalde. Sonraları bende yazmaya başlayınca hikayeleri birbirleri ile mukayese etme olanağına kavuştum. Ben giderek daha iyi yazarken de aradaki benzerliğin gittikçe artığını dehşetle gördüm. İçimden bir his sürekli onların da aslında bana ait olduğunu söylüyordu. . .
Başlangıç olarak fena olmadı. Fakat devamını nasıl yazacağım. . Kalemle yazı yazmakta doğrusu klavye ile yazmaktan çok zor. Ama alışırım herhalde. Hem eskiden bilgisayar mı vardı ki.Teknoloji gelişti ve herşey gittikçe daha bir yapay hale dönüştü. Neyse devam edebilmek için yeni birşeyler bulmam lazım. Yarın onunla daha uzun zaman geçireyim bari. Belki bana yardımcı olabilir.
14 kasım 2002
Bu nasıl olur hiç anlamıyorum. Kesinlikle onu engellemem gerekli. Fakat buradan çıkmak için öyle zekice bir kurgu yapmalıyım ki. . .
20 kasım 2002
“Korkuyu beklerken” gerçekten ilginç bir hikaye. Keşke benim de yanımda bir kaç şişe şarap olsaydı. Belkide bu hikayedeki gibi bir mektup yazıp gönderebilirim. Evet, şu andan itibaren bir radikal dinci ve hatta gizli mezhep mensubu birisiyim. UBOR METENGA.
Sayın Murat Gülsoy
Bu bir uyarı mektubudur. Bir daha hikaye yazıp yayımlamamanız için uyarıyorum sizi. Neden? Diye soracak olursanız. Size kısaca açıklamama izin verin. Şöyle ki:Hikayelerinizin çoğunda bir dinsizlik politikası gizliden gizliye işleniyor ve bununla beraber insanları "gizemli bilimcilik"gibi bir dinin yerine konulmak istenen yola teşvik ediyorsunuz. Neymiş efendim "Mahşerin Otuzbeş Dakikası" Hiç mahşer'i gördünüz mü ki? Mahşerin dehşetinden kendi isminizi dahi zorlukla hatırlayacaksınız ve çekileceğiniz hesapta bu yazdıklarınız sizden sorulacak. Öyle hayalinizde canladırdığınız bir hakim ve şeytan olmayacak. Gerçek bir mahkeme-i kübra kurulacak. Otuz beş dakika öyle mi ? Neden yirmi yedi yada otuz sekiz dakika değil. Ne demek istiyorsunuz? anlaşılmıyor. Hem orada bizim anladığımız manada bir zamandan söz etmek olanaksızdır. Burada da gizli bir alay var. . .Hz Süleyman’ın “Hüt hüt” kuşu ve Ashab-ı Kehf’in köpeği kıtmir’i hikayelerinize başlık olarak seçmeniz,özellikle de kahramanın köpeğe kıtmir ismini vermesi ve sonrasında onu yemek istemiş olması da son derece düşündürücü.Birde Tanrının Adem peygambere dünyadaki herşeyin “isim”lerini öğretmesini bir hikayenizde psikolojik vaka olarak konu edinmeniz sizin hakkınızdaki düşüncelerimi doğrular nitelikte olduğu kanısındayım.
Ayrıca kozmik bir tanrı da ne demektir. . . Peygamber hayalinde düşsel bir tanrı yaratıyor ,ona inanıyor ve inandırıyor da. Sizde bize kozmik bir tanrıya inanmamız gerektiğini mi söylüyorsunuz. . . Böyle kaç tane tanrı var daha;kozmik tanrı,düşsel tanrı,insanımsı tanrı,yarı tanrı. . . Her neyse asıl önemli olan sizin neye inandığınız yada inanmadığınız değil,sizin düşüncelerinizi açıkça beyan edip etmemenizdir. Okuyucular sizin ne düşüncede olduğunuzu tam olarak bilmediği için gizliden gizliye onların manevi alemlerinde sarsıntılar hatta depremler yaratıp bir yıkıma sebebiyet verme ihtimaliniz var. Baştan tedbirli olsalar, yani evrim teorisine inandığınızı ve dini bir mitolojik olgu olarak gördüğünüzü bilseler hazırlıklı olur ve ona göre tavır alırlar. Edebiyatı adeta bir silah gibi kullanarak insanların mahremlerine ve yasaklarına nüfuz etmeye çalışmanız hiç te affedililir bir suç değil.. Bunu için de edebiyatı seçtiniz. Çünkü yazılardan süzülüp gelen gerçeklerle hayallerin asla belirli bir sınırı yoktur. Nereye sınır konulursa, sınır orası olur...Fakat siz bütün sınırları,yasakları aşma çabasındasınız.
Ben sizi görebiliyorum. Görmekle kalmıyor içinizde mütemadiyen inanç ve bilimin birbiriyle savaştığını sanmanızdan dolayı kalbinizde açılan yaraları hissedebiliyorum. Ah keşke şeytanın bu yaralardan sızıp sizi ele geçirmesine mani olabilseydiniz.Ve gömüldüğünüz yapışkan karanlıktan yolunuzu aydınlatan ilahi melekler eşliğinde Kuran’ın sonsuz ışıklı,nurani caddesine çıkabilseydiniz.Fakat siz ısrarla kuşkucu ve kararsız tavrınızı sürdürmeye devam ediyorsunuz.
Ciddiyetle söylüyorum: Durmalısınız.Ve şunu katiyetle bilmenizi isterim ki benim sizinle oyun oynamadığım gibi mensubu olduğum mezhepin de hiç şakası yoktur.”Yasadışı öyküler”de görünürde hikayelerinizin tekrar okunmasını sağlamaya çalışmışsanız da asıl niyetiniz yazdıklarınızın sebeb vereceği her türlü kötü etkiden kendinizi temize çıkartıp masumiyetinizi ilan etmek.Ayrıca bir kaç hikayenizde görünüp kaybolan Mehmet ise gerçek hayatta yaşayan sizsiniz. Bunları yazıyorum ki siz ve hikayeleriniz arasındaki bağlantıları nasıl çözümlediğimi görün ve ne kadar ciddi bir gözlem içinde olduğumu anlayın.Ve bir gün 54 no’lu evinize yabancı birileri geldiğinde ise hiç şaşırmayın.
Acaba bu yazdıklarımı bir mektup olarak göndersem nasıl bir tepki gösterir? Ben şahsen büyük bir zevkle okur ve gerçekten başarılı olduğumun bir kanıtı olarak çekmecemde saklardım.Sanki eski bir dosttan gelen mektub gibi.
18 Ocak 2002
Beni dışarıda bekleyen özel ve çılgın birisi yok.Aşk da zaten bir zamanlar zevkle okunan bir şiir yada görülen güzel bir rüyadan ibaretti.Sonuçta zaman geçti ve ben değiştim.Farklı birisi oldum.Farklılık... Kendimi ne kadar fazla farklı hissedersem o kadar yanlızım demektir. Farklı hissedemiyorsam şayet yaşamanın bir anlamı kalmamış demektir. Demek ki serap’ın asansöre binme fobisi vardı. Bu durumda ebediyen seninim yanlızlık. Yanlızca senin. Yada bir başkasının. Ne Fark-eder ki.
20 ocak 2002
O gün tren ineceğim istasyona vardığın da hava yavaş yavaş ağarmaya başlıyordu. Basamaklardan inip yürümeye çalıştığım da kendimi çok yorgun hissettim. Tren sanki yol boyunca rayların değil de uzun uzun birbiri ardına konumlandırılmış cümlelerin üstünde yol almıştı. Bir kaç adım daha yürüdükten sonra içimde bir eksiklik duygusu uyandı. Hikayelerimi yazdığım defterimi trende,oturduğum kompartımanın deri ve kaygan koltuğunun üzerinde unutmuş olduğumu yada birisinin ben uyurken onu çalmış olduğunu düşündüm. Geriye dönüp baktığımda ise tren çoktan gitmişti. . . Ve böylece hikayelerim yoluna devam ederken ben burada,bu bomboş istasyonda öylece kalakalmıştım.
Şimdi anlıyorum ki: O mutlaka trenin başka bir kompartmanında yolculuk ediyordu. Trenin koridorlarında dolaşırken bir rastlantı eseri benim siyah kaplı hikaye defterimi buldu ve okudu. Bir kaç ay sonra hikayelerimi çok iyi bulduğu için çevresindeki edebiyat eleştirmenlerine yada dergi editörlerine gönderdi. Büyük bir beğeni kazandıktan sonra kendisine mal ederek yayınlatmaya devam ediyor. . . .
Tamamdır. Bunu hikayemin sonuna eklerim artık. Aradaki boşlukları ilerleyen günlerde tamamlayabilsem bari. Aksi halde gelişme bölümü olmayan bir hikaye olarak kalacak böyle. Doğan ve kısa bir süre sonra hiç gelişemeden ölen bir bebek gibi. Kimbilir belki de zaten ölü doğan bir bebekti.
21 ocak 2002
Neden bana hiç inanmıyor. Onu dahi inandıramıyorum. Kaldı ki hikayemi okuyanlar inansın. Kaçmaktan başka bir çare görünmüyor.
Alıntıladığım kısım burada bitiyor. O günden sonra nereye gittiğini bilen yok. Size gelip bir zarar vermesinden korkuyorum. O da mutlaka sizin “Kendini Orhan Pamuk sanan adam” adlı hikayenizi okumuştur. Kendisini oradaki kahramanın yerine koymuş olabileceğini düşünüyorum. . . ve bu mektubu hikayenizin son parağrafıyla noktalamak istiyorum.
“Bunları yazmak istedim, çünkü olayların bu sekilde akmasında biraz benim de payım olduğunu düşünüyorum. Vaktinizi aldığım için kusura bakmayın. ”
Saygılarımla. . .
Not:Buradaki tek dostumun kaçışından sonra derin bir yanlızlığa gömüldüm. Hem beni teskin etmek hem de buradaki okurlarınıza şeref vermek için gelirsiniz ümidiyle hapishanenin adresini zarfın arkasına yazdım. Ayrıca yeni hikayelerinizi de heyecanla bekliyoruz.
Eminim okurken dahi anladınız. Evet,bu mektubun yazarı ve kaçak mahkum benim.Yani kısacası hapishanede canı sıkılan bir okurunuz. Sizin komplo teorilerinizin etkisi altında böyle bir mektub yazdım. Fakat bunları yazarken de size bir tuzak kurmuş olabilirim. Buraya geldiğinizde başınıza hiç beklenmedik bir şey gelebilir... Adresi biliyorsunuz.
Biliyorum. Hiç korkmadınız. Öyleyse buyrun gelin.