Arama

Medya Haber - Sayfa 43

Güncelleme: 13 Ekim 2017 Gösterim: 660.925 Cevap: 1.864
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Aralık 2006       Mesaj #421
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Özürlüler Günü'nde engellilere akülü sandalye
Adıyaman'da 'Dünya özürlüler günü' çeşitli etkinliklerle kutlandı
Sponsorlu Bağlantılar

clear pixel
03.12.2006

Vali Halil ışık, "Türkiye'de özürlülük daha çok akraba evliliklerinden kaynaklanıyor. Bu konuda dikkatli olunması gerekiyor" dedi. Belediye tarafından alınan 3 akülü sandalye de ihtiyaç sahiplerine dağıtıldı.

Hükümet Meydanı'ndaki Atatürk anıtına çelenklerin konulmasıyla başlayan törenden sonra davul- zurna eşliğinde özürlülerden oluşan bir kortej vali Halil Işık ile birlikte Atatürk Caddesi'nden başlayarak Mimar Sinan Parkı'na kadar yürüdü. Engelli ve Kadınlar Çarşısı'na gelen kalabalık, burada çarşının açılışını yaparak alışveriş dükkanlarını gezdi. Valinin koluna girip ellerindeki bastonlarıyla yürüyen engellilere yol boyunca vatandaşlar alkışlarla ilgi gösterdi.

Vali Halil Işık, Türkiye'de en çok rastlanan özürlülük biçiminin yakın akraba evliliğinden kaynaklandığı belirterek, yakın akraba evliliğinin sakıncaları ve doğum öncesi alınacak ilaçlar konusunda dikkatli olunması uyarısında bulundu.

Anadolu Sakatlar Derneği Başkanı Abidin Harputluoğlu ise, engellilerin kendilerini saklamamaları gerektiğini söyleyerek, "Yetkililere bildirsinler. Derneklere üye olsunlar. Bizler de sıkıntıları bilelim. Araç-gereç ihtiyaçlarının giderilmesi için mücadele ediyoruz" diye konuştu.

BELEDİYEDEN AKÜLÜ SANDALYE

Törenden sonra 9 Eylül Caddesi'ndeki Belediye İş Hanı'nda, Engelliler Koordinasyon Merkezinin açılışı yapılarak, Adıyaman Belediyesi tarafından alınan 3 akülü sandalye ihtiyaç sahibi engellilere dağıtıldı.


Haber: DHA

iwosky - avatarı
iwosky
Ziyaretçi
4 Aralık 2006       Mesaj #422
iwosky - avatarı
Ziyaretçi
Madonna konseri yılbaşı CNBC-e'de
spacer
Sponsorlu Bağlantılar
Madonna'nın son konser turnesi 'Confessions' 31 Aralık gecesi CNBC-e'de yayınlanacak.

Konserin DVD'si 23 Ocak'ta çıkacak olan bu müzik şölenini kaçırmak istemeyenler CNBC-e'den çok özel görüntülerle izleyebilirler.


Bu yayın o gece ayrıca Hollanda, İspanya, Finlandiya, Almanya ve Yunanistan televizyonlarında da yayınlanacak.

evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
5 Aralık 2006       Mesaj #423
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )
KÜRESEL ISINMA VE KITLIK UYARISI

kuraklik 6

ANKARA - Bilim adamları, küresel ısınma sonucu daha sıcak bir dünyaya uyum sağlayacak tarımsal ürünler geliştirilmezse, açlık ve kıtlık riskinin artacağı uyarısında bulundular.
Uluslararası Tarım Araştırmaları Danışma Grubu'nun (CGIAR) Washington'da yaptığı yıllık toplantı sırasında bilim adamları, mevcut tarımsal ürün çeşitliliğinin küresel ısınmayla yok olacağını belirterek, yeni yapılan tahminlere göre, Güney Asya'daki buğday mahsulü yarı yarıya azalacak.
CGIAR toplantısında, aralarında mısır, buğday, pirinç ve darının da bulunduğu, yeni sıcak dünyaya uyum sağlayacak ürünlerin geliştirilmesi konusundaki çabaların artırılması gerektiği belirtildi.
Washington'daki toplantılarda bilim adamları ayrıca, çiftliklerden ve ekili alanlardan salınan sera etkisine yol açan gazların azaltılması yolunda önlemlerin ele alındığı bir rapor sunacaklar.
CGIAR üyesi olan ve merkezi Kenya'da bulunan Dünya Tarım ve Ormancılık Merkezi'nden (Icraf) Louis Verchot, sosyal adaletten gıda üretimi teknolojisine kadar her seviyede mücadele edilmesi gereken bir sorundan bahsettiklerini belirterek, yapılan bu olumsuz öngörü nedeniyle büyük çapta insanın zorunlu göçünün ortaya çıkması ve gelişmekte olan ülkelerde geniş çaplı kıtlıkların yeniden görülmesi endişesi taşıdıkları uyarısında bulundu.
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
6 Aralık 2006       Mesaj #424
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
egk1
Evrende Geri Kazanım



(Alp Akoğlu. TÜBİTAK Bilim ve Teknik, Aralık 2000. Sayfa 28-32)

Doğal kaynakları kullanma konusunda duyarlı olanlarımız, tükettiğimiz ürünlerin geri kazanabilir olmasına özen gösteririz. Ancak, bu ürünlerin geri kazanabilir olması yeterli değil. Bunun için izlenmesi gereken bir süreç var. Öncelikle, bu ürünlerin atıklarının ayrılarak geri kazanım kumbarasına atılması gerekir. Buradan alınan atıklar, fabrikalarda yeni ürünler yapmak için işlenir.
Olaya "evrensel" açıdan baktığımızda, gökadalar da bir bakıma maddenin işlendiği fabrikalardır. Belki burada, üzerlerinde "Geri Kazanım Kumbarası" yazılı büyük kutular yok; ancak, buradaki geri kazanım sürecinin çok verimli biçimde işlediği bir gerçek. Nasıl atık içecek kutularından yenileri üretilebiliyorsa, gökadalarda da patlayıp ölen yıldızların atıklarından yeni yıldızlar meydana geliyor.
Evrensel geri kazanımın başlaması için, evrendeki ilkel maddeden oluşan ilk yıldızların ömrünü tamamlaması gerekiyordu. İlk yıldızların nasıl ortaya çıktığı konusu, ayrıntılarda tartışmalı olmakla birlikte, ana hatlarıyla üzerinde uzlaşılmış durumda. Buna göre. Büyük Patlamanın hemen ardından, Evren, atomların oluşabilmesi için fazla sıcaktı, ilk atomlar, Evrenin ortaya çıkışından yaklaşık 300 bin yıl sonra meydana gelmeye başladı. Artık, sıcaklık elektronların ve çıplak atom çekirdeklerinin bir araya gelerek hidrojen ve başka hafif atomları oluşturması için uygundu. Atom yoğunluğunda, yani birim hacme düşen atom sayısında oluşan küçük (yaklaşık 100 000'de bir) iniş çıkışları, bugün, mikrodalga fon ışıması olarak gözleyebiliyoruz.
egk2 İlk gökadalar ve onların içerdiği yıldızlar, evrendeki bu ilkel maddenin kütleçekiminin etkisiyle belli merkezlerde çökmesiyle oluştular. Her ne kadar. Hubble Uzay Teleskopu sayesinde artık Evrenin neredeyse "kenarını" görebiliyor olsak da. ilk gökadaların Büyük Patlama'dan ne kadar sonra oluştuğunu tam olarak bilmiyoruz. Hubble'ın görüntülediği garip görünüşlü bir çok ilkel gökadanın. Evrenin yaşının 10'da birinden daha genç olduğu sanılıyor. Gördüğümüz kadarıyla. Evren yaklaşık bir milyar yaşındayken de gökadalar en azından biçim olarak şimdikilere benziyordu. Her biri. yakınımızda gözlediğimiz yaşlı gökadalardaki gibi milyarlarca yıldız içeriyordu.
Eğer bir yıldızın kütlesini biliyorsak, onun ne kadar süreyle parlayacağını yaklaşık olarak hesaplayabiliriz. Bunun yanında, büyük bir gaz bulutundan değişik kütlelerde ne kadar yıldız oluşabileceğini de bulabiliriz. Bu kütle-sayı dağılımını bir grafiğe dönüştürdüğümüzde, şaşırtıcı düzgünlükte bir eğri ortaya çıkıyor. Ayrıca bu eğri. küçük kütleli yıldızların sayısının, büyük kütlelilere oranla çok daha fazla olduğunu söylüyor. Grafiğe bakarak, bir bulutsudan hangi kütleden kaç yıldız oluşacağını görebiliyoruz.
Gökadanın geri kazanım kumbarası yıldızların artıklarıyla doludur. Geri kazanım kumbarasının nasıl dolduğunu anlamak için. hangi kütledeki yıldızın ne kadar süreyle parlayacağını bilmemiz gerekir. Bir yıldızın, insan ömrünün en azından 10 bin katı kadar yaşar. Bu nedenle, bir yıldızın yaşını doğrudan ölcemeyiz. Bunun yerine, yıldızın ömrünü bulabilmek için, onun nükleer yakıtını ne kadar hızlı tükettiğini hesaplamamız gerekir. Daha 1930'lu yıllarda, hakkında neredeyse hiçbir bilgimizin olmadığı yıldız evrimi, günümüzde iyi anlaşılmış durumda. Kütle-yıldız ömrü ilişkisine gelince, büyük kütleli yıldızlar, küçük kütlelilere göre çok daha az yaşarlar. Bu bir çelişki gibi görünse de, nedenini anlamak zor değil. Yıldızın kütlesi ne kadar fazlaysa, nükleer tepkimelerin meydana geldiği yıldızın merkezi o kadar yüksek basınç altında ve sıcak olur. Bu sayede, tepkimeler çok büyük hızlarda gerçekleşir.
Kütle-sayı grafiğini, yıldız evrimi kuramıyla birleştirdiğimizde, hangi kütledeki yıldızın ne kadar süre parlayacağını bulabiliriz. Bu aslında şu anlama da geliyor: "Marketimizde" kaç çeşit geri kazanılabilir ürün bulunduğunu istatistiksel olarak bulabiliyoruz. Yani, onları kullanmaya başladıktan ne kadar sonra geri kazanım kumbarasına gireceklerini biliyoruz.
Gezegenimizde, atıklarımızın yaklaşık % 10 gibi küçük bir oranını geri kazanıyoruz. Üstelik bu % 10. hem üretimin tüm aşamalarındaki geri kazanımı, hem de tüketimden sonraki geri kazanımı içeriyor. Bir düşünürsek, evlerimizdeki çöplerin ne kadarı yeniden değerlendiriliyor: Çok azı. Geri kazanım daha çok fabrikalarda üretim sırasında yapılıyor.
Evrenin genelini ele aldığımızda, geri kazanım işleminin çok iyi çalıştığını söyleyebiliriz. Buradaki maddenin yaklaşık %90'ının yeniden kullanıldığı düşünülüyor. Bir kere, kullanılan maddenin depolanması gibi bir sorun yok. Gökadalardaki yıldızlararası ortamda yeterince boş yer var. Gökadalar, evrensel çöplerin hem üretildiği, hem de yeniden değerlendirildiği yerler. Ölen yıldızlardan uzaya saçılan madde, eninde sonunda bir başka yıldızı oluşturmak üzere, buradaki molekül bulutlarında değerlendiriliyor. Tüm geri kazanım süreci içinde, en az anlaşılan bölümün bu olmasına karşılık, gözlemler, bu aşamanın çok verimli bir biçimde gerçekleştiğini gösteriyor.
egk3
Hubble Uzay Teleskopu'yla çekilen bu fotoğraflar, bulutsunun bir bölümünün görünür dalga boyundaki (solda) ve buradan alınan bir ayrıntının kızılötesi dalga boyundaki görüntüleridir. Bulutsu, içindeki genç yıldızların gazı iyonlaştırması sayesinde parlar.
Yoğun gaz ve toz bulutlarının, kendi kütle çekimlerinin etkisiyle çökerek yıldızları oluşturduğunu biliyoruz. Bir yıldız, nükleer yakıtını tükettiğinde, geride onun kütlesinin bir bölümü de geri kazanılamayan madde olarak kalır. Bu madde yıldızın başlangıçtaki kütlesine bağlı olarak bir beyaz cüce. bir nötron yıldızı ya da bir kara delik olabilir.

Üretim Aşaması

Yıldızlararası ortamda bulunan madde, gaz ve tozun bir karışımıdır. Buradaki gazın büyük bölümünü hidrojen oluşturur. Hidrojen, sıcak bulutsularda genellikle atom Msn Cool: soğuk (100 Kelvin'in altında) bulutsulardaysa gaz (H2) halinde bulunur. Yıldızlararası ortamda bulunan tozsa. bildiğimiz tozdan çok daha küçük parçacıklardan meydana gelir. Bu toz taneleri daha çok bir dumanı oluşturan parçacıkların büyüklüğündedir. Ancak, bu küçük parçacıklar yine de molekül olarak adlandırılmayacak kadar çok atom içerirler.
Yıldızlararası ortamda bulunan madde, yıldızlardan kaynaklanan görünür ve morötesi ışımayı soğurur. Bu nedenle, maddenin yoğun olduğu bölgeler, gökyüzünde daha karanlık görünür. Samanyolu kuşağı üzerinde karanlık görünen bölgeler, yıldızlararası maddenin yoğun olarak bulunduğu yerlerdir. Samanyolu'na karanlık bir yerden bakarsanız, onun parçalı göründüğünü fark edersiniz. Aslında, Samanyolu'nun kollarıyla aramızda yer alan karanlık bulutsulardan dolayı bu bölgeler karanlık görünmektedir.
Yoğun karanlık bulutsular, yakınlarında parlayan bir yıldız onları ısıtılmadıkları sürece çok soğukturlar. Buradaki soğuk gazlar, yıldız oluşumu için ideal yerlerdir. Soğuk olmaları önemli: çünkü, gazların önemli bir özelliği de ısıtıldıkça basınçlarının artmasıdır. Bu nedenle soğuk bir gazı sıkıştırmak daha kolaydır. Bir bulutsudan yıldızların oluşabilmesi için de bulutsuyu oluşturan maddenin parçacıkları arasındaki kütleçekiminin gazın basıncına galip gelmesi gerekir. Bu nedenle, yıldızların oluşması için en uygun ortamlar, soğuk ve yoğun bulutsulardır.
Gökadamızda, yıldızlararası ortamda bulunan soğuk gazın büyük bölümü dev molekül bulutları denen bulutsularda bulunur. Bu oluşumların nasıl ortaya çıktıklarının ayrıntısı çok iyi bilinmese de, basit bir anlatımla, süpernovalar gibi büyük patlamalar. kütleçekimi ve basınç birlikte bu bulutların oluşumunda rol oynuyorlar.
Bulutun içindeki gazın yoğunluğu, çevresindeki yıldızlardan gelen morötesi ışınımı engellemeye başladığında. H atomları birleşerek. H2 'yi. yani hidrojen molekülünü, oluşturur. Bu molekül bulutlarında meydana gelen çalkantılar, belli bölgelerdeki homojenliğin bozulmasına: bu da bulutsuda topaklaşmaya yol açar. To-paklaşmanın olduğu yerler kütleçekiminin etkisiyle yeterince sıkıştığında, merkezlerindeki basınç ve sıcaklık -ki bu sıcaklık bir milyon dereceyi aşar - nükleer tepkimeleri başlatabilir. İşte, bu kendi kendine oluşmuş devasa nükleer reaktörlere yıldız diyoruz.
egk4
Avcı Takımyıldızı. Avcı'nın kemerini oluşturan (çapraz dizili üç yıldız) yıldızların sağ altında yer alan Orion Bulutsusu, çıplak gözle bile görülebilir. Burası, yakınımızda yer alan önemli yıldız fabrikalarından biridir. Radyo ve kızılötesi görüntülemenin gökbilimde kullanımından önce, bölgedeki molekül bulutlarının bu kadar yaygın olduğu bilinmiyordu. Ortadaki ve sağdaki görüntüler, molekül bulutundaki karbonmonoksitin radyo ve kızılötesi dalga boylarında çekilmiş fotoğraflarıdır.
Bir dev molekül bulutu, yüz bin güneş kütlesiyle bir milyon güneş kütlesi arasında değişen kütlede maddeye sahip olabilir. Eğer, bu bulutlardaki gazın tamamı yıldıza dönüşebilseydi. her bir bulut bir milyon yıldız üretebilirdi. Samanyolu'ndaki dev molekül bulutlarının kesin sayısı bilinmemekle birlikte, sayılarının en azından 50 olduğu sanılıyor. Bu bulutların pek azı bizim üzerinde çalışabileceğimiz kadar yakınımızda yer alıyor. Bunlardan bize en yakın olanı. 1300 ışık yılı uzaktaki Orion Bulutsusu'dur. Orion gibi bulutsuların yapılarını inceleyerek, dev molekül bulutlarının özelliklerini anlayabiliyoruz.

Çöpleri Toplayanlar

Gökadalarda, yıldız oluşumuna yardımcı olan bazı etkiler vardır. Bunlardan en önemlileri süpernova patlamalarıdır. Süpernovalar, çok büyük patlamalarla oluşurlar. Öyle ki, patlamanın yarattığı şok, çevrelerindeki yıldızlararası maddeyi bir kar makinesi gibi süpürür. Bu süpürme işlemi, ortamdaki maddeyi bir basınç altına sokar ve maddenin belli yerlerde yoğunlaşarak çökmeye başlamasını tetiklemiş olur.
Bir süpernova. patlamadan önce sahip olduğundan çok daha fazla miktardaki maddeyi sürükleyebilir. Örneğin, 10 güneş kütlesindeki bir yıldız, santimetre küpe ortalama 10 hidrojen atomunun düştüğü bir ortamda patladığında, yarattığı şok dalgası 60 ışık yılı uzaklığa kadar ulaşır. Bu şok dalgası yaklaşık 8 000 güneş kütlesindeki maddeyi sürükleyebilir. Olaya geri kazanım yönünden baktığınızda, Süpernova patlamaları, işin "çöp toplama" bölümünü üstlenmiş oluyor.
Bir süpernova patlaması görüntüsüne baktığımızda onun yarattığı etkiyi hemen görebiliriz. Vela Bulutsusu bunun güzel bir örneğidir. Bu bulutsudaki gazların bir süpernova patlamasıyla itildiği açıkça ortada. Bulutsudaki kavisli yapıya baktığımızda, en azından bir süpernova patlamasının ürünü olduğu anlaşılıyor. Bulutsudaki sürüklenmiş gaz ve toz. yıldız oluşumu için kusursuz hammadde durumunda. Bu bulutsudan oluşacak yeni yıldızların büyük kütleli olanları da bir gün süpernova olarak patlayacak. Böylece, onlar da kendilerini doğuran bulutsuyu sürükleyerek yeni yıldızların oluşumuna zemin hazırlayacaklar. Bu döngü, bulutsudaki madde, kahverengi ve beyaz cüceler, nötron yıldızları ve kara delikler gibi geri kazanılamayan maddeye dönüştüğünde sona erecek.
egk5 Süpernova örneği, yıldız oluşumunu, özellikle de yarattığı yüksek basınçla büyük kütleli yıldızların oluşumunu tetikleyen mekanizmalardan en önemlisi. Bu büyük kütleli yıldızlar, hidrojen gazını iyonize eden yüksek enerjili ışıma yaparlar. Bu ısınmış ve iyonlaşmış gaz. gökyüzünde, parlak bulutsular olarak görünür. Genellikle, iyonlaşmış gazın bulunduğu bölgelerin sınırlarındaki basınç, çevresindeki yıldızlararası ortama göre daha yüksektir. Basınçtaki bu fark, iyonlaşmış bölgenin yakınındaki gazın sıkışmasına yol açar. Bu nedenledir ki. yıldız oluşumu büyük oranda iyonlaşmış bölgelerin kenarlarında gerçekleşir.
Yıldız oluşumunu tetikleyen mekanizmalar arasında, süpernova patlamalarından çok daha etkili ancak daha ender görülen bir mekanizma daha var: Gökada çarpışmaları. Gökadamız Samanyolu büyük olasılıkla Andromeda Gökadası'yla çarpışacak. Andromeda, Samanyolu gibi, Yerel Gökada Kümesi'nin üyesi ve bize de en yakın gökada. Çarpışma gerçekleştiğinde, yıldız oluşum hızında büyük bir "patlama" gerçekleşecek. Bu çarpışmanın gerçekleşmesine daha milyarlarca yıl var. Ancak, bir çarpışmanın nasıl bir etki yaratacağını, canlı olarak izleme şansımız var. Şu an gökyüzünde çarpışmakta olan iki gökada var. Bu gökadalar. XGC 4038 ve NGC 4039 katalog numaralarına sahipler. İkiliye Anten Gökadaları da deniyor. Çünkü, çarpışma sonucu antene benzer bir şekil almışlar.
Aslında, bir gökada çarpışması, tam olarak düşündüğümüz anlamda bir çarpışma değildir. Yıldızlar arasındaki uzaklıklar o kadar fazladır ki. milyarlarca yıldız içeren gökadalarda, yıldızlar neredeyse hiç çarpışmaz. Ancak, her iki gökada da yıldızlararası ortamda bulunan maddenin karşılaşması, yıldız oluşumu için muazzam tetikleyici bir mekanizma oluşturur.
egk6
Gezegenimsi bulutsular, Güneş benzeri bir yıldızın kırmızı dev aşamasından sonra dış katmanlarını uzaya savurmasıyla oluşur. Gezegenimsi bulutsular ve Eta Carina gibi patlayarak yıldızlararası ortama madde fırlatan yıldızlar, yıldız fabrikaları için önemli miktarda gaz ve toz içeren hammaddeyi sağlamış olurlar. Süpernova patlamalarıysa çok güçlü patlamalardır ve yeni yıldızlara hammadde sağlamanın yanında, molekül bulutlan üzerinde yarattıkları basınçla yıldız oluşumunda önemli rol oynarlar.
Süpernova patlamaları ve güçlü yıldız rüzgarları, çevredeki maddeyi iterken, yeni doğmuş yıldızlar kendilerini yıkımdan kurtarmak için çabalarlar. Genç yıldızlar, yaydıkları yüksek enerjili fotonlarla, bu baskıya dayanırlar. Hubble Uzay Teleskopu sayesinde, yıldızlararası ortamdaki güçlü rüzgarlara dayanmaya çalışan yıldızları görebiliyoruz.

Tozlu Fabrikalar

Yıldızlar ve yıldız rüzgarları, atıkların yeniden yıldız hammaddesi yapmak için "mikroskobik" olarak işlenmesinden sorumlu. Yıldız evrimi sırasında, nükleer tepkimler sonucu oluşan başka atık maddeler de var. Daha önce de değindiğimiz gibi, yıldız evrimi, yıldız fiziğinin öteki branşları arasında en iyi anlaşılmış olanı. Bu sayede, yıldız evriminin her aşamasında ne zaman ve ne kadar maddenin üretildiğini: ne kadarının yeniden kullanıldığını biliyoruz. Ne var ki, gerek bir insanın atığı gerekse bir yıldızınki olsun; sorun geri kazanılacak maddenin nereye atılacağı.
Yıldızlar, ilginç biçimli rüzgarlarla gaz ve toz fırlatmayı çok severler. Bu yıldız parlamaları çok güzel görüntüler sunsa da onların özelliklerini hesaplamak çok zordur. Bu çok küçük ölçekli parlamaların örneklerini Güneş'e bakarak görebiliyoruz. Geri kazanım kumbarasına katkıda bulunan bir başka madde akışı da gezegenimsi bulutsular yoluyla olur. Güneş benzeri bir yıldız, nükleer yakıtını tükettikten sonra kırmızı dev olur. Kırmızı dev aşamasında çok genişleyen yıldız, daha sonra dış katmanlarını uzaya savurur ve geriye bir beyaz cüce kalır. Bu beyaz cüce, herhangi bir enerji kaynağına sahip olmadığından, sadece önceki sıcaklığıyla parlar. Yıldızın savurduğu madde, gezegenimsi bulutsu halini alır.
Gezegenimsi bulutsular, süpernova patlamaları kadar şiddetli patlamalar olmasalar da, yıldızlararası ortamın zenginleştirilmesindeki payları hiç de az değil. Bu zenginleşmenin önemi büyük. Çünkü, başlangıçta hidrojen ve daha az miktarda helyumdan başka element içermeyen Evren bu sayede daha ağır elementlere sahip oldu. Böylece. gezegenlerin ve yaşamın oluşumu için de zemin hazırlandı.
egk7
20 000 ışık yılı ötede yer alan NGC 3603'ün Hubble'dan alınan görüntüsü, evrensel geri kazanım sürecini tüm aşamalarıyla gösteriyor. 1 ve 2: Gaz ve tozdan oluşan yoğun, karanlık molekül bulutları, yeni yıldızlar oluşturmak için ateşli bir biçimde yıldızlararası maddeyi işliyorlar. 3: Tüketim aşaması. Burada genç yıldızlar güçlü bir biçimde parlıyorlar. Küme, yaydığı güçlü ışınımla çevresindeki maddeyi itiyor. 4: Orion Bulutsusu 'ndakine benzer iki yeni oluşmuş yıldızı çevreleyen küresel salım bulutsuları. Bu bulutsular, belki gezegenleri oluşturacaklar. Ancak, yukarıdaki kümeden kaynaklanan ışınım bu yıldızların çevresindeki gazı süpürebilir. 5: Adını gökbilimci Şart ***'tan alan *** kümeleri. Bu karanlık bulutlar, gelecekte yıldız üreten fabrikalarda hammadde olarak kullanılacak. 6: Ölmekte olan bir yıldız, yıldızlararası ortama madde fırlatıyor. Bu madde ve başkaları, daha sonra yeni yıldızlar oluşturmak üzere biriktirilecek. Sher 25 olarak adlandırılan ve 120 güneş kütleli yıldız yaklaşık 500 000 yıl sonra süpernova olarak patlayacak. Bu durumda bulutsuda yıldız oluşumunda yeni bir dönem başlayacak.
Daha önce de değindiğimiz gibi, toz, geri dönüşüm işleminde kritik bir role sahip. Toz, yıldızların oluştuğu bölgeleri, yüksek enerjili fotonlara karşı korur. Bunun yanında, tozun hidrojen gazının (H2) oluşumunda da payı var. Normalde, yıldızlararası ortamdaki gibi düşük yoğunluktaki bir ortamda, iki hidrojen atomunun birleşecek kadar yakınlaşabilip bir hidrojen gazı molekülünü oluşturması çok zordur. Toz, burada devreye girer. Hidrojen atomları, toz parçacıklarının yüzeylerine tutunabilir. Yüzeyde buluşan iki hidrojen atomu, birleşerek hidrojen gazını oluşturur. Gaz haline dönüşen hidrojen, anında tozun yüzeyinden kopar. Toz molekülleri, molekül hidrojenin oluşumunda: dolayısıyla da yıldız oluşumunda bir katalizör görevi görür.

Çevresel Etkiler

Geri kazanımın çevresel etkisi, toplumumuzda tartışılır durumda. Çünkü, bunların uzun dönemli etkleri pek değerlendirilmiş değil. Örneğin, günümüzde, meyve suyu satın alırken en çevreci yaklaşımın, içmeye hazır olanını tercih etmek olduğunu düşünebiliriz. Gerçekte, en iyisi, meyve suyunu konsantre olarak almaktır. Çünkü, meyve suyunu konsantre etmek için harcanan yakıt miktarı, içmeye hazır olanının hazırlaması için gereken suyu ve hazır meyve suyunu marketlere taşımak için harcanan yakıt miktarından çok daha azdır.
Yıldızlararası. geri kazanım işlemleri de benzer biçimde çalışır. Örneğin, çok genç yıldızlardan kaynaklanan madde fışkırmalarının geri kazanım karışımındaki rolüne bakalım. Bu fışkırmalar, yıldızlararası ortamda onlarca ışık yılı uzaklıklara kadar ilerleyebiliyor. Bu fışkırmalar, uzun ve dar bir hatta ilerler. Bu nedenle, onların yıldızlararası ortamda çok küçük bir hacim kapladığını düşünebiliriz. Gerçekte, bu fışkırmalar, sandığımızdan çok daha büyük bir hacmi etkiler. Peki nasıl?
Molekül bulutlarının kendi ağırlıklarıyla çökebilmeleri için. dışarıdaki kinetik basıncı yenmeleri gerektiğini biliyoruz. Ölçümler gösteriyor ki, bu kinetik basınç, gaz basıncı olarak ele alındığında, tahminlerin çok üzerinde çıkıyor. Bu fazladan basınç için en iyi açıklama, molekül bulutlarındaki manyetik türbülans.
Bu, doğruluğu ölçümlerle de kanıtlanan ilginç bir öykü. Tek sorun, öykünün gerçek olabilmesi için, bilgisayar canlandırmaları gösteriyor ki, bir şeylerin manyetik alanı çok şık bir biçimde ve çok büyük ölçekte karıştırması gerekiyor. İşte, bu, genç yıldızlardan kaynaklanan dev fışkırmalar olmalı. Bu sayede, yıldız oluşumunun günümüzdeki hızı da açıklanmış oluyor.
Konuyu geniş açıda ele alırsak, insanların yaptıkları devasa yapılar bile zamanla doğa tarafından parçalanır. Doğanın sadece bizim yaptıklarımızı değil; kendi kendini parçaladığı gerçeği bizim için belki bir teselli olabilir. Dev geri kazanım fabrikaları olan molekül bulutları için de durum farklı değil. Kendi yaptıklarını kendilerinin meydana getirdiği etkiler bozarlar. Ama, bunun gerçek anlamda bir bozulma olduğunu öne sürmek yanlış olur. Çünkü, her yıkım, döngünün bir aşaması. Yeryüzünde de olduğu gibi. geniş ölçekte de bu işlemler, kullanılabilir kaynaklar tükenene değin sürecek.

Alp Akoğlu

Kaynaklar
Goodman, A. A., Recycling in thc Universe, Sky & Telescope. Kasım 2000
Petersen, C.C., The Lives of Stars, Sky & Telescope, Eylül 1999
Space Telescope Science Institute İnternet sayfaları (http://www.stsci.edu)
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
7 Aralık 2006       Mesaj #425
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )
ASKERİ HELİKOPTER DÜŞTÜ: 1 ŞEHİT

helikopter kazasi 2

TUNCELİ - Bingöl'de askeri bir helikopterin düşmesi sonucu ilk belirlemelere göre 1 asker şehit oldu, 5 asker yaralandı.
Genç ilçesi Yazıkonak köyü yakınlarında bir askeri helikopter, henüz belirlenemeyen nedenle düştü.
Kazada, ilk belirlemelere göre 1 askerin şehit olduğu, 5 askerin de yaralandığı öğrenildi.

a.a.
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
7 Aralık 2006       Mesaj #426
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi
İşte, yazar Orhan Pamuk’un, 2006 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanması nedeniyle verdiği ‘Babamın Bavulu’ başlıklı Türkçe konferansının tam metni:

Babamın Bavulu
Ölümünden iki yıl önce babam kendi yazıları, el yazmaları ve defterleriyle dolu küçük bir bavul verdi bana. Her zamanki şakacı, alaycı havasını takınarak, kendisinden sonra, yani ölümünden sonra onları okumamı istediğini söyleyiverdi.

“Bir bak bakalım,” dedi hafifçe utanarak, “işe yarar bir şey var mı içlerinde. Belki benden sonra seçer, yayımlarsın.”





Benim yazıhanemde, kitaplar arasındaydık. Babam acı verici çok özel bir yükten kurtulmak isteyen biri gibi, bavulunu nereye koyacağını bilemeden yazıhanemde bakınarak dolandı. Sonra elindeki şeyi dikkat çekmeyen bir köşeye usulca bıraktı. İkimizi de utandıran bu unutulmaz an biter bitmez ikimiz de her zamanki rollerimize, hayatı daha hafiften alan, şakacı, alaycı kimliklerimize geri dönerek rahatladık. Her zamanki gibi havadan sudan, hayattan, Türkiye’nin bitip tükenmez siyasi dertlerinden ve babamın çoğu başarısızlıkla sonuçlanan işlerinden, çok da fazla kederlenmeden, söz ettik.

Bu bavul benim için geçmişten ve çocukluk hatıralarımdan çok şey taşıyan tanıdık ve çekici bir eşyaydı, ama şimdi ona dokunamıyordum bile. Niye? Elbette ki bavulun içindeki gizli yükün esrarengiz ağırlığı yüzünden.

Babam gittikten sonra bavulun etrafında birkaç gün ona hiç dokunmadan aşağı yukarı yürüdüğümü hatırlıyorum. Küçük, siyah, deri bavulu, kilidini, yuvarlak kenarlarını ta çocukluğumdan biliyordum. Babam kısa süren yolculuklara çıkarken ve bazen de evden iş yerine bir yük taşırken taşırdı onu. Çocukken bu küçük bavulu açıp yolculuktan dönen babamın eşyalarını karıştırdığımı, içinden çıkan kolonya ve yabancı ülke kokusundan hoşlandığımı hatırlıyordum. Bu bavul benim için geçmişten ve çocukluk hatıralarımdan çok şey taşıyan tanıdık ve çekici bir eşyaydı, ama şimdi ona dokunamıyordum bile. Niye? Elbette ki bavulun içindeki gizli yükün esrarengiz ağırlığı yüzünden.

Babamın büyük bir kütüphanesi vardı, gençlik yıllarında, 1940’ların sonunda, İstanbul’da şair olmak istemiş, Valéry’yi Türkçe’ye çevirmiş, ama okuru az, yoksul bir ülkede şiir yazıp edebi bir hayatın zorluklarını yaşamak istememişti.

Bu ağırlığın anlamından söz edeceğim şimdi. Bir odaya kapanıp, bir masaya oturup, bir köşeye çekilip kağıtla kalemle kendini ifade eden insanın yaptığı şeyin, yani edebiyatın anlamı demek bu.

Babamın bavuluna dokunup onu bir türlü açamıyordum, ama içindeki defterlerin bazılarını biliyordum. Bazılarına bir şeyler yazarken babamı görmüştüm. Bavulun içindeki yük ilk defa duyduğum bir şey değildi. Babamın büyük bir kütüphanesi vardı, gençlik yıllarında, 1940’ların sonunda, İstanbul’da şair olmak istemiş, Valéry’yi Türkçe’ye çevirmiş, ama okuru az, yoksul bir ülkede şiir yazıp edebi bir hayatın zorluklarını yaşamak istememişti. Babamın babası -dedem- zengin bir işadamıydı, babam rahat bir çocukluk ve gençlik geçirmişti, edebiyat için, yazı için zorluk çekmek istemiyordu. Hayatı bütün güzellikleriyle seviyordu, onu anlıyordum.

Asıl korkum, bilmek, öğrenmek bile istemediğim asıl şey ise babamın iyi bir yazar olması ihtimaliydi.

Beni babamın bavulunun içindekilerden uzak tutan birinci endişe tabii ki okuduklarımı beğenmeme korkusuydu. Babam da bunu bildiği için tedbirini almış, bavulun içindekileri ciddiye almayan bir hava da takınmıştı. Yirmi beş yıllık bir yazarlık hayatından sonra bunu görmek beni üzüyordu. Ama edebiyatı yeterince ciddiye almadığı için babama kızmak bile istemiyordum… Asıl korkum, bilmek, öğrenmek bile istemediğim asıl şey ise babamın iyi bir yazar olması ihtimaliydi. Babamın bavulunu asıl bundan korktuğum için açamıyordum. Üstelik nedeni kendime açıkça söyleyemiyordum bile. Çünkü babamın bavulundan gerçek, büyük bir edebiyat çıkarsa babamın içinde bir bambaşka adam olduğunu kabul etmem gerekecekti. Bu korkutucu bir şeydi. Çünkü ben o ilerlemiş yaşımda bile babamın yalnızca babam olmasını istiyordum; yazar olmasını değil.

Biz yazarların taşları kelimelerdir. Onları elleyerek, birbirleriyle ilişkilerini hissederek, bazen uzaktan bakıp seyrederek, bazen parmaklarımızla ve kalemimizin ucuyla sanki onları okşayarak ve ağırlıklarını tartarak kelimeleri yerleştire yerleştire, yıllarca inatla, sabırla ve umutla yeni dünyalar kurarız.

Benim için yazar olmak, insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o kişiyi yapan alemi sabırla yıllarca uğraşarak keşfetmesidir: Yazı deyince önce romanlar, şiirler, edebiyat geleneği değil, bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede kelimelerle bir yeni alem kuran insan gelir gözümün önüne. Bu adam, ya da bu kadın, daktilo kullanabilir, bilgisayarın kolaylıklarından yararlanabilir, ya da benim gibi otuz yıl boyunca dolmakalemle kağıt üzerine, elle yazabilir. Yazdıkça kahve, çay, sigara içebilir. Bazen masasından kalkıp pencereden dışarıya, sokakta oynayan çocuklara, talihliyse ağaçlara ve bir manzaraya, ya da karanlık bir duvara bakabilir. Şiir, oyun ya da benim gibi roman yazabilir. Bütün bu farklılıklar asıl faaliyetten, masaya oturup sabırla kendi içine dönmekten sonra gelir. Yazı yazmak, bu içe dönük bakışı kelimelere geçirmek, insanın kendisinin içinden geçerek yeni bir alemi sabırla, inatla ve mutlulukla araştırmasıdır. Ben boş sayfaya yavaş yavaş yeni kelimeler ekleyerek masamda oturdukça günler, aylar, yıllar geçtikçe, kendime yeni bir alem kurduğumu, kendi içimdeki bir başka insanı, tıpkı bir köprüyü ya da bir kubbeyi taş taş kuran biri gibi ortaya çıkardığımı hissederdim. Biz yazarların taşları kelimelerdir. Onları elleyerek, birbirleriyle ilişkilerini hissederek, bazen uzaktan bakıp seyrederek, bazen parmaklarımızla ve kalemimizin ucuyla sanki onları okşayarak ve ağırlıklarını tartarak kelimeleri yerleştire yerleştire, yıllarca inatla, sabırla ve umutla yeni dünyalar kurarız.

Medya Haber


Bütün hayatımı verdiğim yazarlık işinde benim için en sarsıcı duygu, beni aşırı mutlu eden kimi cümleleri, hayalleri, sayfaları kendimin değil bir başka gücün bulup bana cömertçe sunduğunu zannetmem olmuştur.

Benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamda değil, inat ve sabırdadır. Türkçe’deki o güzel deyiş, iğneyle kuyu kazmak bana sanki yazarlar için söylenmiş gibi gelir. Eski masallardaki, aşkı için dağları delen Ferhat’ın sabrını severim ve anlarım. ‘Benim Adım Kırmızı’ adlı romanımda, tutkuyla aynı atı yıllarca çize çize ezberleyen, hatta güzel bir atı gözü kapalı çizebilen İranlı eski nakkaşlardan söz ederken yazarlık mesleğinden, kendi hayatımdan söz ettiğimi de biliyordum. Kendi hayatını başkalarının hikâyesi olarak yavaş yavaş anlatabilmesi, bu anlatma gücünü içinde hissedebilmesi için, bana öyle gelir ki, yazarın masa başında yıllarını bu sanata ve zanaata sabırla verip, bir iyimserlik elde etmesi gerekir. Kimine hiç gelmeyen, kimine de pek sık uğrayan ilham meleği bu güveni ve iyimserliği sever ve yazarın kendini en yalnız hissettiği, çabalarının, hayallerinin ve yazdıklarının değerinden en çok şüpheye düştüğü anda, yani hikâyesinin yalnızca kendi hikâyesi olduğunu sandığı zamanda, ona içinden çıktığı dünya ile kurmak istediği alemi birleştiren hikâyeleri, resimleri, hayalleri sanki sunuverir. Bütün hayatımı verdiğim yazarlık işinde benim için en sarsıcı duygu, beni aşırı mutlu eden kimi cümleleri, hayalleri, sayfaları kendimin değil bir başka gücün bulup bana cömertçe sunduğunu zannetmem olmuştur.

Yazar olmamda paşalardan ve din büyüklerinden çok, evde dünya yazarlarından söz eden bir babamın olmasının payını elbette hiç aklımdan çıkarmazdım.

Babamın çantasını açıp defterlerini okumaktan korkuyordum, çünkü benim girdiğim sıkıntılara onun asla girmeyeceğini, yalnızlığı değil arkadaşları, kalabalıkları, salonları, şakaları, cemaate karışmayı sevdiğini biliyordum. Ama sonra başka bir akıl yürütüyordum: Bu düşünceler, çilekeşlik ve sabır hayalleri benim hayat ve yazarlık deneyimimden çıkardığım kendi önyargılarım da olabilirdi. Kalabalığın, aile hayatının, cemaatin ışıltısı içinde ve mutlu cıvıltılar arasında yazmış pek çok parlak yazar da vardı. Üstelik babam, çocukluğumuzda, aile hayatının sıradanlığından sıkılarak bizi bırakmış, Paris’e gitmiş, otel odalarında -başka pek çok yazar gibi- defterler doldurmuştu. Bavulun içinde o defterlerin bir kısmının olduğunu da biliyordum, çünkü bavulu getirmeden önceki yıllarda babam hayatının o döneminden bana artık söz etmeye de başlamıştı. Çocukluğumda da söz ederdi o yıllardan, ama kendi kırılganlığını, şair-yazar olma isteğini, otel odalarındaki kimlik sıkıntılarını anlatmazdı. Paris kaldırımlarında nasıl sık sık Sartre’ı gördüğünü anlatır, okuduğu kitaplar ve gördüğü filmlerden çok önemli haberler veren biri gibi heyecanla ve içtenlikle söz ederdi. Yazar olmamda paşalardan ve din büyüklerinden çok, evde dünya yazarlarından söz eden bir babamın olmasının payını elbette hiç aklımdan çıkarmazdım. Belki de babamın defterlerini bunu düşünerek, büyük kütüphanesine ne kadar çok şey borçlu olduğumu hatırlayarak okumalıydım. Bizimle birlikte yaşarken babamın -tıpkı benim gibi- bir odada yalnız kalıp kitaplarla, düşüncelerle haşır neşir olmak istemesine, yazılarının edebi niteliğine çok önem vermeden, dikkat etmeliydim.

Medya Haber


Ama yapamayacağım şeyin de tam bu olduğunu, babamın bıraktığı çantaya bu huzursuzlukla bakarken hissediyordum. Babam bazen kütüphanesinin önündeki divana uzanır, elindeki kitabı ya da dergiyi bırakır ve uzun uzun düşüncelere, hayallere dalardı. Yüzünde şakalaşmalar, takılmalar ve küçük çekişmelerle sürüp giden aile hayatı sırasında gördüğümden bambaşka bir ifade, içe dönük bir bakış belirirdi, bundan özellikle çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda babamın huzursuz olduğunu anlar, endişelenirdim. Şimdi yıllar sonra bu huzursuzluğun insanı yazar yapan temel dürtülerden biri olduğunu biliyorum. Yazar olmak için, sabır ve çileden önce içimizde kalabalıktan, cemaatten, günlük sıradan hayattan, herkesin yaşadığı şeylerden kaçıp bir odaya kapanma dürtüsü olmalıdır. Sabır ve umudu yazıyla kendimize derin bir dünya kurmak için isteriz. Ama bir odaya, kitaplarla dolu bir odaya kapanma isteği bizi harekete geçiren ilk şeydir. Bu kitapları keyfince okuyan, yalnızca kendi vicdanının sesini dinleyerek başkalarının sözleriyle tartışan ve kitaplarla konuşa konuşa kendi düşüncelerini ve alemini oluşturan özgür, bağımsız yazarın ilk büyük örneği, modern edebiyatın başlangıcı Montaigne’dir elbette. Babamın da dönüp dönüp okuduğu, bana okumamı öğütlediği bir yazardı Montaigne. Dünyanın neresinde olursa olsun, ister Doğu’da ister Batı’da, cemaatlerinden kopup kendilerini kitaplarla bir odaya kapatan yazarlar geleneğinin bir parçası olarak görmek isterim kendimi. Benim için hakiki edebiyatın başladığı yer kitaplarla kendini bir odaya kapatan adamdır.

Medya Haber


Ama kendimizi kapattığımız odada sanıldığı kadar da yalnız değilizdir. Bize önce başkalarının sözü, başkalarının hikâyeleri, başkalarının kitapları, yani gelenek dediğimiz şey eşlik eder. Edebiyatın insanoğlunun kendini anlamak için yarattığı en değerli birikim olduğuna inanıyorum. İnsan toplulukları, kabileler, milletler edebiyatlarını önemsedikleri, yazarlarına kulak verdikleri ölçüde zekileşir, zenginleşir ve yükselirler, ve hepimizin bildiği gibi, kitap yakmalar, yazarları aşağılamalar milletler için karanlık ve akılsız zamanların habercisidir. Ama edebiyat hiçbir zaman yalnızca milli bir konu değildir. Kitaplarıyla bir odaya kapanan ve önce kendi içinde bir yolculuğa çıkan yazar, orada yıllar içinde iyi edebiyatın vazgeçilmez kuralını da keşfedecektir: Kendi hikâyemizden başkalarının hikâyeleri gibi ve başkalarının hikâyelerinden kendi hikâyemizmiş gibi bahsedebilme hüneridir edebiyat. Bunu yapabilmek için yola başkalarının hikâyelerinden ve kitaplarından çıkarız.

İçimde bir yandan her şeye karşı durdurulmaz bir merak ve aşırı iyimser bir okuyup öğrenme açlığı vardı; bir yandan da hayatımın bir şekilde “eksik” bir hayat olacağını, başkaları gibi yaşayamayacağımı hissediyordum.

Babamın bir yazara fazlasıyla yetecek bin beş yüz kitaplık iyi bir kütüphanesi vardı. Yirmi iki yaşımdayken, bu kütüphanedeki kitapların hepsini okumamıştım belki, ama bütün kitapları tek tek tanır, hangisinin önemli, hangisinin hafif ama kolay okunur, hangisinin klasik, hangisinin dünyanın vazgeçilmez bir parçası, hangisinin yerel tarihin unutulacak ama eğlenceli bir tanığı, hangisinin de babamın çok önem verdiği bir Fransız yazarın kitabı olduğunu bilirdim. Bazen bu kütüphaneye uzaktan bakar, kendimin de bir gün ayrı bir evde böyle bir kütüphanemin, hatta daha iyisinin olacağını, kitaplardan kendime bir dünya kuracağımı düşlerdim. Uzaktan baktığımda bazen babamın kütüphanesi bana bütün alemin küçük bir resmiymiş gibi gelirdi. Ama bizim köşemizden, İstanbul’dan baktığımız bir dünyaydı bu. Kütüphane de bunu gösteriyordu. Babam bu kütüphaneyi yurtdışı yolculuklarından, özellikle Paris’ten ve Amerika’dan aldığı kitaplarla, gençliğinde İstanbul’da 1940’larda ve 50’lerdeki yabancı dilde kitap satan dükkanlardan aldıklarıyla ve her birini benim de tanıdığım İstanbul’un eski ve yeni kitapçılarından edindikleriyle yapmıştı. Yerel, milli bir dünya ile Batı dünyasının karışımıdır benim dünyam. 1970’lerden başlayarak ben de iddialı bir şekilde kendime bir kütüphane kurmaya başladım. Daha yazar olmaya tam karar vermemiştim, ‘İstanbul’ adlı kitabımda anlattığım gibi, artık ressam olmayacağımı sezmiştim ama hayatımın ne yola gireceğini tam bilemiyordum. İçimde bir yandan her şeye karşı durdurulmaz bir merak ve aşırı iyimser bir okuyup öğrenme açlığı vardı; bir yandan da hayatımın bir şekilde “eksik” bir hayat olacağını, başkaları gibi yaşayamayacağımı hissediyordum. Bu duygumun bir kısmı, tıpkı babamın kütüphanesine bakarken hissettiğim gibi, merkezden uzak olma fikriyle, İstanbul’un o yıllarda hepimize hissettirdiği gibi, taşrada yaşadığımız duygusuyla ilgiliydi. Bir başka eksik yaşam endişesi de tabii ister resim yapmak olsun, ister edebiyat olsun, sanatçısına fazla ilgi göstermeyen ve umut da vermeyen bir ülkede yaşadığımı fazlasıyla bilmemdi. 1970’lerde, sanki hayatımdaki bu eksiklikleri gidermek ister gibi aşırı bir hırsla İstanbul’un eski kitapçılarından babamın verdiği parayla solmuş, okunmuş, tozlu kitaplar satın alırken bu sahaf dükkanlarının, yol kenarlarında, cami avlularında, yıkık duvarların eşiklerinde yerleşmiş kitapçıların yoksul, dağınık ve çoğu zaman da insana umutsuzluk verecek kadar perişan halleri beni okuyacağım kitaplar kadar etkilerdi.

Bu duygumun bir kısmı, tıpkı babamın kütüphanesine bakarken hissettiğim gibi, merkezden uzak olma fikriyle, İstanbul’un o yıllarda hepimize hissettirdiği gibi, taşrada yaşadığımız duygusuyla ilgiliydi. Bir başka eksik yaşam endişesi de tabii ister resim yapmak olsun, ister edebiyat olsun, sanatçısına fazla ilgi göstermeyen ve umut da vermeyen bir ülkede yaşadığımı fazlasıyla bilmemdi.

Alemdeki yerim konusunda, hayatta olduğu gibi edebiyatta da o zamanlar taşıdığım temel duygu bu “merkezde olmama” duygusuydu. Dünyanın merkezinde, bizim yaşadığımızdan daha zengin ve çekici bir hayat vardı ve ben bütün İstanbullular ve bütün Türkiye ile birlikte bunun dışındaydım. Bu duyguyu dünyanın büyük çoğunluğu ile paylaştığımı bugün düşünüyorum. Aynı şekilde, bir dünya edebiyatı vardı ve onun benden çok uzak bir merkezi vardı. Aslında düşündüğüm Batı edebiyatıydı, dünya edebiyatı değil, ve biz Türkler bunun da dışındaydık. Babamın kütüphanesi de bunu doğruluyordu. Bir yanda bizim, pek çok ayrıntısını sevdiğim, sevmekten vazgeçemediğim yerel dünyamız, İstanbul’un kitapları ve edebiyatı vardı, bir de ona hiç benzemeyen, benzememesi bize hem acı hem de umut veren Batı dünyasının kitapları. Yazmak, okumak sanki bir dünyadan çıkıp ötekinin başkalığı, tuhaflığı ve harika halleriyle teselli bulmaktı. Babamın da bazen, tıpkı benim sonraları yaptığım gibi, kendi yaşadığı hayattan Batı’ya kaçmak için roman okuduğunu hissederdim. Ya da bana o zamanlar kitaplar bu çeşit bir kültürel eksiklik duygusunu gidermek için başvurduğumuz şeylermiş gibi gelirdi. Yalnız okumak değil, yazmak da İstanbul’daki hayatımızdan Batı’ya gidip gelmek gibi bir şeydi. Babam bavulundaki defterlerinden çoğunu doldurabilmek için Paris’e gitmiş, kendini otel odalarına kapatmış, sonra yazdıklarını Türkiye’ye geri getirmişti. Bunun da beni huzursuz ettiğini, babamın bavuluna bakarken hissederdim. Yirmi beş yıl Türkiye’de yazar olarak ayakta kalabilmek için kendimi bir odaya kapattıktan sonra, yazarlığın içimizden geldiği gibi yazmanın, toplumdan, devletten, milletten gizlice yapılması gereken bir iş olmasına, babamın bavuluna bakarken artık isyan ediyordum. Belki de en çok bu yüzden babama yazarlığı benim kadar ciddiye almadığı için kızıyordum.

Bir yanda bizim, pek çok ayrıntısını sevdiğim, sevmekten vazgeçemediğim yerel dünyamız, İstanbul’un kitapları ve edebiyatı vardı, bir de ona hiç benzemeyen, benzememesi bize hem acı hem de umut veren Batı dünyasının kitapları.

Aslında babama benim gibi bir hayat yaşamadığı, hiçbir şey için küçük bir çatışmayı bile göze almadan toplumun içinde, arkadaşları ve sevdikleriyle gülüşerek mutlulukla yaşadığı için kızıyordum. Ama ‘kızıyordum’ yerine ‘kıskanıyordum’ diyebileceğimi, belki de bunun daha doğru bir kelime olacağını da aklımın bir yanıyla biliyor, huzursuz oluyordum.

Medya Haber

Aslında babama benim gibi bir hayat yaşamadığı, hiçbir şey için küçük bir çatışmayı bile göze almadan toplumun içinde, arkadaşları ve sevdikleriyle gülüşerek mutlulukla yaşadığı için kızıyordum. Ama ‘kızıyordum’ yerine ‘kıskanıyordum’ diyebileceğimi, belki de bunun daha doğru bir kelime olacağını da aklımın bir yanıyla biliyor, huzursuz oluyordum.

O zaman her zamanki takıntılı, öfkeli sesimle kendi kendime “mutluluk nedir?” diye soruyordum. Tek başına bir odada derin bir hayat yaşadığını sanmak mıdır mutluluk? Yoksa cemaatle, herkesle aynı şeylere inanarak, inanıyormuş gibi yaparak rahat bir hayat yaşamak mı? Herkesle uyum içinde yaşar gibi gözükürken, bir yandan da kimsenin görmediği bir yerde, gizlice yazı yazmak mutluluk mudur aslında, mutsuzluk mu? Ama bunlar fazla hırçın, öfkeli sorulardı. Üstelik iyi bir hayatın ölçüsünün mutluluk olduğunu nereden çıkarmıştım ki? İnsanlar, gazeteler, herkes hep en önemli hayat ölçüsü mutlulukmuş gibi davranıyordu. Yalnızca bu bile, tam tersinin doğru olduğunu araştırmaya değer bir konu haline getirmiyor muydu? Zaten bizlerden, aileden hep kaçmış olan babamı ne kadar tanıyor, onun huzursuzluklarını ne kadar görebiliyordum ki?

Babamın yazarken babam olamaması gibi huzursuz edici bir şeyden daha ağır bir korku vardı burada: İçimdeki hakiki olamama korkusu, babamın yazılarını iyi bulamama, hatta babamın başka yazarlardan fazla etkilendiğini görme endişemi aşmış, özellikle gençliğimde olduğu gibi, bütün varlığımı, hayatımı, yazma isteğimi ve kendi yazdıklarımı bana sorgulatan bir hakikilik buhranına dönüşüyordu.

Babamın bavulunu işte bu dürtülerle açtım ilk. Babamın hayatında bilmediğim bir mutsuzluk, ancak yazıya dökerek dayanabileceği bir sır olabilir miydi? Bavulu açar açmaz seyahat çantası kokusunu hatırladım, bazı defterleri tanıdığımı, babamın üstünde öyle fazla durmadan onları bana yıllarca önce göstermiş olduğunu fark ettim. Tek tek elleyip karıştırdığım defterlerin çoğu babamın bizi bırakıp Paris’e gittiği gençlik yıllarında tutulmuştu. Oysa ben, tıpkı biyografilerini okuduğum, sevdiğim yazarlar gibi, babamın benim yaşımdayken ne yazdığını, ne düşündüğünü öğrenmek istiyordum. Kısa zaman içinde böyle bir şeyle karşılaşmayacağımı da anladım. Üstelik bu arada babamın defterlerinin orasında burasında karşılaştığım yazar sesinden huzursuz olmuştum. Bu ses babamın sesi değil diye düşünüyordum; hakiki değildi, ya da benim hakiki babam diye bildiğim kişiye ait değildi bu ses. Babamın yazarken babam olamaması gibi huzursuz edici bir şeyden daha ağır bir korku vardı burada: İçimdeki hakiki olamama korkusu, babamın yazılarını iyi bulamama, hatta babamın başka yazarlardan fazla etkilendiğini görme endişemi aşmış, özellikle gençliğimde olduğu gibi, bütün varlığımı, hayatımı, yazma isteğimi ve kendi yazdıklarımı bana sorgulatan bir hakikilik buhranına dönüşüyordu. Roman yazmaya başladığım ilk on yılda bu korkuyu daha derinden hisseder, ona karşı koymakta zorlanır, tıpkı resim yapmaktan vazgeçtiğim gibi, bir gün yenilgiye uğrayıp roman yazmayı da bu endişeyle bırakmaktan bazen korkardım.

Kapayıp kaldırdığım bavulun bende kısa sürede uyandırdığı iki temel duygudan hemen söz ettim: Taşrada olma duygusu ve hakiki olabilme endişesi.

Kapayıp kaldırdığım bavulun bende kısa sürede uyandırdığı iki temel duygudan hemen söz ettim: Taşrada olma duygusu ve hakiki olabilme endişesi. Benim bu huzursuz edici duyguları derinlemesine ilk yaşayışım değildi elbette bu. Bu duyguları, bütün genişlikleri, yan sonuçları, sinir başları, iç düğümleri ve çeşit çeşit renkleriyle ben yıllar boyunca okuyup yazarak, kendim masa başında araştırmış, keşfetmiş, derinleştirmiştim. Elbette onları belli belirsiz acılar, keyif kaçırıcı hassasiyetler ve ikide bir hayattan ve kitaplardan bana bulaşan akıl karışıklıkları olarak özellikle gençliğimde pek çok kereler yaşamıştım. Ama taşrada olma duygusunu ve hakikilik endişesini ancak onlar hakkında romanlar, kitaplar yazarak (mesela taşralılık için ‘Kar’, ‘İstanbul’; hakikilik endişesi için ‘Benim Adım Kırmızı’ ya da ‘Kara Kitap’) bütünüyle tanıyabilmiştim. Benim için yazar olmak demek, içimizde taşıdığımız, en fazla taşıdığımızı biraz bildiğimiz gizli yaralarımızın üzerinde durmak, onları sabırla keşfetmek, tanımak, iyice ortaya çıkarmak ve bu yaraları ve acıları yazımızın ve kimliğimizin bilinçle sahiplendiğimiz bir parçası haline getirmektir.

Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık.

Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık. Bu bilginin keşfi ve onun geliştirilip paylaşılması okura çok tanıdığı bir dünyada hayret ederek gezinmenin zevklerini verir. Bu zevkleri, bildiğimiz şeylerin bütün gerçekliğiyle yazıya dökülmesindeki hünerden de alırız elbette. Bir odaya kapanıp yıllarca hünerini geliştiren, bir alem kurmaya çalışan yazar işe kendi gizli yaralarından başlarken bilerek ya da bilmeden insanoğluna derin bir güven de göstermiş olur. Başkalarının da bu yaraların bir benzerini taşıdığına, bu yüzden anlaşılacağına, insanların birbirlerine benzediğine duyulan bu güveni hep taşıdım. Bütün gerçek edebiyat, insanların birbirine benzediğine ilişkin çocuksu ve iyimser bir güvene dayanır. Kapanıp yıllarca yazan biri işte böyle bir insanlığa ve merkezi olmayan bir dünyaya seslenmek ister.

Bütün gerçek edebiyat, insanların birbirine benzediğine ilişkin çocuksu ve iyimser bir güvene dayanır. Kapanıp yıllarca yazan biri işte böyle bir insanlığa ve merkezi olmayan bir dünyaya seslenmek ister.

Ama babamın bavulundan ve tabii İstanbul’da yaşadığımız hayatın solgun renklerinden anlaşılabileceği gibi, dünyanın bizden uzakta bir merkezi vardı. Bu temel gerçeği yaşamanın verdiği Çehovcu taşra duygusundan, bir diğer yan sonuç olan hakikilik endişesinden kitaplarımda çok söz ettim. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun bu duygularla yaşadığını, hatta daha ağırları olan eziklik, kendine güvensizlik ve aşağılanma korkularıyla boğuşarak yaşadığını kendimden biliyorum. Evet, insanoğlunun birinci derdi hâlâ, mülksüzlük, yiyeceksizlik, evsizlik… Ama artık televizyonlar, gazeteler bu temel dertleri edebiyattan çok daha çabuk ve kolay bir şekilde anlatıyor bize. Bugün edebiyatın asıl anlatması ve araştırması gereken şey, insanoğlunun temel derdi ise, dışarıda kalmak ve kendini önemsiz hissetme korkuları, bunlara bağlı değersizlik duyguları, bir cemaat olarak yaşanan gurur kırıklıkları, kırılganlıklar, küçümsenme endişeleri, çeşit çeşit öfkeler, alınganlıklar, bitip tükenmeyen aşağılanma hayalleri ve bunların kardeşi milli övünmeler, şişinmeler… Çoğu zaman akıldışı ve aşırı duygusal bir dille dışa vurulan bu hayalleri kendi içimdeki karanlığa her bakışımda anlayabiliyorum. Kendimi kolaylıkla özdeşleştirebildiğim Batı-dışı dünyada büyük kalabalıkların, toplulukların ve milletlerin aşağılanma endişeleri ve alınganlıkları yüzünden zaman zaman aptallığa varan korkulara kapıldıklarına tanık oluyoruz. Kendimi aynı kolaylıkla özdeşleştirebildiğim Batı dünyasında da Rönesansı, Aydınlanmayı, Modernliği keşfetmiş olmanın ve zenginliğin aşırı gururuyla milletlerin, devletlerin zaman zaman benzer bir aptallığa yaklaşan bir kendini beğenmişliğe kapıldıklarını da biliyorum.

Demek ki, yalnızca babam değil, hepimiz dünyanın bir merkezi olduğu düşüncesini çok fazla önemsiyoruz. Oysa, yazı yazmak için bizi yıllarca bir odaya kapatan şey tam tersi bir güvendir; bir gün yazdıklarımızın okunup anlaşılacağına, çünkü insanların dünyanın her yerinde birbirlerine benzediklerine ilişkin bir inançtır bu.

Demek ki, yalnızca babam değil, hepimiz dünyanın bir merkezi olduğu düşüncesini çok fazla önemsiyoruz. Oysa, yazı yazmak için bizi yıllarca bir odaya kapatan şey tam tersi bir güvendir; bir gün yazdıklarımızın okunup anlaşılacağına, çünkü insanların dünyanın her yerinde birbirlerine benzediklerine ilişkin bir inançtır bu. Ama bu, kendimden ve babamın yazdıklarından biliyorum, kenarda olmanın, dışarıda kalmanın öfkesiyle yaralı, dertli bir iyimserliktir. Dostoyevski’nin bütün hayatı boyunca Batı’ya karşı hissettiği aşk ve nefret duygularını pek çok kereler kendi içimde de hissettim. Ama ondan asıl öğrendiğim şey, asıl iyimserlik kaynağı, bu büyük yazarın Batı ile aşk ve nefret ilişkisinden yola çıkıp, onların ötesinde kurduğu bambaşka bir alem oldu.

Dostoyevski’nin bütün hayatı boyunca Batı’ya karşı hissettiği aşk ve nefret duygularını pek çok kereler kendi içimde de hissettim.

Bu işe hayatını vermiş bütün yazarlar şu gerçeği bilir: masaya oturup yazma nedenlerimizle, yıllarca umutla yaza yaza kurduğumuz dünya, sonunda apayrı yerlere yerleşir. Kederle ya da öfkeyle oturduğumuz masadan o kederin ve öfkenin ötesinde bambaşka bir aleme ulaşırız. Babam da böyle bir aleme ulaşmış olamaz mıydı? Uzun yolculuktan sonra o varılan alem, tıpkı uzun bir deniz yolculuğundan sonra sis aralanırken bütün renkleriyle karşımızda yavaş yavaş beliren bir ada gibi bize bir mucize duygusu verir. Ya da Batılı gezginlerin güneyden gemiyle yaklaştıkları İstanbul’u sabah sisi aralanırken gördüklerinde hissettikleri şeylere benzer bu. Umutla, merakla çıkılan uzun yolculuğun sonunda, orada camileri, minareleri, tek tek evleri, sokakları, tepeleri, köprüleri, yokuşları ile birlikte bütün bir şehir, bütün bir alem vardır. İnsan, tıpkı iyi bir okurun bir kitabın sayfaları içinde kaybolması gibi, karşısına çıkıveren bu yeni alemin içine hemen girip kaybolmak ister. Kenarda, taşrada, dışarıda, öfkeli ya da düpedüz hüzünlü olduğumuz için masaya oturmuş ve bu duyguları unutturan yepyeni bir alem keşfetmişizdir.

Bir noktadan sonra, hayal ettiğim bu dünya da benim elimden çıkar ve kafamın içinde yaşadığım şehirden daha da gerçek olur. O zaman, bütün o insanlar ve sokaklar, eşyalar ve binalar sanki hep birlikte aralarında konuşmaya, sanki kendi aralarında benim önceden hissedemediğim ilişkiler kurmaya, sanki benim hayalimde ve kitaplarımda değil, kendi kendilerine yaşamaya başlarlar.

Çocukluğumda, gençliğimde hissettiğimin tam tersine benim için artık dünyanın merkezi İstanbul’dur. Neredeyse bütün hayatımı orada geçirdiğim için değil yalnızca, otuz üç yıldır tek tek sokaklarını, köprülerini, insanlarını, köpeklerini, evlerini, camilerini, çeşmelerini, tuhaf kahramanlarını, dükkanlarını, tanıdık kişilerini, karanlık noktalarını, gecelerini ve gündüzlerini kendimi onların hepsiyle özdeşleştirerek anlattığım için. Bir noktadan sonra, hayal ettiğim bu dünya da benim elimden çıkar ve kafamın içinde yaşadığım şehirden daha da gerçek olur. O zaman, bütün o insanlar ve sokaklar, eşyalar ve binalar sanki hep birlikte aralarında konuşmaya, sanki kendi aralarında benim önceden hissedemediğim ilişkiler kurmaya, sanki benim hayalimde ve kitaplarımda değil, kendi kendilerine yaşamaya başlarlar. İğneyle kuyu kazar gibi sabırla hayal ederek kurduğum bu alem bana o zaman her şeyden daha gerçekmiş gibi gelir.

Baba korkusu bilmediğim için hayal gücümün zaman zaman özgürce ya da çocukça çalışabildiğine bazen inanmış, bazen da babam gençliğinde yazar olmak istediği için yazar olabildiğimi içtenlikle düşünmüştüm.

Babam da, belki, yıllarını bu işe vermiş yazarların bu cins mutluluklarını keşfetmiştir, ona önyargılı olmayayım diyordum bavuluna bakarken. Ayrıca, emreden, yasaklayan, ezen, cezalandıran sıradan bir baba olmadığı, beni her zaman özgür bırakıp, bana her zaman aşırı saygı gösterdiği için de ona müteşekkirdim. Pek çok çocukluk ve gençlik arkadaşımın aksine, baba korkusu bilmediğim için hayal gücümün zaman zaman özgürce ya da çocukça çalışabildiğine bazen inanmış, bazen da babam gençliğinde yazar olmak istediği için yazar olabildiğimi içtenlikle düşünmüştüm. Onu hoşgörüyle okumalı, otel odalarında yazdıklarını anlamalıydım.

Çocukluğumda annem ile babam bir kavganın eşiğine geldiklerinde, yani o ölümcül sessizliklerden biri başladığında babam havayı değiştirmek için hemen radyoyu açar, müzik bize olup biteni daha çabuk unuttururdu.

Babamın bıraktığı yerde günlerdir hâlâ duran bavulu bu iyimser düşüncelerle açtım ve bazı defterleri, bazı sayfaları bütün irademi kullanarak okudum. Babam ne mi yazmıştı? Paris otellerinden görüntüler hatırlıyorum, bazı şiirler, bazı paradokslar, akıl yürütmeler… Bir trafik kazasından sonra başından geçenleri zar zor hatırlayan, zorlansa da fazlasını hatırlamak istemeyen biri gibi hissediyorum kendimi şimdi. Çocukluğumda annem ile babam bir kavganın eşiğine geldiklerinde, yani o ölümcül sessizliklerden biri başladığında babam havayı değiştirmek için hemen radyoyu açar, müzik bize olup biteni daha çabuk unuttururdu.

Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum.

Ben de benzeri bir müzik işlevi görecek ve sevilecek bir-iki söz ile konuyu değiştireyim! Bildiğiniz gibi, biz yazarlara en çok sorulan, en çok sevilen soru şudur: neden yazıyorsunuz? İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kağıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya -tıpkı bir rüyadaki gibi- bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum.

Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya -tıpkı bir rüyadaki gibi- bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum.

Yazıhaneme gelip bavulu bırakışından bir hafta sonra, babam, her zamanki gibi elinde bir paket çikolata (kırk sekiz yaşında olduğumu unutuyordu) beni gene ziyaret etti. Her zamanki gibi gene hayattan, siyasetten ve aile dedikodularından söz edip gülüştük. Bir ara babamın gözü bavulu bıraktığı köşeye takıldı ve onu oradan alıp kaldırdığımı anladı. Göz göze geldik. Sıkıcı, utandırıcı bir sessizlik oldu. Ona bavulu açıp içindekileri okumaya çalıştığımı söylemedim, gözlerimi kaçırdım. Ama o anladı. Ben de onun anladığını anladım. O da benim onun anladığını anladığımı anladı. Bu anlayışlar da birkaç saniye içinde ne kadar uzarsa ancak o kadar uzadı. Çünkü babam kendine güvenen, rahat ve mutlu bir insandı: her zamanki gibi gülüverdi. Ve evden çıkıp giderken bana her zaman söylediği tatlı ve yüreklendirici sözleri bir baba gibi yine tekrarladı.

Her zamanki gibi babamın mutluluğunu, dertsiz, tasasız halini kıskanarak arkasından baktım. Ama o gün içimde utanç verici bir mutluluk kıpırtısı da dolaşmıştı, hatırlıyorum. Belki onun kadar rahat değilim, onun gibi tasasız ve mutlu bir hayat sürmedim, ama yazının hakkını verdim duygusu, anladınız… Bunu babama karşı duyduğum için utanıyordum. Üstelik babam, benim hayatımın ezici merkezi de olmamış, beni özgür bırakmıştı. Bütün bunlar bize yazmanın ve edebiyatın, hayatımızın merkezindeki bir eksiklik ile, mutluluk ve suçluluk duygularıyla derinden bağlı olduğunu hatırlatmalı.

Babam, bana ya da ilk kitabıma olan güvenini aşırı heyecanlı ve abartılı bir dille ifade etti ve bugün büyük bir mutlulukla kabul ettiğim bu ödülü bir gün alacağımı öylesine söyleyiverdi.

Ama hikâyemin bana daha da derin bir suçluluk duydurtan bir simetrisi, o gün hemen hatırladığım bir diğer yarısı var. Babamın bavulunu bana bırakmasından yirmi üç yıl önce, yirmi iki yaşımdayken her şeyi bırakıp romancı olmaya karar vermiş, kendimi bir odaya kapatmış, dört yıl sonra ilk romanım ‘Cevdet Bey ve Oğulları’nı bitirmiş ve henüz yayımlanmamış kitabın daktilo edilmiş bir kopyasını okusun ve bana düşüncesini söylesin diye titreyen ellerle babama vermiştim. Yalnız zevkine ve zekasına güvendiğim için değil, annemin aksine, babam yazar olmama karşı çıkmadığı için de onun onayını almak benim için önemliydi. O sırada babam bizimle değildi, uzaktaydı. Dönüşünü sabırsızlıkla bekledim. İki hafta sonra gelince kapıyı ona koşarak açtım. Babam hiçbir şey söylemedi, ama bana hemen öyle bir sarıldı ki kitabımı çok sevdiğini anladım. Bir süre, aşırı duygusallık anlarında ortaya çıkan bir çeşit beceriksizlik ve sessizlik buhranına kapıldık. Sonra biraz rahatlayıp konuşmaya başlayınca, babam, bana ya da ilk kitabıma olan güvenini aşırı heyecanlı ve abartılı bir dille ifade etti ve bugün büyük bir mutlulukla kabul ettiğim bu ödülü bir gün alacağımı öylesine söyleyiverdi.

Bu sözü ona inanmaktan ya da bu ödülü bir hedef olarak göstermekten çok, oğlunu desteklemek, yüreklendirmek için ona “bir gün paşa olacaksın!” diyen bir Türk babası gibi söylemişti. Yıllarca da beni her görüşünde cesaretlendirmek için bu sözü tekrarladı durdu.

Babam 2002 yılı Aralık ayında öldü.

İsveç Akademisi’nin bana bu büyük ödülü, bu şerefi veren değerli üyeleri, değerli konuklar, bugün babam aramızda olsun çok isterdim.

evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
11 Aralık 2006       Mesaj #427
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )
YAĞIŞLI HAVA GELİYOR...

yagisli hava 16

ANKARA - Yurdun kuzeybatı kesimlerinin bugün öğle saatlerinden itibaren yağışlı havanın etkisine girmesinin beklendiği bildirildi.
Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü'nden yapılan açıklamaya göre, kuzeybatı kesimlerinde başlayacak olan yağış akşam saatlerinde iç bölgeleri etkisi altına alacak. Yarın ve Çarşamba günü bazı bölgelerde kar ve karla karışık yağmur şeklinde görülmesi beklenen yağışla birlikte hava sıcaklığının 2-4 derece azalması bekleniyor. Önümüzdeki üç güne ilişkin hava tahmini şöyle: Pazartesi, öğle saatlerinden itibaren Marmara ve Kuzey Ege'de başlaması beklenen yağmur ve sağanak şeklindeki yağışların, akşam saatlerinden itibaren iç bölgelere doğru hareket ederek, Marmara, Ege, Göller yöresi, İç Anadolu'nun batısı ve Batı Karadeniz bölgelerini etkisi altına alacağı tahmin ediliyor. Salı, Marmara'nın doğusu, Ege, Akdeniz ve İç Anadolu'nun güney ve batısı ile Batı Karadeniz bölgelerinde aralıklarla devam etmesi beklenen yağışların genellikle yağmur, Akdeniz ve Güney Ege kıyılarında sağanak; Batı Karadeniz'in iç kesimleri, iç Ege, Göller yöresi, İç Anadolu'nun batısı ve Bilecik çevrelerinde özellikle sabah ilk saatlerde ve gece karla karışık yağmur ve yüksek kesimlerinde kar şeklinde olması bekleniyor. Çarşamba, Kuzey bölgelere doğru çekilerek, Orta ve Doğu Karadeniz kıyıları ile sabah saatlerinde Batı Karadeniz ve Eskişehir çevrelerinde aralıklarla görülecek yağışların kıyılarda yağmur, iç kesimlerde karla karışık yağmur ve yüksek kesimlerde kar şeklinde olacağı tahmin ediliyor.
Etkisini hafta ortasından itibaren kaybetmesi beklenen yağışlı havanın, Perşembe günü Orta ve Doğu Karadeniz; Cuma günü ise Doğu Karadeniz kıyılarında aralıklarla yağmur şeklinde görülmesinden sonra yurdu terk etmesi bekleniyor.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Aralık 2006       Mesaj #428
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Dokunulmazlık kavgası
Ruhat Mengi’nin STAR’da yayınlanan ’Her Açıdan’ isimli programında Meclis’teki 4 partinin milletvekilleri dokunulmazlık tartışmasında birbirine girdi

clear pixel
11.12.2006

CHP Milletvekili Atilla Kart, DYP Milletvekili Ümmet Kandoğan, ANAP Milletvekili Süleyman Sarıbaş partilerinin milletvekili dokunulmazlığını kaldırmaya hazır olduğunu ancak AKP’nin buna engel olduğunu bildirdi. Dokunulmazlıkların daha önce de kaldırılmadığını tekrarlayan TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı AKP’li Burhan Kuzu, ’dokunulmazlıkların bu Meclis döneminde kaldırılmayacağının kesin olduğunu’ ilk kez resmen açıkladı.
AriThmetiCs - avatarı
AriThmetiCs
Ziyaretçi
11 Aralık 2006       Mesaj #429
AriThmetiCs - avatarı
Ziyaretçi
Merak etmeyin yine siyaset konuşacağım

Nobel konuşmasından kızı ve babası ile diyaloguna kadar pek çok konuyu Balçiçek Pamir'e anlatan Orhan Pamuk: Siyasi konularda yine konuşacağım ama bugün değil.

Konuşmanızdan sonra gözleri dolanlar arasında ben de vardım. Nobel'i kazandığınızda aklınızda bu konuşmayı yapmak var mıydı?
-Aslında inanır mısınız hiç yoktu. Hatta Nobel ödül töreninde "Ne yapacağım, ne konuşacağım, yazıyı yazmam lazım? Ne yazacağım, ne yazacağım" diye sancılar içindeydim. Sonra kızım ile New York'ta konuşma yapacağım gün giyeceğimiz şeyleri almak için alışverişe çıktık. Takside giderken "Babamın bavulu hakkında yazacağım" dedim. Hatta kızıma da tembih ettim. "Bak bunu yazacağım. Tamam buldum konuyu, sakın bana unutturma" diye.


* Açıkçası kimse sizden bu kadar duygulu bir konuşma beklemiyordu.
-Konuşmayı daha önceden yakınlarıma, tanıdıklarıma okumuştum. Hepsinin gözleri nemlendi. Onların halini görünce acaba fazla mı duygulu bir konuşma oldu diye düşündüm. Konuşmanın sonuna doğru tanıdıklarıma göz attım "Ne yapıyorlar" diye. Biraz da suçluluk hissettim. "Fazla kişisel bir hikâye mi yazdım acaba" diye.


BABAM ÖZGÜR BIRAKTI

* Babanızdan bahsederken hep hoş bahsettiniz ama aslında hikayenizde terk edişler var. "Kızgın olduğum için yazıyorum" dediniz. Babanız sizi terk ettiği için mi kızgınsınız?
-Kızgınlığımın nedenini bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum zaten. Ama bazen bütün dünyaya karşı müthiş öfkeli oluyorum. Babamın sık sık bizi bırakıp gittiği doğru. Ama ben bu terk edişler için ona kızmadım. Baba insan hayatındaki tabulardan biridir. Hiç kimse babası hakkında ne hissettiğini gerçekte söyleyemez. Ben hissedip de söyleyemediğimiz şeyleri söyleme gücünü kullanmak için yazar oldum.


* Babanız çekip gittiğinde ne hissederdiniz?
-Bana müthiş bir özgürlük verdi. Zaten özgürdüm ama daha özgür hissederdim. Bazı babalar vardır, kuvvetli, hani bina direği gibi. Benim babam onlardan olmadı. Ama bina direği bazen öyle kuvvetlidir ki sizi ezebilir. İstekleri, bir kaşının havaya kalkması sizi huzursuz edebilir.


BEN DE BİR BABAYIM

* Çoğu erkek babasının hayallerine göre yaşar.
-Kesinlikle. Babaların gizli ajandalarına göre hayatlarını düzenlerler. Bunu farkında olmadan yaparlar. Benim babamınhiçbir zaman gizli bir ajandası yoktu, o yüzden özgürdüm ben.


* Nasıl bir babaydı peki?
-Hayal eden bir babaydı. Sorumsuz bir çocuk gibiydi. Geleneklere baş kaldırırdı. Duvarlarda fotoğraflarını gördüğümüz devlet büyükleriyle bile dalga geçebilen bir yapısı vardı. Aman ha yanlış anlaşılmasın (Gülüyor). Hayatla ve üzerine yüklenen değerlerle dalga geçebiliyordu. Kurulu düzenin sembollerine güvenmemeyi öğretti bana. Ama bunu emrederek değil, her şeyi hafife alarak yaptı. Konuşma bittikten sonra konuşma metnini imzalatanlar ve röportaj yaptığımız tüm gazetecilerin ortak cümlesi baba ile ilgiliydi. "Biliyor musunuz benim de babamın bir bavulu vardı" gibi cümleler kuruldu. Herkesin hesaplaşmadığı bir baba konusu var galiba.


* Siz de bir babasınız bu arada.
-Tabii ben de öyle diyorum. "Unutmayın ki ben de bir babayım" diyorum.


* Kızınızla ilişkileriniz nasıl?
-Çok iyi. Bunu da fazla dillendirmek istemiyorum çünkü iş doğal akışında devam etsin istiyorum. Kızımla çok güzel vakit geçiriyoruz. İyi anlaşıyoruz.


BAŞKA YERE ÇEKİLİR

* Sizinle röportaj yapmak isteyenlere önceden "Siyasi hiçbir soruya cevap vermem, kalkar giderim " diye uyarılarda bulunuyorsunuz. Neden?
-Korktuğum için ya da Türkiye'de düşünce özgürlüğü yok diye değil. Hiçbir siyasi sorudan korkmam. Ama 32 yıldır çalışıyorum ve çok gururlandığım bir ödül kazandım. Birtakım kişiler sadece erkek kıskançlığından ötürü beni başka tartışmaların içine çekmeye çalışıyorlar. Bugünlerde söylediğim en küçük siyasi yorum başka yerlere çekilebilir. Bu yüzden siyasi konularda konuşmayı uygun görmüyorum. Nobel keyfini bununla gölgelemek isteyen çok ve ben buna fırsat vermeyeceğim.


* İyi ama size sorulacak çok siyasi soru var. Ayrıca bir yazar siyasetten bu kadar uzak durmalı mı?
-Uzak duracağım dedim mi? Tam tersine siyasi açıklamalar yapacağım, siyaset hakkında ve bazı konularda ne düşündüğümü söyleyeceğim. Kesinlikle düşüncemi belli edeceğim ama Nobel'de değil. Kimse merak etmesin ben yine siyasi konularda konuşacağım (gülüyor).


>>Sabah
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
11 Aralık 2006       Mesaj #430
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
KENDİSİNE SÖZDE HASTA ADAM LAKABININ TAKILDIĞI BİR DEVLETİN YİNE SÖZDE KIZIL SULTAN LAKAPLI HÜKÜMDARININ O ZAMANKİ İLERİ GÖRÜŞLÜLÜĞÜ VE UFUK GENİŞLİLİĞİ İLE YAPTIRDIĞI VE GELECEĞİN DÜNYASINI OKUMA ADINA MÜTHİŞ TAKDİR EDİLECEK BİR FAALİYETİ.

NEDEN HALA ORTADOĞU BU HALDE VE BİZ NEDEN BU HALDEYİZ?DÜŞÜNELİM VE ŞANLI ECDADIMIZI BİR KERE DAHA HAYIRLA YADEDEREK ELLERİNDEN ÖPELİM.

YETİŞTİRECEĞİMİZ NESİLLERLE ONLARA ÖRNEK OLALIM VE AYNI HATALARI TEKRARLAMAYALIM.
FUAT ÖZÇELEBİ


Sultan Abdülhamid'in, hazırlattığı bir harita ile Güneydoğu'nun neredeyse tamamındaki yüksek ölçekteki petrol rezervini saptadığı belirlendi. Başmühendisin notu çarpıcıMsn BatIMG]http://www.aktifhaber.com/images/news/abdulhamitikinci.jpg[/IMG] Haftalık haber dergisi Aksiyon'un bu haftaki sayısında yer alan habere göre Sultan II. Abdülhamid özellikle 1800'ün son çeyreğinde tüm dünyada gündeme gelen ve stratejik bir maden olduğu kabul edilen petrol için büyük çaba harcadı. Yetişmiş jeoloji ve maden mühendisi olmaması Devlet-i Aliye'nin elini kolunu bağlıyordu. Ancak uğruna savaşların çıkartılacağı, yeni bir dünya düzeninin oluşturulacağı petrolün ehemmiyetini anlayan Abdülhamid sıkıntıları kendi fedakarlıkları ile aştı.
Hazine-i Hassa'dan, yani padişahın şahsi malından ödenek çıkartılarak geniş kapsamlı bir petrol rezervi çalışmasına girildi. Sultan'ın kendi parasıyla yaptırdığı çalışmada yabancı ve yerli mühendisler yer aldı. Musul ve Bağdat havalisinde, Dicle ve Fırat nehirleri havzasında petrol taraması yapıldı. Alman maden mühendisi Paul Groskoph ve Habip Necip Efendi yönetimindeki araştırma ekibi çalışmalarını 22 Ekim 1901'de Sultan II. Abdülhamid'e sundular.
petrol haritasi
Bu zamana kadar söylenen ancak mahiyeti hakkında bir bilginin bulunmadığı "Sultan'ın petrol haritası" sadece Güneydoğu'da değil, Hakkâri ve Bitlis gibi illerde de petrol bulunabileceğini öngörüyor. Haritayı hazırlayan heyet, Bitlis Suyu denilen çayın kıyısı boyunca önemli petrol rezervleri tespit etmiş. Heyetin başkanı Paul Groskoph, petrol noktalarını tek tek tespit ettiklerini aktarırken, takip ettikleri güzergâhı da detaylı bir biçimde anlatıyor. Petrol havzasını dolaşan Paul, Siirt tarafında ve Dicle Nehri kıyısında zengin petrol rezervlerinin bulunduğunu belirtiyor. Dicle Nehri kıyısındaki noktalarda yeterli araştırmayı yükselen sulardan dolayı yapamadıklarını da raporuna ilave eden Paul, nehrin kıyısı dışında, Dicle'nin kıyı şeridi boyunca uzayıp giden yüksek dağlarda da petrol bulunduğunu kaydetmiş. Yine de o dönemin teknik imkanları açısından 900 metre yükseklikteki bu dağlardan petrolün çıkarılması ve nakliyatının zor olacağını eklemeyi unutmamış raporuna.
Güneydoğu Anadolu'nun neredeyse tamamı ve Doğu Anadolu'nun bir kısmını kapsayan petrol haritasında Diyarbakır, Mardin, Bismil, Hazro Çayı etrafı, Sinan, Batman Çayı etrafı, Dicle bölgesi, Midyat, Bedran, Tulan, Siirt, Botan Çayı etrafı, Habur, Fındık, Cizre, Habur Çayı etrafı, Bitlis Çayı kıyısı ve Hakkâri (Çölemerik)'de önemli petrol yataklarının bulunduğu kaydediliyor.
HARİTA İLK KEZ YAYIMLANIYOR
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da çalışmalarını tamamlayan heyet daha sonra bugün Irak sınırları içinde kalan merkezlerde petrol taramasına devam ediyor. Kerkük, Babagürgür, Zaho, Süleymaniye, Bağdat, Musul ve Altınköprü'deki petrol noktaları kilometre ve yerleşim yerlerine göre yön tayini yapılarak kayıt altına alınıyor. Raporda Kerkük ve şehre 15 kilometre uzaklıktaki Babagürgür bölgesinde yoğun miktarda petrol rezervinin bulunduğu belirtiliyor. Babagürgür bölgesinin II. Abdülhamid'in şahsî malı olduğu, ve bu topraklarda Türkiye'deki Nefçi ve Doğramacı ailesinin pay sahibi olduğu biliniyor. Ekip yaptığı tetkikler sonucunda en kaliteli petrolün Bağdat yakınlarındaki El-Kayra ile Mendel'de olduğu sonucuna da varıyor.
Ulaşımın Dicle'de sal üstünde, karada da at ve eşek sırtında yapıldığı bir dönemde aylarca süren bir çalışma sonunda Başmühendis Paul Groskoph, ince detayların yer aldığı raporun sonuna iki önemli noktayı da ilave etmeyi unutmuyor: "Dicle ve Fırat nehirleri havzasında zengin ve mühim petroller bulunuyor. Bunların işletilmesi ve pazarlanması için Bağdat'a uzanan bir tren yolu lâzım. 1889'da inşaatına başlanan ve 1902'de biten demiryolu petrolün Anadolu'ya taşınmasını sağlayacaktır. Bunun için ana hatta sadece birkaç ilave ek hattın yapılması yeterlidir."
Başmühendisin ikinci notu ise iyi değerlendirilmesi durumunda bu petrol coğrafyasının gelecekte dünyanın en önemli merkezlerinden biri olacağı şeklinde.
Kısa bir zamanda bu kadar noktada tarama yaptırarak günün kıt imkânlarına rağmen petrol tespitini belgelendiren Sultan II. Abdülhamid'in saltanat ömrü petrol çıkartmaya yetmedi.
'Sultan'ın petrol haritası' Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan ve önümüzdeki günlerde kamuoyuna sunulacak olan "Osmanlı Döneminde Irak" isimli kitapta yer alacak. Devlet Arşivleri Genel Müdür Yardımcısı Doç. Dr. Mustafa Budak, bu çalışmayla Irak'taki Osmanlı'yı kamuoyuna sunacaklarını belirtiyor. Kitabın editörlüğünü yapan Cevat Ekici de kitaptaki birçok belge ve çizimin, özellikle de petrol bölümündeki haritaların halen üzerinde çalışılmaya değer belgeler olduğunun altını çiziyor.
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..

Benzer Konular

28 Ekim 2016 / ThinkerBeLL İletişim Bilimleri
20 Ekim 2015 / Jumong Genel Mesajlar
24 Ekim 2008 / CrasHofCinneT Bilgisayar
18 Kasım 2010 / ThinkerBeLL X-Sözlük
21 Şubat 2010 / ThinkerBeLL Bilim ww