Arama

Truvalılar (Troya Medeniyeti)

Güncelleme: 11 Haziran 2017 Gösterim: 13.737 Cevap: 3
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Ocak 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Truvalılar

Ad:  1.jpg
Gösterim: 2090
Boyut:  100.9 KB

Troya şehrinin kurulmasıyla ilgili mitosta, Troaslı İlios günün birinde Frigya Kralı'nın düzenlediği bir yarışmaya katılarak birinci olur. Kazandığı ödüller içinde kara benekli bir inek de vardır. Biliciler İlios'a ineği izlemesini ve kentini ineğin durduğu yerde kurmasını söylerler. İnek gidip gidip Karamenderes (Skamondros) ile Dümrek (Smois) ırmaklarının arasında denize yakın bir yerde durur. Kurulan şehre önce İlios, sonra kurucunun atalarında Tros'un anısına Troya adı verilir. Bir süre sonra Zeus kente Pallas Athena heykeli indirecek, İlios da heykelin indiği yere Athena tapınağını yapacaktır. İlios soyu çoğalarak Priamos'a kadar gelir. Homeros'un İlyada'sında geçen şu çok ünlü savaşın hikayesi ise kısaca şöyle ortaya çıkmıştır; Tanrı Zeus'un bir kuğu şekline girerek Leda'dan peydah ettiği Helena evlenecek yaşa gelince Akhaların önde gelenleri Tündareos'un sarayına giderler. Burada Tündareos ya da Helena'nın seçimiyle, Menelaos Helena'nın kocası olur. Daha sonra Tündareos ölünce Sparta Krallığı Menelaos'a kalmıştır.
Sponsorlu Bağlantılar

Efsaneye göre, savaşın nedeni ise Iolkos Kralı Pelans ile Thetis'in düğünlerine davet edilmeyen kavga tanrıçası Eris'in, sinirlenip bir oyun düzenlemesi ve Hera, Afrodit ve Athena'nın oturduğu ziyafet sofrasına, üzerinde 'en güzele' yazılı bir elma atmasıyla başlar. Elmanın kimin olduğu üzerine 3 güzel tartışmaya başlarlar ve Zeus'tan bu sorunu çözmesini isterler. Zeus işin içinden çıkamayınca, çareyi dağlarda çobanlık yapan ve yalnız yaşayan Paris'i rehber ilan etmekte bulur. Güzellerden her biri kendisini seçmesi için Paris'e bir şey vadederler. Paris Afrodit'e kanar ve dünyanın en güzel kadınını elde etmek için Afrodit'i yarışmanın birincisi seçer. Paris, Afrodit'in yardımıyla Sparta'ya gider, Helen'i kaçırır, prensi olduğu Troya şehrine geri döner. Bunun üzerine Sparta Kralı Menelaos, Akha ordularını toplayarak Troya'ya savaş açar. Böylece 10 yıl sürecek Troya savaşı başlamış olur.

Troya, Kazdağı'nın eteğinde, Skomondros(K. Menderes) ile Simoeis(dümreli) çaylarının sınırladıkları ve bir yanı Ege denizine, bir yanı boğaza bakan üçgen biçimli, ova egemen yüksekçe bir yerde kurulmuş, Schilemann, Dorgfeld ve Blegen tarafından kazılımıştır. 1871'de Schilemann, Priamos'un hazinesini bulma umuduyla işe başlamıştır. 1882'de Schilemann, W.Dorpfeld ile birlikte çalışmış ve Dorpfeld burada 9 yapı katı saptamıştır. 1932-1938 arası Carl.W.Blegen başkanlığında yapılan kazılar sonucunda Dorpfeld'in 9 kültür katı, 30'a yakın yerleşme katına bölünmüştür. Troya şu anda Monfred Korfmann tarafından kazılmaktadır.

Troya 1 (MÖ 3000-2500)


Troya 1'in en gelişmiş evresi 1.y'de kentin çapı 90 metreydi. Toya 1'in ana girişi güney tarafta ve duvarı çok iyi korunmuş durumdadır. İki kule ile savunulan kent kapısı 2.97 metre enindeydi. 3 metre kadar genişlikte dar bir koridor şeklinde bu girişin iki yanında üçgen şeklinde yapılmış olan savunma kulelerinin de doğu yönündekinin alt kısmı ve bitişindeki sur kalıntıları görülebilir. Yüksekliği 3.5 metreye yakın olan kule kalıntısının tabanının irü taşlardan oluştuğu, duvarlarının da yukarıya doğru çıktıkça küçülen taşlardan örüldügünü görmekteyiz. Troya 1'e ait en sağlam kalıntı megaron tarzı bir evdir(1b). Onun altındaki yapı ise 1a katmanına aittir. Yine megaron tarzı evin dıştan ölcüsü 18,75*7 metre, duvar örtüsü balık sırtı şeklindedir. Büyük odasında biri tam ortada, diğeri doğu duvara yakın olmak üzere 2 ocak bulunmuştur. Sadece birinci ocak görülebilir durumdadır. Aynı odada kuzey ve doğu duvara doğru dayanan ve günümüzde izleri belli olmayan platform, 2 metre uzunluğunda, 90 cm genişliğinde ve ve 30 cm yüksekliğindeydi. Bu megaron yapısı bugüne değin bilinen en eski örnekti. Güneyinde pek belirgin olmayan 5 paralel duvar kalıntısının da megaron tipi yapı olma olasılığı vardır. 1987 yılında Troya 1 evresine ait duvarların hemen hepsi temizlenmiştir. Schilemann yarmasındaki yapılar Troya 1 evresine aittir ve MÖ 3000-2800'lere tarihlenmektedir. Troya 1 büyük bir tahriple son bulmuştur.

Troya 2 (MÖ 2500-2200)


Troya 2'nin çapı 110 metreyi geçmekte ve 7 yapı katından oluşmaktaydı. Troya 1 bir yangınla son bulmasına rağmen Troya 2'de gelişmeler görülür. Fakat kültür değişikliği yoktur. Eski dünyanın batısında, bir plan sistemi gösteren ilk kent olma özelliğini taşır. Anıtsal ölçüde megaronların yanyana bir cephe oluşturacak biçimde sıralanmaları ve bu yapı kompleksine propilonla girilmesi sistemi, 700 yıl sonraki Tiryns akropolünde görülmektedir.
En geç evresi olan 2g yapı katında yerleşmenin orta noktasında yer alan, megaron tipi plana göre inşaa edilen yapının krala ait olabileceği, değilse bile bir bir toplantı yeri olabileceği tahmin edilmektedir. Bu yapı evresindeki planların megaron tipinin türevleri oldukları görülmektedir. Konutların büyüklükleri arasındaki farklılıklar ise Troya 2g yerleşmesinde yaşayan toplumda belirli bir sosyal farklılaşmanın olduğunun kanıtıdır.

Troya 2, üç ana evresiyle tanmlanmaktadır.(2a, 2b, 2c-g) Bunların herbirinin yeni bir sur duvarı vardır. 2a'dan FL ve FN olarak gösterilen, üstleri açık ve koridorlu 2 geçit kalmıştır. Bunlar 2b'nin duvarlarına uydurulmuş ve kullanılmaya devam edilmiştir. FM (c5-6) ve FO(f-g6-7) kapıları ana girişlerdir. Büyük megaronun ( ) olarak gösterilen çoğu yeri Schilemann'ın kuzey-güney açması sırasında tahrip olmuştur.

Troya 2 büyük kent kapısı güney surunun(FN) ortasında idi. Güneybatı kapısının (FM gc) kalıntıları ve taş döşemeli 21x7,5 metre boyutlarındaki rampası iyi korunmuştur. Bu rampa, girişi 5,25 metre uzunluğunda ve 2 kanatlı bir kapısı olan, FM propilonuna çıkıyordu. Megaron planlı (FM) propilonu 2c-g evrelerine aitti. FN kapısı 2c'nin ana girişiydi. Son evreye ait olan giriş, FN ile gösterilen büyük propilondu ve megaron biçimindeydi. Buradan 2c-g (2200-2100) yıllarında yapılan açık bir alana giriliyordu. Çakıl döşeli bir avlu içindeki alan 2a ve 2b'nin kent duvarlarının üstü düzeltilerek yapılmıştı.
Büyük megaron (2a), 2c yapı katına aitti. 1989 kazılarında yapının yangın geçirmiş doğu duvarı ortaya çıkarılmıştı. Yapı tepenin en yüksek noktasında ve çevreye çok hakim bir konumdaydı. Bir kısmı Schilemann'ın kuzey-güney açması ile tahribe uğramışsa da planı saptanmıştır. Dorpfeld'in saptadığı 2h, 2r, 2f megaronlarının da kral ailesine ait olmsası muhtemeldir. 2d yapısı ise depo niteliğindedir.

Schilemann tarafından 1871-90 yılları arasında yapılan çalışmalarda Troya 2 yapı katmanları arasında ele geçirilen hazine buluntusu çok gelişmiş bir metal işçiliğinin örneği ve gelişmiş bir dış ticaretin göstergesidir. Schilemann, Priamos'un diye nitelediği hazineyi Troya 2'nin rampalı kapısının batı duvarı dibinde bulmuştur. Bu evrenin çanak çömleği de karakteristiktir. Kazılarda Troya 2'ye ait buluntuların çoğunun 1 metre kalınlığında bir yangın molozunun atından çıkması, bu kentin ani bir istilaya uğradığının bir göstergesidir. Bu nedenle Schilemann burayı Homeros'un İlyada'sında geçen Troya olarak nitelendirmiştir. Aynı dönemde Batı Anadolu ve Kıta Yunanistan'ındaki çeşitli yerleşimlerdeki benzer yıkımlar ve izleyen dönemde bu kentlerin kültür yaşamında görülen uzun süreli durgunlukların MÖ 2000 yıllarının başlarında Orta Avrupa'dan gelen Hint-Avrupa kökenli göçlerden olduğu sanılmaktadır. Troya 2'yi dışardan gelen göçmen toplulukların yıktığı ve buraya yerleşmeden yollarına devam ettikleri sonucuna varılmıştır.

Troya 3 (MÖ 2200-2050)


Hisarlık höyüğündeki 3. Erken Tunç Çağı yerleşmesinde yaşam şeklinin pek değişmediği görülmektedir. Bu dönemde 4 yapı evresi saptanmış ve höyüğün 3 metre daha yükseldiği anlaşılmıştır.
Evlerin döşemelerinin daha önceki gibi sıkıştırlmış kil ya da toprakla kaplandığı, duvarların da aynı şekilde örüldüğü biliniyor olsa bile bu dönemde bağımsız konutlara rastlanmamaktadır. Bitişik yapılan evlerin arasında kalan sokaklar oldukça dardır. Daha önceki dönemden farklı olarak, kent surlarının tamamen taştan yapıldığı ve hatıllarla güçlendirilmiş kerpiclerin kullanılmadığı görülmektedir. Son yapılan kazılarda Troya 4'ün altındaki tabakalarda bir sınır ya da teras duvarı ortaya açığa çıkarılmıştır ve bunun Troya 2'nin sonu olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca, kuzeye doğru, üzerinde beyaza boyanmış ker***lerin olduğu, bir yapıya ait taş temel bulunmuştur. Bu dönemde pişmiş kap üretiminde ve dokumacılıkta eskiden beri bilinen gelenekler sürdürülmüştür.

Troya 4 (MÖ 2050-1900)


Beş ayrı yapım evresinin izlendiği bu kat Erken Tunç çağının son yerleşmesidir. Kazılarda ele geçen eşyalardan Kıta Yunanistan'ı, Ege adaları ve Orta Anadolu'yla ilişkilerin yoğunlaştığı anlaşılmaktadır. Bitişik yapılmış, kil döşemeli taş temel üzerine ker***ten oluşturulmuş duvarları olan evlere ve ilk kez avlularda yer alan kubbeli fırınlara rastlanmıştır.
Troya 4 evresine ait, üstüste 6 yangın evresinin olduğunu bilmekteyiz.Doğu profilinde bunu açıkça görmek olasıdır.Bütün bu tabakaları 4.evreye tarihlememizin nedeni, binaların aynı yapım planlarını izlemiş olmasıdır.Bitişik yapılmış olan bu evlerin hepsinde, girişin sağ ya da solunda mutlaka oval fırın vardır.Binalar ve tabanlar inanılmaz derecede güneye doğru eğim yapmışlardır.Bu nedenle, höyüğün kenarında olan bu önemli buluntuları saptamak mümkün olmuştur. Böylece Troya 4'ün mimari planı açık bir şekilde gözönündedir. En alttaki yanık tabakada, bir oda içinde yabani hayvan kemiklerine rastlanması, bunların o dönemde sürekli meydana gelen yangınlardan kaynaklandığını düşündürebilir.

Troya 5 (İ.Ö. 1900-1800)


6 yapım evresinin saptandığı iki metre kalınlığa sahip bu yerleşme katmanında Batı Anadolu'da, Erken Tunç Çağı'ndan Orta Tunç Çağı'na geçiş dönemine rastlanmıştır. Bu dönemde Ege dünyasıyla süregelen ilişkilere Kıbrıs'la başlayan ilişkilerin eklendiği sanılmaktadır.
Surların alt kısımları işlenmemiş taşlardan ve üst kısımları ker***ten yapılmıştır. Evlerin planlanmış döneme göre daha düzenli olduğu, dikdörtgen bir alanın üç tarafına küçük odaların yapıldığı, odaların köşelerinde kilden yapılmış oturma veya yatak sekilerinin olduğu, kubbeli ocakların veya arı kovanı şeklindeki fırınların kullanıldığı anlaşılmaktadır. Evlerden birinin döşemesinin altında hocker tarzında (insanın ana karnındaki duruşu) gömülmüş yeni doğmuş bir bebeğin iskeletine ait kemik kalıntıları bulunmuştur.

Troya 6 (İ.Ö. 1800-1275)


Troya 6, 300.000 m2 bir alana yayılmıştır. Sekiz yapı katından oluşan 6'ncı yerleşme üç ana evre gösterir. En parlak devir Troya 6(f-e) evreleridir. Kazılarda elegeçen buluntular, tamamıyla yeni plan ve yapılar, Troya 6'nın o döneme kadarki yaşayanlarından başka insanlarla ilişkisi olmuş olabileceğini akla getirmektedir.
Sur duvarı, birbirine beş kapıyla bağlanan altı bölümden oluşur. Surun en görkemli bölümü 6g evresine giren bir kuledir ve uzunluğu 18, genişliği 8 metredir. Kulenin ortasında keskin köşeli bir sarnıç ve onun içinde sekiz metre derinlikte kayaya oyulmuş bir kuyu vardır. Bu kuyudan kuşatma sırasında yararlanılıyordu. Uzunluğu 41.5, genişliği 4.5 m. olup yüksekliği 4 m'yi geçen duvar boyunca dört dikey çıkıntıya rastlanır. Fakat bu duvar yüksek bir Roma dönemi duvarıyla kapanmaktadır. (6 r - 6 s)

Buleteryon ve Schliemann'ın kuzey-güney açması ile tahrip edilen duvarın doğu bölümü iyi durumdadır. 6 h kulesi tarafından tahrip edilen sur günümüzde etkileyici bir durumdadır. Bu duvarlar konglomera taş bloklar ile dörtgen kesilip dış yüzeyleri düşmanın tırmanmasını engelleyecek şekilde yontulduktan sonra harç kullanmadan içe doğru eğimli bir şekilde birleştirilmiştir. Her on metrede dişler yaparak kenti çevrelemektedir.
Troya 6'da kulelerin kullanılması bu dönemde şehrin güçlü olduğunu gösterir. Girişin koridor şeklinde olması kente buradan girebilecek düşmanların iki ateş arasında kalmasını sağlamak içindir.
Troya 6 yerleşmesinin sarayları ve diğer önemli yapıları, tepenin üzerinde yeralıyordu. Ancak Hellenistik dönemde Athena Tapınağı'nın inşasında bu yapıların bir kısmı tahrip olmuştur.
Akropolün güneybatısından (6 t) girerek hafif yokuş yukarı ana cadde izlenirse solda Direkli Ev olarak nitelendirilen yapıya gelinir. Troya 6 ve Troya 7a'da kullanıldığı düşünülmektedir. 26x12 m. boyutlarındadır. Yapıyı destekleyen direklerden biri belirgindir. Yapının güney duvarı daha kalın örülmüştür. Arka tarafta hafif bir genişleme gösteren yapı megaron tarzında farklılık gösterir. Direkli evin kuzeydoğusunda 630 no.lu ev görülür. İÖ 1700'e tarihlenen evin duvarları küçük taşlardan meydana gelir.

6 g'nin kuzey bitişinde megaron tarzı evlere rastlanmıştır. Bu odaların çoğundan kent nüfusunun bu dönemde birden arttığı, duvarlarının zayıf mimarisinden aceleyle yapıldıkları anlaşılmaktadır. Kazılarda bu odalarda erzak küplerinin çok sayıda bulunması kiler niteliğinde olabileceğini göstermektedir. Evlerin ortak özelliklerinden biri dışa, surlara bakan duvarlarının daha kalın ve özenli yapılmış olmasıdır. 6 c evinin bir kısmı Schilemann tarafından tahrip edilmiştir. 6 f yapısı farklı karakter göstrir. Duvarlar geniş ve büyük kesme taşlarla örülmüş olup dışta dişler yaparak bölümlere ayrılmıştır. 6 a yapısı 19,18x12,30m boyutlarında bir yapıdır. Troya 6'nın megaron planını normal olarak gösteren yapılardandır.
Troya 6'nın önemli bir yapısı Antalı Ev -6 t- girişinin doğusunda bulunur. Üzerine gelen bulevteryon tarafından büyük ölçüde tahribe uğramıştır. Eve Anta adını veren taş halen yerindedir.
Akropol evlerinin birçoğu trapezoidaldir. Bu türdeki evlerin dar yüzleri kente, geniş yüzleri ise surlara bakmaktadır. Böylece trapezodial evler kuzeyden güneye doğru genişleyen ve yelpaze gibi açılan akropol planına uymaktadır. Homros'un İlyada'sında bahsettiği Priamos'un İlyon kenti, Troya 6h'dir. İlyada'da anlatılan ve 10 senelik savaş sonucu ele geçirilen kent burası idi. Odesya'da anlatılan İlyon tahribi ise 7a katında olmuştur.

Troya 7 (MÖ 1275-1240)


Troya 6'nın bir deprem ile son bulmasıyla Troya 7a katmanında depremin aralıklarla devam ettiği ve deprem sonucu yıkılan yapılar altında insan iskeletlerine rastlanması, buranın ansızın terkedildiği izlenimi yaratmaktadır. Yine de bir kültür değişikliğine rastlanmamıştır. 6h evresinde bulunan Minyas seramiğinin aynı bollukta 7a katında da varolduğu kaydedilmiştir. Bu dönemde plan ve mimarinin düzenlemesinde bir karakter değişikliği görülür. 6f-h evrelerindeki yüksek sanat düzeyinden ve kent planından bir eser kalmamış, ayrıca sosyal sınıf ayrılığı gösteren ev tipleri ortaya çıkmıştır. İyi korunmuş bu evler doğu suru ve kapısı arasında görülebilir. Bu köklü değişim deprem sonrası akropol dışında oturan halkın devlet yönetimine geçmesiyle ve kral ve soyluların ortadan kalkmasıyla açıklanabilir. Uzun zaman kral ve soyluların kendilerini sömürmesinden bıkan halk tabakası depremden yararlanıp bir darbe gerçekleştirimiş olabilir.

Troya 7b 1 (1240-1190)

7a katındaki yanık tabaka 50 ila 100 cm arasında değişen bir kalınlık gösterir. Bu tahribe karşın Troya'lılar kentlerine dönmüşler ve surlarla evleri onarmışlardır. Minyas seramiği üretimi devam etmiştir. İlk kez 7a'da görülen yapı tarzı burada da devam etmektedir.

Troya 7b 2 (MÖ 1190-1100)

Troya 6'dan sonra ilk kültür değişikliğine bu tabakada rastlanır. Bu katta Buckel keramik denilen ve benzerlerine yalnızca Balkan ülkelerinde rastlanan kurşuni renkli, yüksek keskin kulplu ve üzerleri boynuzcuklarla süslü kaplar görülür. Duvar örgüsünün dip kısmı ortostat şeklinde blok taşlarla güçlendirilmiştir. Bu tip bir ev 6u kapısının batısında görülmektedir.
Troya 7b 2'de yerleşen Balkan kökenli halk buraya zor kullanmadan gelmiş olmalıdır. Çünkü bundan önceki tabakada bir yangın veya tahribe rastlanmamıştır. Buradan, Ege göçüne ilk durağın Troya olmuş olabileceği akla gelir. Bu dönemde Troya akropolünün göçler nedeniyle gücünü yitirdiğini görmekteyiz. Troya 7 evresi için yeni yapılan çalışmalarda, önceden bilindiği gibi üç tabaka değilde, dört ya da beş tabakadan oluşmuş olma ihtimali belirmiştir.

Troya 8 (MÖ 700-350)


Bu evrenin buluntuları 7. yüzyıldan eskiye gitmez. İlk yapılara batı kapısının doğusunda rastlarız. Burası yukarı temenos olarak adlandırılan sunağın altına rastlamaktadır. Sunak Hellenistik dönemde yapılmıştır. Sunağın batısında bulunan ve kare plana sahip başka bir sunak ise Agustus dönemine aittir. Yukarı temenosun güneyinde "aşağı temenos" adı verilen ve içinde iki sunağın bulunduğu kutsal yer de Helenisitik dönemde inşaa edilmiştir. Bu dönemdeki en önemli yapı Athena tapınağıdır. Tapınak ve onu çeviren kutsal alan ve anıtsal giriş kapısının yapılması için düz bir platform elde etmek üzere höyük tepesinde bulunan eski yapı kalıntılarının bir kısmı yıkılarak düz bir saha açılmış ve üzerine inşaa edilmiştir. Bu yüzden bu devreye ait cevaplanamaycak sorular ortaya çıkmıştır. Geriye kalan son kalıntılar da Schilemann'ın büyük açmasıyla ortadan kalkmıştır. Homeros'un İlyada'sında Athena tapınağından bahsetmesi ve tapınağın kentin en yüksek noktasında bulunduğunu söylemesi arkeologları buranın bir tapınak olabileceği kanısına yöneltmiştir. Ancak, yapılan çalışmalarda yapının Athena Tapınağı olduğu konusunda herhangi bir somut kanıta rastlanmıştır. Tapınağın yeri Schliemann tarafında tamamen kazılmış olduğu için şu an burada derin bir çukur mevcuttur.
Herodotos'a göre Xerxes burada tanrıçaya bin öküz kurban etmiştir. İskender ise Granikos zaferinden sonra tapınağı ziyaret edip armağanlar sunmuş ve daha sonra gönderdiği bir mektupta buraya görkemli bir tapınak yaptıracağı konusunda söz vermiş olduğu bilinir. Strabon, İskender'in bu isteğini Lisimakos'un yerine getirdiğini söyler.

Troya 9 (MÖ 350-MS 400)


Roma döneminde Novum İlyum olarak bilinen kentin yapısal olarak çok büyüdüğü görülmektedir. Troya 9'un bu dönemde Sezar (İÖ 59-44) ve Oktavyus Ogustus (İÖ 31-14) devirlerinde kültür açısında yeni bir ivme kazanmıştır. Athena Tapınağı bu dönemde yapılan değişikliklerle genişletilmiştir. Troya bu dönemde Roma İmparatoru Büyük Konstantin (MS 324-327) tarafından başkentin yeri olarak düşünmüş, ancak daha sonra Bizantion'da karar kılmıştır.
Novum İlyum'um son yapılan çalışmalarda anıtsal bir yapıya sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Bu yapıların çoğu yazılı kaynaklardan bilindiği üzere Julius Klaudyus hükümdarlığında ve daha sonraki hükümdarlar tarafından yapılmıştır.
İlyum kale duvarının tam önünde yeralan tiyatro, sunaklar ve ovaya doğru uzanan burun üzerindeki kuzeydoğu terasındaki büyük tiyatro gibi Hellenistik ve Roma dönemleri anıtlarına yeni bulgular da eklenince burası büyük şehir niteliğine bürünmektedir. Yapılan kazılar sonucunda görülmüştür ki Roma yapılarının temelleri çok derindedir. Bu yapılar arasında derinleşilen her kısımda Troya 6 evresine ait tabakalara rastlanmıştır. Bu açmalar, Troya 6-7 kale yerleşmesinin güney kapısından 100-170 m. kadar uzaktadır.
Bu devirde Athena tapınağının genişletildiği anlaşılmaktadır. Tapınağın dört tarafı 80 m. uzunluğunda sütun sıralarıyla çevriliydi. Bu büyük meydanın yapılması sırasında Troya 6'nın en önemli yapılarıyla Troya 7'nin evleri tahrip edilmiştir. Troya 6'nın büyük giriş kapısı, 7t nin hemen doğusunda, yarısı şehir surunun üstünde yeralan bulevteryon ve küçük tiyatro ile şehir duvarı üstünde bulunan tiyatro Roma çağına aittir.

Büyük Tiyatro


Kuzeydoğudaki tepenin yamacına yaslanmış bir vaziyettedir. Ovaya ve denize hakim bir konumdaki ve 10.000 kişi alabildiği sanılan bu yapıdan geriye çok az şey kalmıştır. Blegen yaptığı kazılarda sahne binasının ve orkestranın bir kısmını günışığına çıkarmıştır. Oturma sıralarının bulunduğu yamaç henüz kazılmamıştır.

Anıtsal Çeşme (Nimfeum)


Güneye doğru tarlaların içindeki kalıntıların anıtsal çeşmeye ait oldukları bilinmektedir. Burada insan ve hayvan figürleriyle süslü döşeme mozaiklerine reastlanmıştır. Bu mozaiğin üst kısmında üçüncü yüzyıla tarihlenmiş boyalı duvar sıvaları bulunmuştur.Aynı yönde 500 m. kadar ileride Troya 6'nın son evrelerine ait olduğu sanılan bir mezarlığa rastlanmıştır. Kazılarda ağızları kapalı olarak toprağın hemen altına gömülmüş değişik şekil ve büyüklüklerde pişmiş toprak testiler içinde ölülerin yakılmasından sonra geriye kalan kül ve kemik artıkları ele geçmiştir.

Küçük Tiyatro (Odeon)


En iyi korunmuş yapılardan biridir. Oturma sıraları sağlam durumdaki Odeon'un kavea bölümünün batısı, üst kısımdan itibaren toprakla doldurularak yükseltilmiştir.

Meclis Binası (Buleteryon)


Yapının daha önceleri Odeon olarak kullanılmış olabileceği sanılmaktadır. Önde dörtgen planlı bir girişi, arkasında yarım daire şeklinde bir orkestrası ve bunun gerisinde oturma sıralarının yeraldığı kavea yeralmaktadır. Giriş holünün Troya 6 sur duvarının üstüne oturtulmuş tek parçalı mermer eşiktaşı hala yerindedir.

Son düzenleyen Safi; 11 Haziran 2017 02:18
Tigin - avatarı
Tigin
Ziyaretçi
23 Ocak 2006       Mesaj #2
Tigin - avatarı
Ziyaretçi
Prof. Dr. Stefanos Yerasimos'un Toplumsal Tarih dergisinde yayımlanan "Rönesans Aydınlarının Türklere bakışı" başlıklı makalesi

Sponsorlu Bağlantılar
Rönesans döneminde -ya da kabaca matbaanın bulunuşundan 1600 yılına kadar- belli başlı Avrupa dillerinde Türkleri konu edinen binlerce kitap ve broşür yayımlanmıştır. Bunun nedeni Türklerin Avrupalılar tarafından bir tehdit olarak algılanması ise de, amaç yalnızca kötülemek ya da onların ortadan kaldırılmasının yollarını araştırmak değil, bu ilk tepkilerin ötesinde Türkleri değerlendirmek, anlamak, dolayısıyla da kendilerini bu tehlikeli komşuluğa alıştırmak olmuştur. "Barbarlık" ve "kâfirlik" damgasını vurarak dışlamaya çalışan yüklü bir edebiyatın yanı sıra, Rönesans aydınlarının önemli ve seçkin bir bölümü, Türkleri kendi zihinsel evrenlerine çekip Batı'nın tarihsel ve ideolojik algılamalarıyla irdeleyerek bir biçimde ehlileştirmeye çalışmışlardır.

Türklerle Haçlı seferleri sırasında karşılaşan ve onların Orta Asya kökenli olduklarını bilen Avrupalı tarihçiler, 14. yüzyılda onlara yeni bir köken arayacaklardır. Osmanlıların Avrupa kıtasına geçtikleri 1354 yılında ölen Venedik doçu ve tarihçisi Andrea Dandolo şöyle yazmaktadır:
Türklerin vatanı Kafkas dağlarının arkasındadır, kökenleri Truvalılar kralı Priamos'un oğlu Troilos'un oğlu Turkos'a dayanmaktadır. Turkos, kentin alınmasından sonra yandaşlarının büyük bir bölümüyle bu yörelere sığınmıştır.1
Bundan böyle, Rönesans bilginleri Türklerin Truvalı kökenlerini tescil edeceklerdir. Türkler, Batı tarih kurgusunun kökenini oluşturan Yunan mitolojisine bağlanıp "bizden biri" olmakla kalmıyor, aynı zamanda Roma İmparatorluğu'nun son kalıntısı Konstantinopolis'i alacak olanlar, Roma'nın kurucusu Aeneas'la akraba oluyordu. Böylece de imparatorluk yok olmayıp aynı ailenin içinde kalıyordu.

Ortaçağdan beri ve Fransa krallarından başlayarak birçok Avrupa hanedanı, kendilerini Truva savaşının kahramanlarına bağlamak, böylece Batı'da Roma İmparatorluğu'nun devamı sayılan Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu'nun başındaki Alman prensleriyle boy ölçüşmek istemişlerdir; ancak burada Truva kökenini kendilerine yakıştıran Türkler değil, Avrupalıların kendisidir.

Durum aslında daha da karmaşıktır, çünkü Truva, Yunanlılarla Truvalıların savaşı ile ünlenmiştir. Bu savaşta Truvalılar yenilmiş, ancak Aeneas'la birlikte kurtulan bir grup Roma'yı kurmuş ve Roma zamanla genişleyerek Yunanlıları yenmiş, Truva'nın intikamını almıştır. Oysa Roma İmparatorluğu doğuya kayıp Konstantinopolis'i başkent yaptıktan sonra Yunanlaşmış, iktidar yeniden Yunanlılara geçmiştir. Bu defa ise Asya'nın derinliklerine sığınmış başka bir Truvalı grup, Türkler, geri dönerek ikinci intikamı alacaktır. İstanbul'un fethinden önce bu yorumun son Bizanslılar arasında yerleşmiş olduğunu görüyoruz. Kente 1437 yılının sonunda gelen Katalan Pero Tafur, burada herkesin ağzında olan bir sözü not ediyor: "Türkler Truva'nın intikamını alacaktır."

Truva-Yunan savaşı aynı zamanda Doğu ile Batı'nın, Asya ile Avrupa'nın birbirleriyle verdikleri mücadelenin ilk nüvesini oluşturmaktadır. Truvalı-Türklerin dönüşü de Asyalıların zaferini müjdelemektedir. Böyle bir yorum ise, Fatih'in tarihçisi Kritovulos'a göre, padişah tarafindan da benimsenmiştir. 1462 yılında Midilli'yi kuşatmaya giden II. Mehmed, Truva'da durup Homeros'ta adı geçen kahramanların mezarlarını aramış ve şöyle demiştir:
Tanrı, yıllarca sonra olsa bile, bu kentin ve bunda yaşayanların intikamını bana nasip etmiştir. Eskiden bu kenti yıkan Yunanlıların, Makedonyalıların, Tesalyalıların, Moralıların çocukları, sayemde, uzun yıllar geçtikten sonra, biz Asyalılara karşı o dönemde ve ondan sonra da sık sık yaptıkları haksızlıklardan dolayı hak ettikleri cezayı bulmuşlardır.

İki yüz yıldan beri Venedik ile İstanbul arasında dolaşan bu söylentinin Fatih Sultan Mehmed'in kulaklarına kadar gelmesi ve onun tarafından da benimsenmesi doğaldır. Kendisi de gençliğinden beri bu kültürü tanımış ve kahramanlarından biri olmak istemiştir. Troya'yı ziyaret ettiği dönemde kütüphanesi için İlyada'nın Yunanca bir kopyasını yaptırmış,4 ertesi yıl, kendisi ile İstanbul'da görüşen Floransalı Benedetto Dei'ye, "aynı zamanda İskender ve Kserkses, Kartacalı Hannibal ve Afrikalı Scipion, Pyrhus ve bugüne kadar gelip geçmiş binlerce hükümdar" gücünde olmak istediğini anlatmıştı.

Böylece, Türklerin ortaya çıkması ve Anadolu ve Antik Yunan topraklarını ele geçirmesi, Rönesans Avrupa'sı tarafından, Truvalıların dönüşü olarak yorumlanmıştır. Ancak Osmanlı devletinin Avrupa içlerine ve Akdeniz'in batısına ilerlemesi Truva benzetmesini yetersiz bırakıyordu. Truvalıların bu yeni kolu, Yunanlılardan intikam almakla yetinmeyip, ağabeyleri Romalılar gibi yeni bir imparatorluk kurarak Roma'nın devamcısı olma yolundaydı. 1513 ile 1519 yılları arasında Romalı tarihçi Titus Livius'un yapıtı üzerine yorumlar yazan İtalyan düşünürü Niccol Machiavelli şöyle der:
Roma mülkünü tümüyle elde tutacak bir imparatorlugun türememesine karşin, en azindan bu topraklarin güzel bir erdem içinde yaşayan milletler arasinda paylaşilmiş oldugu görüldü. Franklarin, Türklerin, Misir sultaninin ve günümüzde Almanya halklarinin kurmuş olduklari imparatorluklar bunlarin arasindadir.

Bu satirlarin yazildigi sirada gerçekten de Türkler, Roma Imparatorlugu'nun mirasçisi olabilecek adaylardan yalnizca biridir. Ancak bu arada, Machiavelli'nin siraladigi diger adaylardan birini, Misir'daki Memlûkluları ortadan kaldıracaklar ve yazarın notlarının basıldığı 1531 yılında, Viyana kapılarını aşındırmış olacaklardır.

Machiavelli'nin yukarıdaki alıntısında geçen "erdem" (virt) sözcüğü, İbn Haldun'un Mukaddime'sinde geliştirilmiş olan "asabiyyet" kavramı ile eşdeğerdir ve bir topluluğun iktidarı ele geçirip diğer toplulukları yönetimi altına alması ve bir devlet ya da imperium (imparatorluk) kurabilme kabiliyetini ifade etmektedir. Böylece, Avrupa'da Türk baskısı arttığı sürece, Türk karşıtı, propaganda niteliğinde, geniş kitlelere yönelik bir edebiyatın yanı sıra, seçkinleri ilgilendiren ve adeta büyüleyen, Türklerin Roma İmparatorluğu'nun bir zamanlar egemenliğinde bulundurduğu toprakları yeniden birleştirme olasılığı ve kabiliyetleri olmuştur.

Bu düşünce akımı Francesco Sansovino ile doruğuna ulaşacaktır. Babası ünlü mimar Jacopo Sansovino, Venedik'e San Marco kütüphanesini yapmak için gelmiş ve oğlu bu kente yerleşmiştir. Francesco yazarlık ve editörlük yaparak hayatını kazanmış, yüzlerce cilt kitabı derlemiş ve yayımlamıştır. Bunların arasında Türklerle ilgili yedi tane kitabı vardır ve en önemlisi olan birincisi 1560'ta yayımlanmıştır. 1560 yılı Türklerin Akdeniz'deki ilerlemeleri bakımından bir dönüm noktasıdır: O yıl Cerbe deniz savaşında İspanyol donanması yenilmiş ve Türklere Batı Akdeniz yolu açılmıştır. Sansovino Türkler konusunda yazılanları derleyip yayımlamayı düşünür; çünkü o tarihe kadar en azından İtalya'da böyle bir külliyat meydana getirilmemiştir. 1550'li yıllarda Venedikli Giovanni Ramusio'nun üç büyük cilt halinde yayımlamış olduğu seyahatler küllliyatında doğrudan Türklere ait bir şey yoktur. Yakın komşu konumunda olan Türkler yeni keşfedilen ülkeleri tanıtmaya yönelik seyahat edebiyatının bir parçası sayılmadıklarından, yayın alanındaki bu boşluğu doldurmak Sansovino'ya düşer. Yazar-yayıncının amacı o andaki okuyucularının beklentilerini yanıtlamak, Türkler konusunda bilenenlerin ve düşünülenlerin bir sentezini yapmaktır. Ondan önce uzak ülkeler için Ramusio'nun yapmış olduğu sentez, seyahat edebiyatının bir bölümünü oluşturduğu coğrafya türüne girer. Burada gidilecek, görülecek, alınacak yerler söz konusudur. Türklerin elindeki ülkeler ise ortak bir geçmişin parçasıdır ve Türkler konusundaki bilgiler ortak bir geleceğin kaygısını taşımaktadır. Bundan dolayı "Türk bilgisi" coğrafyaya değil tarihe girer ve Sansovino bir tarih kitabı derleyecektir.

Kitabın başlığı, "Türklerin Kökeninin ve İmparatorluğunun Evrensel Tarihi Konusunda"dır (Dell'Historia Universale dell'Origine et Imperio de' Turchi). Bu isim üzerine durmak gerekir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Sansovino bir tarih kitabı sunmaktadır; ancak bu bir "evrensel tarih"tir ve böyle olmakla birlikte genel bir evrensel tarih değil, Türklerin evrensel tarihidir. Daha doğrusu evrensel tarihin Türklere ait olduğu ilan edilmektedir. Zaten imperio sözcüğü de buna gönderme yapmaktadır; çünkü "imparatorluk" olarak çevirdiğimiz sözcük, aslında "mutlak iktidar" anlamındadır ve bundan dolayı imperium tek ve paylaşılmazdır. Doğu Roma, yani Bizans imparatorları, Charlemagne ve ondan sonra gelen Kutsal Roma-Cermen hükümdarlarının imparatorluk vasıflarını tanımak istemedikleri gibi, Osmanlı padişahları da bu geleneği sürdürmüşler ve özellikle Historia Universale'nin yazıldığı yıllarda, Kanuni Süleyman, Charles Quint'i Alman imparatoru olarak değil, yalnızca İspanya kralı olarak tanımakta ısrar etmiştir. Yapıtın üçüncü baskısından başlayarak ifadeyi göreceli kılan, "konusunda" olarak çevirdiğimiz, "della" sözcüğü başlıktan çıkarılacak ve konu bundan böyle kuşku kaldırmayacak bir biçimde "Türklerin evrensel tarihi" olarak belirlenecektir.

Üç fasikül halinde 1560-1561 yıllarında yayımlanan Historia Universale'nin birinci baskısının girişinde, Sansovino, kitabın amacını şöyle anlatmaktadır:
Yeterli bilgilere sahip olduğumuz dünya devletleri arasında, Türk hükümdarının devletini her zaman en fazla saygınlığa layık olduğunu düşündüm, halkının büyük itaatinden ve tüm Türk milletinin mutlu talihinden dolayı. O denli kısa bir dönemde ne biçimde ve nasıl bir kolaylıkla büyüyüp o denli bir ün ve şöhrete vardığını görmek hayret edilecek bir durumdur. Eğer kökenlerini araştırırsak ve dikkatli bir biçimde iç ve dış işlerini gözden geçirirsek, gerçekten Romalıların ordu disiplininin, itaatinin ve talihinin, bu devletin yıkılışından sonra, bu ırka geçmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Burada "talih" olarak çevirdiğimiz ve iki defa geçen fortuna sözcüğü, aslında bugün Türkçede ancak "devlet kuşu" gibi tabirlerde kullanılan "devlet" sözcüğünün eski ve asil anlamını karşılamakta, "refah", "saadet" ve "nimet" kavramlarıyla eşdeğer olmaktadır. Fortuna ile birlikte iki defa kullanılan obbedienza, yani itaat, Türklerin başarısının iki anahtarını ve aynı zamanda Roma ile Türk imparatorlukları arasındaki benzerliğin ve devamlılığın eksenini vermektedir. Ancak bir ilahi lütuf olan "devlet", Türklerin şeflerine olan itaati ve buna eşdeğer olarak kullanılan askeri disiplinleri sayesinde elde edilmiştir.

İlk baskısı 1571'de yapılan ve Historia Universale'nin bir eki olarak Türk tarihinin kronolojik dökümünü içeren Annali Turcheschi'ye yazmış olduğu girişte, Sansovino, bu konuya biraz daha açıklık getirir:
Türk milletinin büyuklüğünün ve gücünün büyük bir saygıya layık olduğunu her zaman savundum, çünkü çok eskiden beri var olan ordu kurumlarına ve sivil düzenlerine bakıldığında, durumlarından kaba saba birileri olmadıkları, aksine değerli kişiler oldukları görülüyor. Ordu konusunda, bizimkilerden kimlerin Türklerden daha disiplinli ve Roma düzenine daha yakın olabileceklerini göremiyorum. Bunlar adı geçen Romalıların mirasçısı olarak sefer sırasında çok az şeyle yetinirler, zor işlerde çok sabırlıdırlar, şeflerine itaat ederler, fetih amaçlarını inatla izlerler, savaş hilelerinde ustadırlar ve sonuçta askeri işleri o denli sebatla yürütürler ki kazanmak ve hükmetmek için hiçbir zorluk karşısında yılmazlar. Barış düzenine ait şeylere gelince, kavgacı insanların karışık zihinlerinden doğan tüm dava hilelerini bozarak ve başkalarının anlaşmazlıklarını çabucak kendi çıkarlarına uygun bir biçimde çözerek, bu mutlak adalet biçimi ile halklarını hoşnut ederler. Bundan dolayı, birkaç yıl önce, yapmış oldukları şeyleri Türklerin Kökeninin ve İmparatorluğunun Evrensel Tarihi adlı epeyce doğru bir kitapta topladım. Amacım, dünyanın bunları görerek ve okuyarak bu adamların güçlerinin temelini öğrenmesi ve dolayısıyla, bir bozkır yangını gibi ilerleyen ve bundan böyle başımıza felaketler getirip Hıristiyanlığın son kalıntılarını yakacak olan, dizginsiz kargaşalarına bir çare bulabilmesidir.

Aynı zamanda İnebahtı savaşının yılı olan yeni bir Osmanlı-Venedik savaşının üçüncü yılında yayımlanan bu metinde Sansovino'nun bir "Türk dostu" olması beklenemezdi; ayrıca 16. yüzyıl Venedik'inde "Türk dostluğu"nun ne anlamı olabilirdi? Sansovino, yalnızca hasmının iyi ve doğru tanınmasının gerekliliğine inanan bir Rönesans aydınıdır, ancak bu tanıma gayreti hayranlık mertebesine eriştiğinde, Dalmaçya kıyılarından Kıbrıs'a kadar uzanan bir cephede karada ve denizde iki milletin kıran kırana savaştığı günlerde bile bu hayranlığın açıkça dile getirilmesine Venedik'teki ortam engel değildir. Aynı biçimde, İstanbul'da elçilik yaptığı sürenin en büyük bölümü ev hapsinde geçecek olan, Venedik balyozu Marcantonio Barbaro, Kıbrıs'ı ve Dalmaçya kıyılarının önemli bir bölümünü Türklere bırakan 1573 Osmanlı-Venedik barışından ve dolayısıyla İnebahtı'dan- sonra, memleketine döndüğünde, senatoya okuduğu raporda şu sonuca varmaktadır:
Ulu prens ve eşsiz senyörler, madem ki Tanrı'nın izniyle, Osmanlı imparatoru, sürekli zaferler sayesinde bunca eyaleti ele geçirmiş, bunca krallığı kendisine bağlamış ve dolayısıyla kendisine tüm dünyada dehşetli bir ün kazandırmıştır, sonunda evrensel krallığa ulaşmasının olasılığını göz önünde bulundurmamız akılsız bir davranış olmayacaktır.

Historia Universale'nin ikinci baskısı 1564, üçüncü baskısı 1568'de yayımlanır. Artık Türkler konusunda bir klasik olmuştur ve etkileri görülmeye başlar. 1566'da Tarihin Yöntemi adlı yapıtını yayımlayan Fransız düşünür Jean Bodin aynı temayı işler:
Almanya hükümdarı Türklerin padişahıyla nasıl boy ölçüşmeye kalkışabilir ve kim bu sonuncudan daha fazla mutlak kraliyet unvanına hak iddia edebilir?... Gerçekten de, eğer bir yerlerde imparatorluk ya da gerçek bir mutlak kralllık adını taşıyabilecek bir güç varsa, bu güç padişahın elindedir... En doğrusu Roma İmparatorluğu'nun mirasçısı olarak Türklerin padişahını düşünmektir; çünkü imparatorluğun başkenti olan Bizans'ı Hıristiyanların elinden aldıktan sonra, İranlılardan Babil yöresini fethetmiş ve Roma'nın eski eyaletlerine Tuna ötesi ve Dinyester nehrine kadar olan memleketleri eklemiş ve tüm bu yöreler bugün elindeki toprakların en büyük bölümünü oluşturmaktadır.

Memleketi Türk tehlikesinden uzak ve asıl düşmanı Alman imparatoru olan Fransız yazarının amacı daha politiktir. Otuz yıldan beri Almanya'ya karşı Fransa'nın bağlaşığı olan Osmanlı padişahını Roma'nın mirasçısı ilan etmenin asıl faydası, gücünün temelini oluşturan o unvanı Alman imparatorundan esirgemektir. Bununla birlikte yazarın bu davranışı, Osmanlı devletinin, o dönemden beri Avrupa politikasının bir parçası olduğunun kanıtıdır.

1573'te Osmanlı-Venedik barışını fırsat bilen Sansovino Historia Universale'nin dördüncü, Annali Turcheschi'nin ikinci baskısını yapacaktır. Aynı zamanda birinci yapıta Malta kuşatmasını, Zigetvar seferini, Kıbrıs'ın fethini ve İnebahtı savaşını anlatan bölümler ekleyecektir. Böylece baskıdan baskıya yapıtın hacmi artmaktadır. Üçüncü baskıda 430 yaprak olan kitap, dördüncü baskıda 471 yaprağa ulaşır. Sansovino'nun yürüttüğü son baskı olan beşinci baskı, Osmanlı-İran savaşları dönemine rastlar ve 504 yapraktır. Altıncı baskı ise Osmanlı-Avusturya savaşının ortalarında, 1600'de yayımlanır, İran ve Avusturya savaşlarının eklenmesiyle 557 yaprağa ulaşır.

Yedinci ve son baskı yarım yüzyıldan uzun bir aradan sonra 1654'te, yeni ve uzun bir Osmanlı-Venedik savaşının ortasında yayımlanır. Hacmi artık tek bir cilte sığmadığından ikiye bölünmüştür. Birinci cilt 471 yapraktan, ikincisi 522 sayfadan oluşur ve buna Sultan İbrahim döneminin sonuna kadar (1648) getirilen Annali Turcheschi, yani Osmanlı tarihi eklenir.
Girit'in fethi ile sonuçlanan 25 yıllık Osmanlı-Venedik savaşı, Rönesans düşünürlerinin geliştirdiği ve Sansovino'nun yaymış olduğu Romalılar-Türkler benzetmesinin de sonunu getirecektir. 1669'da imza edilen barıştan sonra İstanbul'a gelen Venedik balyozları, ısrarla "Doğu despotizmi" motifini işleyecekler ve bu tema hızla Avrupa'da yayılacaktır. Bu görüş açısının değişmesinin nedenleri karmaşıktır: Bir yandan Aydınlanma ile Avrupa'da özgürlük kavramının gelişmesi, öte yandan Osmanlı İmparatorluğu'nda düzenin bozulmasıyla aradaki mesafenin giderek açılması. Ancak, aynı zamanda, gücü ile Rönesans aydınlarını hayran bırakan Osmanlı devleti gücünü kaybettiği ölçüde, Batı'nın hayranlığı küçümsemeye ve hatta nefrete dönüşmüştür.

Sonuç olarak, dinsel şemalardan kurtulmaya çalışan Rönesans aydını Türklere yalnızca Hıristiyanlık-Müslümanlık açısından bakmakla yetinmemiştir. Yeniden örneğimize dönecek olursak, Sansovino'nun Historia Universale'sinin ilk baskısının giriş bölümünü oluşturan "Muhammed'in Hayatı" üçüncü baskıda çıkarılır, dördüncü baskıda yeniden eklendikten sonra, bundan sonraki baskılarda yok olur. Böylece, Türkleri aşılmaz bir karşıtlık çerçevesinde ötekileştirmek yerine, Batı'nın tarihsel ve ideolojik kalıpları içine sokarak irdeleme yolu yeğlenmiştir. Dolayısıyla askeri ve idari güçle birlikte mutlakiyeti temsil eden Roma modeli kolaylıkla Osmanlı devletine yakıştırılmıştır. Bunda jeopolitik de önemli bir rol oynamıştır, çünkü Osmanlı aynı coğrafyanın, özellikle Doğu Roma İmparatorluğu coğrafyasının ürünü olmuştur. Ancak bunu yapmakla, Batı, özellikle Rönesans döneminde, kendi kültürünün ve tarihinin kökeni olarak gördüğü Roma mirasından feragat etme noktasına varmakta, bu mirası dönemin en önemli hasmına, Türklere kaptırma olasılığını göze almaktadır. Aydınlanma döneminde ise, yani 17. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, en önemli temsilcisi Machiavelli olan, askeri ve salt politik güce dayalı devlet ve iktidar modeli, giderek özgürlük ve insan hakları kavramlarına yer vermeye başlayınca, Osmanlı düzenini ifade eden kavram, yerini, hayran kalınan "Romalı" bir güç yerine, Montesquieu gibi düşünürler tarafından bir karşı-model olarak sunulacak olan Doğu despotizmine bırakmıştır.

Görüldüğü gibi, o günden bugüne, söz konusu olan "Batı"nın Türkleri "tanıması" ya da "tanıyamaması" değil, kendi ürettiği modellere göre yorumlamasıdır. Türklere gelince, kendi Batılılaşma dönemlerinden önce, bu tartışmalardan ve yorumlardan habersiz ya da en azından kayıtsız kalabilirlerdi. Ancak Tanzimat'tan başlayarak günümüze dek süregelen Batılılaşma süreci, son tahlilde Batı düşünce biçimine entegrasyonu ifade ettiğine göre, aynı zamanda Batı'nın Türkleri algılama biçimlerine ayak uydurma zorunluluğunu da getirmektedir.
Son düzenleyen Safi; 11 Haziran 2017 02:12
Tigin - avatarı
Tigin
Ziyaretçi
23 Ocak 2006       Mesaj #3
Tigin - avatarı
Ziyaretçi
TROYA
Halûk Tarcan

Bu konuda fikir yürütebilmek için, kökeni kati olarak bir türlü saptanamamış olan Hititler’den önceki Anadolu’yu keşfetmeğe çabalamak gerekir.

Sayın Prof. Dr.Afif Erzen ve ekibi, Ön-Türklerin, Ön-Atalarımızın, bir bölümünün on üç binlerde Orta Asyadan Doğu Anadolu’ya göç etmiş olduklarını ortaya çıkarmışlardır (Doğu Anadolu ve Urartular, TTK 1984 Ank).

Öte yandan, bir öteki bölüm, Ön-Türkler de İstanbul yöresine, Kemerburgaz mağarasına ve Fikirtepe’ye yerleşmişlerdir; toprak kaplar üzerindeki 5500 tarihlerini veren Ön-Türkçe OQ ve OZ damgalarından (Alpay Pasinli, İst.Archeological museum. A Turizm, 1995 İst.) bu bilgileri edinmekteyiz..
Daha ilerki dönemlerde, yaklaşık İÖ. 1980’lerde İstanbul’da İlk Ön-Türk siyasal kuruluşlarını gerçekleştirmişlerdir.
UW-ON’lar ve OY-URUM ATIN...Başkent İstanbul’un ilk adı olan OY-OĞ’dur (Türük Bïl Tarihi, Öngre-Bingabaşı, bölüm 15-Anadolu Proto-Türkleri, Kâzım Mirşan)..

Bu Ön-Bilgilere ilâveten, 41 lehçeden oluşan Türkçeden (Başkakov) bu dönemlerle ilgili belgeleri okuyabilmek için gerekli Asya Lehçelerini bilmek gerekir...Çünkü, yukarda görüldüğü gibi, Anadolu’nun dip kültürü Ön-Atalarımıza aittir.

Gelelim TROYA’ya..
Tübingen Üniversitesinde, yıllardır Troya Projesini yürüten Sayın Profesör Manfred KORFMANN’ın bu konuda varmış olduğu sonuçları kısaca görelim ; sn. arkeolog N.Bayçin’den okuduğumuza göre:
Evrensel tarih ve kültür için varmış olduğu çok önemli ilk sonuç şudur :
Troya, Antik Yunan kültürüne değil , eski bir Anadolu kültürüne aittir.
Bu konuda sn. Profesör’ün ileri sürmüş olduğu fikirler arasında bulunan beş öğe Ön-Türk Kültürünü ilk seviyede ilgilendirmektedir.

1/‘’...Troyalılar ölülerini yakarlar...’’, Ön-Türk kültürünün karakteristiklerin den biri olan Ateş Kültünün varlığı Troya’da görmekteyiz. Ön-Atalarımız , halkına iyi hizmet etmiş olan BUĞ (bey- Han, Qağan)u ödüllendirmek için,vücudunu ateşe verirler, Can’ı Tanrıya Uçar, külleri yeryüzünde kalır.

2/ ‘’...Yunan’la olan savaşta, kentten kaçanlar arasında, TURCİ’ler vardır...’’ Bu bulgu, Türklerin Anadolu’ya (İS.1071)de değil, binlerce yıl önce gelmiş olduklarını gösterir.

3/ ‘’...Troyanın esas adı WİLUŞA’dır...’’
Luvi diline ait olduğu sanılan bu ad, Ön-Türkçedir.
UW – ÏL – UŞ/A Olmalıdır: UW = kutsal; ÏL = halk; UŞ = yönetim; A = son ek ‘’İ’’... KUTSAL HALK YÖNETİMİ... Bu noktadan hareketle, Luvi dili adı altında tanınan dilin Ön-Türkçe olması olasılığı ortaya çıkar!

4/’’... TRO / İA...’’
(İA, İE) son ekleri, ön-Türkçedeki İERÜÜ fiilinden gelmektedir.
Buna göre, TRO – İA, Tro’lar Ülkesi demektir; Arab/İA, Türk/İE, Greç/YA,
Mezopotam/İA gibilerden… Bundan sonra sorun TRO kelimesinin anlamına kalmaktadır? Acaba AT-UR..ONG?....’İA mı dır ?

5/ ‘’...Ölülerini Küp mezarlara koyarlar...’’
Ateş kültü gereği, Buğ’un ateşe verilen vücudunun külleri ve yanık kemikleri toprak kaplarda saklanır.
Bunlardan birinin göğsünde ön-Türkçe bir cümle vardır:
TÖRT OÑ(ong) OQ... Anlamı ‘’dört öğede başarı’yı okuma’’
Dört cihanda, yani Evrende başarı sahibi olma, ‘’ Ölümsüzlük...

Toprak kabın, yukarı doğru kıvrılmış kulpları, ve yüzünün bir tür gagalı hali ona KUŞ şekli vermektedir. Yukarda gördüğümüz gibi,
BUĞ’(bey’in Han’ın) canının tanrıya geçişi için UÇ kavramı kullanılmakta ve günahsızlık damgası olan OQ, ‘uçan kuş’un stilize edilmiş şekli idi
Buradaki gagasız toprak kap şeklini (İÖ. 4)binlerde Orta Asya da , (İÖ.3)binde Doğu Anadolu’da KARAZ kazılarında bulunmaktadırlar.

Bu verilere göre;
Troya’nın dip kültüründe Ön-Türk kültürü olduğu meydandadır. Ancak, belirli bir dönem sonra bu dip kültür üzerinde yeni bir Anadolu Ön-Türk Kültür sentezi meydan gelmiş olabilir diye düşünmekteyiz...
Yeni bulgular sonucu Troya’nın tümüyle, Ön-Türk olduğu da ortaya çıkabilir... Bekleyeceğiz.

Sonuç : Troya ya da Hititler konusunda bilimsel seviyede tartışabilmek için,
Ön-Türklerin varlığını, kültürlerini bilmek gereklidir.
Hititler’e gelince, onlar bizim atalarımız değil iseler de, Eğer, Akurgal’ın dediği gibi, QURGAN halkı iseler, onların ataları da Ön-Türklerdir.
TÖRE DERGİSİ 2003/5
Son düzenleyen Safi; 11 Haziran 2017 02:13
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Ocak 2007       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir aşk Truva'yı yıkıma nasıl götürdü?
- Truva Savaşı'nı anlatan Homeros'un Sümerlerle ve Türklerle olan şaşırtıcı ilişkisi neydi?
- Truva'nın kökleri hangi kayıp uygarlıklara dayanıyordu? Atlantis'e mi Mu'ya mı?
- Atlantis, Girit ve Truva'yı Orta Asya'ya bağlayan neydi?
- Truva Savaşı tarihin ilk medeniyetler çatışması mıydı?
- Truva Savaşı'yla Çanakkale Savaşı arasındaki düşündürücü benzerlikler nelerdi?
- Batı neden Truva'ya sahip çıktı?
- Hitler hangi Truva bulgusuna sahip çıktı? Nazi liderin gizli amacı neydi?
- Truva'dan İtalya'ya göç ettikleri düşünülen Etrüskler Türk müydü?
- Atatürk ve Fatih Truva'nın intikamını nasıl aldı?
- TRUVALILAR TÜRK MÜYDÜ?
Ve daha pek çok sorunun yanıtını Son Truvalılar'da bulacaksınız?

Atatürk, Büyük Taarruz'dan sonra 1922 yılında, kan ve barut kokuları arasında, yanındaki bir subayın da duyabileceği biçimde “Truva'nın intikamını aldım” demişti. Fatih Sultan Mehmet de İstanbul'un fethinden sonra Truva'ya giderek Truvalı kahramanların anısına kurban kesmişti. O gün genç padişahın dudakları arasından şu sözler dökülmüştü: “Truvalıların öcünü aldım.”

“Son Truvalılar”ın çıkış noktası, iki büyük devlet adamının Truva hakkında söyledikleri iddia edilen bu sözlerdir. “Son Truvalılar” tarihin derinliklerinde Truvalılarla Türkler arasındaki ilişkinin izlerini sürmektedir. “Son Truvalılar”da bugüne kadar duymadığınız “öteki tarih”le karşılaşacak ve çok şaşıracaksınız.

“Son Truvalılar”da:
- Homeros'un “İlyada ve Odessa” destanlarının kaynakları Doğu'da aranmakta,
- Kayıp uygarlıklarla Truva arasındaki bilinmeyen ilişkiler açıklanmakta,
- Truva Savaşı'nın tarihin ilk medeniyetler çatışması olduğu ileri sürülmekte,
- Truva Savaşı ile Çanakkale Savaşı arasındaki düşündürücü benzerlikler ortaya konmakta.
- Batı'nın bir zamanlar neden Truva'ya sahip çıktığı açıklanmakta,
- Truvalılarla akraba olduklarına inanılan Roma'nın kurucusu Etrüsklerin Türk kökenli olduklarını ileri sürülmekte ve “TRUVALILAR TÜRK MÜYDÜ?” sorusuna son bulgular ışığında yanıt verilmektedir.

Köklü uygarlığımızın derinliğini ortaya koyan “SON TRUVALILAR” tarihe bakışınızı değiştirecek özgün ve bilimsel bir çalışmadır…
Son düzenleyen Safi; 11 Haziran 2017 02:14

Benzer Konular

29 Aralık 2011 / ThinkerBeLL Tarih
8 Mayıs 2016 / Misafir Tarih
26 Eylül 2013 / Misafir Tarih
11 Haziran 2017 / ardacanalkaya Mitoloji
11 Haziran 2017 / Bia Turizm