Bir kadın
Nerede, hangi koşulda olursa olsun, sıcacık sevgi ve şefkatleriyle onu hiç yalnız bırakmayan yaşlı ana-babasına sarıldı. ‘Meraklanmayın, her şey daha iyi olacak’ dedi. ‘Daha iyi olacak’ diye tekrarladı içinden. ‘Artık uzaklarda değil, size yakın bir kentte olacağım, sık sık görüşeceğiz.’ Annesi, sanki kızını bir daha götürecekler kaygısıyla artık iyice sesli ağlıyor, yaşlar yanaklarından süzülüyordu. İki eliyle annesinin yüzünü kavradı. Öptü. ‘Haydi! Yapma artık. Bitti’. ‘Sizi üzecek bir şey yapmayacağım’. ‘Hayata ekleneceğim, kaldığım yerden’ dedi. Otobüse bindi. Kenarda, sanki daha da yaşlanmış iki ihtiyar, kızlarını yeni bir tutsaklığa uğurluyorlarmış gibi üzgün, daha çok tedirgin hareket saatini bekliyorlardı. Gülerek el salladı onlara. İnip tekrar sarılmak istedi. Korkuyordu. İnerse vazgeçecekti. Güven istiyordu ruhu. Güven, karşılıksız ve katıksız bir sevgi. Onların yanında çok yoğun hissettiği bu duygulara teslim olmak istiyordu. Gitmeliydi oysa, gitmeli ve ‘hayata eklenmeliydi’. Cesaretini toplayıp, yeniden baktı ve gözden yitene kadar el salladı onlara.
Yanında oturan kadın, merakla süzüyordu onu. Bir dolu soru sormak ister gibi gülerek bakıyordu. İçi daraldı birden. Kimseyle konuşacak hali yoktu. Düşüncesinden utandı, yanındaki kadına acıdı birden. Ama herhangi bir sese katlanacak durumda değildi. Başını geriye yasladı, uyur gibi kapadı gözlerini.
Geride bir dolu anıyı bırakıp, bu küçük sahil kentine yerleşmeye karar vermişti. Yaşadıklarını, çerçeveleyip koymuştu yüreğine. Genç yaşa sığdırılan bir dolu anı; sevinç, dostluk ve acı. ‘Yeniden başlamak’ diye düşündü, hayata eklenmek’. Taa derinden bir sıcaklık yayıldı bedenine. Yüreği kıpır kıpır etti.
Elinde üç-beş eşya ve kitaplarından oluşan bavuluyla indi otobüsten. Bir süre eski bir tanıdığın yanında kalacaktı. Tutsaklık hala bacaklarına hükmeder gibi, ağır ağır yürüdü.
Sanki yarıda kesilmiş bir filme start verilmiş gibi hissetti . İnsanlar; bir süre önce ara verdiği yaşamın akışında, sokakta, özgür, bıraktıkları yerden yürümeye başlamışlardı. Hayat devam ediyordu işte. Hiçbir şey durmamıştı ki. Gülümsedi.
Dolmuşa bindi. Arka koltukta, yaşlı bir kadının yanına oturdu. Yabancı gibi. Önünde iki genç kız, birbirlerine bir şeyler anlatıp, gülüşüyorlardı. Bir adam, inmek için izin istedi. Yanındaki kayıtsız, bacaklarını çekti. Adam sinirlendi, yüzü gerildi. Başını iki yana sallayıp, çantasını güçlükle yukarı kaldırıp kapıya yanaştı. İndi.
İşte yaşam, insanlar, öfkeler, sevinçler. Ne değişmişti ki?
‘Uygun bir yerde inebilir miyim lütfen’ dedi. Sesi uzak bir tanıdık gibi yayıldı araçta. Bir-iki göz gezindi üzerinde. Ürkek adımlarla indi, uzaklaşan dolmuşa baktı. Tenha bir ara sokakta yürümeye başladı. Hava soğuktu. Kazağının yakasını çenesine kadar çekti. En çok burnu üşürdü. Elini nefesiyle ısıttı.
Zile bastı, bir süre sessizlik. Tedirgin oldu, ‘çok mu erken?’ geldim düşüncesiyle sıkıldı. Ayak sesleri. Kapı açıldı. Güler yüzüyle karşıladı Fatma onu. Buyur etti. Sarıldılar.
- ‘Nasılsın?’
- ‘İyiyim’.
- ‘Hadi gel içeri’
Salonun kapısı açıldığında sobanın sıcağı vurdu yüzüne. Çantasını bir köşeye bırakıp, sobaya yöneldi. Ellerini uzattı. Koltuğa oturduğunda rahatlamıştı biraz. Fatma değişmemişti, her zamanki güler yüzüyle konuşuyor, anne-babasını soruyordu.
Kahvaltıda hoşbeş ettiler. Yaşadıklarını merak ediyordu Fatma. Kısaca söz etti. Komik şeyler anlattı ona. Aklında kalanların acılar değil, yaşadıklarının komik olanları olması şaşırttı onu. ‘Traji-komik’ diye düşündü. Fatma’yla birlikte yüksek sesle gülerken buldu kendini. Sanki yabancı birine bakar gibi kendine şaşırdı. Ağız dolusu gülüyordu işte. Hayata eklenmek bu muydu?
Fatma işe gitti. Döndüğünde, yüzünde hınzır bir gülümsemeyle, ‘bıraktığım yerde öylece oturmuş gibisin’ diye seslenerek paltosunu çıkardı.
Sanki yıllardır burada, birlikte yaşıyormuş gibi günü tüketmişlerdi. Geç olmuştu. Yatağını hazırlayan Fatma, ‘Rahat ol, kendi evindeymiş gibi. Kısa zamanda yoluna girer her şey. Alışırsın’ diyordu bir yandan.
Küçük bir büro açmayı düşünüyordu. Eski işini yapacaktı. Çalan telefona yöneldi. Fatma’ydı. ‘Saat 13.00’de meydandaki saatin önünde buluşalım’ diyen sesi coşkuluydu. Hazırlandı. Birlikte sokakta yürürken. ‘Çok büyük değil ama, isteğin gibi bir yer. Kirası da ucuz. Adama ne iş yapacağını bir türlü anlatamadım. Artık sen uygun tümceleri bulursun’ dedi.
Adam büronun anahtarını verdiğinde, şaşkın bakakalmıştı. Birlikte bir kat aşağıya indiler. Elindeki anahtarla ne yapacağını bilemiyor olmanın utancına kapılmıştı birden. Hemen toparlandı acemice anahtarı çevirdi, içeri girdiler. Aydınlık bir yerdi. Pencerelere asacağı perdeyi, masayı nereye koyacağını düşündü hızla.
Bir masa, bilgisayar, telefon vb. gerekli şeyleri tamamlamış ve yerleşmişti. Kendisine ait bir mekanı vardı. ‘Artık burada da yaşayabilirim’ dedi gülerek. Fatma şakacıktan suratını asıp, ‘Dur hele, o günlerde gelecek. Yakında bir de ev buluruz. Acelen ne!’ diye çıkıştı.
Bekleyiş, Fatma’nın çevresiyle kurduğu ilişkiyle, işlerin yavaş yavaş açılmasını izleyen günlerle son buldu. İş hanındaki ‘burada ne iş yapılıyor acaba?’ meraklarını yenemeyen komşular, kapıyı tıklatıp kafalarını uzatıyor, ‘kolay gelsin’ diye söze başlıyorlardı. ‘Dergi, kitap vb. yazılı dokümanları yayına hazırlıyorum’ diye başlıyor kısaca yaptığı işi anlatıyordu. Bir süre sonra gece geç saatlere kadar çalışan bu kadını kabullendiler.
İki ay sonra şirin, küçük bir ev de buldular Fatoş’la. ‘Evdeki bir miktar haşereyi saymazsak, yalnızlık koyacak mı sana’ dedi Fatma. Bir süre daha kalması konusunda çok ısrar etmişti ama Zehra ‘hayır’ demişti. Artık inadının ne kadar güçlü olduğunu öğrendiği kadına ısrar etmenin manasızlığını bilen Fatma, içi rahat etmese de ev bulması konusunda da ona yardımcı olmuştu.
‘Kahve yapayım ve yorgunluk atalım’ dedi Zehra. ‘Sana çok şey borçluyum’. Fatma sarıldı ve ‘değmez’ manasında kafasını çevirdi. Gözyaşını görmesini istemedi. Zehra fark etti, görmezlikten geldi. Yoksa birlikte oturup saatlerce ağlayacaklardı.
Yaz gelmişti. İşler fena değildi. Kentteki üniversiten gelen tez-makale vb. yazıyor ve bir sanat dergisini yayına hazırlıyordu.
Suzan’la ve sevgilisi Mert’le böyle bir nedenle tanışmışlardı.. Suzan Tıp Fakültesi son sınıf öğrencisi. Mert bir anarşist.
Ah! Suzan. Aynı dili konuştuğu bu kızı ne çok seviyordu. Bazen sessizce gelir, yanağına bir öpücük kondurup, masanın üstüne bir zarf bırakıp, geldiği gibi sessizce ayrılırdı.
İlişkilerinin en çok da bu yanını sever, sanki çok büyülü bir şeymiş gibi bakardı zarfa. Açmaya kıyamazdı. Önce üzerindeki ‘Su’dan Sevgili Zeliş’e’ yazısını okurdu. Sonra özenle çıkarırdı içindeki kağıdı. Bu da sürprizdi. Kağıtlar; bazen mavi, bazen pembe, bazen sarı renkti. Ama her zaman ince pelur kağıttı.
Her defasında işine ara verir, yeni sürprize kendini hazırlardı. Bir çeşit oyundu onun için bu. Koltuğuna iyice yerleşir, bir sigara yakar ve okuduklarıyla kaybolmaya hazırlanırdı.
“Sevgili dostum. Dün konuştuklarımızı düşündüm dün gece. Oysa ders çalışacaktım. Ama nafile. Hani şu sohbetlerimizi süsleyen, aşık olduğun kente göçmek isteyişin konusunda hayli kafa yordum. Aslında senin gibi bende biliyorum ki asla gidemeyeceksin/gitmeyeceksin oraya. Bu da senin ‘türkün’ ...
Tüm sıkıntılara karşın, yaşama bakışındaki bu sadeliği, beklentisiz sevgiyi nasıl biriktirdin? Nasıl becerdin bütün bunları? Hoş geldin Zeliş. Hoş geldin.
Ve bu sana;
"Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim," dedin,
"bundan daha iyi başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim ülkede."
Yeni bir ülke bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda
dolaşacaksın. Aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma-
Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.
“Bu şehirde, dilimi anlayıp beni şenlendirdiğin için sağol” Su...
Zarfı, özenle diğerlerinin yanına koyardı.
***
‘Bir kadın ve öyküsü’ derdi sık sık. ‘Hadi anlatsana, anlat’ Sanki onun biriktirdiği her şeyi, yaşamın bir öğretisi sayarak dinlerdi onu. ‘Duygu dünyanın zenginliği beni sarhoş ediyor Zeliş‘ diye hayran bakardı yüzüne.
Mert’i görmeye, o küçük sahil kasabasına gittiklerinde, yanlarına gelen uzun boylu o adama ‘işte’ diyen yüreğinin atışı nedendi? Her zaman çok sakin olan Zehra’ya yüreğindeki bu telaş çok yabancı gelmişti. Bu kez saklanamamıştı. Bakışmışlar, Su, göz kırpmıştı. Mert’le uzaklaşıp, onu ‘bu tanıdık adamla’ yalnız bırakmasına kızamamıştı.
Telefonda annesine; ‘Meraklanma anne, her şey yolunda, hayata eklendim’ dedi. Büronun kapısını kapatıp, terminale gitmek üzere bir dolmuşa atladı.
‘Ah! Su..., aşkla bile seninle tanıştım. Asıl sen hoş geldin dünyama’ dedi. Yüzünde belirgin bir gülümsemeyle otobüse bindi. O küçük sahil kasabasına, sevgilisine giderken, kalabalık ürkütmüyordu onu artık. Onlardan biriydi....