"Hiçbir şeyi özlemedim Seni özlediğim kadar"
Kavanoz dipli dünyada ilkönce en aziz varlığımı yitirdim. İlham kaynağımı, sevgi çağlayanımı, bana can veren hayat pınarımı en erken kaybettim. Henüz dört yaşımda iken annem vefa etti.
Bu öyle büyük bir kayıp, öyle bir derin acı ki; o giderken benim de pek çok yanımı, yanına aldı götürdü: kollarım, bacaklarımı, ellerimi, yüzümü, parmaklarımı ve yüreğimi... Evet yüreğimi.... Bunların hepsini alıp götürdü sanki. Çünkü ben daha serpilmemiş körpe bir yavru idim onun gittiğinde. Onun sevgi dolu kacağına koşup atlamak istiyordum.
En güzel düşüm kollarında uyumaktı. Uyandığımda bana sevgiyle bakan gözlerini görecektim. Gülen, hep gülen... Karşılıksız bir sevgi ile bakan gözlerini... Sımsıcak gülüşlerine, altın sarısı saçlarına açacaktım gözlerimi...
Kadifemsi narin elleriyle okşayacaktı yüzümü. Varsa gözümdeki çapakları, beni incitmeden silecekti. Bir öpücük konduracaktı yanağıma.
Kollarımdan yakalayıp tay tutacaktı beni. Havaya zıplatacak, boynuma, kulaklarıma yüzünü sürecekti. Koltuk altlarımdan gıdıklayacaktı doya doya... Ben katıla katıla gülerken o, bu alemin en mesut kadını, en bahtiyar annesi olacaktı. Dünyaları verseniz, yine de değişmeyeceği bir mutluluk tadacaktı o anda.
Gamsız tasasız benim güldüğümü... Gülerek gözlerini içine baktığımı görünce; bütün dertlerini unutacaktı. Takatsız kollarına derman gelecekti. Ciğerlerini paralayan amansız öksürüğün geçtiğini düşünecekti bir anda.
Hasta yatağından kalkıp sıcak bir çorba pişirecekti ikimize; tarhana. Dünyanın en leziz çorbası. Kendi elleriyle biraz daha büyütebilseydi beni; belki ekmeğime yağ sürüp sokağa salacaktı. Gaga pişirecekti. Sonra üfleyerek soyacaktı yumurtayı.
Allahım! Nasip olsaydı da tatsaydım; o çorba, o ekmek, o yumurta ne tatlı olurdu. Hiçbir şeyle değişmezdim onları. Belki de yemezdim o yağlı ekmeği, hiç soydurmazdım o yumurtayı, ölünceye kadar saklardım o çorbayı. Çocuklarıma, torunlarıma bırakırdım o kıymetli varlığın yadigarını.
Ama olmadı işte. Biz annemle hiçbir zaman onun pişirdiği bir tas çorbayı oturup yemedik. Kendimi bildiğim vakit, o hasta yatağında inliyordu. Dermansız kollarını bileklerinden bağlayıp, başucundaki dolabın kapağına asmışlardı. Kalp çarpıntısını hafifletir, kan dolaşımına faydası olur diye öyle yapmışlardı.
Annem benim, canım annem! Sana ne kadar muhtaç, ne kadar susamış olduğumu gün geçtikçe, yaş kemale erdikçe daha iyi anlıyorum. Kılcal damarlarımda, bütün benliğimde hissediyorum yokluğunu.
Zeynep teyzem bir tas çorba getirdiği vakit, yüklüğün orada asılı duran kaşıklığa tırmanır iki kaşık kapıp gelirdim sessizce. Hiç konuşmadan sokulurdum yanına. "Benim ortakçı geldi." derdin solgun dudaklarınla.
Şükürler olsun Rabbime... Buna da şükür diyorum şimdi. Sen pişirmiş olmasan da, seninle aynı tastan çorba kaşıkladık ya. Onunla avunuyorum artık... Hem zaten teyzeler anne yarısı değil mi? Bu durumda yarı yarıya senin çorbanı yemiş sayıyorum kendimi.
Benim buradaki tahassürüm; boş hayaller, uçuk temenniler değil. Evet, dört yaşıma gelinceye kadar annem sağdı. Ama o, yakasını bir türlü kurtaramadığı ölümcül bir hastalıkla boğuşan dertli bir anne idi. Zaten babamla evlendiklerinde Bekir Çavuş'un hastaca kızı olarak biliniyormuş. Naif bedeni daha körpecikken hastalıkla boğuşmakta imiş. İlk iki çocuktan sonra doktor : "Bebeğiniz olmamalı artık." demiş. "Bebek sizin bünyenizi daha fazla yıpratır."
Ama işte imkansızlıklar... Bilgisizlik günlerinde önce abim sonra ben dünyaya gelmişiz. Böylece kader ağını örmeye devam etmiş... Az denilebilecek aralıklarla doğmuşuz çünkü. Bu da onun kendini toparlamasına engel olmuş. Zaten boğuşmakta olduğu hastalığa tamamen yenik düşmüş.
Bir de o mahut derede... Gürlek'in başında, kar altında kazan kaynatıp çamaşır yıkarken kızgınlığa su içmen yok mu anneciğim? Buz gibi kar suyunu tasa koyup, terli terli içmişsin hani. İşte o su, kızgın ciğerine cosss etmiş. Senin ve benim ciğerimi... Kardeşlerimin ciğerlerini kavurup atmış, tahta gibi olmuş ciğerlerin, doktorun dediğine göre. Artık o hastalık seni almış götürmüş. Ve götürürken çok ızdırap çektirmiş.
Benim bebekliğim de tam o acılı, ağrılı günlere rastlıyor sanırım. O sebeple beni dolu dolu sevemediğini düşünüyorum. Ve benim de anne sevgisini yaşayamadığımı... Daha doğrusu beni sevecek zıplatacak takatin kalmadığını sanıyorum... Duyduğum kadarıyla o günlerde normal bir anne ile bebeği gibi ayrılmaz bir bütün olamamışız seninle. Çünkü senin çoğu günlerin-ayların hastahane köşelerinde, yollarda geçiyormuş.
Şöyle bir zihnimi yokladığımda senin varlığın-canlılığınla ilgili iki; evet sadece iki hatıra var hafızamda: Onlar da hayal meyal... Hani bizim oralarda net hatırlanmayan rüyalar için ne denirdi? "İmir-simir" bir şeyler... İşte öyle...Yinede ne kadar gavur olurlarsada teyzelerimizin kıymetini bilelim.