Mu'tezile Mezhebi
İslâm mezhepleri tarihinde adından en çok bahsedilen, görüşlerine en fazla yer verilen mezheplerden biri de Mu'tezile'dir. Çok farklı görüşler öne sürmüş, belirli bir döneme özgü olmak üzere hatırı sayılır bir taraftar kalabalığı toplamıştır.
Mu'tezile'nin kurucusu Vâsıl ibn-i Atâ (8. yy)dır. Hasan Basri'nin talebesi olan Vâsıl ibn-i Atâ, hocasının bir soruya karşılık büyük günah işleyenin dinden çıkmayacağı şeklindeki cevabına itiraz etmiş ve onun ders halkasından ayrılmıştır. Bunun üzerine Hasan Basri "Hezele annâ Vâsılun" (Vasıl bizden ayrıldı) demiş ve Vâsıl'ın kurduğu mezhebe "Mutezile" denmiştir.
Mu'tezile itikat (inanç) konuları üzerindeki anlaşmazlıklarda pervasız düşünceler öne sürmüştür. Ehl-i Sünnetin, inanç konularına ihtiyatlı yaklaşımından, küfre düşme endişesinden bütünüyle uzak bir çizgi tutturmuştur. İnanç ihtilaflarına kaynak etmiş olan kader konusunda Mu'tezile, insanın yaptığı her şeyin yaratıcısı olduğunu, kulların eylemlerinde Allah'ın iradesinin bir etkisi olmadığını öne sürerek kaderi inkâr etmişlerdir. Bunlara göre kader yoktur, kul mutlak irâde sahibi olarak kendi kaderinin belirleyicisidir.
Mu'tezile mezhebi kendi arasında çeşitli kollara ayrılmıştır. Bu kolların her birinin kendisine has görüşleri olmakla beraber bütün mu'tezilî fırkaların umumiyetle ittifak ettiği bazı noktalar vardır. Beş esas (usûl-i hamse) halinde toplanan bu prensiplerin tamamını benimseyenler Mu'tezileden kabul edilmektedir. Bu esaslar şunlardır:
Allah teâlâyı gerek zat ve gerek sıfatları bakımından bir ve tek kabul etmek manasına gelen "tevhîd" bütün islâmî fırkalar tarafından benimsenen bir esastır. Ancak Allah'ın sıfatları konusunda Mu'tezile kendine has bir anlayışa sahiptir. Onlara göre Allah'ın sıfatları vardır. Ancak bu sıfatlar onun zâtı üzerine zâid manalar, yani zâtından ayrı düşünülebilen şeyler olmayıp zâtında mündemiçtir. Binaenaleyh Cenabı Hak için "alîm, semî', basîr'dir" denilebilir, fakat "onun ilim, sem', basar... sıfatı vardır" denilemez. Çünkü birinci anlayışta kullanılan kelimeler sıyga bakımından da sıfat olup zâtı ve sıfatı aynı anda ifade etmiş olur. İkinci anlayışta ise sıfat masdar şeklinde zikredilen bir mana olup zâta ayrıca ilave edilmektedir. Allah'ın sıfatları da zâtı gibi kadîm olacağından ikinci anlayışa göre birden fazla kadîm kabul edilmiş olur (taaddüd-i kudemâ'), bu ise tehvid prensibine aykırı düşer.
Mu'tezile, tevhîd anlayışa bağlı olarak, kelâm ilminin en çok münakaşa edilen "kelâmullah" bahsinde de değişik bir görüş ortaya atmıştır. Onlar kelâm sıfatının -Tevrat, İncil, Kur'an gibi- insanlar arasında tecelli eden yönüne bakarak onun kadîm değil mahlûk (hadis) olduğunu iddia etmişler, bu sıfatın Allah ile kaim olmadığını söylemişler ve bunun uğrunda, yıkılışları için sebep teşkil edecek kadar aşırılıklar göstermişlerdir.
Yine onlar, Hâlikîn hiçbir veçhile mahlûka benzemiyeceği prensibinden hareket ederek Allah'ın ahirette görülmesini (ru'yetullahı) inkâr etmişlerdir.
Cenabı Hak Adl (âdil)dir, kullarına asla zulmetmez, binaenaleyh kullar, yaptıkları ihtiyarî fiilleri (iyilik ve kötülükleri), Allah taâlâ tarafından kendilerine verilen hür ve müstakil irade ile yaparlar, bu fiillerin meydana gelişinde ilâhî irade ile vuku bulsaydı kul o fi'li cebir altında yapmış olurdu. Bu takdirde o fiilden dolayı ceza görmesi zulüm olurdu.
Mu'tezile bu görüşüyle, kendilerinden önce gelen Kaderiyyenin fikrini benimsemiş, fiillerin meydana gelişindeki ilâhî iradeyi ve kaderi inkâr etmiş oluyor.
Mu'tezile bu görüşüne bağlı olarak şunu da ileri sürer: Kul için hayırlı ve elverişli (aslah) olanı yaratmak Allah'a vâcibdir (vucûd ale'llah). Onun hikmeti, kulların iyiliğine riayet etmeyi gerektirir.
Kişi mümin ve mutî olarak ahirete intikal ederse sevap ve mükâfata (va'd), buna mukabili imansız olarak veya büyük ganah (kebîre) işleyip tevbe etmeden ölürse azaba ve ebedî olarak cehennemde kalmaya (vaîd) lâyık olur. Cenabı Hak, büyük günahı, tev-be olmaksızın hiçbir şekilde (kendi lütfuyla veya şefaatle bile olsa) affetmez. Bu günah ebedî olarak cehennemde kalmayı gerektirir. Büyük günahlardan kaçınanların küçük günahları ise afolunur. Binaenaleh, mümin cehenneme -muvakkat bir zaman için de olsa- girmez. Cehenneme bir defa giren bir daha çıkamaz.
5) Emri bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münker
İyiliği yaptırmaya ve kötülüğü önlemeye çalışmak bütün Müslümanlara farzdır. Bu, İslâm davetinin yayılması, sapıkların doğru yolu bulması ve Müslümanların nazarında hakla bâtılı birbirine karıştıran din düşmanlarının zararlarının bertaraf edilebilmesi bakımından zaruridir.
Mu'tezile, bu prensip'lerine bağlı olarak yabancıların İslama yaptıkları fikrî taarruzlara karşı çıkmış ve Is-lâmı savunmuşlardır. Ancak kendi görüş ve düşüncelerini Müslüman zümrelere kabul ettirebilmek için aynı prensip uğrunda yürüttükleri mücadelelerde aşırı gitmiş, sert davranmışlardır.
MsXLabs.org & İslam Ansiklopedisi
Sponsorlu Bağlantılar
Mu'tezile'nin kurucusu Vâsıl ibn-i Atâ (8. yy)dır. Hasan Basri'nin talebesi olan Vâsıl ibn-i Atâ, hocasının bir soruya karşılık büyük günah işleyenin dinden çıkmayacağı şeklindeki cevabına itiraz etmiş ve onun ders halkasından ayrılmıştır. Bunun üzerine Hasan Basri "Hezele annâ Vâsılun" (Vasıl bizden ayrıldı) demiş ve Vâsıl'ın kurduğu mezhebe "Mutezile" denmiştir.
Mu'tezile itikat (inanç) konuları üzerindeki anlaşmazlıklarda pervasız düşünceler öne sürmüştür. Ehl-i Sünnetin, inanç konularına ihtiyatlı yaklaşımından, küfre düşme endişesinden bütünüyle uzak bir çizgi tutturmuştur. İnanç ihtilaflarına kaynak etmiş olan kader konusunda Mu'tezile, insanın yaptığı her şeyin yaratıcısı olduğunu, kulların eylemlerinde Allah'ın iradesinin bir etkisi olmadığını öne sürerek kaderi inkâr etmişlerdir. Bunlara göre kader yoktur, kul mutlak irâde sahibi olarak kendi kaderinin belirleyicisidir.
Mu'tezilenin beş esası
1) Tevhîd
Mu'tezile, tevhîd anlayışa bağlı olarak, kelâm ilminin en çok münakaşa edilen "kelâmullah" bahsinde de değişik bir görüş ortaya atmıştır. Onlar kelâm sıfatının -Tevrat, İncil, Kur'an gibi- insanlar arasında tecelli eden yönüne bakarak onun kadîm değil mahlûk (hadis) olduğunu iddia etmişler, bu sıfatın Allah ile kaim olmadığını söylemişler ve bunun uğrunda, yıkılışları için sebep teşkil edecek kadar aşırılıklar göstermişlerdir.
Yine onlar, Hâlikîn hiçbir veçhile mahlûka benzemiyeceği prensibinden hareket ederek Allah'ın ahirette görülmesini (ru'yetullahı) inkâr etmişlerdir.
2) Adl
Mu'tezile bu görüşüyle, kendilerinden önce gelen Kaderiyyenin fikrini benimsemiş, fiillerin meydana gelişindeki ilâhî iradeyi ve kaderi inkâr etmiş oluyor.
Mu'tezile bu görüşüne bağlı olarak şunu da ileri sürer: Kul için hayırlı ve elverişli (aslah) olanı yaratmak Allah'a vâcibdir (vucûd ale'llah). Onun hikmeti, kulların iyiliğine riayet etmeyi gerektirir.
3) Va'd ve vaîd
Mu'tezile, bu görüşüyle Mürci'eye karşı çıkmış, ameli imandan cüz' saymış, şefaati kısmen inkâr etmiş oluyor.
4) Menzile beyne'l-menzileteyn
Büyük günah (kebîre) işleyen mümin imandan çıkar, çünkü amel imandan bir cüz'dür. Fakat küfre girmez, zira kendisinden hâlâ mevcud olan kelime-i şehadet ve benzeri iyilikler küfre münâfidir. O halde iman i!e küfür arasında biryerde, iki menzile arasında bir menzilede bulunur. Böylesine ölünceye kadar Müıslüman muamelesi yapılır. Şartlarına uyarak tevbe ederse imâna döner. Tevbe etmeden ölürse öldüğü andan itibaren kâfir sayılır.
Büyük günah (kebîre) işleyen mümin imandan çıkar, çünkü amel imandan bir cüz'dür. Fakat küfre girmez, zira kendisinden hâlâ mevcud olan kelime-i şehadet ve benzeri iyilikler küfre münâfidir. O halde iman i!e küfür arasında biryerde, iki menzile arasında bir menzilede bulunur. Böylesine ölünceye kadar Müıslüman muamelesi yapılır. Şartlarına uyarak tevbe ederse imâna döner. Tevbe etmeden ölürse öldüğü andan itibaren kâfir sayılır.
İyiliği yaptırmaya ve kötülüğü önlemeye çalışmak bütün Müslümanlara farzdır. Bu, İslâm davetinin yayılması, sapıkların doğru yolu bulması ve Müslümanların nazarında hakla bâtılı birbirine karıştıran din düşmanlarının zararlarının bertaraf edilebilmesi bakımından zaruridir.
Mu'tezile, bu prensip'lerine bağlı olarak yabancıların İslama yaptıkları fikrî taarruzlara karşı çıkmış ve Is-lâmı savunmuşlardır. Ancak kendi görüş ve düşüncelerini Müslüman zümrelere kabul ettirebilmek için aynı prensip uğrunda yürüttükleri mücadelelerde aşırı gitmiş, sert davranmışlardır.
Son düzenleyen Mira; 12 Ekim 2014 22:20
Sebep: Mesaj içeriği değiştirildi.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!