Arama

Simya (Alşimi)

Güncelleme: 1 Kasım 2012 Gösterim: 53.508 Cevap: 4
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
19 Şubat 2009       Mesaj #1
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Simya (Alşimi)

Sponsorlu Bağlantılar
12. yüzyıldan itibaren Ortaçağ Avrupa'sında yayılmış olan bir düşünce ve bilgi akımına verilen bir addır. Aslında bu tür, bir bilgi olarak ve o zaman bilimlerle inançlar arasındaki yöntem ve disiplin ayrımı olmadığından daha çok zanaatsal özellikler de taşıyarak, MS 2.-3. yüzyıllarda İskenderiye ekolünde, MÖ 4.- 5. yüzyılın düşünce akımlarının, örneğin Pithagoras'ın ve Pithagorculuğun etkisiyle doğmuştur. Sözcüğün kökeni tartışmalıdır. Ancak her iki türüyle de, yani Alşimi ve Simya şeklinde de bir Sami çıkış kesin gibidir. Alşemi'nin Latin yazılış biçimindeki Al-chemie'deki Al takısının Arap kökenli olduğu kesindir. Chemie'nin de (okunuş biçimiyle Hemi ya da Kemi) Sami kökenli Heme, Hema sözcüklerinden ve Siyah ya da Mısır anlamından ya da belki Yunanca Hima yani "döküm" anlamından geldiği ileri sürülmektedir.
Simya, bir inanç ve gizem felsefesi olarak çok daha eski ve Mezopotamya çıkışlı olan yazı ve sayı mistisizmi ve astroloji ile sıkı sıkıya ilintilidir. Özellikle astrolojiyle iki kardeş bilgiyi oluştururlar. Astroloji evrende gök cisimleri ile insan arasındaki ilişki ve etkileşimleri; Simya ise yer ile insan arasındaki ilinti ve etkileşimleri ele almaya çalışmaktadır. Böylece ikisi birlikte, yeryüzü ile gökyüzü arasında var kılınmış olan insanın, bu iki evren katı arasında her ikisinin birbiriyle karşılıklı etkileşimlerini taşıyan ışınımlarının arasında her ikisinden etkilenerek yaşadığı ve devindiği varsayımına dayanmaktadır.
Simya (alşimi), hem doğanın ilkel yollarla araştırılmasına hem de erken dönem bir ruhani felsefe disiplinine işaret eden bir terimdir. Simya; kimya, metalurji, fizik, tıp, astroloji, semiotik, mistisizm, spiritüalizm ve sanatı bünyesinde barındırır.
Simya ile en az 2500 yıldır uğraşıldığı bilinmektedir. Simya ile ilk olarak Mezopotamya, Eski Mısır, İran, Hindistan ve Çin'de uğraşılmıştır. Klasik Yunan döneminde Yunanistan'da, Roma İmparatorluğu'nun hüküm sürdüğü coğrafyada, önemli İslam başkentlerinde ve daha sonra 19. yüzyıla kadar Avrupa'da simyaya ilgi duyulmuştur.
Batı simyası her zaman, kökleri ünlü simyacı Hermes Trismegistus'a uzanan ve bir felsefi-spiritüel sistem olan Hermetizm'le yakından bağlantılı olmuştur. Bu iki disiplin (simya ve Hermetizm) 17. yüzyılın önemli bir ezoterik ekolü olan Gül-haçlılar 'ın doğuşunda etkili olmuştur. Erken modern dönemde, simya kimyaya dönüşmeye başlarken simyanın mistik ve Hermetik dalları modern spiritüel simyanın odak noktası olmaya başlamıştır.
Günümüzde, simya mistik, ezoterik ve sanatsal yönleri nedeniyle bilim tarihçileri ile filozofların ilgi alanına girmektedir. Simya, modern bilimin temelini atan disiplinlerden biridir ve günümüz kimya ve metalürji endüstrilerinde kullanılan birçok madde ve işlem eski dönem simyacılarının keşfidir.
Simyanın birçok yönü bulunmasına karşın günümüz popüler kültüründe (sinema ve edebiyattaki simya/simyacı imgelemlerinin de etkisiyle) simya denince akla madenleri altına çevirmeyi deneme işlemi gelmektedir.
Sözcüğün Kökeni
Simya kelimesinin kökeni konusunda araştırmacılar arasında bir fikir birliği bulunmamaktadır. Simya veya alşimi kelimelerinin sami dilinden kaynaklandığı iddiası en çok kabul görüştür. Alşiminin Latince yazılışındaki (Al-chemie) Al takısının Arapça kökenli olduğu kesindir. "Chemie"nin ise Sami kökenli "heme", "hema" kelimelerinden veya Yunanca "hima" (döküm) kelimesinden geldiği iddia edilmektedir.

Doğanın Araştırılması ve Simya

Simyacılar hakkındaki genel görüş onların sözde-bilimadamı (pseudo-scientist), hatta kaçık ya da şarlatan oldukları yönündedir. Bunun nedeni simyacıların kurşunu altına çevirmeye çalışmaları, evrenin dört elementten (toprak, hava, su ve ateş) oluştuğuna inanmaları ve zamanlarının büyük çoğunluğunu mucize ilaçlar, zehirler ve sihirli iksirler harzılamaya harcamalarıdır.
Bazı simyagerler gerçekten kaçık veya şarlatan olsa da, çoğu entellektüel akademisyenler ve önemli bilim adamlarıdır. Mesela, Isaac Newton ve Robert Boyle'un simyacı olduğu bilinmektedir. Bu gibi yenilikçi kişiler kimyasal maddelerin doğasını ve işleyişini araştırmayı denemişlerdir. Bu gibi simyagerler fiziki evrenin sırlarını açıklama girişimleri sırasında deney yapmaya, geleneksel bilgi ve bilgi kalıplarına,thumb yasalarına ve şüpheci yaklaşıma dayanmak zorundaydılar.
Aynı zamanda, simyagerler kimyasal süreçlerde, fiziki durum ve görünüşün büyük ölçüde değiştiği durumlarda dahi, "bir şeyin" mufaza edildiğini kabul ederler. Bu "bir şey" ya da "öz" maddelerin bazı temel prensiplere sahip olduğu, prensiplerin birçok dış görünüş altında gizli halde bulunabileceği ve bu prensiplerin uygun işlemler sonucu ortaya çıkartılabileceği görüşü ile ilintilidir.
Simya tarihi boyunca simyagerler bu prensiplerin doğasını anlamak için çalışmışlar ve yaptıkları kimyasal deneylerin sonuçlarında bir düzen ve mantık arayışı içinde olmuşlardır. (Çoğu zaman bu deneyler saf olmayan ve zayıf karakterize edilmiş ayıraçlar, nicel ölçüm eksikliği ve kafa karıştırıcı terminoloji nedeyle baltalanmıştır.)

Simyanın Hedefleri
  • Metallerin altın ve gümüşe dönüştürülmesi
  • Ölümsüzlük iksiri yaratılması
  • İnsan hayatının dönüştürülmesi
Felsefi ve Ruhani Bir Disiplin Olarak Simya
Simyagerlerin en çok bilinen iki hedefi madenlerin altına dönüştürülmesi ve bütün hastalıkları iyileştirecek ve hayatı sonsuz biçimde uzatacak "pancea" (ölümsüzlük iksiri) yaratılmasıdır. Ortaçağ'dan itibaren Avrupalı simyagerler hem madenleri altına çevirecek hem de ölümsüzlük iksiri yaratılmasında kullanılacak efsanevi bir madde olan "felsefe taşı"nın (philosopher's stone) bulunması için büyük çaba sarfettiler. Simyagerler, yüzyıllar boyunca büyük saygınlık gördüler ve destek aldılar. Bu saygınlık ve desteğin nedeni ne hedefleri (altın ve pancea) ne de yazınlarına hakim olan mistik ve felsefi görüşlerdi. Saygınlık ve desteğin nedeni zamanlarının kimya endüstrisine yaptıkları katkılardı. Bu katkılar arasında barutun keşfi, madenlerin test ve rafine edilmesi, metaller üzerindeki çalışmalar, mürekkep, kozmetik, boya üretimi, deri boyanması, seramik ve cam üretimi, likör ve esans üretimi vb. sayılabilir. (Avrupalı simyagerler arasında "aqua vitae" (hayat suyu,ab-ı hayat) üretiminin de popüler bir deney olduğu düşünülmektedir.)
Diğer taraftan, simyacılar hiçbir zaman sanatlarının fiziksel (kimyasal) boyutlarını metafizik yorumlamalardan ayırma eğilimi göstermediler. Hatta, antikiteden Modern Çağa uzanan dönemde "metafizikten yoksun fizik", "fiziksel tezahürden yoksun metafizik" gibi tatmin edici kabul edilmeyecektir. Kimyevi konseptler ve süreçler için ortak terminoloji eksikliği ve de gizliliğe duyulan ihtiyaç simyacıları hıristiyan ve pagan mitolojisi, astroloji, kabala ile diğer mistik ve izoterik alanlarda kullanılan terim ve sembolleri kullanmaya itmiştir. Bu nedenle en basit kimyasal so that even the plainest chemical tarif bile çapraşık büyülü sözler gibi gözükmüştür. Ayrıca, simyacılar düzensiz deneysel verileri bu mistik ve ezoterik alanları kullanarak teorik bir çerçeveye oturtmaya çalışmışlardır.
Ortaçağ'dan itibaren bazı simyacılar, giderek, bu metafizik boyutları simyanın gerçek temelleri olarak ve kimyasal maddeler, fiziki haller ve materyal süreçleri ise sipiritüel varlık, durum ve tranformasyonların tek metaforu olarak kabul etmeye başladılar. Ayrıca, hem adi metallerin altına çevrilmesi hem de pancea mükemmel olmayan, hastalıklı, ahlaksız ve kısa ömürlülükten mükemmel, sağlıklı, ahlaklı ve ölümüzlüğe doğru bir evrimi sembolize eder ve bu noktada felsefe taşı ise bu evrimi mümkün kılan mistik bir anahtardır. Simyacının kendisine uygulandığında bu çifte amaç, onun cehaletten aydınlanmaya doğru evriminini sembolize eder; simyager açısından bu noktada felsefe taşı, bu evrimin gerçekleşmesini sağlayacak bazı gizli sipiritüel gerçekleri ve güçleri ortaya çıkarmak için bir araçtır. Bu görüşe uygun olarak yazılan metinlerde, kriptolu simya sembolleri, şemaları ve metne ait imgeler çok anlamlı, alegorilerle dolu ve kriptolu başka çalışmalara göndermeler yapacak biçimde kullanılmıştır ve bunların gerçek anlamlarının anlaşılması amacıyla "deşifre" edilmeleri gerekmektedir.

İç (Ezoterik) Simya

Okültizm'in dallarından biri ya da kapsadığı alanlardan biri olarak görülen simya kimi kaynaklarda iç (ezoterik) simya ve dış (egzoterik) simya olarak ikiye ayrılmaktadır. Dış simyadaki bütün kavramlar Hermes-Thot inisiyasyonundaki ezoterik bilgilerin anlaşılamamış sembollerinden ibarettir. Örneğin, dış simyada madenlerin birbirine dönüşümünü sağlamak anlamına gelen “büyük eser” (magnus opum), iç simyada, inisiyatik bir eğitimin sonunda elde edilen spiritüel “aydınlanma”yı ifade eder. İç simyada inisiyasyonlardaki küçük misterlere ve büyük misterlere vakıf olma “küçük eser” ve “büyük eser” diye adlandırılmıştır. “Büyük eser”i gerçekleştiren kişinin “büyük sanat”ın sonunda “felsefe taşı”nı elde etmiş, “ölümsüzlük içkisi”ni içmiş olması, inisiyatik süreç sonunda aydınlanmış olmasını simgelerdi. “İlk madde”yi (materia prima) elde etmek ise, tüm madenlerin türediği madde cevherini elde etmek değil, ruhsal varlığın ilk halini, yani maddi dünyada doğmadan önceki saf hali, saf şuur halini elde etmek anlamına geliyordu. Metalin altına dönüşmesi sembolizminde simgelenen bir anlam da ‘aura’nın arınması, altın parlaklığını gösterecek bir saflığa ulaşmasıdır. Hermes-Thot’a dayanan ezoterik sembollerin, o sembolleri anlayabilecek inisiyatik eğitimden geçmemiş olanların eline geçmesi dış simyayı doğurmuştur. Bu bakımdan kimi yazarlar dış simyayı okültizm kapsamında, iç simyayı ezoterizm kapsamında ele alırlar.

Kimya ile İlişkisi
MÖ 4. bininci yılda Ortadoğu adı verilen bölgede uygarlık açısından son derece önemli sonuçlar verecek teknolojik devrimler olmaya başlamıştır. Aynı zamanda bölge zenginleşen üretimin ve geniş düz arazinin meydana getirdiği bir çekicilik taşımakta ve çevre bölgelerden çeşitli kavimler de bölgeye göç etmektedirler. Halkın iki uğraşı vardır bunlardan biri tarım diğeri de madenlerdir. Tarım, ekilen bir tohumun dikilen bir fidanın zaman içinde gelişerek değişimler göstermesi ve ürün vermesi sürecinin dikkatle incelenmesine ve anlaşılamayan bir sürü olayın sürüp gittiği bu sürecin her adımının, onun üzerinde etkili olan her etmenin, korku ve hayranlık karışımı duygularla kutsanmasına neden olmaktadır. Madenler de aynı toprak ananın bağrından çıkan birtakım taşlardır ve ateşin etkisiyle gözler önünde nitelik değiştirmekte, şekil almakta ve değişmektedir. Bu gözlemler, o maddelere, o zamanın kavrama olanaklarıyla pek çok garip güçlerin izafe edilmesine yol açar. Örneğin insanlar, bir demir parçasını, o kuvveti kendi vücuduna geçirmesi için vücuduna bağlı olarak taşır ya da işine başlamadan önce kuvvet almak için ona dokunur. Bu tür algılama inançları bugün de bütün gücüyle etkindir. Örneğin Sam Yelinin neden olduğuna inanılan Eyyam-ı Bahur çarpmasına karşı vücuda paslı bir maden parçası bağlanır. İki metalden yapılmış olan sağlık bilezikleri bir zaman Avrupa'da yaygınlaşmış ve halen de birçok insanın kolunda görülebilir.
İşte simyanın dayandığı kimya bilgisi son derece basit, o çağlardan kalma metalurji bilgileriyle bu "cevher" bilgisine dayanmaktadır. Temelinde Yunanlıların bulmuş ve geliştirmiş oldukları dört element, Anasır-ı Erbaa yani Hava, Su, Toprak ve Ateş felsefesi yatmaktadır. Kullanılan yöntemler, ısıtmak, kızdırmak, dökmek, buharlaştırmak, süzmek gibi, ilkel metalurjinin yöntemlerine dayanmaktadır.
Simya bilgisinin temelinde yatan sözcük hiç kuşkusuz ki "değişim" yani Transmutasyon'dur. Simya bilgisi bu deyimle birçok şeyi kasteder. Maddelerin fizik ve kimyasal değişimleri, nitelik ve kullanım değiştirmeleri yanında örneğin hastalıktan sağlığa geçiş de simya için bir değişim olayıdır. Amaçlanan ve idealize edilen değşişimlerden biri, yaşlılıktan gençliğe dönüşüm, bir başkası da canlı varlıktan olağanüstü, doğaüstü, uhrevi bir varlığa dönüşme olgusudur. Elbette bir maddenin bir başka maddeye dönüşmesi, daha değersiz maddelerin altın ya da gümüşe çevrilebilmesi simya ile uğraşanların en bilinen amaçlarıydı. Simyadaki değişimler kural olarak, arada kimi geçiş dönemlerinin durumu sayılmazsa daima pozitife doğru olarak anlaşılmaktadır. Toprağın altın yapılmak üzere suyla karıştırılarak kaynatılmasında topraktan daha değersiz olan çamur aşamasından geçilmektedir ve bu normaldir. Çünkü, işlemin sonunda ulaşılacak olan mutlaka altındır. Simya hiçbir zaman iyileştirme işlemini tersine çevirerek hasta etmeyi amaçlayamaz. Bu sistem içinde kötüleştirmeyi sağlayacak hiçbir yöntem olmamıştır. Sonuçlar her zaman "Mutlu Son" olarak öngörülmüştür.


Çin Kültüründe Simya
Simyanın başlangıç dönemlerine ilişkin manuskriptlerin en zenginleri Çin'dedir. Orada bu başlangıcın Avrupa'dan ve Önasya'dan önce olduğu anlaşılmaktadır. Her şeyden önce orada simya bilgisinin kökeni metalurjide değil, ondan çok daha eski bir sanatta, Tıp'ta bulunmaktadır. Çin tıbbında bir ölümsüzlük inancı vardır ve bu MÖ 8. yüzyıla kadar uzanmaktadır. MÖ 4. yüzyılda da bir Ab-ı Hayat (Yaşam İksiri, Bengisu) kavramı ortaya çıkmaktadır.
Çin simyasına ilişkin bilinen en kapsamlı kaynak
1023 tarihli bir kitaptır. "Yün Çi Çi Çien" (Kuşkulu Bir Torbadaki Yedi Levha) adını taşıyan bu kitabın içindeki bilgiler, hemen bütün simya kaynaklarına referans vermektedir. Yine Çin'in bilinen ilk Simyacısı, "Pao p'u tzu" isimli bir eseri olan ve MÖ 283-343 yıllarında yaşamış olan Ko Huıng'tur. Bunda gizemli iksirlerden söz eden iki bölüm bulunmaktadır ve bu iksirlerin çoğu cıva ve arsenik bileşiklerine dayalıdır. Çin simya kitaplarının en ünlüsü ise "Tan çin yao çüeh" (Simyanın Büyük Sırları)adını taşımaktadır. Sun Ssu Miao tarafından MS 600 yıllarında yazılmıştır ve cıva, kükürt, arsenik ve bunların çeşitli tuzlarından oluşan iksirlerinden sözetmektedir. Kitap, değerli madenlerin, düşük değerli taşlardan elde edilişinden de sözetmektedir.

Hint Kültüründe Simya
En eski Hint kutsal yazıları olan Veda'larda yaklaşık olarak Çin eski kaynaklarındaki simya bilgilerinin aynısı bulunmaktadır. Bunlarda da altınla sonsuz yaşam arasındaki bağlantıdan söz edilmektedir. Her tarafta simya için büyük bir önem taşıyan civa ilk olarak MÖ 4.-3. yüzyıllarda Arthasastra adlı metinde bulunur. Aşağı madenlerin altına çevrilmesi fikrinin de MS 2.- 5. yüzyıllar arasında, gene Batı ve Doğu ile aynı zamanda Hint metinlerine yansıdığı görülür.
Ölümsüzlükle ilişkili simya ve tıp da Hindistan'a Çin'den gelmiş ya da bu yol tersine işlemiş olibilir. Her iki kültürde de tıp bilgileri ana ilgi odağını oluşturmuştur. Madenlere olan ilgi de her iki kültürde eşit şekilde güçlü olmuştur. Fakat bir Ab-ı Hayat'ın, bir Bengisu'nun bulunması sorunu Hint kültürü için bir anlam taşımamıştır. Çünkü burada yerleşik olan Brahma ve Buda inançları zaten ölümsüzlük kavramını kendi içlerinde barındırmakta idi. Bu bakımdan Hint kültürü için simya daha çok para-medikal kavram olarak kalmış, kimi hastalıkların, salgınların önlenmesinde ve zaman zaman da uzun bir ömür sağlamak için çalışmıştır.
MÖ 5.-3. yüzyıllardan kalan kaynaklarda Hint doğa felsefesinin, ateş, rüzgar, su, toprak ve uzay gibi madde unsurlarına, vitalizm yani canlı atomlar kavramına ve sevgi-nefret, etki-tepki gibi düalizmlere dayalı olduğu görülür. Simyagerlerin 6 madeni, yani altın, gümüş, çinko, demir, kurşun ve bakırın her biri daha aşağı 5 elemente bölünmekteydi ve kullanımları için "öldürülmeleri" gerekmekteydi. Bu öldürme işlemi ilaç yapımı için uygulanıyordu. Hintliler madenlerin alaşım ve bileşimlerini Batı'dan çok daha önce bulmuşlardı ve simyada kullanıyordu.


Yunan Kültüründe Simya
Araştırmacıların kesinlikle tarihin ilk simyageri olarak kabul ettikleri kişi, MS 300 yıllarına doğru yaşamış olan Mısır'ın Panopolis'inden Zosimos ise de, bu yöndeki gelişmenin daha MÖ 3. yüzyıldan beri sürdüğü de anlaşılmaktadır. 7. yüzyıl ya da 8. yüzyılda Bizans'ta yazılmış olan ve kopyaları Venedik ve Paris'te bulunan bir manuskript 40 kadar simyacının adını vermektedir. Listenin başı MÖ 200 yıllarında Nil deltasında yaşamış olan ve çok kapsamlı bir farmakoloji kitabı, daha sonra Doğu Roma ve Arap bilginlerince de kullanılmış olan Demokritus ve sonu da MS 4. yüzyılda İstanbul'da yaşadığı bildirilen Şinesus'tur.
Yunan simyasında İran'ın Magi inancı ve Mecusi denilen rahiplerinin doğrudan bir etkisi olduğu ve ayrıca Stoacılığın da katkısı bulunduğu sanılmaktadır. Magi'nin etkisi özellikle Demokritus'un ünlü kitabı "Physica et Mystica"da yazılı olan her reçetenin; Mageistlerin amentüsü niteliğinde olan "Her doğa bir başka doğayla sevinir, bir doğa bir başka doğa üzerinde galebe çalar, bir doğa öbür doğaya egemen olur" cümlesiyle sona erişinde belirmektedir.
Yunan kültüründe simya, Homeros çağından Aydınlanma Çağına kadar olan 2000 senelik süreçte bir gizem olarak kalmıştır. Yunan simyası Synesius ile birlikte Çin ve Hint simyası paraleline kaymıştır ve simya madde bilgisinden çok bağımsız zihinsel bir işlem olarak tanımlanmıştır.


Arap Kültüründe Simya
Arap simyası Yunan simyasından pek çok bakımdan farklı ve son derece de ilginç bir gelişme göstermiştir. Her ne kadar Demokritos, özellikle İskenderiye okulunun Arapça egemenliğine geçişinden sonra Arap ve genel olarak İslam tıbbında çok büyük saygı görmüşse de simya bakımından önemli bulunmamış, onun daha çok farmakopesi değerlendirilmiştir. Arap simya dünyasında etkin olan en önemli kitap, "Emerald Tabletleri" olarak ün kazanan çok eski bir metindir. Bu metin gerçekte, Hermes Trismegistos yazıları olarak da bilinen yazıları içermektedir. Bu Hermes, gerçekte eski Mısır kozmogonisinde Cudi olarak bilinen ve Helenik dönemde adı Toth'a çevrilen tanrının Yunanlılar tarafından kendi kozmogonilerindeki Hermes'e benzetilmesiyle bu adı almıştır. Fakat bu tabletler ve metinler de "Yaratılışın Gizemi Kitabı" isimli daha büyük bir yazıtın bir parçasıdır. Bunun MS 1. yüzyılda yaşamış Hristiyanlık dışı bir mistik olan Tyanalı Apollonius'a ait olduğu ileri sürülmektedir. Bu adama daha sonra Arap mistikleri de büyük önem vermişler ve adına Balinus demişlerdir. Arap simyasının kökenlerinde bu kitaptan daha önemli olarak Asur, Elam, Kalde ve Sümer bilgileriyle onlardan da etkin olan İran'ın Magi ve Mitra inançlarının uygulama ve yaklaşımları söz konusudur. En büyük Arap-İslam simyageri kuşkusuz ki Ebubekir el-Razi'dir. 850- 924 yılları arasında yaşamış olan bu büyük düşünür esasta hekim olmakla birlikte farmakopeler üzerindeki çalışmalarıyla, vücut sıvılarının analizleriyle, bu arada Üre'yi buluşuyla tanınmış ve tıp tarihindeki yerini almıştır. Bu arada maddenin doğasına ilişkin kuramlarıyla simyaya girmiş ve simyanın daha sonraki gelişiminde de büyük rol oynamıştır. Batı dillerinde Arrazi olarak bilinen Razi, maddeyi taşlar, tuzlar, borakslar gibi "cisimler" ile sıvı olan ve ergiyebilen maddelerin toplandığı "ruhlar" olarak ikiye ayırmıştır.
Arap bilim dünyasında bir başka önemli isim de Cabir İbn Hayyan'dır. Matematik ve tıptaki çalışmalarıyla ünlenmiş olan bu ismin aslında tek bir kişiden ibaret olmadığı, Emevi saltanatında bilimin baskı altına alınmasından ötürü yeraltı çalışmalar yapmakta olan bir grubun ortak ismi olduğu sanılmaktadır. Ne olursa olsun Cabir elyazmaları Razi'ninkileri izlemektedir ve daha derli topludur. Arap simyasına ilişkin daha fazla ayrıntı, özellikle de uygulama ayrıntıları bilinmiyorsa da İbn Haldun çok önemli eseri "Mukaddime"de simyagerlerden ve astrologlardan, akıllı devlet adamlarının mutlaka danışmaları gereken bilgeler olarak söz etmektedir. İbn Haldun bu bilgeleri, altıncı girişinde, "bilinmeyene ulaşanlar" arasında saymaktadır. Onlara atfettiği çok önemli bir özellik de "insan öz benliğindeki bilinmeyeni" algılama yeteneğidir.


Avrupa Kültüründe Simya
Hıristiyanlığın Batı Roma İmparatorluğu tarafından resmi bir din olarak kabul edildiği 4. yüzyıl başlarından 12. yüzyıl başlarına kadar geçen süre, Avrupa'nın büyük kavimler göçüyle, gelen halkların sürekli yer değiştirmeleriyle, Hun istilası, Avrupa'nın Büyük Şarl tarafından birleştirilme girişimiyle, daha sonraki kralların ve feodal beylerin birbirleriyle boğuşmalarıyla karmakarışık ama aynı zamanda sefalet ve felaketlerle dolu Ortaçağ olarak geçti. Bu dönem boyunca Avrupa, hiçbir noktasından ışık sızmayan koyu bir karanlığa gömüldü. Kilisenin olduğu kadar, lokal ve genel devletlerin de halkı Hıristiyanlaştırma çabaları, beraberinde zulüm ve yıkımları da beraberinde getirdi. Üstüne üstlük salgın hastalıklar yığınlarla ölüme yol açtı. İşte böyle bir dönemde Arap dünyasından yapılan, çoğu yalan yanlış çeviriler arasında yaşam ve teknolojiye ilişkin bilgiler kadar bolca safsata da vardı. Bunların çoğu eski ve Batı'da zaten tanınan bilgilerin Arapça'ya transfer edilip saklanmış düşünce ve iddialarıydı. Ama skolastik düşünce yapısı bunların da tıpkı kilise büyüklerinin düşünceleri gibi, irdelenmeden, deneyin sınamasına tabi tutulmaksızın alınıp benimsenmesini gerektiriyordu. Böylece ve gene kilise dogmaları arasında bulunan "Ex oriente lux" (Işık Doğu'dan yükselir) inancının da yardımıyla bu bilgiler de dogma niteliği kazanmıştır. Bunun sonucunda Venedik-Paris elyazmasındaki bilgiler, 1150 yıllarında İspanya'da Cremonalı Gerard tarafından çevrilen Razi'nin yazıtları yanında çok sönük kalmıştı. Bu arada Haçlı Seferleri'nin getirdikleriyle zenginleşen simya, Arapça adıyla "El Hemi" yani Alşemi olarak çok büyük bir saygınlık kazanıverdi. Simya, Avrupa'da esrarengiz ününü 15. yüzyılda geçen bir olaydan sonra kazanmış ve daha önceki, madenlerin soylulaştırılması esasına dayanan felsefe de yerini gizemli simya felsefesine bırakmıştır. 15. yüzyılda Paris'te bir noter olan ve bir gece rüyasında gizemli bir kitap gören, hemen ardından kitabı bulan ve bunu İbranice bilen bir bilge yardımıyla çözen Nicolas Flamel ( 1330- 1418) simyaya gizemli ve esrarengiz havayı veren kişi olarak bilinir. Onun gördüğü kitap ve onu izleyen daha birkaç metinle, eski İbrani mistik felsefesi olan Kabala, bütün kavram ve yöntemleriyle simya alanına girivermiş ve bundan sonrasını derinden etkilemiştir. Flamel, 1382'de birdenbire büyük eseri, yani altın üretmeyi başardığını ilan etti ve bunun kanıtı olarak kiliselere muazzam bağışlar yapmaya başladı. Bu kadar iyi kanıt veren alşimist sayısı azdır. Bunlar arasında Salmoon Trismosin de sayılmalıdır. Bu şahıs, 1598'de "Splendor Solis" (Güneşin İhtişamı) isimli bir eser yazdı. Alşimi ustalarına yoğun ziyaretler yapmış ve "Mısır dilinde yazılmış kabalistik ve majik kitaplar sayesinde" başarılı olmuştur.

Çağdaş Simya
Altın üretimi fikri 19. yüzyıla gelinceye kadar bilimsel düşünceye aykırı gelmiyordu. Isaac Newton ( 1642- 1727) gibi bir bilimadamı bile böyle bir girişimi pekala denemeye değer buluyordu. Öte yandan bu konudaki resmi yaklaşım bir parça çelişkili bir tutum sergiliyordu. Bir yandan yoktan altın imali ekonomik dengeleri altüst edebileceği için resmen yasaklanıyor, öte yandan özellikle krallar böyle bir olanağı ellerinde bulundurabilmek için can atıyorlar, bu işle uğraşan simyagerleri gizli gizli destekliyor, hatta saraylarında besleyip çalıştırıyorlardı. Bu altın üretme amacı her şeye rağmen hiç ortadan kalkmadı. Bugün bile alşimi merakının ardında bu amaç gizli durmaktadır. Adolf Hitler'in yakın çevresinde bu amaçla bir simyagerler ordusu bulunduğu söylenegelmektedir.
Modern bilim genellikle insanların düşlerini süsleyen fantezileri kuru tabana indirgemekte, şiirselliğe yer bırakmamakta ve ayakları yere basmayan umutları da fena halde kırmaktadır. 18. yüzyıl ve 19. yüzyılda pozitif bilimlerdeki aşırı uç materyalist yaklaşım, o çağın aydınlarında ve orta sınıf halkındaki, daha çok dinsel bir mitolojiyle beslenen kendine saygıyı, Eşref-i mahlukat inancını çok zedeliyor ve acıtıyordu. Ancak öte yandan Isaac Newton ve Antoine Lavoieser gibi aydınlanmacı öncüler ve onların izinden gidenler, bilimin temel amacını, manifaktür ve sanayinin taleplerini karşılamaktan çok insanın evren içindeki yeri ve onunla ilişkileri çözümlemek ve kavramak olarak anlıyorlardı. Sonuç olarak bu konu üzerindeki düşünce ve çalışmaları onları mistik düşünürlere çok yaklaştırdı. Pozitif bilimlerle tarihten gelen söylence bilgilerin sınırları da çok belirgin olmadığından, simya kavramlarına bir yakınlıkları ortaya çıktı. Böylece altınla uğraşmayı sürdüren "ekzoterik" simyanın yanında, evrenin sırlarına yönelen bir "ezoterik" simya da doğdu.
Bugün de alşemi bu bağlamda mistik yaşam görüşlerindeki canlanma içinde bir yer bulabilmektedir. Kimyaya karşılık olarak alşemi "vital bir kimya" olarak ileri sürülmektedir. Mistik felsefede alşemi veri ve terimleri Kabala, Astroloji, Alternatif Tıp (özellikle Herbal) ile birlikte ve bir tür yeni Pitagorculuk çerçevesi içinde değer bulmaktadır.

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
20 Şubat 2009       Mesaj #2
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Simya
MsXLabs.org & Temel Britannica
Sponsorlu Bağlantılar

Simya, cıva ve kurşun gibi metalleri altın ve gümüşe dönüştürmeyi amaçlayan eski bir zanaatın adıdır. 1.000 yıllık bir efsanede, altın yapma umuduyla tuhaf bir karışımı kaynatan bir simyacıdan söz edilir. Kazanın üzerine eğilmiş, içindeki sıvıyı karıştıran simyacı bir ara başını kaldırır ve pencerede şeytanı görür. Hızla dışarı fırlar. Şeytanı kuyruğundan yaka­lar ve kuyruğunu çekip koparır. Şeytan haykı­rırken simyacı kuyruğu sihirli kaba atar ve karışım altına dönüşür. Bugün bu öykü bize çok saçma geliyor, ama eski zamanlarda insanlar bu tür masallara inanacak kadar bilgisizdiler.
Aslında, simya bundan yaklaşık 5.000-6.000 yıl önce Mısırlı rahiplerin, bakır, kalay, kurşun, gümüş ve altın gibi çeşitli metalleri cevherlerinden (toprak ve kayaçlardan) ayıra­rak katışkısız halde elde etmeye yönelik uğraşıları biçiminde ortaya çıkmıştı. Mısırlı rahipler cam, sabun, boya, ilaç ve zehir yapmayı da biliyordu ve daha pek çok konuda deneyim sahibiydiler. Simyayı Avrupa'ya ta­şıyanlar, İspanya'yı fethederek ünlü Toledo ve Cordoba üniversitelerini kuran Müslüman­lar oldu. 1144'te Chester'lı Robert adlı bir İngiliz birçok Eski Arap elyazmasını Latince' ye çevirdi. Bu elyazmaları pek çok Eski Yunan ve Mısırlı simyacının çalışmalarına ilişkin bilgileri de içeriyordu.

Filozof Taşı
Ortaçağda insanlar hâlâ, İÖ 3. yüzyılda yaşa­mış olan Eski Yunanlı filozof Aristo'nun dünyadaki her şeyin, toprak, hava, ateş ve su olmak üzere dört ana maddeden oluştuğu yolundaki görüşünün doğru olduğuna inanı­yorlardı. Bu nedenle de bir metalin içindeki bu madde miktarlarının değiştirilmesi duru­munda bir başka metalin elde edilebileceğini sanıyorlardı. Simyacıların bir başka inancı da, sıradan metalleri altına dönüştürebilecek ve hatta, bazılarının ileri sürdüğüne göre, bütün hastalıkları iyileştirebilecek ve insanları ölüm­süz kılacak bir "filozof taşı" ya da "iksir"in var olduğuydu.
Simyacılar, kurşun gibi "temel" metalleri "asal" ya da "soylu" metal olarak kabul edilen altına çevireceğini sandıkları bu taşı yüzlerce yıl arayıp durdular. Bunların birçoğu düzenbaz ve dolandırıcıydı, ama bazıları da dikkate değer pek çok keşifte bulunmuş, Roger Bacon ve Albertus Magnus gibi dürüst deneycilerdi. Ama ne yazık ki, bu deneycile­rin buluşlarını nasıl yaptıklarını bilemiyoruz; çünkü, bıraktıkları yazmalar tuhaf çizimler ve anlaşılmaz büyülü sözlerle doludur. "Filozof taşı"nı keşfettiklerini ileri süren bazı simyacı­lar da olmuştur, ama bunlar da ötekilerden daha uzun yaşamamıştır. Bazıları da, büyük kazançlar elde etmek umuduyla, kazanların başında büyülü sözler mırıldanarak yürüttük­leri çalışmalarını saklı tutmuştur. Bu simyacı­lardan bazıları, yalnızca kurşun ya da cıvadan altın yapmaya uğraşmış, bazıları da deneyleri için cıva ile kükürt, arsenik ve amonyağı (amonyum klorür) karıştırmıştır. Altın yap­manın yolunu keşfettiklerini ileri süren bazı dolandırıcılar, bu iddialarını kanıtlamak için, içinde az bir miktar altın çözünmüş kurşun kullanırdı; kurşunu yakıp uçurduklarında da geriye altın kalırdı. Bazıları da, muma gizlice bir miktar altın tozu katar, sonra da erimiş kurşunu, içini bu mumla doldurdukları demir bir boruyla karıştırırlardı. Bir metalin dışının sarı bir renk almasını ya da sarımtırak metal karışımları elde etmeyi başaran bazı simyacı­lar da düzmece iddialar ileri sürerdi.
Birçok soylu aile yanlarında simyacı çalış­tırmıştır. I. Elizabeth bile Londra'daki Somerset House'da kendisi için altın yapacak birini tutmuş, sonra da bunu başaramadı diye o kişiyi Londra Kulesi'ne hapsettirmişti. Kur­şunu altına çevirdiğini iddia eden Richthausen adlı bir simyacı da, 1648'de Avusturya İmparatoru III. Ferdinand'ı bir süre için aldatabilmişti. Hatta 1929 gibi yakın bir tarih­te bile pek çok zengin Alman, altın yapmayı başardığı yolunda düzmece iddialar ileri süren bir tesisatçıya çok büyük paralar kaptırmıştı.

Simyadan Kimyaya
16. yüzyılda Paracelsus (1493-1541) adında bir İsviçreli hekim ve simyacı, Basel'de daha önceki bilginlerin elyazmalarını halkın önün­de yaktı ve simyacıların artık "filozof taşı"nı aramaktan vazgeçtiklerini, yalnızca ilaç geliş­tirmeye uğraşacaklarını ilan etti. İngiliz Ro­bert Boyle (1627-91) daha da ileri gitti ve kimya üzerindeki çalışmaların, yalnızca bu bilim uğruna yapılması gerektiğini söyledi.
Kimya 200 yılı aşkın bir süre önce bir bilim haline gelmiştir. O günden bugüne gerçekleş­tirilen buluşlar, yüzyıllarca süren bütün simya buluşlarından daha zengindir. Günümüzde artık hiç kimse "filozof taşı"nın varlığına inanmıyor. Ama öte yandan, maddenin atom yapısına ilişkin buluşlar ilginç bir gerçeği ortaya çıkarmıştır: Bazı katışkısız maddeler, nükleer tepkimeler ya da radyoaktif, bozunum yoluyla başka maddelere dönüştürülebilmek­tedir (bak. Radyoaktiflik).

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
10 Mart 2009       Mesaj #3
Avatarı yok
Yasaklı
Simya ile ilgili her şey

ALŞİMİ (SİMYA)
Alşimi, XII. yüzyıldan itibaren Ortaçağ Avrupa'sında yayılmış olan bir düşünce ve bilgi akımına verilen bir addır. Aslında bu tür, bir bilgi olarak ve o zaman bilimlerle inançlar arasındaki yöntem ve disiplin ayrımı olmadığından daha çok zanaatsal özellikler de taşıyarak, MS II.-III. yüzyıllarda İskenderiye ekolünde, MÖ IV.-V. yüzyılın düşünce akımlarının, örneğin Pithagoras'ın ve Pithagorculuğun etkisiyle doğmuştur. Sözcüğün kökeni tartışmalıdır. Ancak her iki türüyle de, yani Alşimi ve Simya şeklinde de bir Sami çıkış kesin gibidir. Alşemi'nin Latin yazılış biçimindeki Al-chemie'deki Al takısının Arap kökenli olduğu kesindir. Chemie'nin de (okunuş biçimiyle Hemi ya da Kemi) Sami kökenli Heme, Hema sözcüklerinden ve Siyah ya da Mısır anlamından ya da belki Yunanca Hima yani "döküm" anlamından geldiği ileri sürülmektedir.

Simya, bir inanç ve gizem felsefesi olarak çok daha eski ve Mezopotamya çıkışlı olan yazı ve sayı mistisizmi ve astroloji ile sıkı sıkıya ilintilidir. Özellikle astrolojiyle iki kardeş bilgiyi oluştururlar. Astroloji evrende gök cisimleri ile insan arasındaki ilişki ve etkileşimleri; Simya ise yer ile insan arasındaki ilinti ve etkileşimleri ele almaya çalışmaktadır. Böylece ikisi birlikte, yeryüzü ile gökyüzü arasında var kılınmış olan insanın, bu iki evren katı arasında her ikisinin birbiriyle karşılıklı etkileşimlerini taşıyan ışınımlarının arasında her ikisinden etkilenerek yaşadığı ve devindiği varsayımına dayanmaktadır.

KİMYA İLE İLİŞKİSİ
MÖ VI. bininci yılda Ortadoğu adı verilen bölgede uygarlık açısından son derece önemli sonuçlar verecek teknolojik devrimler olmaya başlamıştır. Aynı zamanda bölge zenginleşen üretimin ve geniş düz arazinin meydana getirdiği bir çekicilik taşımakta ve çevre bölgelerden çeşitli kavimler de bölgeye göç etmektedirler. Halkın iki uğraşı vardır bunlardan biri tarım diğeri de madenlerdir. Tarım, ekilen bir tohumun dikilen bir fidanın zaman içinde gelişerek değişimler göstermesi ve ürün vermesi sürecinin dikkatle incelenmesine ve anlaşılamayan bir sürü olayın sürüp gittiği bu sürecin her adımının, onun üzerinde etkili olan her etmenin, korku ve hayranlık karışımı duygularla kutsanmasına neden olmaktadır. Madenler de aynı toprak ananın bağrından çıkan birtakım taşlardır ve ateşin etkisiyle gözler önünde nitelik değiştirmekte, şekil almakta ve değişmektedir. Bu gözlemler, o maddelere, o zamanın kavrama olanaklarıyla pek çok garip güçlerin izafe edilmesine yol açar. Örneğin insanlar, bir demir parçasını, o kuvveti kendi vücuduna geçirmesi için vücuduna bağlı olarak taşır ya da işine başlamadan önce kuvvet almak için ona dokunur. Bu tür algılama inançları bugün de bütün gücüyle etkindir. Örneğin Sam Yelinin neden olduğuna inanılan Eyyam-ı Bahur çarpmasına karşı vücuda paslı bir maden parçası bağlanır. İki metalden yapılmış olan sağlık bilezikleri bir zaman Avrupa'da yaygınlaşmış ve halen de birçok insanın kolunda görülebilir.
İşte simyanın dayandığı kimya bilgisi son derece basit, o çağlardan kalma metalurji bilgileriyle bu "cevher" bilgisine dayanmaktadır. Temelinde Yunanlıların bulmuş ve geliştirmiş oldukları dört element, Anasır-ı Erbaa yani Hava, Su, Toprak ve Ateş felsefesi yatmaktadır. Kullanılan yöntemler, ısıtmak, kızdırmak, dökmek, buharlaştırmak, süzmek gibi, ilkel metalurjinin yöntemlerine dayanmaktadır.
Simya bilgisinin temelinde yatan sözcük hiç kuşkusuz ki "değişim" yani Transmutasyon'dur. Simya bilgisi bu deyimle birçok şeyi kasteder. Maddelerin fizik ve kimyasal değişimleri, nitelik ve kullanım değiştirmeleri yanında örneğin hastalıktan sağlığa geçiş de simya için bir değişim olayıdır. Amaçlanan ve idealize edilen değişimlerden biri, yaşlılıktan gençliğe dönüşüm, bir başkası da canlı varlıktan olağanüstü, doğaüstü, uhrevi bir varlığa dönüşme olgusudur. Elbette bir maddenin bir başka maddeye dönüşmesi, daha değersiz maddelerin altın ya da gümüşe çevrilebilmesi simya ile uğraşanların en bilinen amaçlarıydı. Simyadaki değişimler kural olarak, arada kimi geçiş dönemlerinin durumu sayılmazsa daima pozitife doğru olarak anlaşılmaktadır. Toprağın altın yapılmak üzere suyla karıştırılarak kaynatılmasında topraktan daha değersiz olan çamur aşamasından geçilmektedir ve bu normaldir. Çünkü işlemin sonunda ulaşılacak olan mutlaka altındır. Simya hiçbir zaman iyileştirme işlemini tersine çevirerek hasta etmeyi amaçlayamaz. Bu sistem içinde kötüleştirmeyi sağlayacak hiçbir yöntem olmamıştır. Sonuçlar her zaman "Mutlu Son" olarak öngörülmüştür.

ÇEŞİTLİ KÜLTÜRLERDE SİMYA MODELLERİ

ÇİN KÜLTÜRÜNDE SİMYA
Simyanın başlangıç dönemlerine ilişkin manuskriptlerin en zenginleri Çin'dedir. Orada bu başlangıcın Avrupa'dan ve Önasya'dan önce olduğu anlaşılmaktadır. Her şeyden önce orada simya bilgisinin kökeni mtalurjide değil, ondan çok daha eski bir sanatta, Tıp'ta bulunmaktadır. Çin tıbbında bir ölümsüzlük inancı vardır ve bu MÖ VIII. yüzyıla kadar uzanmaktadır. MÖ IV. yüzyılda da bir Ab-ı Hayat (Yaşam İksiri, Bengisu) kavramı ortaya çıkmaktadır.
Çin simyasına ilişkin bilinen en kapsamlı kaynak 1023 tarihli bir kitaptır. "Yün Çi Çi Çien" (Kuşkulu Bir Torbadaki Yedi Levha) adını taşıyan bu kitabın içindeki bilgiler, hemen bütün simya kaynaklarına referans vermektedir. Yine Çin'in bilinen ilk Simyacısı, "Pao p'u tzu" isimli bir eseri olan ve MÖ 283-343 yıllarında yaşamış olan Ko Huıng'tur. Bunda gizemli iksirlerden söz eden iki bölüm bulunmaktadır ve bu iksirlerin çoğu cıva ve arsenik bileşiklerine dayalıdır. Çin simya kitaplarının en ünlüsü ise "Tan çin yao çüeh" (Simyanın Büyük Sırları)adını taşımaktadır. Sun Ssu Miao tarafından MS 600 yıllarında yazılmıştır ve cıva, kükürt, arsenik ve bunların çeşitli tuzlarından oluşan iksirlerinden sözetmektedir. Kitap, değerli madenlerin, düşük değerli taşlardan elde edilişinden de sözetmektedir.

HİNT KÜLTÜRÜNDE SİMYA
En eski Hint kutsal yazıları olan Veda'larda yaklaşık olarak Çin eski kaynaklarındaki simya bilgilerinin aynısı bulunmaktadır. Bunlarda da altınla sonsuz yaşam arasındaki bağlantıdan söz edilmektedir. Her tarafta simya için büyük bir önem taşıyan civa ilk olarak MÖ IV.-III yüzyıllarda Arthasastra adlı metinde bulunur. Aşağı madenlerin altına çevrilmesi fikrinin de MS II.-V. yüzyıllar arasında, gene Batı ve Doğu ile aynı zamanda Hint metinlerine yansıdığı görülür.
Ölümsüzlükle ilişkili simya ve tıp da Hindistan'a Çin'den gelmiş ya da bu yol tersine işlemiş olibilir. Her iki kültürde de tıp bilgileri ana ilgi odağını oluşturmuştur. Madenlere olan ilgi de her iki kültürde eşit şekilde güçlü olmuştur. Fakat bir Ab-ı Hayat'ın, bir Bengisu'nun bulunması sorunu Hint kültürü için bir anlam taşımamıştır. Çünkü burada yerleşik olan Brahma ve Buda inançları zaten ölümsüzlük kavramını kendi içlerinde barındırmakta idi. Bu bakımdan Hint kültürü için simya daha çok para-medikal kavram olarak kalmış, kimi hastalıkların, salgınların önlenmesinde ve zaman zaman da uzun bir ömür sağlamak için çalışmıştır.
MÖ V.-III. yüzyıllardan kalan kaynaklarda Hint doğa felsefesinin, ateş, rüzgâr, su, toprak ve uzay gibi madde unsurlarına, vitalizm yani canlı atomlar kavramına ve sevgi-nefret, etki-tepki gibi düalizmlere dayalı olduğu görülür. Simyagerlerin 6 madeni, yani altın, gümüş, çinko, demir, kurşun ve bakırın her biri daha aşağı 5 elemente bölünmekteydi ve kullanımları için "öldürülmeleri" gerekmekteydi. Bu öldürme işlemi ilaç yapımı için uygulanıyordu. Hintliler madenlerin alaşım ve bileşimlerini Batı'dan çok daha önce bulmuşlardı ve simyada kullanıyordu.

YUNAN KÜLTÜRÜNDE SİMYA
Araştırmacıların kesinlikle tarihin ilk simyageri olarak kabul ettikleri kişi, MS 300 yıllarına doğru yaşamış olan Mısır'ın Panopolis'inden Zosimos ise de, bu yöndeki gelişmenin daha MÖ III. yüzyıldan beri sürdüğü de anlaşılmaktadır. VII. ya da VIII. yüzyılda Bizans'ta yazılmış olan ve kopyaları Venedik ve Paris'te bulunan bir manuskript 40 kadar simyacının adını vermektedir. Listenin başı MÖ 200 yıllarında Nil deltasında yaşamış olan ve çok kapsamlı bir farmakoloji kitabı, daha sonra Doğu Roma ve Arap bilginlerince de kullanılmış olan Demokritus ve sonu da MS IV. yüzyılda İstanbul'da yaşadığı bildirilen Şinesus'tur.
Yunan simyasında İran'ın Magi inancı ve Mecusi denilen rahiplerinin doğrudan bir etkisi olduğu ve ayrıca Stoacılığın da katkısı bulunduğu sanılmaktadır. Magi'nin etkisi özellikle Demokritus'un ünlü kitabı "Physica et Mystica"da yazılı olan her reçetenin; Mageistlerin amentüsü niteliğinde olan "Her doğa bir başka doğayla sevinir, bir doğa bir başka doğa üzerinde galebe çalar, bir doğa öbür doğaya egemen olur" cümlesiyle sona erişinde belirmektedir.
Yunan kültüründe simya, Homeros çağından Aydınlanma Çağına kadar olan 2000 senelik süreçte bir gizem olarak kalmıştır. Yunan simyası Synesius ile birlikte Çin ve Hint simyası paraleline kaymıştır ve simya madde bilgisinden çok bağımsız zihinsel bir işlem olarak tanımlanmıştır.

ARAP KÜLTÜRÜNDE SİMYA
Arap simyası Yunan simyasından pek çok bakımdan farklı ve son derece de ilginç bir gelişme göstermiştir. Her ne kadar Demokritos, özellikle İskenderiye okulunun Arapça egemenliğine geçişinden sonra Arap ve genel olarak İslam tıbbında çok büyük saygı görmüşse de simya bakımından önemli bulunmamış, onun daha çok farmakopesi değerlendirilmiştir. Arap simya dünyasında etkin olan en önemli kitap, "Emerald Tabletleri" olarak ün kazanan çok eski bir metindir. Bu metin gerçekte, Hermes Trismegistos yazıları olarak da bilinen yazıları içermektedir. Bu Hermes, gerçekte eski
Mısır kozmogonisinde Cudi olarak bilinen ve Helenik dönemde adı Toth'a çevrilen tanrının Yunanlılar tarafından kendi kozmogonilerindeki Hermes'e benzetilmesiyle bu adı almıştır. Fakat bu tabletler ve metinler de "Yaratılışın Gizemi Kitabı" isimli daha büyük bir yazıtın bir parçasıdır. Bunun MS I. yüzyılda yaşamış Hristiyanlık dışı bir mistik olan
Tyanalı Apollonius'a ait olduğu ileri sürülmektedir. Bu adama daha sonra Arap mistikleri de büyük önem vermişler ve adına Balinus demişlerdir. Arap simyasının kökenlerinde bu kitaptan daha önemli olarak Asur, Elam, Kalde ve Sümer bilgileriyle onlardan da etkin olan İran'ın Magi ve Mitra inançlarının uygulama ve yaklaşımları söz konusudur. En büyük Arap-İslam simyageri kuşkusuz ki Ebubekir el-Razi'dir. 850-924 yılları arasında yaşamış olan bu büyük düşünür esasta hekim olmakla birlikte farmakopeler üzerindeki çalışmalarıyla, vücut sıvılarının analizleriyle, bu arada Üre'yi buluşuyla tanınmış ve tıp tarihindeki yerini almıştır. Bu arada maddenin doğasına ilişkin kuramlarıyla simyaya girmiş ve simyanın daha sonraki gelişiminde de büyük rol oynamıştır. Batı dillerinde Arrazi olarak bilinen Razi, maddeyi taşlar, tuzlar, borakslar gibi "cisimler" ile sıvı olan ve ergiyebilen maddelerin toplandığı "ruhlar" olarak ikiye ayırmıştır.
Arap bilim dünyasında bir başka önemli isim de Cabir İbn Hayyan'dır. Matematik ve tıptaki çalışmalarıyla ünlenmiş olan bu ismin aslında tek bir kişiden ibaret olmadığı, Emevi saltanatında bilimin baskı altına alınmasından ötürü yeraltı çalışmalar yapmakta olan bir grubun ortak ismi olduğu sanılmaktadır. Ne olursa olsun Cabir elyazmaları Razi'ninkileri izlemektedir ve daha derli topludur. Arap simyasına ilişkin daha fazla ayrıntı, özellikle de uygulama ayrıntıları bilinmiyorsa da İbn Haldun çok önemli eseri "Mukaddime"de simyagerlerden ve astrologlardan, akıllı devlet adamlarının mutlaka danışmaları gereken bilgeler olarak söz etmektedir. İbn Haldun bu bilgeleri, altıncı girişinde, "bilinmeyene ulaşanlar" arasında saymaktadır. Onlara atfettiği çok önemli bir özellik de "insan öz benliğindeki bilinmeyeni" algılama yeteneğidir.

AVRUPA KÜLTÜRÜNDE SİMYA
Hıristiyanlığın Batı Roma İmparatorluğu tarafından resmi bir din olarak kabul edildiği IV. yüzyıl başlarından XII. yüzyıl başlarına kadar geçen süre, Avrupa'nın büyük kavimler göçüyle, gelen halkların sürekli yer değiştirmeleriyle, Hun istilası, Avrupa'nın Büyük Şarl tarafından birleştirilme girişimiyle, daha sonraki kralların ve feodal beylerin birbirleriyle boğuşmalarıyla karmakarışık ama aynı zamanda sefalet ve felaketlerle dolu Ortaçağ olarak geçti. Bu dönem boyunca Avrupa, hiçbir noktasından ışık sızmayan koyu bir karanlığa gömüldü. Kilisenin olduğu kadar, lokal ve genel devletlerin de halkı Hıristiyanlaştırma çabaları, beraberinde zulüm ve yıkımları da beraberinde getirdi. Üstüne üstlük salgın hastalıklar yığınlarla ölüme yol açtı. İşte böyle bir dönemde Arap dünyasından yapılan, çoğu yalan yanlış çeviriler arasında yaşam ve teknolojiye ilişkin bilgiler kadar bolca safsata da vardı. Bunların çoğu eski ve Batı'da zaten tanınan bilgilerin Arapça'ya transfer edilip saklanmış düşünce ve iddialarıydı. Ama skolastik düşünce yapısı bunların da tıpkı kilise büyüklerinin düşünceleri gibi, irdelenmeden, deneyin sınamasına tabi tutulmaksızın alınıp benimsenmesini gerektiriyordu. Böylece ve gene kilise dogmaları arasında bulunan "Ex oriente lux" (Işık Doğu'dan yükselir) inancının da yardımıyla bu bilgiler de dogma niteliği kazanmıştır. Bunun sonucunda Venedik-Paris elyazmasındaki bilgiler, 1150 yıllarında İspanya'da Cremonalı Gerard tarafından çevrilen Razi'nin yazıtları yanında çok sönük kalmıştı. Bu arada Haçlı Seferleri'nin getirdikleriyle zenginleşen simya, Arapça adıyla "El Hemi" yani Alşemi olarak çok büyük bir saygınlık kazanıverdi. Simya, Avrupa'da esrarengiz ününü XV. yüzyılda geçen bir olaydan sonra kazanmış ve daha önceki, madenlerin soylulaştırılması esasına dayanan felsefe de yerini gizemli simya felsefesine bırakmıştır. XV. yüzyılda Paris'te bir noter olan ve bir gece rüyasında gizemli bir kitap gören, hemen ardından kitabı bulan ve bunu İbranice bilen bir bilge yardımıyla çözen Nicolas Flamel (1330-1418) simyaya gizemli ve esrarengiz havayı veren kişi olarak bilinir. Onun gördüğü kitap ve onu izleyen daha birkaç metinle, eski İbrani mistik felsefesi olan Kabala, bütün kavram ve yöntemleriyle simya alanına girivermiş ve bundan sonrasını derinden etkilemiştir. Flamel, 1382'de birdenbire büyük eseri, yani altın üretmeyi başardığını ilan etti ve bunun kanıtı olarak kiliselere muazzam bağışlar yapmaya başladı. Bu kadar iyi kanıt veren alşimist sayısı azdır. Bunlar arasında Salmoon Trismosin de sayılmalıdır. Bu şahıs, 1598'de "Splendor Solis" (Güneşin İhtişamı) isimli bir eser yazdı. Alşimi ustalarına yoğun ziyaretler yapmış ve "Mısır dilinde yazılmış kabalistik ve majik kitaplar sayesinde" başarılı olmuştur.

ÇAĞDAŞ SİMYA
Altın üretimi fikri XIX. yüzyıla gelinceye kadar bilimsel düşünceye aykırı gelmiyordu. Isaac Newton (1642-1727) gibi bir bilimadamı bile böyle bir girişimi pekâlâ denemeye değer buluyordu. Öte yandan bu konudaki resmi yaklaşım bir parça çelişkili bir tutum sergiliyordu. Bir yandan yoktan altın imali ekonomik dengeleri altüst edebileceği için resmen yasaklanıyor, öte yandan özellikle krallar böyle bir olanağı ellerinde bulundurabilmek için can atıyorlar, bu işle uğraşan simyagerleri gizli gizli destekliyor, hatta saraylarında besleyip çalıştırıyorlardı. Bu altın üretme amacı her şeye rağmen hiç ortadan kalkmadı. Bugün bile alşimi merakının ardında bu amaç gizli durmaktadır. Adolf Hitler'in yakın çevresinde bu amaçla bir simyagerler ordusu bulunduğu söylenegelmektedir.
Modern bilim genellikle insanların düşlerini süsleyen fantezileri kuru tabana indirgemekte, şiirselliğe yer bırakmamakta ve ayakları yere basmayan umutları da fena halde kırmaktadır. XVIII. ve XIX. yüzyılda pozitif bilimlerdeki aşırı uç materyalist yaklaşım, o çağın aydınlarında ve orta sınıf halkındaki, daha çok dinsel bir mitolojiyle beslenen kendine saygıyı, Eşref-i mahlukat inancını çok zedeliyor ve acıtıyordu. Ancak öte yandan Isaac Newton ve Antoine Lavoieser gibi aydınlanmacı öncüler ve onların izinden gidenler, bilimin temel amacını, manifaktür ve sanayinin taleplerini karşılamaktan çok insanın evren içindeki yeri ve onunla ilişkileri çözümlemek ve kavramak olarak anlıyorlardı. Sonuç olarak bu konu üzerindeki düşünce ve çalışmaları onları mistik düşünürlere çok yaklaştırdı. Pozitif bilimlerle tarihten gelen söylence bilgilerin sınırları da çok belirgin olmadığından, simya kavramlarına bir yakınlıkları ortaya çıktı. Böylece altınla uğraşmayı sürdüren "ekzoterik" simyanın yanında, evrenin sırlarına yönelen bir "ezoterik" simya da doğdu.
Bugün de alşemi bu bağlamda mistik yaşam görüşlerindeki canlanma içinde bir yer bulabilmektedir. Kimyaya karşılık olarak alşemi "vital bir kimya" olarak ileri sürülmektedir. Mistik felsefede alşemi veri ve terimleri Kabala, Astroloji, Alternatif (Özellikle Herbal) Tıp ile birlikte ve bir tür yeni Pitagorculuk çerçevesi içinde değer bulmaktadır.


Kaynak: Bilimnet (paylastr)
MaKaLeLe - avatarı
MaKaLeLe
Ziyaretçi
8 Ekim 2009       Mesaj #4
MaKaLeLe - avatarı
Ziyaretçi
ALŞİMİ (Simya)
Eski çağların kimyasıdır. Bu işle uğraşanların en büyük gayesi değersiz maddeleri altın veya gümüşe çevirebilmek, bütün hastalıkları iyi edecek, insanı ölümsüz yapacak bir ilâç bulabilmekti.
Bu bakımdan, alşimiyle uğraşanlar başlıca iki konu üzerinde çalışıyorlardı: Filozof taşı ve hayat iksiri.
Filozof taşı
Alşimistler bunun kıymetli madenleri yapmaya yarı yan ana madde olduğunu kabul ederlerdi. Filozof taşı yapmak için birçok tertipler vermişlerdir. Tuz, sülfür ve civa filozof taşı yapmaya yarayan başlıca maddelerdendir.
Hayat iksiri (Abıhayat, bengisu) İnsanı hem hastalıklardan kurtaracak, hem de ölümsüz kılacak maddedir. Aynı zamanda altın ve gümüş yapmaya yarayacak maddeye bazen “iksir” denirdi.
Alşimi bugünkü kimyanın öncüsü sayılır. Bununla uğraşanlar yukarıda saydığımız iki gayeyi gerçekleştiremedilerse de kimya alanımda değerli keşifler saptılar.
Doğuşu hakkında birçok efsane vardır. Bir efsaneye göre alşimiyi Eski Mısır tanrılarından Hermes kurmuştur. Ancak, eldeki delillere, göre, alşiminin Mısır'dan çıkmış olması en kuvvetli ihtimaldir. Thebes'teki bir mezarda bulunan III. yüzyıla ait yazılarda altın yapılmasına dair bazı tariflere rastlanmıştır. Eski Yunanlıların geliştirdiği alşimi ile sonradan Araplar geniş ölçüde ilgilenmiş, bu ilmi İspanya'ya geçirmişlerdir Alşimi İspanyadan XI ve XII. yüzyıllarda bütün Avrupa'ya yayılmıştır.
Yunan filozofları alşimi üzerinde nazariyeler kurmaya çalışıyorlardı. Bu arada, bütün maddelerin dört elemandan meydana geldiğini iddia ettiler. Bu elemanlar toprak, hava, ateş ve su idi.
XVI. yüzyıldan itibaren Parceleus .alşiminin taştan altın yapmak demek değil, ilâç hazırlamak demek olduğunu anlatarak alşimiye yeni bir yön verdi. Zamanın en büyük adamlarının alşimi ile uğraşmış bulunmasa ve hayat iksirinin aranması birçok maddelerin İnsan vücudunda denenmesine sebep olmuştur. Hayat iksiri artık yerini insanlara faydalı ilâçları aramaya bıraktı.

Felsefi Simya

Simya (Alşimi)

Simya yaygın biçimde, temelsiz boş inanç ya da en iyimser gözle kimya biliminin gelişmesinden önceki ilginç bir geçiş dönemi olarak görülmektedir. Simyanın, Aquinos’lu Thomas, Isaac Newton, Robert Boyle gibi insanlarca da ciddiye alınmış olduğu ve simya ile Ortaçağ felsefesi ve dini arasında önemli bağlar bulunduğu çok az bilinir. Simyacı, altın üretmeye çalışan bir kimse olarak tanınmaktadır. Elbette bu işle uğraşan birçok kimse vardı. Fakat onlar kadar, yüksek düşünceli ve zeki başka insanlar da vardı ki, altın elde etmek için uyguladıkları kimyasal işlemler aslında simgeseldi ve amaçlanan sonuç altın elde etmek değil, ‘Filozof Taşı’nın keşfedilmesi idi. Sanat’ın tüm sırrını kapsayan bu gizemli “taş” bir yandan onların çalışmalarının bir ürünü, öte yandan da, varlığı olmaksızın simyanın da var olamayacağı, Tanrı’nın bir armağanıydı. Hem bir ruhu vardı hem de ruh’un kendisi olarak kabul ediliyordu. Onu araştırırken simyacı, maddenin içinde gizlenmiş olduğuna inandığı ruhu özgürleştirmek çabasındaydı ve böyle yaparak, bir bakıma ruh ile fiziksel gerçeklik arasındaki köprüyü kuruyordu.
15. yüzyılda bir yazar şöyle diyor: "Sadece felsefe taşını yapmayı bilen kişi onunla ilgili sözlerin anlamını bilir." Bu taş maddeyi altına çevirebilmekte ve bundan elde edilen iksir ile insan ölümsüzlüğe kavuşabilmektedir. Simyada ulaşılan bu son noktaya giden yol “Ars Magna ” olarak adlandırılmaktadır. Metallerdeki hastalığın, kirin yok edilip altının ortaya çıkarılması gibi, uzun bir süreçten sonra da insandaki tanrısal töz açığa çıkabilir ve kişi iyi için çalışabilir. Ars Magna, bu açıdan insan için de kullanılabilir, bu anlamı ile inisiyasyonu da temsil etmektedir. Ars Magna ile insan Tanrı ile birleşebilmekte, kendini maddeye bağlayan bağlardan kurtulabilmektedir.
Bu bağlamda “Felsefe Taşı” da mutlak olana, tanrısal töze kavuşturan bilinç anlamını kazanmaktadır. Aynı şekilde iksiri içip ölümsüzlüğe kavuşmak da ruhun ölümsüz olduğunu anlamak anlamına gelmektedir. Öyleyse kendi içindeki Tanrısal özü bulmak isteyen kişi, tıpkı maddenin saflaştırılması gibi, kendi içine dönerek kendini saflaştırmalı ve gizli olan, içindeki “Felsefe Taşı”na ulaşmalıdır. Simyada kullanılan yöntemler ezoterik olarak inisiyasyonu da bu anlamı ile temsil etmektedir.
Simyacılar eski düşünceye bağlı kalarak Ateş, Toprak, Su, Hava olmak üzere dört elementin varlığını kabul etmişlerdir. Bu elementler bildiğimiz anlamlarından öte bazı özellikleri temsil etmektedirler. Simyaya göre görünen iki element, Toprak ve Su, içlerinde görünmeyen iki elementi de barındırmaktadırlar: Ateş ve Hava. Bunun dışında, bazı simyacılara göre beşinci bir element daha vardır ki bu da Ether’dir. Ether beden ile ruh arasında da aracılık görevi görmektedir.
Simyada Platon döngüsü denilen kavrama göre elementler arasında sürekli bir de dönüşüm vardır. Ateş Havaya, Hava Suya, Su Toprağa ve Toprak Ateşe dönüşmekte olup bu döngü bu şekilde sürmektedir.
Ateş; tarih boyunca ilahi gücün sembolü görülmüştür. Herakleitos’a göre her şey ateşten gelmiştir ve ateşe dönecektir. Ateş dönüşüm aracıdır. Dolayısıyla diğer elementler arasında bir aracı görevi görür. Ateşin rengi kırmızıdır ve erkeklik unsuru içerir. Ateş ışık verdiği için aydınlığı simgeler. Ateş yakıcı olduğu için azap verici rolü de olmuştur. Yıkıcı ve tahrip edici yan da vardır. Dolayısıyla sembolik olarak arınmak ve aydınlanmak ile ifade edilen yüksek bir yanı olduğu gibi ayrıca ihtirasları, azabı ve yıkıcılığı simgeleyen aşağılık bir yanı da vardır. Yüksek unsurunu güneş simgeler ve aşağı unsurunu Mars gezegeni simgeler. Ayrıca insanın ilahi pırıltısını simgeler.
Su, ateşe zıttır. Dişi unsuru içerir. Yansıma gücünden dolayı kadimler onu bilgeliğin simgesi olarak görmüşlerdir. Diğer özellikleri soğukluk, gizlilik ve uykudur. Ateş şuuru ve su şuur altını simgeler. Ateş gündüzün hakimi Güneş’i içerir, su ise gecenin hakimi Ay’ı içerir. Su değişkendir ve etrafındaki tesirlerin özümseyerek sergiler. Dolayısıyla hayat verici de olabilir, zehirleyici de. Temizleyici de olabilir, kirletici de. Ancak saf hali ile sadece hayat verici ve arındırıcıdır.
Hava; ateş ve suyun unsurlarını içerir. Hava simgesi ortasından çizgi geçen eşit kenar üçgendir. Hava kendi başına bir elementtir ve nötr prensibi içerir. Hava hareketli ve incedir. Genel olarak zihni temsil eder ve mental alemi simgeler.
Toprak; bazı görüşlere göre gerçek bir element değildir ve diğer üç elementin karışımından meydana gelmiştir. Ancak, tradisyona uygun olarak elementlere dahil edilmektedir. Toprak maddi varlığın temelidir ve pratiktir. Toprak bereketi ve kazancı simgeler.
Simyada bir önemli ayrım da dişil/eril ya da dişi/erkek ayırımıdır. Bazı simyacılar İlk Çağdaki bir düşünceyi savunmuşlar ve Tanrı’nın yaradılıştan önce hermafrodit olduğunu ve yaradılışla birlikle erkek ve dişi olarak ayrıldığını iddia etmişlerdir. Buna göre Güneş eril, dünya dişildir. Aslında dişil özellik en çok Ay ile kendini belli etmektedir.
Simyadaki bir başka düalite de macrocosmos/microcosmos’dur. Bu ikisi arasındaki benzerlik de daha önce gördüğümüz gibi ifadesini zümrüt tabletlerde bulmuştur. Bir başka görüş de insanın doğuşunun evrenin doğuşuna benzediği yönündedir. Simyadaki bir önemli kavram da düalitenin yanında üçlemedir. Ünlü simyacılardan Robert Fludd “Üç dünya vardır: arketipler dünyası, macrocosmos ve microcosmos; yani, Tanrı, Doğa ve İnsan. ” demektedir.
Bu üçleme elementlerde de karşımıza çıkmaktadır. Nasıl Tanrı’da bir üçleme var ise insanda da ruh, can, beden olarak üçleme vardır. Bunun elementler dünyasına yansıması ise, Kükürt, Tuz ve Cıva şeklindedir. Burada anlaşılması gereken bildiğimiz anlamda kükürt, cıva ve tuz olmamakta, ancak bunların temsil ettiği prensipler olmaktadır. Aslında kükürt ve cıva iki karşıt prensip olup aralarında tuz ortayı temsil etmektedir. Kükürt aktif olanı temsil etmekte olup erildir. Cıva ise tam tersi olarak pasif olanı temsil etmekte olup dişildir. Tuz ise ikisini arasında bir bileşim olup, gövdeyle ruhun bağlanması gibi bağlayıcı bir görev yapmaktadır.
Simyacılara göre: kırmızı iksir adi metalleri altına dönüştürür. Beyaz iksir adi metalleri gümüşe dönüştürür. “Elixir Vitae” ise, bitkilere ve hayvanlara uygulanır, yaşamı yoğunlaştırır, uzatır ve genişletir. Bazı simya metinlerine göre de, Materia Prima içinde Cıva ile belirtilen pasif prensiple, Kükürt ile belirtilen aktif prensip, yumurtanın içinde etkileşime girerler. Daha sonra bunların ölümü ile “Bilge Cıvası” doğar. Bu siyah olandır. Bu yine mükemmel bir metal değildir, ancak bu da bir aşamadır. Daha sonraki aşamada ise beyaz olan açığa çıkar. “Albedo” diye adlandırılan bu beyazlık aşamasında “Rosa Alba” ortaya çıkar. Bu aşamanın sonucu kırmızıolan “Bilge Kükürdü” ile tamamlanır. Son aşama ise “Kırmızı Kükürt” ile “Beyaz Cıva”nın birleşimidir. Bu kutsal birleşme sonucu Felsefe Taşı ortaya çıkar.
Simyanın pratiğine de baktığımızda ezoterik yön açığa çıkmaktadır. Bu aşamalar aslında adayın inisiyasyon yolunda kat ettiği mesafedir. Şimdi bu aşamaları, simya yöntemiyle yorumlamaya çalışalım: Birinci aşamada haricinin içeriye alındığı tefekkür hücresi siyahtır. Tıpkı simyadaki kara yapıt gibi. Harici burada yeni bir hayata girmektedir. Harici hamdır, rafine edilmemiştir, yontulmamıştır. İçeriye alındığı andan itibaren çürüme başlamıştır. Değişim başlamıştır. Maddenin özü ölmektedir. İkinci aşamada Nur’a kavuşmaktadır. Bu simyadaki beyazdır. Değersiz bir metal altın olma sürecine girmiştir. Yani saflaştırma başlamıştır. Yer altı dünyası denilen kendi benliği içerisinde yol almakta ve kendini tanımaktadır. Tüm boş inançlardan ve bağnazlıklardan uzaklaşmıştır. Özündeki kötülükleri ve iyilikleri ortaya çıkarmaktadır. Bencillikten uzaklaşmaya başlamıştır. Öldürülen maddenin yerine, yeni bir elementin katılması söz konusudur. Madde, yeni kimliğini kazanmaya hazırdır. Üçüncü aşama felsefe taşının ele geçirilerek kırmızıyapıta ulaşılmasıdır.
Simyacı için amaç felsefe taşını elde etmektir. Ancak bunu elde edebilmesi uzun ve zahmetli bir iştir. Simyacı uzun proseslerden geçireceği “İlk Madde”sini dikkatli seçmek zorundadır. Latince Materia Prima” diye adlandırılan ilk madde çalışmanın başarıya ulaşabilmesi için çok büyük önem taşımaktadır. Pratik simyada genelde uçucu ve hareketli olarak cıvaya karşılık gelen ilk madde, ezoterik olarak da çırağı, inisiyasyona alınacak, mükemmel olmayan, kişiyi temsil etmektedir.
Simyacı kendi laboratuarını da kendi kurmak zorundadır. Aletlerini kendi temin etmeli ve laboratuarını bütün gözlerden uzak bir yerde oluşturmalıdır. İlk madde ile uygun zamanda çalışmaya başladıktan sonra, gelen aşama hasta olan metalin temizlenmesi, arınması işlemidir. Bunun için “ignis innaturalis” gerekmektedir. Bu elleri ıslatmayan su ya da alevsiz yanan ateş diye açıklanmaktadır.
Bütün bunlar hazırlanıp uygun şekilde hazırlandıktan sonra hermetik olarak kapatılmış bir kap içine, ya da yaygın adı ile “Filozofik Yumurta”nın içine konduktan sonra, tıpkı kuluçkada olduğu gibi burada sabit bir sıcaklıkta beklemek üzere, “Athanor” adı verilen fırının içine konur. Yumurta aynı zamanda yaradılışın da bir sembolüdür.
Burada da görüldüğü gibi pratik simya ile ezoterik simya arasında büyük bir paralellik vardır. Adayın yetişebilmesi için, içinde yakmayan bir ateş olması gerekmektedir. Hermetik kap ise dış etkilerden uzaklaşmayı temsil etmektedir. Yumurta sembolizmi ise zaten adayın yeniden dünyaya geleceğini göstermektedir.
Efulim - avatarı
Efulim
VIP VIP Üye
1 Kasım 2012       Mesaj #5
Efulim - avatarı
VIP VIP Üye
Simya (Alşimi)
MsXLabs.Org & Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi

Değersiz madenleri altın ve gümüşe çevirmeyi amaç edinmiş, eskiçağların bilim dışı kimyasına verilen ad. Simyanın bir başka amacı da bütün hastalıklara iyi gelebilecek, ölümsüzlüğü sağlayacak hayat iksirinin ve filozof taşının bulunmasıydı. Harflerin, işaretlerin, simgelerin gizli, Tanrısal güçlere sahip olduğuna inanan simyacılar, bu sırra sahip olanların bakır, kalay, kurşun gibi az değerli madenleri altın, gümüş gibi değerli madenlere çevirebileceğine inanırlardı. Simyanın kesin olarak ne zaman doğduğu bilinmemektedir. Ancak Eski Mısır'da, Çin'de, Yunanistan'da simya ile ilgili çalışmalar olduğu bilinmektedir. Simya zamanla bir büyü ve sihir bilgisi hâline gelmiş, bu konu üzerinde pek çok kitap yazılmıştır. İslâm dininde simya bilgisi kimi tarikatları etkilemiştir. Her sayının bir harfe uygun düştüğü inancından kaynaklanan ebced hesabı bile simya uğraşılarından çıkmıştır. Hatta simya sayesinde kimi maddelerin insan vücudu üzerinde nasıl etki yaptığı bulunmuş, ilkel de olsa kimi hastalıklara iyi gelen ilâçlar geliştirilmiştir. Simya ile uğraşanlar arasında Newton, R. Boyle, Leibniz gibi tanınmış kimseler de vardır.
Sen sadece aynasin...

Benzer Konular

27 Eylül 2012 / Ziyaretçi Soru-Cevap
6 Ocak 2014 / mecnun Soru-Cevap
24 Eylül 2011 / Misafir Soru-Cevap
30 Ocak 2008 / MaRCeLLCaT X-Sözlük
17 Kasım 2014 / MaRCeLLCaT X-Sözlük