Arama

Medya Haber

Güncelleme: 13 Ekim 2017 Gösterim: 657.635 Cevap: 1.864
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Aralık 2005       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bu ülkede herhangi bir hükümet içki yasağı getirebilir mi? Cevap çok net: Hayır. Bu kadar net cevabın arkasında ne hükümetlerin zaafı vardır ne de içki yasağına karşı gösterilen tepkilerin gücü.

Sponsorlu Bağlantılar
Sistemin temel felsefesi, böyle bir yasağın karşısında duran en büyük engel. Demokratik sistem içinde devlet, insanların şahsî tercihlerine özgürlük tanımak zorunda. Bugün içkiye müdahale eden, yarın başka tercihlere de müdahale eder. Hükümetten hükümete dünya görüşü değişeceğine göre birinin yasakladığını diğeri kutsayabilir. Böyle bir durumda sadece yasama ve yürütmenin değil, toplumun da kafası karışır. Kaotik bir yönetim tarzının faturası sanıldığından da ağır olur ve toplumsal ayrışmalar, kamplaşmalar meydana gelir... Bu tür handikaplar düşünüldüğünde devlet eliyle içki yasağının olamayacağı söylenebilir.
O zaman başka bir kritik soru çıkar karşımıza: İçki konusunda bazı düzenlemeler getirilebilir mi? Cevap çok net: Evet. Tıpkı sigara içilmesine bazı düzenlemeler getirildiği gibi, eğlence yerlerine standartlar getirildiği gibi, işyerleri ve konutlara çevre şartları dikkate alınarak sistem getirildiği gibi; içki konusunda da bazı düzenlemeler getirilebilir. Yeter ki niyet yasaklamak değil, düzenlemek olsun.
Yasaklama değil düzenleme
Tam bu noktada küçük bir hatıramı nakletmek istiyorum. Boston’da bulunduğum yıllarda bir aile dostumuzun çocuğu geldi yanıma. Ailesi, çocuklarının dil kursuna gitmesini; mümkünse bir Amerikan üniversitesinde okumasını istiyor. Liseyi daha yeni bitirmiş bir gence aile yakınları sahip çıkar diye düşünmüş olmalılar. Ali ile beraber Boston’un en güzel mekânlarından birine gittik. Prudential binasının bilmem kaçıncı katında oturduk. Boston ayaklarımızın altında. İki kahve rica ettik garsondan. Kibar bir dille Ali’ye dönüp “Kimliğinizi görebilir miyim?” demez mi; şaşırıp kalmıştım. Biraz da sinirlenmiştim. “Kahve içmek için kimlik mi gösterilir?” dedim. Sükûnetini hiç bozmadan, “Efendim, bu tür kahvelerimizde bir miktar alkol bulunuyor. Bunu servis edebilmem için bu gencin 21 yaşında olması gerekiyor.” deyiverdi. Şoke olmuştum. Sonraları öğrendim ki sigara almak isteyen bir genç de kimlik göstermek zorunda; çünkü belli bir yaşın altında kalan insanlar için düzenleyici bir yasa var. O günden sonra fark ettim ki sokakta, parkta yaşayan Amerikalılar bile köprü altında açıktan içki içemiyor. Ve gördüm ki evsiz yurtsuz adamlar onca bağımlılıklarına rağmen bir kesekâğıdına ya da gazeteye sarmadan içki içemiyor. “İçse n’olur?” diye sordum. Yıllardır orada yaşayan bir dostum “Polis müdahale eder.” dedi.
Herkesin malumudur, tek bir Amerika yok; dolayısıyla bir konuda tek tip bir uygulama da yok. Üstelik dünyanın bir ucunda yapılan düzenlemenin bir başka ülkeye bire bir devşirilmesi de mümkün değildir. Ancak her ülkede toplum hayatını ilgilendiren konularda birtakım düzenlemeler yapılabilir. “Hayır, hiçbir düzenleme yapılamaz” demek, başıboşluğu, serkeşliği; hatta kanunsuzluğu ve keyfîliği savunmak demektir. Meseleyi güncel tartışmaya getirecek olursak; şu gerçeği görmek zorundayız: Türkiye genelinde hükümetin bir içki yasağı gündemi olamaz; olmamalı. Hükümet, çatışmalara neden olacak konulardan ziyade, halkın daha huzurlu ve daha mutlu bir hayat standardına kavuşması için gayret göstermeli. Ülkenin işsizlikle, yolsuzlukla boğuştuğu bir ortamda ve üstelik sağlıkta, eğitimde, ekonomide yapılacak onca icraat ortada dururken, hükümetin enerjisini yasaklar üzerine odaklaması yanlış olur. Halkın beklentisi de budur zaten. Sosyal refahın en üst düzeye getirilmesi uğruna atılacak her adımda rüzgâr hükümetin arkasından esmekte. Şu ana kadar hükümet, çok önemli adımlar attı. Enflasyon tarihî bir düşüşte, özelleştirmeden elde edilen gelir rekor seviyelere ulaştı... Böyle bir pozitif hava yakalamışken hırgür çıkarmak isteyenlere fırsat vermemek gerekir...
Hırgür çıkaranlara fırsat verilmemeli Medyanın belediye belediye dolaşıp, “burada da yasak var, şurada da yasak var” demesi de hoş bir görüntü değil. Hükümet, bu konuda genel bir uygulama olmadığını açıkça ifade etti. Bu saatten sonra bu konunun hükümet ve medya tarafından ısrarla kaşınması doğru olmaz; çünkü bu mesele hem gereksiz bir gerilime yol açıyor hem de Türkiye’yi dünya nezdinde küçük düşürüyor. Kapatılmış bir tek meyhane bile yok ortada; olamaz da. Yeni açılacak içkili mekânlar için bir düzenleme gerekiyorsa bunun da önünde durmak bazı yanlışlara sebep olabilir. Bu işlerin sıkıntısını, çekmeyen bilemez. Evlerin arasındaki sarhoş naralarının, cenaze yanında horon tepenlerin, çocukları özendirecek kadar içki tüketiminin bazı hukukî düzenlemelere tabi tutulması gerekmiyor mu? Meseleye keşke ideolojik açıdan; hatta inanç açısından bakılmasa, daha kolay çözümler bulunacak. Çünkü halk paylaşım kültürünün esnek ve şefkatli açılımlarıyla bu meseleyi önemli bir oranda çözmüş. Problem belki de yöneticilerin kafasında... Düşünen insanlar, kafa kafaya verip bu ülkeye çağ atlatacağına nelerle uğraşıyor bakar mısınız?

İlhan Selçuk yanlış yapıyor
Hasan Cemal’in “Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim” kitabı büyük yankı uyandırdı. Normaldir. 19 sene Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışmış, yıllarca genel yayın yönetmenliği yapmış bir insanın tarihe ışık tutacak hatıralarını nakletmesi; üstelik bu nakiller sırasında gazetenin emektar ağabeyine “cuntacı, takiyyeci” gibi suçlamalarda bulunması, bu gazetenin itibarını bir hayli sarsar; nitekim sarsmıştır.
İlhan Selçuk’un suçlu insan psikolojisiyle sağa sola saldırmasını da anlamak mümkün; ancak söylediklerinde bazen ne insaf ölçüsü kalıyor ne de akıl. Aydın Doğan’a yüklendi önce; fakat konuştukça battı. Mesela Hasan Cemal’i şikâyet etti patronuna. Sonra hızını alamadı “Niye Zaman’ı dağıtıyorsunuz?” gibi kendisine yakışmayacak bir itirazda bulundu. Ertuğrul Özkök’ün yazısı şamar gibi şaklayınca suratında, adeta “pardon” deyip ricat etti ve sözü “Zaman bedava dağıtılıyor”a kadar getirdi. Üstelik histerik bir halet-i ruhiye ile ha bire Said Nursi’ye ve Fethullah Gülen’e saldırıyor. İnsan çaresiz kalır; ama bu kadar açık etmez ki “İlhan Ağabey”, belki bilmiyorsun, Said Nursi 1960’ta vefat etti. Fethullah Gülen 7 yıldır bu ülkede değil; sebep olan vefasızların kulakları çınlasın! Hasan Cemal’e kitabı bu insanlar mı yazdırdı ki bu kadar acımasız, bu kadar insafsız bir yola girdin? Doğan-Zaman ittifakı gibi akla hayale gelmedik bir hikâye kurgulayıp sonra onu mutlak gerçekmiş gibi yazmak, yılların “İlhan Ağabey’ine yakışmıyor. Arşivlere bakan Akşam’da, Star’da, Vatan’da, Yeni Şafak’ta ve daha nice gazetede bu kitap hakkında haber yapıldığını, yorum yazıldığını görecek. Ayıp ki ne ayıp! YÖK, indirimli ve kütüphane destekli Cumhuriyet, 50 binin üstüne çıkamıyorsa başkasına iftira etmek, “bedava dağıtılıyor” gibi bir yalana başvurmak hangi mantıkla açıklanır? Sanırım psikolojik harp teknikleri dedikleri bu olsa gerek; Hasan Cemal’in hatıralarına göz gezdirince insan bu fikre kapılıyor. Keşke ısmarlama yazılar ile nefes tüketeceğine “İlhan Ağabey”, hatıralarda geçen olaylara açıklık getirse! Belki o zaman hadiseler biraz daha netleşir...

Zaman dünyaya açılıyor
Geçen hafta Hollanda’daydım. Zaman’ın yeni bürosunu açmak için Rotterdam’a gittim. Oradaki arkadaşlar aylar boyu çalışmış, emek vermiş ve Zaman’ın isim hakkını kullanmak için üç katlı şık bir büro açmış. Bu kadar güzel bir çalışma yapılır da bu gayret alkışlanmaz mı? Gazetemiz adına bu güzel çalışmada emeği geçenleri tebrik etmek istedik. Orada gördüğümüz manzarayı haberlerimizde okumuşsunuzdur; gerçekten gurur duyulacak bir yol haritası çiziyor Zaman. Açılış törenine Hollanda Başbakanı Balkenende de geldi. Bu duruma sadece gazetemiz değil Türkiye adına da sevinmek gerekiyor. Türklerin bir ülkedeki durumu, orada oynadığı yapıcı ve katılımcı rol, ülke yönetiminin de dikkatini çekiyor. Salonda bulunan Türk milletvekillerini, Hollanda siyasetinde oynadıkları rol ve bir Türk gazetesine verdikleri destekten dolayı takdir etmek şart. Zaten Balkenende de konuşmasında toplumlararası diyalogdan bahsetti ve medyanın bu tarihî vazifede üstlendiği sorumluluğun altını çizdi. Görüyorsunuz, Zaman hızla büyüyor, mesafe alıyor; bir yandan Türk toplumuna elini uzatıyor diğer yandan gittiği ülkedeki insanlar ile Türk insanı arasında köprü oluyor. Ve kazanan Türkiye’miz oluyor, dünyamız oluyor...
Son düzenleyen Blue Blood; 2 Aralık 2006 10:32
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Aralık 2005       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Son günlerde hararetle tartışılan gündemlerin bir ucu hep gelip dine dayanıyor. Üstelik bu tehlikeli temas, “aşırı gruplar” üzerine yıkılamayacak kadar geniş bir yelpazede yapılıyor. Hal böyle olunca her kriz-haber, sembollerin kavgasına dönüşüyor ve bu konuda ısrarla yapılan haberler geniş bir kitlede huzursuzluğa sebep oluyor.

Sponsorlu Bağlantılar
Gündemin ateşle raksına bakın lütfen: ‘İçki yasağı’ üzerine gösterilen tepkiler, İstanbul Göztepe’de yapılması düşünülen camiye karşı yapılan kampanyalar, Erdoğan’ın üst kimlik sadedinde İslam’a atıfta bulunmasına karşı yükselen eleştiriler… İçki yasağı, cami yapımı, üst kimlikte İslam, imam hatipler…
Medya-siyaset kavgası ya da içki yasağı
Yukarıda bahsi geçen hararetli konulardan her birinin haberleştirilmesi için makul sebepler var aslında. Türkiye, ilginç bir ülke. Bir yönüyle halkın neredeyse tamamı (yüzde 99 deniyor) Müslüman. İslam’ın kültür izleri hayatın hemen her safhasını kuşatmış durumda. Diğer bir açıdan bakıldığında rahatlıkla görülebiliyor ki, Müslüman halk, inanç ve ibadet konusunda insanların şahsi tercihlerine müdahale edilmesini istemiyor. Daha açık söylemek gerekirse, İslam’ın yasak kıldığı ve günah saydığı şeylerin yapılmasını, bireyin kendi tercihi içinde kendi günahı olarak değerlendiriyor. O yüzden farklı hayat tarzları toplumda bir tartışma sebebi olarak karşımıza çıkmıyor. Sosyal gerçek böyle olunca, farklı hayat tarzlarına politik müdahalelerin yapılması doğru ve tabii gelmiyor.
Mesela bu ülkede öteden beri içki satılıyor; ancak sokaktaki insanın öncelikli gündeminde böyle bir mesele yok. O, iktidardan hayatı kolaylaştıracak icraatlar bekliyor; tıpkı medyadan kavgaları körüklememesini beklediği gibi. Halk içkiyi şahsi bir tercih olarak görüyor; günahkâr saydığı insanların bu fiili yapmaktan vazgeçmesi ve tövbe etmesi için dua bile ediyor. İş meyhane kapatmaya ve kanun gücüyle içki içenlerin derdest edilmesine gelince, böyle bir baskıyı da makul görmüyor; çünkü “günahkâr” gördüğü insanların vicdani bir sorumluluk taşıdığına ve bu sorumluluğun devlet gücüyle yönlendirilemeyeceğine inanıyor. Bu duruşun hem dini hem tarihi sebepleri var…
Manzara şu: Hükümet kanadı ısrarla “içki yasağı uygulaması”nın söz konusu olmadığını söylüyor. Medya da ısrarla içki yasağı uygulayan belediyeleri kovalıyor. Bir numune bulunur bulunmaz, Türkiye’de böyle bir uygulamanın yapılacağı kuşkusunu arttırıcı yayınlar yapılıyor. Bu bilgilere şüpheyle bakanların sayısı az değil; zira herkes şehrinde, sokağında, caddesindeki büfesinde değişik bir uygulama görmüyor. Otellerde, restoranlarda genel bir uygulama da söz konusu değil. Bu puslu manzara zihinlerde “ortada medya-siyaset kavgası mı var” şüphesi bırakıyor.
İşin daha acı bir yanı var: Medya gruplarının içki serbestisi üzerine aşırı vurgu yapması, bir zaman sonra “İslam düşmanı medya” imajına da dönüşebiliyor. Bu imajın yanlışlığı ortada; ancak medya kendini halka tastamam ifade edemiyor. “Bu yaptıklarım özgürlükler uğruna” dese, diğer özgürlük konularında da benzer bir hassasiyet bekliyor kamuoyu. Anlaşılacağı üzere, karmaşık bir konuyla karşı karşıyayız. O yüzden medya dikkatli yayın yapmak, meramını doğru anlatmak zorunda…
Mesela “Göztepe Parkı’na cami” meselesi o kadar sembolleştirildi ki! Mesele değişik grupların suiistimali sayesinde “cami karşıtlığı” ya da “cami destekçiliği”ne dönüştürüldü. Son “cami yapılmasını protesto” mitingi az daha büyük çatışmalara sebep olacaktı. Güya 171 “sivil toplum kuruluşu” cami yapımı projesini protesto ediyor. 171 derneğin katıldığı mitingde gazetelere göre 500 kişi var. İçlerinde kamu vicdanında sabıkalı sayılabilecek dernekler de var. Her dernekten üç-beş adam gelse bile 500’den fazla adam toplaması gerekirdi; ancak olmadı. Bu arada bir grup da çıkıp “Cami hakkımız engellenemez!” diye bağırmaz mı; hatta bir adım daha atıp, tekbir getirmeye başlamaz mı? Ne oluyor bize Allah aşkına! Bir semte cami ihtiyacı olup olmadığını tespit edecek akil adam mı kalmadı bu ülkede?..
Açık ve dürüst olmak lazım: Şayet orada bir cami ihtiyacı yoksa ne gereği var böyle bir teşebbüse? Yok, gerçekten o bölgede bir sıkıntı dolayısıyla cami gerekiyorsa, niçin konu bu kadar gerginleştiriliyor? Bu tür konularda yöneticilere büyük sorumluluk düşüyor. Böyle mevzuları ele ayağa düşürmek, sokak meselesi haline getirmek, istenmeyen olaylara sebep olabilir. Basının duruşu da çok önemli! Bir basın kuruluşu böyle hararetli bir konuda “ille de cami yapılacak!” üslubunu da takınamaz; “buraya cami yaptırmam!” rolüne de soyunamaz. Bu ülkede cami yapımına karar verecek hiç mi kurum yok, hiç mi uzman yok, hiç mi makul yönetici yok!..
Medyanın genelde art niyetli olmadığına inananlardanım. Açıkçası hiçbir medya kuruluşunun ve yöneticisinin “cami düşmanı” olacağına inanmam, inanmak istemem. Çünkü dini, dindarlık çizgisinde yaşamayan meslektaşlarımız bile, kültürel zenginliğimizin en önemli parçası olarak görür. Ne var ki bazı haberlerin veriliş tarzından yanlış imajlar ortaya çıkıyor. Sanki medya “cami karşıtı” bir düşünceye mahpusmuş gibi algılanıyor. Öyle değil; ancak algı bu. İletişimdeki en temel kural ne dediğinizden çok, nasıl algıladığınızdır. Göztepe’de cami yapılmasına karşı çıkanların makul sebepleri olabilir; bunların soğukkanlı bir üslupla, objektif kriterlerle halka duyurulması gerekir.
Üst kimlik tartışmasının akıbeti de böyle oldu. Başbakan Erdoğan farklı etnik kökenlerin Türkiye’yi parçalayamayacağını anlatıyor. Sebep belli. Deniz Baykal’ın “Türkiye Yugoslavya olur” tezini çürütmek için Türkiye’deki değişik etnik kökenlerin İslam dini gibi kardeşliği emreden bir din sayesinde düşmanlığa sebep olmadığını söylüyor. Sen misin bunu diyen. Bazı meslektaşlarımız, neredeyse bin küsur yıllık sosyal bir gerçeği baskı altına alacak. Erdoğan “Tüm Türk halkını İslam üst kimliğiyle bağlayacağız” dese, kopan fırtınaya bir anlam verilebilir; ancak sözün ne evveli bu teklife müsait ne ahiri. Mesele dallanıp budaklanıyor, parçalı Ortadoğu haritasına, ümmetçiliğe (vesaire) kadar getiriliyor. Avrupa Birliği için bu kadar çalışan bir hükümet neredeyse İslam birliği oluşturmakla suçlanacak! Eleştirilerin bir kısmı anlaşılır; ancak bir kısmının zıvanadan çıktığı ortada.
Türkiye medyatik dayatmalardan çok çekti
Aslında medya topyekûn bir pozisyon almış değil. Mesela Hadi Uluengin cumartesi günü Hürriyet’te “Din ve kimlik” başlığıyla bir yazı kaleme aldı. Uluengin, “Din, yani ülkemiz açısından İslam, birleştirici bir “üst kimlik” oluşturabilir mi? Hiç tereddütsüz, evet! Fakat bilhassa en başta vurgulayayım ki, asla “tek unsur” kalmaması kaydıyla, evet.” diyor. Hadi Bey’in ve aydınların önemli bir kısmının yaklaşımı da gösteriyor ki, tek tip gazete yazarı da, yöneticisi de yok. O zaman neden yanlış bir imaj veriliyor, bunu anlamak çok zor. Manzara karmaşık olunca, komplo goygoycuları “x medya grupları irtica haberlerine yakında başlar; çünkü son günlerde İslam üzerinde yapılan habercilik bir kampanya sürecinin emaresidir” diyebilir. Türkiye medyatik dayatmalardan çok çekti ve yaşananlardan birçok ders çıkardı. Öyle ki hataları tekrar etmek, bir daha düzeltilmeyecek yanlışlar anlamına geliyor. Yani, bu seferki muhtemel fatura ülkemiz için çok ağır olur. Değer mi?

Cumhuriyet Gazetesi topu taca atıyor
Hasan Cemal “Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim” adlı bir kitap yazdı. 19 yıl Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışan ve genel yayın yönetmenliğine kadar yükselen bir yazarın hatıralarını dile getirmesi, çok büyük bir haber konusu. Cemal, şahsi kavgalarını anlatsa ve Cumhuriyet’e şantaj yapmaya kalksa, yani bir menfaat beklentisi içinde olsa kitabına mesafeli durulabilir; ancak, böyle bir durum yok ortada. Hasan Cemal, aydın olmanın cesaretiyle bir döneme ışık tutuyor. O yüzden kitap, gazetelerde, televizyonlarda, internet sitelerinde geniş yer buldu. Bu kitapla birlikte Cumhuriyet, darbecilik, cuntacılık, kışkırtıcılık gibi ağır suçlamalarla karşı karşıya. Hele Cumhuriyet Yayın Yönetmeni hakkında yazılanlar, yenilir yutulur cinsten değil. Düşünebiliyor musunuz, Selçuk için “takiyyeci, darbeci, faşist, Stalinci…” gibi sıfatlar kullanılıyor; tabii ki Cemal bu sonuçlara yaşadığı olaylardan yola çıkarak varıyor…
Peki Cumhuriyet ve yayın yönetmeni ne yapıyor? Kitabı basan Doğan Grubu’nun sahibi Aydın Doğan’a yükleniyor. Hatta bu arada ucuz bir kurnazlık daha yaparak Doğan Grubu ile Zaman’ın ortak hareket ettiğini, bunun planlı olduğunu iddia ediyor. Tam bir panik atak durumu.
Yılların gazetecisi böyle bir kitabın haber konusu olacağını bilmezden geliyor, aklı sıra kendine cephe kuruyor, ‘öteki’ için de cephe daraltıyor. İyi bir taktiğe benziyor. Cumhuriyet Gazetesi’ni Cumhuriyet’imiz ile özdeşleştirerek sistemi yanına çekmeye yelteniyor. Diğer taraftan Akşam’ın, Vatan’ın, Yeni Şafak’ın ve daha pek çok gazetenin yazdığı haber ve yorumları görmezden geliyor ve yazılanları “Doğan-Zaman” ittifakı gibi göstererek kitabı haberleştirenleri dar bir alana sıkıştırmaya çalışıyor. Yazdıklarında suçlamalara cevap olabilecek tek satır yok! Böyle bir kitabı haberleştirmek mi suç, görmezden gelmek mi; önce buna cevap verilmeli ve bu kitaba gözlerini kapatanlar ile Cumhuriyet arasındaki ilişki sorgulanmalı. Böyle ilginç bir kitabın haber yapılması hangi gazetecilik mantığıyla sorgulanabilir ki!
Ayrıca ‘İlhan Ağabey’ itiraf etmeli ki; ortada bir suçüstü durumu var. Herkesi acımasız bir şekilde suçluyordu Selçuk. Şimdi takiyyecilik yapmakla suçlanıyor; üstelik takiyye hatıraları art arda sıralanarak. Hasan Cemal’in kitabıyla görüldü ki Cumhuriyet, istediği rejimi getirmek için anti-demokratik bütün yolları mubah görüyormuş, bu amaç için gizli ilişkiler içine giriyormuş, istihbaratçıların ricası üzerine yazılar neşrediyormuş, cuntacılar ile işbirliği yapıyormuş… Cumhuriyet yöneticilerinin meslektaşlarını patronlarına ya da sisteme jurnalleme yerine, somut olaylar üzerine konuşması gerekiyor. Meseleyi ille de geçiştirmek istiyorsa, son dönemde sıkça yaptığı gibi Sayın Selçuk bir Bektaşi fıkrası anlatabilir. Kitaptaki suçlamaları okuyunca aklıma bir fıkra geldi mesela. Gerçi Bektaşi fıkrası değil; ama yine de işe yarayabilir. Âmâ iki adam bir sofrada buluşmuş. Âmâlardan biri diğerine “Dolmaları üçer üçer yeme!” diye bağırmış. Hayatında böyle bir şeyi aklının ucundan bile geçirmeyen masum âmâ, “Nerden çıkarıyorsun bunu kuzum?” diye sormuş. Cevap manidar: “Çünkü ben hep öyle yiyorum!” İşte bu kitap Cumhuriyet’in ‘takiyye’ maskesini düşürmüş oldu; üstelik kuru iddialarla değil yaşanmış anılarla. Artık Hasan Cemal’in kitabı okunmadan son çeyrek asrı anlamak mümkün değil...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Ocak 2006       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bediüzzaman Said Nursi’nin, sürgüne gönderildiği Kastamonu’da talebesi kabul ettiği Saniye Çolakgil (90) hayatını kaybetti. Çolakgil, 5 yıl önce geçirdiği trafik kazası sonrası yürüyemez hale gelmişti. Saniye Çolakgil’in kızı Hafız Yücehalil (72), annesinin, Said Nursi’nin Kastamonu’da sürgün kaldığı 8 yıl zarfında göndermiş olduğu risaleleri defterlere yazdığını söyledi. Yücehalil, insanların Said Nursi’nin yanında bulunmaktan çekindiği bir dönemde annesinin eserleri büyük bir şevkle yazdığını ifade ederek, “Annem üstadın ‘talebem’ lütfuna mazhar olmuş ender kadınlardan biridir. Üstadla hiç yüz yüze görüşmemiştir. Annem üstadın gönderdiği eserlerini deftere kaydederdi. Üstadın, Kastamonu Lahikası’nda övgüsüne mahzar olmuş bir kişiydi. Hepimizin başı sağ olsun.” dedi. Saniye Çolakgil’in cenazesi Kastamonu aile kabristanına defnedildi. Msn Rose
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Ocak 2006       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir önceki yazıda, iftira şebekeleriyle herhangi bir organik bağı olmadığı, aksine duygu, düşünce, inanç açısından onlardan tamamen farklı kulvarlarda bulunduğu halde bazen üslub bilmemezlik, bazen meslek ve meşrep taassubunun fikir suretinde ele alınması, bazen de teferruat diyebileceğimiz küçük meselelerin temel bir mevzuu olarak öne çıkartılması suretiyle, iftira şebekelerine yardım edildiği, onların işine yarayacak şekilde bazı tavır, davranış ve yaklaşımlar içine girildiğini belirtmiş ve bu tür istenmeyen tavır ve tutumların içine düşülmesine sebep olan bir saiki ele almıştık. Şimdi de bu mevzuda önemli gördüğümüz bir başka saik üzerinde durmak istiyoruz:
Toptancı Yaklaşım ve Değerlendirmeler
Bir ferd veya bir topluluk hakkında konuşurken, o ferdin bir vasfı veya o topluluğun bir ferdinden hareketle o ferdin bütün vasıflarını, o toplumun bütün ferdlerini içine alacak şekilde, genelleyici, umumu bağlayıcı üslup ve ifadeler kullanma, çoğu kere dengeyi koruyamama, aşırılığa düşme, zulme ve haksızlığa sebebiyet verme yolunu açar. Bunun yerine her vasıf ve herkesi analitik bakış açısıyla ayrı ayrı tetkik edip hakkını vererek değerlendirmede bulunma adalete daha yakın bir yaklaşımdır.

Bediüzzaman Hazretleri, bu durumu bir gemi misaliyle şöyle izah eder: Bir gemide dokuz masum, bir cani bulunsa, o cani sebebiyle o gemi batırılamaz. Hatta o gemide dokuz cani, bir masum bulunsa dahi, o tek masumun hakkı için o gemi batırılamaz. Batırılsa zulmedilmiş olur. İşte mümin ferd bir gemi gibidir. Onda bir çok vasıf ve sıfat bulunmaktadır. Bir mümindeki bir veya birkaç kötü vasıf ve sıfat dolayısıyla o mümin bütünüyle silinip atılamaz, her vasıf ve sıfatını içine alacak şekilde bir üslupla itham edilip suçlanamaz. Onun şahsına kin, nefret ve buğz duyulamaz/duyulmaması gerekir.
Zannediyorum işte bu kıstas ve bu bakış açısı göz önünde bulundurulmadığından gerek Hocaefendi, gerekse hareket hakkında kimi zaman çok haksız genelleme ve yorumlara gidilmektedir.
Evet, gerek Hocaefendi’nin bir çok farklı hususiyete sahip, bir çok farklı sahada hamle ve aksiyona ilham kaynağı olmuş bir zat konumunda bulunması, gerekse de binlerin yüzbinlerin gönül verdiği bu kültür ve eğitim faaliyetlerinin farklı farklı kurum ve kuruluşları, faaliyet ve çalışmalarıyla içinde bir çok çeşitliliği barındıran toplumsal bir hareket olması dolayısıyla, konu ciddi bir analitik bakış açısını olmazsa olmaz ölçüde lüzumlu kılarken, maalesef zaman zaman ortaya konan toptancı, heptenci yaklaşımlar hem Hocaefendi, hem de hareket hakkında ciddi manada haksız yorum ve değerlendirmelere yol açmıştır/açmaktadır.
Halbuki bugün dininden-dindarlığından dolayı bazı şahıslara karşı yapılan haksızlık diz boyu; her türden tecavüz, tiranlarınkine denk; karalama, iftira ve tezvir, medyanın eli ve dilinin ulaştığı alan vüsatinde; şeref, haysiyet ve onurla oynama ahval-i âdiyeden. İşte böyle bir ortam içinde hoşumuza gitmeyen, yanlış telakki ettiğimiz bir vasıf, bir özellik, bir faaliyet dolayısıyla binlerin-yüzbinlerin emek verdiği, gayret sarfettiği bir hareketi, bir çırpıda, tek kalemde yok saymak, silip atmak, din-diyanet tanımazların malzeme olarak alıp istismar edeceği genelleyici bir üslupla meseleyi sunmak, zannediyorum sorumluluk şuuru içinde bulunan hiçbir mümin ferdin insafına, vicdanına, iz’anına sığmayacak bir tavır ve davranıştır.
Evet, bugünkü manzara ortada. Beşer almış başını bir meçhule doğru yuvarlanıyor. İlköğretimlerde dahi uyuşturucuya mübtela kılınan körpe evladlarımız var. Ahlaksızlık diz boyu, gençlik çeşit çeşit sefahetler ağında inim inim ve lime lime.
İşte bütün bu fesada açık ortam içinde, ıslah için çalışan bir avuç insan var. Onlar bir taraftan, ışıktan rahatsız olan mahlukatın rahatsız olduğu gibi, eğitim, kültür faaliyetlerinden rahatsız olan kaba kuvvet temsilcilerinin baskı ve imha faaliyetleri karşısında ilim, irfan meşalesini muhafaza etmeye çalışıyor, diğer taraftan heva u hevesi, nefsi arzuları kamçılayan, tahrik eden asrın cazibedar levsiyatı karşısında genç nesli korumaya, onları maddi-manevi terakki merdivenlerinde yükseltme gayreti içinde bulunuyor.
Şimdi böyle bir ortam içinde, başka yapacak hiçbir iş kalmamış gibi, aklımıza yatmayan, yanlış kabul ettiğimiz bir-iki husustan dolayı tenkit mübtezelliği ile gidip gidip şu bir avuç insan hakkında yaralayıcı bir üslupla yazıp çizersek haksızlığa alet olmuş, zulme arka çıkmış olmaz mıyız?
Son tahlilde mümin bir firaset ehli, mümin bir basiret erbabıdır. “Mukaddesat düşmanları aleyhte kullanacak, istismar edecek diye gördüğümüz yanlışlıkları söylemeyelim mi, ikaz ve uyarıda bulunmayalım mı?” kolaycılığı içinde hareket edemez/etmemesi gerekir. Evet, gördüğümüz yanlışlıkları, hata ve kusurları elbette söyleyelim, ama sadece bunları nazar-ı itibara alarak hareketin bütününü, bütün faaliyetlerini içine alacak itham edici ulu-orta bir üslup ve edayla söylemeyelim. Evet, eleştirelim ama en azından “yiğidi öldür, hakkını yeme” asgari insaf anlayışı içinde, şeytan-ı racimden başka kimsenin itiraz etmediği/etmemesi gerektiği güzel, hayırlı, doğru, yerinde, şer’i şerife uygun çalışma ve faaliyetleri de, tenkit ettiğimiz o birkaç husustan farklı tutalım. Evet, tenkit edelim ama, sırf Hocaefendi ve hareketin dini kimliğinden dolayı olmadık, akla ziyan isnad ve ithamlarda bulunan şer odakları bizim sözlerimizi alıp kendi hesaplarına kullandıkları zaman karşılarına çıkalım; çıkalım ve onlara diyelim ki: “Bizim bu mevzuda söylediğimiz sözleri o melun ve menfur emellerinize alet etmeyin/edemezsiniz. Bizim kasteddiğimiz mana ve mefhum ile sizin çarpıtarak alıp kullandığınız, cımbızla seçip istismar ettiğiniz mana tamamen birbirinden farklıdır.” Böylece mümin bir ferdin, mümin kardeşine göstereceği asgari sorumluluğu yerine getirerek tenkidimizi yapmış olalım.
Hasılı, kanaatimce sorumluluk şuuru taşıyan bir mümin, tek bir mümin kardeşi hakkında konuşurken bir düşünüp bir konuşması gerekiyorsa, on mümin hakkında konuşurken on defa düşünüp bir kere konuşmalı, yüz mümin hakkında konuşurken yüz defa düşünüp, ölçüp biçip, önünü-arkasını hesap edip bir kere konuşmalıdır. Hele hele, münkir, mülhid ve mütecavizlerin alıp kullanacağı şekilde apak, pırıl pırıl, meleknümun faaliyet ve davranışları ispiyonlar, jurnaller gibi bir ağız, bir edayla yazıp konuşmak zannediyorum bir mümini tepetaklak dalalet vadilerine sürükleyecek bir inhiraftır.
Ümit ederim, vifak ve ittifak ruhuna her zamankinden daha fazla muhtaç bulunduğumuz bir dönemde, kırık-dökük ifadelerle dahi olsa, yanlış anlamalara mahal bırakmayacak bir şekilde bir nebze derdimi şerhedebilmişimdir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Ocak 2006       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1943 yılından beri çıkartılan yaklaşık 34 ciltlik ‘Türk Ansiklopedisi’nde son Osmanlı padişahı Vahdettin’in anlatıldığı herhangi bir madde yok.
Hayvanlar, böcekler, otlar, giysiler, takılarla ilgili detaylı maddeler içeren oldukça hacimli ansiklopedide Osmanlı’nın son padişahına ilişkin madde bulunmaması ilginç bulundu. Konuyla ilgili olarak Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri, Türk Ansiklopedisi’nde bazı eksiklerin fark edilmesi üzerine 1980’li yıllarda bazı çalışmalar yapıldığını, Vahdettin’in bu arada unutulmuş olabileceğini ifade ettiler. Ciltlerde güncelliğini kaybetmiş birçok madde ve bilginin bulunduğunu belirten yetkililer, 1990’lı yıllarda, dönemin bakanlık yetkililerince ansiklopedinin yenilenmesi çalışmasının başlatılmak istendiğini; ancak bunun sonuçsuz kaldığını, şimdi ise yeniden basma ve eksiklerin tamamlanması gibi bir gündemleri olmadığını anlattılar.
Türk tarihi, kültürü, edebiyatı, siyaseti gibi bütün konuların yer bulduğu Türk Ansiklopedisi’nde Vahdettin’in bulunmayışını daha da ilginç kılıp soru işareti bırakan yönler bulunuyor. 33. ciltte Vahdettin maddesine gelince, altında sadece ‘Mehmet’e bakınız’ kaydı düşülmüş. ‘Mehmet’ maddesine gidildiğinde ise ‘Vahdettin’e bakınız’ deniliyor.
Türklükle ilgili birçok detay, konu ve varlıkları bile içeren, böylelikle önemli bir kültür, dil, tarih, demografi, siyaset vb. misyonu üstlenen Türk Ansiklopedisi, Hasan Âli Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde yayımlanmaya başlandı. 1941 yılında bakanlık bünyesinde Ansiklopedi Bürosu kuruldu. Bu büro, 1943 yılından itibaren Türk Ansiklopedisi’ni yayımladı. Ansiklopedinin 1951 yılına kadar basılan ciltleri ‘İnönü Ansiklopedisi’ adını taşıyordu. Demokrat Parti’nin iktidarı devralmasıyla birlikte o zamana kadar yayımlanan ciltler yeniden ‘Türk Ansiklopedisi’ adıyla basıldı, ilerleyen yıllarda üzerine sürekli yeni ciltler eklendi. En son 33. cilt 1980’li yıllarda yayımlandı. Ansiklopediyi yayımlayan kurulun son başkanı Prof. Dr. Hasan Eren’di.

Zeynel Kozanoğlu fark etti
Danimarka Kopenhag’da yaşayan araştırmacı-yazar Zeynel Kozanoğlu, Osmanlı padişahlarıyla ilgili bir kitap yazmakta olduğunu, hazırlık aşamasında kaynakları incelerken Türk Ansiklopedisi’nde Vahdettin’in bulunmayışının oldukça dikkatini çektiğini belirterek; “Bu ansiklopediyi cilt cilt, madde madde inceledim, Vahdettin’e rastlayamadım. Uzman kişilere saygımdan ötürü ansiklopedinin içeriği konusunda laf etmiyorum. Osmanlı İmparatorluğu’nun son hükümdarı ya ansiklopediye alınacak değerde bulunmamış ya da unutulmuştur.” dedi. Ansiklopediye alınacak değerde bulunmaması ya da unutulması ihtimalinin yok denecek kadar az olduğunu belirten Kozanoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Kurtların, kuşların, sürüngenlerin, dağın, taşın bile yer bulabildiği bilimsel çalışma içinde birçok ülke devlet başkanının yer bulması mümkün. Bunca bilim adamının kırk yıl uğraşarak ortaya koyduğu böyle bir eser düzenlenirken koskoca Osmanlı padişahının unutulmuş olması bağışlanacak kusur değildir ve bu kusuru aslında hiç kimse üstüne almaz. Biz de böyle bir kusur icat edip de birilerine yüklemeye kalkışamayız. Kaldı ki, padişaha ansiklopedide yer verilmeyişinin unutkanlıkla ilgisi bulunmadığının kanıtı var. Mehmet maddesine gelindiğinde ‘Vahdettin’e bakınız’ denilmiş. ‘Vahdettin’ maddesine sıra gelince de ‘Mehmet’e bakınız’ kaydı düşülmüş. Kayırılmış da olabilir. Bu ihtimal üzerinde ayrıca durmamız gerekiyor. Çünkü Vahdettin’in özel bir durumu var. Hepimizin bildiği bir tavır bu. Ansiklopediyi hazırlayanlar, Vahdettin’e yıllar önce biçilen ‘vatan haini’ gömleğini giydirmemek için bunu yapmıştır.”
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Ocak 2006       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ortadoğu’da tehlikeli bir oyun oynanıyor, bu oyunu durdurmak için acilen diplomatik adımlar atılmazsa her an yıkıcı bir bölgesel savaşın patlak vermesine yol açılabilir.


İsrail’in, kısmen kendisinin saldıracağı tehdidinde (veya blöfünde) bulunarak kısmen de Washington’daki güçlerini kullanarak ABD hükûmetine İran’ın nükleer programına karşı tutumunu sertleştirmesi yönünde baskı yapmak suretiyle Birleşik Devletler’i İran’ın nükleer tesislerine saldırmaya zorladığını gösteren belirtilerin sayısı artmaktadır. Bu alametler arasında sayabileceğimiz bir husus, aralarında (şu an hasta yatmakta olan) Şaron, Savunma Bakanı Shaul Mofaz, Genelkurmay Başkanı Daniel Halutz’un da bulunduğu İsrailli askeri ve siyasi liderlerin kamuoyuna yaptıkları dramatik açıklamalardır ki, bunların tamamı sonuçta İsrail’in güvenliği açısından İran’ın kabul edilemez bir tehdit oluşturduğu ve bu sorunun diplomatik yollardan çözümünün mümkün olmadığını ifade etmektedir. İlk planda yaptırım uygulanması çağrısında bulunmaktadırlar ki, bunun Tahran’ın nükleer emellerini dizginleme konusunda kesinlikle etkisi olmayacaktır; bunu takiben de hava saldırıları yapılması istenmektedir. Asgari hedef İran’ın nükleer tesislerinin tahrip edilmesi olacaktır ki, Irak’ın nükleer programına karşı İsrail’in 1981’de o dönemde Irak’ın programının özünü teşkil eden Osirak reaktörüne karşı gerçekleştirdiği hava saldırısının elde ettiği neticeye denk bir sonuca ulaşılması düşünülmektedir. Saldırı görünürde amacını gerçekleştirdi, uluslararası tepkiler İsrail üzerinde fazla zarara yol açmadığı gibi bölgesel açıdan da ciddi bir tepki oluşmadı.

İsrail’in müdahalesi zor; çünkü...
Öyleyse, 2006’da bu sefer İran’ın nükleer tesislerine karşı yapılacak benzer bir saldırıdan niçin bu kadar endişe duyulduğu sorulabilir. İran’ın programını sürdüreceğine dair işaretler mevcuttur ve en azından önümüzdeki yıllarda nükleer silahları geliştirip geliştiremeyeceği konusunda ihtimalleri açık tutmaya çalışacaktır. İran’ın nükleer çalışmalarını barışçı amaçlarla gerçekleştirme taahhüdü, özellikle İsrail, Hindistan ve Pakistan gibi nükleer silaha sahip ülkelerin tamamının, nükleer silah üretme niyetleri olduğunu hep inkar ettikleri ve bugün bile İsrail’in cephaneliğinde, bölgedeki herhangi bir hedefi vurmak için bolca bulunan füzenin yanında, en azından 100 ve bir ihtimalle 400’e yakın nükleer savaş başlığının bulunduğu genel olarak bilindiği halde İsrail’in sahip olduğu bu silahları resmi olarak kabul etmediği hatırlanacak olursa, pek de güven telkin etmemektedir. Bu anlamda, diğer şeyler değişmediği takdirde, İran’ın da gelecekte, 2008’den önce mümkün olmasa bile muhtemelen 2015’e kadar nükleer silahlara sahip olabilmesi kesinlikle kuvvetli bir ihtimaldir, ve bu tarihte bile sahip olacağı silahların mahiyeti ve miktarı saldırı amaçlı kullanımını pek de mümkün kılacak seviyede olmayacaktır. Tabiidir ki, İran Devlet Başkanı Mahmud Ahmedinecad’ın aşırı derecede kışkırtıcı ve provokatif beyanları, muhtemel güvenlik tehlikelerine ve tahkir edilmeye karşı aşırı tepki veren İsrail’inkinden daha az olsa bile, herhangi bir devletin güvenlik endişelerini harekete geçirecek mahiyettedir.
Irak başarısızlığına örtü mü?

İsrail’in muhtemel tehditlere karşı 1967 ve 1982’deki savaşları, daha George W. Bush böyle bir fikri bile duymadan çok önce başlattığı ve pek çok hadisede kendi tercih ettiği zamanda ve metotlarla düşmanlarını imha etmek veya cezalandırmak için sınır ihlali yaptığı unutulmamalıdır. Öyleyse, Ahmedinecad, Nazi soykırımının hayal ürünü olduğu ve İsrail’in bölgede yeri olmadığı, Avrupa’da bir yerlere yerleştirilmesi gerektiği konusunda ısrarcı olursa, İsrail’i hafife alıyor gibi görülecek ve İsrail’in anlamsız bir şekilde ve pervasızca askerî karşılık vermesine yol açacaktır. Fakat İsrail, kendi güvenliği konu olunca maliyetleri dikkatli bir şekilde hesaplamaya meyillidir ve makul bir değerlendirme, bu dönemde İsrail’in İran’a karşı bir hava saldırısı gerçekleştirmesinin riskini almaya değmeyeceği sonucuna ulaştıracaktır.

Her şeyden önce, tehdidin gerçek olması zoraki ve uzak bir ihtimaldir. İkincisi, İsrail büyük bir caydırıcı güce sahiptir, İran’ın ileride yapacağı herhangi bir saldırının ülkeye bir faydası olmayacağı gibi kitlesel bir intihar derecesine ulaşacaktır. Üçüncüsü, 1981’de Osirak’ta yapılan saldırılardan farklı olarak, İran’ın nükleer tesisleri farklı yerlere yayıldığı gibi, korunaklı bir şekilde ve yeraltına tesis edilmiştir. Dördüncüsü, halihazırda İran bir saldırıya uğradığında yıkıcı bir misilleme yapacak imkanlara, özellikle de İsrail’deki hedeflere kolaylıkla ulaşabilecek özellikteki Şahab-3 füzelerine sahiptir. Beşincisi, İran, Irak’taki duruma müdahale etme, Filistin topraklarındaki İsrail karşıtı direniş güçlerine verdiği desteği artırma gibi bölgesel ve belki de muhtemelen bir dünya savaşına götürebilecek başka seçeneklere de sahiptir. Altıncısı, İsrail’in İran’a yapacağı bir saldırı bölgedeki İslâmi eğilimleri güçlendireceği gibi İsrail’e karşı güçlü bir şekilde mukabelede bulunulması için Arap hükûmetleri üzerinde yoğun bir baskıya da yol açacaktır.
İsraillilerin, politikalarının göründüğünden farklı olması gerektiğini gösteren bu risklerin farkında olduklarını varsayabiliriz. Gerçek çabaları, Washington’ın diplomatik olarak ve daha sonra askerî olarak başı çekmesini sağlamak, İsrail’in ABD Kongresi ve Bush yönetimindeki inanılmaz etkisini kullanarak ABD’yi önümüzdeki aylarda İran’a karşı bir askerî saldırıya ikna etmek olabilir. Yahudi lobisinin Telaviv’den gelen talimatlar doğrultusunda koro halinde tiz bir şekilde seslendirdiği İran’a karşı katı bir tutum takınılması çağrısı açıktan açığa gerçekleştiği gibi, İsrail tarafından teşvik edilmenin yanında, farklı bir politika izleyerek dikkatleri Irak’ta gözden düşmüş olan başarısızlıktan başka bir yöne çekmek isteyen Bush/Cheney liderliğindeki hükûmet üyeleri arasında İsrail’in tazyiklerini memnuniyetle karşılayanlar bile bulunabilir. Baba Bush’un 1991’deki Körfez Savaşı’nda, yanında yer alması için İsrail’e rüşvet vererek BM himayesinde Kuveyt’i yeniden bağımsızlığına kavuştururken aynı zamanda da İsrail’in bir numaralı güvenlik tehdidini de ortadan kaldırdığı hatırlanmalıdır. İsrail’in iç siyaseti ile ilgili bir başka ihtimal daha bulunmaktadır. Özellikle Ahmedinecad’ın tahrik edici ifadelerini de kullanarak büyüyen bir İran tehdidi görüntüsü vermek suretiyle, dikkatleri artan fakirlik, işsizlik ve İsrailliler arasında büyüyen gelir ve servet eşitsizliğinin yol açtığı derinleşen bir sosyal krizden başka tarafa çevirerek Şaron ve Netanyahu’ya yardımcı olmak.
Türkiye ateşin içine düşebilir

İsrail’de martta yapılması planlanan ulusal seçimler öncesinde açıkçası, İsraillileri güvenlik konusuyla meşgul ederek ülke içindeki sıkıntıları unutturmak suretiyle güvenlik ve dış politika konularındaki dayanıklılığını ispat etmiş bir liderin seçilmesi yönünde bir istek uyandırılmaya çalışılmaktadır. Bütün bu gelişmeler Türkiye’yi de endişelendirmektedir. Geçtiğimiz haftalarda muhtemel askerî müdahalede Türkiye’nin işbirliği ihtimalini araştırmak için Amerikalı üst düzey yöneticilerin Ankara’yı ziyaret ettiğine dair bilgiler mevcuttur. Kapalı kapılar ardında Türkiye’nin Irak ve belki de İran’daki PKK üsleri ve kamplarını ortadan kaldırabilmesi için elini güçlendirecek hususların da içinde yer aldığı birtakım pazarlıkların yapılmış olması muhtemeldir. Elbette ki, İran’a yapılacak bir saldırı, özellikle Türkiye işbirliği yapacak olursa bazı belirsiz tehlikeler ortaya çıkaracaktır, aynı zamanda muhtemelen Türkiye’nin İslam dünyası ile ilişkilerini geliştirmesinde ciddi bir engel oluşturacaktır. Bazı açılardan, bölgedeki ülkelerle olan kültürel ve coğrafi yakınlıkla mukayese edildiğinde Türkiye’nin Birleşik Devletler’in stratejik ortaklığına öncelik vermesi yönünde net bir kararı ihtiva edecektir. Aynı şekilde, muhtemelen Avrupa’nın çoğunluğunu düşmanlığa sevk ederek Türkiye’nin önümüzdeki on yılda Avrupa Birliği’ne girme şansını daha da azaltacaktır. Aynı şekilde, Türkiye’nin İran’a karşı bir saldırıda işbirliği yapması, bölgede zaten mevcut olan istikrarsızlığı artırarak sekülerizm karşıtı dinî ve siyasi aşırılıkları cesaretlendirecek ve savaşın kapsamını ve acımasızlığını bütün Ortadoğu’ya yayacaktır.

Sonuç olarak, İran’a karşı askerî harekât ihtimali, bu noktada korkutucudur. Belirsizlikler büyüktür ve gerçek bir medeniyetler savaşına yol açabilecek bir dizi reaksiyona sebep olabilecektir. Bunun da ötesinde, bu derece yüksek riskli bir müdahaleyi meşru kılacak derecede ciddi bir İran tehdidi de söz konusu değildir. Bu durumda bir saldırı savaşı başlatmak, zaten savunmasız olan Irak’taki tek taraflı istila ve işgalle ciddi anlamda tahribata uğramış olan Birleşmiş Milletler ile uluslararası hukuku daha da zayıflatacaktır. Aklı başında, ılımlı liderlerin artmasını veya İsrail ve Birleşik Devletler’deki iç siyasetin yönlendirdiği bu savaşa dönük propagandanın, Ahmedinecad’ın sorumsuz duruşuna bağlı bir kredibiliteyle ortaya çıkan bir blöf olmasını umalım.
Ortada daha geniş konular da bulunmaktadır. Acaba Ortadoğu veya aynı nedenle dünya, nükleer ırkçılığı normal mi kabul etmeli, yani seçilmiş bir grup devletin nükleer silahlara sahip olma hakkı bulunurken bu tür bir silahlanma arayışındaki diğer ülkelere askerî müdahaleyi hak eden “yaramaz devletler” olarak mı muamele edilmelidir? Özellikle İsrail, geniş ölçüde sahip olduğu nükleer silah tekeline dayalı bölgesel hakimiyetini devam ettirmek için hiçbir bölgesel gücün nükleer silaha sahip olmaması konusunda kararlı bir tutum sergiler görünmektedir. Bu açıdan, İsrail açısından hikayenin aslı, dikkatleri gerçek endişelerden uzaklaştırarak gelecekteki muhtemel bir savunma zaafından sakınmak üzerine kurgulanmıştır. Bütün bunlardan sonra, İran önümüzdeki birkaç yılda bir nükleer silah edinecek olsa bile, onun bu imkanı şüphesiz İsrail’in nükleer hakimiyetini sürdürmek için atacağı ilave adımların yanında gölgede kalacaktır. Bu şartlarda, İran tam olarak sindirilemese bile kesinlikle vazgeçirilecektir, her şeye rağmen nihayette Tahran’ın vazgeçmeye karar verebilmesinin nedenlerinden biri olabilecek husus silahsızlanma seçeneğidir. İsrail için daha can sıkıcı olan şey, İran’ın İsrail’i tehdit etmek için değil, İsrail’in bölgede savaş çıkarma seçeneğini elinde tutmasını sona erdirmek için birkaç nükleer savaş başlığı edinmeye karar vermesi ihtimalidir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Ocak 2006       Mesaj #7
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ahmet ''Dünyada Yılının Genç Bilim Adamı'' seçilen Dr. Ahmet Yıldız (26) kendisini YÖK ve TÜBİTAK yetkililerinin bir kez bile aramadığını söyledi.İnsan hücresindeki motor proteinlerin nasıl yürüdüğünü ortaya çıkaran buluşu nedeniyle, Amerikan bilim dergisi Science tarafından, ''Dünyada 2005 Yılının Genç Bilim Adamı'' seçilen Dr. Ahmet Yıldız (26) Türkiye'deki bilimsel araştırma olanaklarının yetersiz olması nedeniyle yurt dışına gitmek zorunda kaldığını söyledi.
Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü'nden mezun olduktan sonra, kazandığı bursla ABD'ye giderek, California Üniversitesi'nde, ''insan hücresindeki motor proteinlerin nasıl yürüdüğü' konusunda doktora tezi hazırlayan Yıldız, yaptığı çalışmayla, hem doktor unvanı aldı, hem de Science tarafından ''Dünyada 2005 yılının en genç bilim adamı'' seçildi.
Sakarya'da Arifiye Beldesi'nde emekli bir ailenin çocuğu olan Dr. Yıldız'ın başarısı, bayram tatili dolayısıyla eşiyle birlikte geldiği memleketinde de sevinçle karşılandı.
Dr. Yıldız, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ülkedeki bilimsel olanakların yetersizliği nedeniyle yurtdışında eğitim gördüğünü söyledi. Dr. Yıldız, ''Yapacağım araştırmalar için burada imkanlar yeterli olursa, tabi ki ülkemde çalışmak isterim. Ancak bu başarıma rağmen Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK ) ve Türkiye Bilimsel Araştırma Kurumu'ndan (TÜBİTAK) bir kez bile aranmadım'' dedi.

-''BULUŞ, HAYATİ ÖNEM TAŞIYOR...''
Bilimsel buluşuyla insan hücresindeki motor proteinlerinin nasıl yürüdüğünü ortaya çıkaran ve çalışmasının felç, alzheimer, kanser, sağırlık ve körlük gibi hastalıkların tedavisi için hayati önem taşıdığını kaydeden Dr. Yıldız, şöyle konuştu:
''Buluşum bu alanda çalışan insanları meşgul eden bir konuydu. Fakat teknik yetersizlikten dolayı bulunamıyordu. Teknik yetersizliği şöyle anlatabilirim; bu proteinler hücrenin içinde metrenin milyarda bir boyu kadar adım atıyorlar. Günümüzde metrenin milyarda bir boyunu ölçecek teknik imkan sayısı bir ya da ikidir. Bu teknikler bizim çalışmalarımıza uygun değildi.
Proteinlerin hücrede yürüdüğünü biliyorduk. Ancak iki ayaklı olan bu proteinlerin nasıl yürüdüğünü, nasıl adım attıklarını bilmiyorduk. Biz de yeni bir teknik geliştirerek bir bacağına bir boya sürdük, diğer bacağına farklı bir renkte boya sürdük. Proteinin ayaklarının birbirini geçerek, aynı insanlardaki gibi arkadaki ayak öne geçecek şekilde, birbiri ardına adımlar atarak yürüdüğünü gördük. Bilim dünyasında bunu izleyen ilk grup olduk. İşin ilginç yanı bu kadar küçük boyalarla bu kadar büyük iyi çözünürlük elde etmemizdi. Metrenin milyarda biri kadar çözünürlük elde ettik. Bu buluşum da bilim dünyasında büyük yankı uyandırdı.''

-''TÜRKİYE'DE BEYİN GÖÇÜ DAHA FAZLA YAŞANIYOR''
Türkiye'deki bilimsel olanakların yetersiz olduğunu ifade eden Dr. Yıldız sözlerini şöyle sürdürdü:
''Ama imkanların yeterli olduğuna inandığım an döneceğim. Beyin göçü bazı ülkelerde de yaşanmaktadır, ancak Türkiye'de daha fazla yaşanıyor. Türkiye dokuz nesildir beyin göçünü geri getirememiş. En azından bundan sonra beyin göçünün yüzde 40'ı geriye getirilebilmeli. Ayrıca oradaki teknolojiyi kendisine geri getirmiş olacak. Yaptığım araştırmayı buradaki imkanlarla sonuçlandıramazdım.
Üniversitelerimiz bu tekniğe sahip olmadıkları için öğrenciler yurtdışını tercih ediyorlar. Son iki yıldır üniversitelerde araştırmalar için diğer yıllara oranla çok yüksek bütçeler ayrılmaya başlandı. Olumlu gelişmeler var. Yapacağım araştırmalar için burada da imkanlar yeterli olursa tabi ki ülkemde yapmak isterim. Ancak bu başarıma rağmen YÖK ve TÜBİTAK'tan beni bir kez bile aramadılar.''

-''FELÇLE İLGİLİ ÇALIŞMALAR''-
Proteinlerle ilgili çalışmalarını sürdüreceğini ifade eden Dr. Yıldız, ''Bu çalışmam bittikten sonra felç üzerine çalışmalar yapmak istiyorum. Bazı proteinler felce sebep oluyor. Örnek olarak felç olmuş bir solucanla çalışarak, 'onu tekrar nasıl yürütebilirim, felçten nasıl kurtarabilirim'i araştıracağım'' diye konuştu.
Şu anda ''Dainin'' proteini ile ilgili çalışma yaptığını, bu proteinin çok büyük olduğu için, biyokimyacılar tarafından incelenemediğini belirten Dr. Yıldız, bu proteinin hücre bölünmesinde çok önem taşıdığını ve hücre bölünmesinin de doğrudan kanser hastalığıyla ilgisi olduğunu söyledi.

-''DÜZENLİ BİR İNSAN DEĞİLİM''...
İstanbul Fen Lisesi'ni bitirdikten sonra fizikçi olmaya karar verdiğini ve 1996 yılında Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü'nü kazandığını kaydeden Dr. Yıldız, 2001 yılında üniversiteyi bittirdikten sonra master yapmak için özel burs kazanarak ABD'ye gittiğini söyledi.
Başarısının tesadüf olmadığını, yüksek motivasyonla çalışmasının başarıyı getirdiğini vurgulayan Dr. Yıldız, şöyle dedi:
''Düzenli bir insan değilim. Ders çalışırken motivasyonum çok yüksekti. Lisede o kadar kendimi derse vermiştim ki dış etkenlerden kendimi soyutlayabiliyordum. Mesela Türkiye'de hiç cep telefonu kullanmadım. Zararlı olduğunu düşündüğüm için hem de insanı meşgul eden bir cihaz olduğu için kullanmadım. Cep telefonlarının öğrencilerin motivasyonunu dağıttığını onları boş yere oyaladığını düşünüyorum.'' Proteinlerle ilgili çalışmasını İllinois Üniversitesi Paul Selvin Laboratuvarı'nda yaptığını söyleyen Dr. Yıldız, 18 Şubat'ta Nobel ödüllü bilim adamlarının da katılacağı törende, buluşundan dolayı 25 bin dolarla ödüllendirileceğini belirtti.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Mart 2006       Mesaj #8
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
2 Mart 2006 Nusaybin'de izinsiz gösteri: 10 yaralı



Mardin'in Nusaybin ilçesinde, Dargeçit'teki operasyonda öldürülen Suriye uyruklu teröristlerin cenazesini karşılayan grubun polise taşlı saldırıda bulunması üzerine çıkan olaylarda 5'i polis, 10 kişi yaralandı.

Edinilen bilgiye göre, Mardin'in Dargeçit ilçesine bağlı Belen köyü Yanılmaz deresi bölgesinde düzenlenen operasyonda ölü ele geçirilen ve aileleri tarafından tespit edilerek Diyarbakır Devlet Hastanesi morgundan alınan teröristlerden Suriye uyruklu Fevzi Hesko ile Halıd Şeh Ali'nin cenazeleri Suriye'ye götürülmek üzere Nusaybin'e getirildi.
Sakarya Caddesi'nde cenazeleri karşılayan bir grup, terör örgütü PKK lehine sloganlar atarak, yürüyüş yapmak istedi. Güvenlik güçlerinin, yürüyüşün yasal olmadığını belirterek, gruptakilerin dağılmalarını istedi.
Bunun üzerine gruptakilerin güvenlik güçlerini taşlaması üzerine çıkan olaylarda 5'i polis, 10 kişi yaralandı.
Yaralılar, Nusaybin Devlet Hastanesi'nde tedavi altına alındı.
Yetkililer, çıkan olayda bazı kişilerin gözaltına alındığını ve ara sokaklara kaçarak eylem yapmak isteyen küçük grupların dağılması için çalışmaların devam ettiğini kaydettiler


İstanbul'da 30 ton kaçak mazot ele geçirildi

A.A

Büyükçekmece ve Fatih'te düzenlenen operasyonlarda, 30 ton kaçak mazot ele geçirildi.

İstanbul Mali Şube Müdürlüğü'nden alınan bilgiye göre, durumundan şüphelenilen İbrahim S. yönetimindeki 16 BP 707 plakalı kamyon, TEM Otoyolu Büyükçekmece mevkiinde durduruldu.

Kamyonda yapılan incelemelerde, kasasına yerleştirilen bir tankın içinde 25 ton kaçak mazot ele geçirildi.
Bu arada, Fatih Vatan Caddesi üzerinde durdurulan Levent Ç. yönetimindeki 34 UG 0472 plakalı kamyondaki bidonlar içinde de 5 ton kaçak mazot bulundu.

Kamyon şoförleri İbrahim S. ve Levent Ç. gözaltına alınarak, haklarında gerekli yasal işlemlere başlandı.

Kurtulmuş'u seçin AKP'den 30 vekil gelsin

ANKA

Necmettin Erbakan’ı, cezaevine girmekten kurtaracak yasal düzenlemenin ardından Saadet Partisi’nin kongre hazırlıkları hız kazandı.

Necmettin Erbakan’ı cezaevinden kurtaran yasal düzenlemenin ardından Saadet Partisi’nde (SP) kongre hazırlıklarına hız verildi. SP’de Nisan ayının ilk haftasında kongrenin gerçekleşmesine yönelik çalışmalar artırıldı. İl ve ilçe kongreleri bu doğrultuda devam ederken, AKP ile ilgili gelişmeler, izlemeye alındı.

"DEĞİŞMEYEN EMANETÇİ"

Necmettin Erbakan, "değişmeyen emanetçi" olarak Recai Kutan’ın yeniden seçilmesi için harekete geçti. Ancak bir dönem Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olduğu gibi partinin il başkanlığını yürüten Numan Kurtulmuş’un adaylığı parti içinde seslendirilmeye başlandı.

Numan Kurtulmuş bir süredir Erbakan ile görüşerek tek aday olarak kongreye gitmek istediği ancak Erbakan’ın, Kurtulmuş’un adaylığına sıcak bakmadığı belirtiliyor.

Bu arada SP kulislerinde CHP’den gelen "Numan Kurtulmuş’u seçerseniz en az 30 AKP milletvekili size gelecek" haberleri harekete neden oldu.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Numan Kurtulmuş ile ilgili gelişmeler üzerine, "Hiçbir AKP’li Hoca’nın partisine karışmasın" mesajı iletti.

Ağca'nın avukatı: Ağca tahliye edilebilir

A.A

Mehmet Ali Ağca'nın avukatı Mustafa Demirbağ, Yargıtay 1. Ceza Dairesi'nin Ağca'ya gazeteci Abdi İpekçi cinayeti ve 2 ayrı gasp suçundan verilen cezaların içtimasına ilişkin Üsküdar 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nin 2004'te verdiği kararı bozmasının, “müvekkilinin lehine olduğunu” söyledi.

Demirbağ, Yargıtay 1. Ceza Dairesi'nin kararıyla, 20 Ocak 2006 günü Kartal İnfaz Savcılığı'nca hazırlanan ve Ağca'nın 18 Ocak 2010 tarihinde tahliye edilmesini belirten müddetnamenin değişeceği görüşünü dile getirdi.

Mustafa Demirbağ, bu karardan sonra Kartal İnfaz Savcılığı'nın, Ağca'nın Kadıköy 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nin 2 ayrı gasp, Üsküdar 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nin Abdi İpekçi cinayeti cezaları ile İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nin Papa suikastıyla ilgili “yeniden hüküm verilmesine yer olmadığına” dair kararlarını içtima ederek, yeni bir müddetname hazırlayacağını kaydetti.

Demirbağ, “Ağca hakkındaki infaz, belirlenen yeni cezalar üzerinden yapılacak. Yeni müddetname de bunlar esas alınarak düzenlenecek. Bu duruma göre yeni hazırlanacak müddetnameyle Ağca'nın derhal tahliye edilmesi söz konusu olabilir” dedi.

Ağca dosyası üzerindeki tüm tartışmaların, İtalya'da yattığı yaklaşık 20 yıllık sürenin infazda sayılıp sayılmayacağı konusu üzerine kurulduğunu kaydeden Demirbağ, Yargıtay'ın bozma ilamının da bu çerçevede olduğunu söyledi.
Demirbağ, “Eğer İtalya'daki ceza sayılırsa, Türkiye'de hangi suçtan ne kadar ceza alırsa alsın hiçbir anlam ifade etmeyecek. Ama sayılmazsa bu tartışmalar devam eder” diye konuştu.

Ağca'nın İtalya'da yatmış olduğu sürenin içtima edilmesiyle ilgili geçen ay içinde Kartal 2. Ağır Ceza Mahkemesi'ne başvurduklarını hatırlatan Demirbağ, bu mahkeme karar vermeden yeni müddetnamenin hazırlanmasının doğru olmadığını savundu.

Demirbağ, yeni müddetnamenin hazırlanmasının 1-2 ay zaman alabileceğini ifade etti.

ADALET BAKANI HAKKINDAKİ SUÇ DUYURUSU

Mustafa Demirbağ, Mehmet Ali Ağca'nın tahliyesi sonrasında Adalet Bakanı Cemil Çiçek hakkında “tarafsız tutum izlemediği, görevi kötüye kullandığı” iddiasıyla yaptıkları suç duyurusunun, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından takipsizlikle sonuçlandırıldığını kaydetti.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın takipsizlik gerekçesi olarak, Anayasa'nın 100. ve TBMM içtüzüğünün 107. maddesini gösterdiğini ifade eden Demirbağ, “Gerekçede, 'Başbakan ve bakanlar hakkındaki soruşturma yetkisi TBMM'ye ait olup, başsavcılığımızın bu kişiler hakkında soruşturma ve kovuşturma yetkisi bulunmadığından mevcut anayasal sistem nedeniyle Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek hakkında soruşturma açılmasına gerek olmadığı' belirtiliyor” dedi.

Demirbağ, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın kararıyla ilgili itirazda bulunacaklarını bildirdi.


Türkiye Yalçın Küçük'e 6 bin 450 euro ödeyecek

A.A

Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) görülen Yalçın Küçük davasında "dostane çözüm"ü tercih etti. Bu çerçevede, Ankara, Küçük’e 6 bin 450 euro (10 bin 70 YTL) ödeyecek.

1999 yılında bölücülük propagandası yaptığı gerekçesiyle Ankara DGM tarafından üç yıl dokuz ay hapis cezası çarptırılan Yalçın Küçük’ün ifade özgürlüğü hakkının ihlal edildiği gerçekesiyle 2000 yılında AİHM’ye yaptığı başvuru üzerine açılan davada "dostane çözüm"e varıldı.

Türkiye’nin "dostane çözüm" yöntemi çerçevesinde Yalçın Küçük’e 6 bin 450 euroyu ödemeyi kabul etmesi üzerine dava düşürüldü.



İki aile arasında bıçaklı kavga: 1 ölü

A.A

Altındağ'da iki aile arasında çıkan tartışmada 1 kişi öldü, 1 kişi yaralandı.

Babür Caddesi'ndeki bir apartmanda oturan ve daha önceden aralarında husumet bulunduğu öğrenilen iki aile arasında tartışma çıktı. Ailelerden birinin taşınması sırasında komşu Hanefi K. ile eşya taşıyan Serkan ve Kenan T. arasında tartışma başladı. Tartışmanın büyümesi üzerine Hanefi K, bıçakla Serkan ve Kenan T'ye saldırdı.

Aldığı bıçak darbeleriyle yaralanan Serkan T, kaldırıldığı Ankara Hastanesi'nde hayatını kaybederken, Kenan T. ise tedavi sırasında hastaneden kaçtı. Hanefi K. de ifadesi alınmak üzere Altındağ İlçe Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldü.
Olayın ardından Babür Caddesi ve Ankara Hastanesi acil servis önünde çevik kuvvet polisi önlem alırken, Serkan T'nin ölüm haberini alan bazı yakınlarının hastane önünde fenalık geçirdiği görüldü.

Bu arada, olayı araştırmak üzere olay yerinde bulunan bir polis memuru, telsiz anonsundan çalıntı olduğunu öğrendiği bir otomobilin olay yerinden geçtiğini fark etti. Takibe alınan otomobil durdurularak, kimliği öğrenilemeyen sürücüsü gözaltına alındı.

Silivri'de kuş gribi görüldü

İsmail GÜÇLÜ/İSTANBUL, (DHA)

Silivri'nin Celaliye Beldesi'nde bir evin bahçesinde tavuk leşinden alınan örnekte kuş gribi görüldü. Celaliye Belde Belediye Başkanı Bilge, “Kuş gribinin kesinleşmesi üzerine beldedeki kanatlı hayvanlar itlaf edildi” dedi.

Silivri’nin Celaliye Beldesi'nde Cemil Mar’a ait evin bahçesinde telef olan tavuk nedeniyle 3 kilometrelik alanda karantina uygulaması başlatıldı. Celaliye Belde Belediye Başkanı Rıdvan Yavuz Bilge, ihbarın kendilerine salı günü geldiğini belirterek, “Bunun üzerine tavuktan örnek alındı. Yapılan incelemede alınan örnek pozitif çıktı. Kuş gribinin kesinleşmesi üzerine beldedeki bütün kanatlı hayvanlar toplatıldı. Toplam 3 bine yakın kanatlı hayvan itlaf edildi, Karantina uygulaması devam ediyor. Tavuğun bulunduğu evdeki bir çocuk hastaneye kontrole götürüldü. Herhangi bir hastalığa rastlanmadı” dedi.

Celaliye beldesi sakinleri karantina uygulaması üzerine evlerindeki tavukları görevlilere teslim etti.


Askeri savcı el koydu

ANKA

Küre operasyonunda gözaltına alınan Kasım Zengin askeri savcıya verdiği ifadede "Özel Kuvvetlere bağlı görevimizi yaptık" dedi. Zanlıların arşivinde tüm askeri psikolojik harekat dökümanlarına rastlanırken skandala adı karışan üç polis şefi hakkında soruşturma açıldı.


Küre Operasyonu’nda yakalananların soruşturmasında yeni aşamaya gelindi, çete lideri olduğu iddia edilen Kasım Zengin askeri savcı tarafından sorgulandı. ANKA’nın edindiği bilgiye göre, askeri savcılık, zanlı Kasım Zengin ile Mustafa Aksoy’a savcılık devlete ait sır kapsamındaki belgelere sahip olmak ve çoğalmaktan soruşturma başlattı.
Zanlılarda Ankara Emniyeti’nin yaptığı operasyonda tutuklanan Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda görevli Yüzbaşı Nuri Bozkır’dan aldıkları öğrenilen üç doküman CD’si bulunmuştu. Binlerce yazılı dökümanın bulunduğu CD’lere ilişkin inceleme yapan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, belgelerin "devlet sırrı" kapsamında olduğunu belirleyerek, Zengin ve Köroğlu Güvenlik Şirketi’nin sahibi Aksoy hakkında dava açıldı.
ARŞİV DEĞİL SANKİ KÜTÜPHANE
Zanlıların elinde Türkiye’nin Irak’taki tüm operasyonlarından, ülke içindeki askeri kuvvetlerin yaptığı psikolojik harekat ve yapılanmalara ilişkin 2000-2006 yılları arasındaki tüm dökümanların bulunduğu öğrenildi. Bu arada ifadesinde Yüzbaşı Bozkır’a bağlı olarak faaliyet gösterdiğini ve emirler çerçevesinde hareket ettiğini iddia eden, çete lideri Kasım Zengin de bugün tutuklu bulunduğu cezaevinden alınarak Askeri Savcılık tarafından sorgulandı.
Zengin’in Cumhuriyet Savcılığı’nda verdiği ifadeyi tekrarladığı ve "Çok yüksek makamlardaki askeri yetkililerin emirleri çerçevesinde görev yaptığını, Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı çalıştığını, toplumsal hareketleri incelediği, raporladığı ve yönlendirdiğini" söylediği öğrenildi.
POLİSLERE DE BULAŞTI
Geyşan Sauna’nın sahibi Zeliha Tüfekçi’nin ifadesinde suçladığı 3 polis amirine soruşturma açıldı. Tüfekçi’nin dolaylı yollarla çıkar sağladıklarını iddia ettiği eski Ankara Emniyeti Asayiş Müdür Yardımcısı Turgay Karabulak, Ahlak Büro Amiri Mahmut Çetin ve Yardımcısı Akın Güneri hakkında Ankara Cumhuriyet Savcılığı soruşturma başlattı. Biri emniyet müdürü 3 polis amiri önümüzdeki günlerde sauna sahibinin iddiaları çerçevesinde sorgulanacak.


Memur affı haftaya kaldı

Saffet KORKMAZ/ANKARA

Türban nedeniyle verilen disiplin cezalarını da kapsayan memur disiplin cezalarının affına ilişkin tasarının görüşülmesi, "Anayasanın aradığı 330 oy bulunamayabilir" endişesiyle haftaya ertelendi.

Tasarının, bu hafta Genel Kurul'da ele alınması bekleniyordu. Tasarı, 23 Nisan 1999 ile 14 Şubat 2005 tarihleri arasında verilen disiplin cezalarının affını öngörüyor. CHP, 14 Şubat 2005 yerine, yasanın yürürlüğe girdiği tarihe kadar olan disiplin cezalarının affedilmesi için bir önerge hazırladı. Önerge iktidara da iletildi ve AKP'nin buna sıcak baktığı bildirildi.

Maltepe 60 kamerayla izlenecek

A.A

Medya Haberİstanbul Emniyet Müdürlüğü bünyesinde yer alan ve 575 kameradan oluşan Mobil Elektronik Sistem Entegrasyonu'nun (MOBESE) bir benzeri, Maltepe İlçe Emniyet Müdürlüğü'nde de oluşturuldu.

Maltepe İlçe Emniyet Müdürü Tuğrul Pek'in öncülüğünde ve hayırsever işadamlarının yardımlarıyla kurulan sistem kapsamında, Maltepe'nin ana cadde, önemli merkez ve kavşaklarına 60 kamera yerleştirildi. Bu kameralardan elde edilen görüntüler, çeşitli semtlerdeki 5 ayrı polis noktasında 24 saat izlemeye alındı.

Bu sistem sayesinde, 550 bin nüfuslu ilçede olası trafik kazaları, cinayet, yaralama, kapkaç, hırsızlık, gasp ve benzeri olaylara anında müdahale edilebilecek hale gelindi.

Sistem sayesinde son bir haftada 31 adet ruhsatsız tabanca ve 3 bıçak ele geçiren polis, bu suç aletlerini taşıyan 34 kişi ile çeşitli suçlardan aranan 101 kişiyi yakaladı.

Ayrıca, korsan CD ve DVD ile kitap satışı yapan 14 kişi hakkında yasal işlem yapan polis, bu kişilerle birlikte 32 bin adet korsan ürün ele geçirdi.


Kredi kartı borçlularına destek

A.A.

Medya HaberTüketici Hakları Merkezi (TÜ-MER), Banka ve Kredi Kartları Yasası'ndan yararlanmak isteyen kredi kartı borçlularına destek olmak amacıyla ücretsiz online ihtarnameleri web sitesinde kullanıma sundu.

TÜ-MER Genel Başkan Yardımcısı ve Hukuk Komitesi Başkanı Avukat Faruk Hançer, yaptığı yazılı açıklamada, 5464 Sayılı Banka Kartları ve Kredi Kartları Kanunu'nun dün itibariyle Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdiğine işaret etti.

Bu yasanın, kredi kartı borcundan dolayı temerrüde düşen veya icraya verilen tüketiciler için getirdiği geçici 4. maddesi gereğince, borçların yapılandırılarak 18 taksite bölünmesi için 60 günlük başvuru süresinin dün başladığını kaydeden Hançer, TÜ-MER'in söz konusu yasa maddesinden yararlanmak isteyen kredi kartı mağduru tüketiciler için iki ayrı “online ihtarname” programı hazırlayarak merkezin www.tumer.org adresinde kredi kartı mağdurlarının kullanımına sunduğunu belirtti.

Açıklamaya göre, kredi kartı mağduru tüketiciler, durumlarına uygun olan programı seçerek formdaki yönlendirmeler doğrultusunda gerekli bilgileri doldurduktan sonra “Yazdır” butonuna bastıklarında, ihtarnameleri ilave uğraşa gerek kalmaksızın hazır olacak. Tüketicilere ise ihtarnameleri imzalayıp muhatabına, (banka veya banka avukatı) noter, elden teslim veya iadeli taahhütlü posta yolu ile ulaştırmaları kalacak.

İhtarnamelerini elden teslim edecek olan tüketiciler, ihtarnamelerden iki tane yazdırıp bir nüshasını bankaya veya avukatına verecekler. Kendisinde kalacak diğer nüsha üzerine ise “alındı” notu ile birlikte, tarih ve kaşe bastırıp imzalatmaları gerekiyor.

ÖDEME PLANINA DİKKAT UYARISI

Avukat Faruk Hançer, kendisine dönem sonu borcunun ödenmesi için ihtar çekilmiş, haklarında icra takibi başlatılmış veya 31 Ocak 2006 tarihine kadar temerrüde düşmüş olan kredi kartı borçlularının bu yasadan yararlanacaklarına işaret ederek, şöyle dedi: “Geçmişte yaşanan sıkıntıların tekrar etmemesi için yasadan faydalanmak isteyen tüketicilerin başvuru neticesinde düzenlenecek olan ödeme planını mutlaka kontrol etmelerini ve çok dikkatli davranmalarını, yasanın dışında farklı bir ödeme planını kabul etmemelerini, ayrıca imzaladıkları ödeme planının bir suretini almaları konusunda uyarıyoruz.”
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Mart 2006       Mesaj #9
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Gerçek katil kim
1160710 80x80Annesini ve dört kardeşini öldürdükten sonra afla serbest kalan katil, yine katliam yaptı. spacerspacerspacerspacerspacerspacerspacerMİT’i bir şey sanırdık
1166583 80x80Şemdinli Komisyonu'na bilgi veremeyen MİT'e CHP'den sert eleştiri: Kof bir kurummuş. spacerspacerspacerspacerÇocuğunun katili oldu
1167394 80x80Aynı aileden 1'i çocuk 3 kişiyi öldüren ve ölen çocuğun babası olduğu belirlenen kişi, müebbet hapis cezasına çarptırıldı. spacerspacerspacerspacerspacerspacerspacerMüthiş itiraf
1160744 80x80Çek Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Svoboda: "Gül kapalı kapılar arkasında bana dedi ki..." kirmizi ok Gül, haberi yalanladıspacerspacerspacerspacerBabam da beni sattı
1160734 80x80Ünlü oryantal Asena, "Babam da beni sattı. Zaten benim ne annem, ne de babam var" dedi. spacerspacerspacerspacerspacerspacerspacerEn pahalısı 420 bin YTL
1165436 80x80Yeni modellerin yer aldığı Cenevre Otomobil Fuarı'nın en pahalı arabası 420 bin YTL'lik Mercedes oldu. spacerspacerspacerspacerAnelka'lı Fransa mağlup
1166297 80x802006 Dünya Kupası'na hazırlanan Fransa, konuk ettiği Slovakya'ya 2-1 yenildi. kirmizi ok A Milliler'in Ümit'i var: 2-2spacerspacerspacerspacerspacerspacerspacerKoca dehşeti
1166242 80x80Ankara Dikmen'de ayrı yaşadığı karısıyla tartışan koca evi ateşe verdi. Yanan çift, 6. kattan düşerek can verdi. spacerspacerspacerspacerKadın yolla
1160722 80x80Kadın pazarladığı iddia edilen kadının telefon görüşmelerindeki ilginç diyaloglar. spacerspacerspacerspacerspacerspacerspacerKarnaval bitti, anısı kaldı
1159636 80x80Brezilya'nın Rio kentinde yine coşkulu ve renkli bir karnaval yaşandı. İşte objektiflere takılanlar. spacerspacerspacerspacerEurovision şarkısı açıklanıyor
1167657 80x80Sibel Tüzün'ün Eurovision'da Türkiye'yi temsil edeceği parça 4 Mart'ta açıklanıyor. spacerspacerspacerspacerspacerspacerİştspacere ayın güzeli Pamela
1160609 80x80Hürriyet'in ayın güzeli anketinde Pamela David birinci oldu. İşte David'in çarpıcı fotoğrafları. spacerspacerspacerspacerspacerspacerspacerspacerspacerGÜNDEM spacerspacersiyah ok Nusaybin'de izinsiz gösteri: 10 yaralısiyah ok İstanbul'da 30 ton kaçak mazotsiyah ok CHP'den SP'ye: Kurtulmuş'u seçinsiyah ok Maltepe 60 kamerayla izleneceksiyah ok Memur affı haftaya kaldısiyah ok Atatürk’ün havuzunu yaptırdıspacerspacerEKONOMİ spacerspacersiyah ok Kredi kartı borçlularına desteksiyah ok Doğalgaz zammına tüketici tepkisisiyah ok Tekstilde KDV indirimi müjdesisiyah ok Cepte vergi düşeceksiyah ok Döviz rezervinde yeni rekorsiyah ok Avrupa Merkez Bankası faiz yükselttispacerspacerDÜNYA spacerspacersiyah ok Siyanürle zehirlendilersiyah ok ABD’den Karadeniz girişimisiyah ok Bush'un ziyaretini protesto: 4 ölüsiyah ok Papa’dan ekümenlik girişimi misiyah ok CIA soruşturmasına destek yoksiyah ok 116 baş kesen militan yakalandıspacerSPOR spacerspacersiyah ok Kayserispor-F.Bahçe maçı Demirlek'insiyah ok G.Saray'ı zirvede bırakacağızsiyah ok Fatih Terim: Yeni bir nesil geliyorsiyah ok Del Bosque Real Madrid yolundasiyah ok Atlanta uzatmada kazandı: 113-111siyah ok Futbol-Sen kuruluyor
Son düzenleyen Blue Blood; 3 Mart 2006 06:43
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
3 Mart 2006       Mesaj #10
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
HER YERDE VARIZ




Eyfel Kulesi´nin en üst katında, balkonu çevreleyen korkuluklarin üzerinde,"Gülü bir gün, Felek´i her gün, gülü solana kadar, Felek´i ölene kadar seveceğim" yazıyormuş.
• Notre Dame Kilisesi´ndeki kulenin en tepesinde, doğu tarafina bakan duvarda koca koca harflerle "T.C. EMİNE" yazısı varmış.

• Avustralya´daki ünlü Bonde plajını çevreleyen duvarın biryerinde, devasa harflerle, "Nuray ara beni kuşum" yazıyormuş.

• İsviçre´nin Basel kentindeki en büyük kilisenin duvarında "İbrahim Tatlıses tek tek" yazıyormuş.

• Suudi Arabistan, Medine garındaki istasyonun duvarında,
"Tekrar gelecegiz" yazıyormuş. Altinda da, "Osmanlı" imzası varmış.

• Malum, Londra´nin Greenwich kentinden 0 (sıfır) meridyeni geçer. Temsili olarak duvara metalden bir çizgi çekilidir. Tam o çizgininyanında, duvarda, "Burayı da gördüm ya,artık ölsem de gam yemem! "yazıyormuş.

• Meksika´daki Maya tapınaklarında, en büyük piramitin bir
odasının duvarına, "Ne mutlu Türküm diyene!" yazısı kazınmış...

Benzer Konular

28 Ekim 2016 / ThinkerBeLL İletişim Bilimleri
20 Ekim 2015 / Jumong Genel Mesajlar
24 Ekim 2008 / CrasHofCinneT Bilgisayar
18 Kasım 2010 / ThinkerBeLL X-Sözlük
21 Şubat 2010 / ThinkerBeLL Bilim ww