Arama

İslam Dünyasının Düşmanları

Güncelleme: 20 Ekim 2006 Gösterim: 15.098 Cevap: 8
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
7 Mayıs 2006       Mesaj #1
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi


Sponsorlu Bağlantılar

İslam Dünyasının Düşmanları


islam1islam2islam3
MÜSLÜMANLARIN KARŞISINDAKİ ANTİ-İSLAMİ ENTERNASYONAL

İslam dünyası denen coğrafya, nüfusunun büyük bölümü Müslüman olan ülkeleri kapsar. Bu coğrafya, en Batı'da Afrika'nın Atlas Okyanusu kıyılarında yer alan Fas'a ve Moritanya'ya kadar uzanmaktadır. En Doğu'da ise Pasifik Okyanusu kıyılarındaki Endonezya'ya kadar varır. Bu büyük coğrafyada yaşayan farklı milletlerden yaklaşık 1 milyar Müslümanın büyük bölümü, son iki yüzyıl içinde, sırf "Müslüman" kimliklerinden dolayı, çeşitli saldırı, baskı, terör ve hatta katliamlarla yüzyüze kalmıştır. Çünkü pek çok Müslüman, Müslüman olmayan, dahası İslam'a nefretle bakan yönetimlerin hakimiyeti altında yaşamak zorunda bırakılmıştır.
Bugün İslam dünyasına baktığımızda; Bosna-Hersek'te, Cezayir'de, Tunus'ta, Eritre'de, Mısır'da, Afganistan'da, Keşmir'de, Doğu Türkistan'da, Çeçenistan'da, Tayland'da, Filipinler'de, Burma'da ya da Sudan'da dünya Müslümanlarının ezilmeye, baskı altına alınmaya ve yok edilmeye çalışıldığını açıkça görebiliriz. Bu sayılan coğrafyalardaki Müslümanlar görünüşte farklı düşmanlarla karşı karşıyadırlar. Bosna'da Sırplar, Keşmir'de Hindular, Kafkaslar'da Ruslar, Cezayir, Mısır, Fas gibi ülkelerde de baskıcı rejimler tarafından Müslümanlar hedef alınmaktadırlar. Ama her nedense, birbirinden bağımsız gibi gözüken bu İslam-karşıtı güçler, hep benzer mantıklarla hareket etmekte, benzer stratejiler izlemekte ve benzer yöntemler kullanmaktadırlar. İşte bu noktada karşımıza söz konusu güçlerin ortak bir yönü olan "dinden uzak kimlikleri" çıkar.
Allah'ın varlığını inkar eden, -başta tahrif edilmemiş tek hak din İslam olmak üzere- İlahi dinleri kendi kurdukları din dışı (seküler) sistemler için büyük bir düşman olarak gören ve bu nedenle de dine ve dindarlara karşı çok şiddetli bir savaş açan bu güçler dinsiz ideolojileri temsil etmektedirler. Bu nedenle de Müslümanların karşılarındaki düşman gerçekte Sırplar, Hindular ya da baskıcı rejimler değil, dünya üzerinde mevcut bulunan din dışı anlayıştır. Bugün devam eden İslam karşıtı savaşın temeli de dinsizlikle beslenmekte ve kökenleri çok eskilere dayanmaktadır.

SÖMÜRGECİLİK VE İSLAM DÜŞMANLIĞI
İslam dünyası her zaman bu durumda değildi. Bundan birkaç asır önce, İslam dünyasını Müslüman imparatorluklar yönetiyordu. 1700'lerin başında İslam dünyasının neredeyse tamamına hakim olan üç büyük imparatorluk bulunuyordu: Hindistan'da Mogul İmparatorluğu vardı. İran ve çevresinde Safavi Devleti hüküm sürüyordu. Üçüncü ve en büyük imparatorluk ise, tüm Balkan Yarımadası'nı, Anadolu'yu, Mezopotamya'yı, Arap Yarımadası'nı ve Kuzey Afrika'yı yöneten büyük Osmanlı Devleti'ydi.
İslam Dünyasının Düşmanları
Fransa, İngiltere, İtalya gibi sömürgeci devletler tarafından işgal edilen İslam topraklarında Müslüman halka karşı çok acımasız işkenceler uygulandı, toplu katliamlar gerçekleştirildi.

Ancak bu üç imparatorluk zamanla yok oldu. Mogul İmparatorluğu zayıfladı, küçüldü ve sonunda yıkıldı. Ardından tüm Hint Yarımadası İngiliz sömürgeciliğinin kontrolüne geçti. (Hindiçini olarak bilinen bölge de, Fransızlar tarafından sömürgeleştirildi.) Orta Asya'ya hakim olan Safavi Devleti, İngiltere ve Rusya'nın hakimiyetine girdi. İslam imparatorluklarının en büyüğü ve güçlüsü olan Osmanlı ise, 19. yüzyıldan itibaren kademeli olarak küçültüldü. Osmanlı'nın Batı'daki toprakları, Rusya'nın ve Rusya'nın kışkırttığı Balkan devletlerinin eline geçti. Ortadoğu, Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika ise, İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar tarafından istila edildi. I. Dünya Savaşı bittiğinde, dünya üzerindeki Müslümanların çok büyük bir bölümü, Müslüman olmayan yönetimlerin hakimiyetinde yaşar hale gelmişlerdi.
Bu yönetimler, sömürgecilerdi. İngiltere ve Fransa gibi klasik sömürgecilere, 1920'lerde Sovyet Rusya ve Faşist İtalya da katıldı. Bu ülkelerin her biri, İslam dünyasının bir bölümünü işgal etti ve sömürdü. Müslüman halka karşı ise en acımasız katliam ve işkenceleri uygulamaktan çekinmedi. İngiltere ve Fransa, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Uzakdoğu'daki Müslümanları "yönetiyor", daha doğrusu Müslüman ülkelerin doğal kaynaklarını kendi ulusal menfaatleri için kullanıyorlardı. Sovyet Rusya, tüm Kafkasya ile Orta Asya'yı ele geçirdi ve bu bölgelerdeki Müslümanları komünist rejimin baskısı altında köleleştirdi. Libya'yı 1911 yılında işgal etmiş olan İtalya, 1930'larda da Habeşistan'a karşı kanlı bir işgale girişti.
İngiltere ve Fransa'nın Ortadoğu politikasının önemli bir özelliği, bölgeyi kendi menfaat ilişkilerine uygun yapay devletlere bölmekti. Ortadoğu'daki bu yapay düzenleme, bir türlü bitmek bilmeyecek çatışmaların da tohumuydu. Bu iki Avrupalı sömürgeci güç, II. Dünya Savaşı'nın ardından Ortadoğu'yu terk etmek zorunda kaldılar. Ama arkalarında kendilerinden çok daha acımasız, saldırgan ve yıkıcı bir sömürgeci güç bıraktılar: İsrail.
Çok kısa bir biçimde özetlediğimiz bu tablonun geneline baktığımızda, İslam dünyasının 19. yüzyılın başlarından itibaren, dış güçler tarafından hedef alındığını açıkça görürüz. Dünya Müslümanları geçen 200 yıllık süre boyunca, bu güçler tarafından işgal edilmiş, sömürgeleştirilmiş, baskı ve zulüm görmüştür. Bu güçlerin İslam dünyasında kurdukları kukla yönetimler de Müslümanlara bir o kadar zulmetmiştir ve hala da zulmetmeye devam etmektedirler. Ayrıca dış güçler, İslam dünyasına yabancı olan birtakım ideolojileri (aşırı milliyetçilik, faşizm veya komünizm) Müslüman toplumlara empoze etmişler, bu ideolojilerle kışkırttıkları bazı kimseleri de Müslüman toplumların geneline karşı kullanmışlardır.

İSLAM'A DÜŞMAN İDEOLOJİLERİN TEMELİ
İslam dünyasına yönelen düşmanları analiz ettiğimizde, bu düşmanların üç temel fikri kökeni olduğunu görürüz:
1) Batı emperyalizmi: Örneğin, yukarıda değindiğimiz İngiliz ve Fransız sömürgeciliği.
2) Faşizm/Aşırı milliyetçilik: Örneğin, İtalyan faşizmi, İsrail ya da İslam dünyasında iç savaşlar çıkaran çeşitli faşizan gruplar.
3) Komünizm: Örneğin, Sovyet Rusya, Kızıl Çin, Kızıl Khmer dönemi Kamboçya, Afgan komünistleri ve Ortadoğu'daki çeşitli komünist örgütler.
Dikkat edilirse, her üç etken de, 19. yüzyılda ortaya çıkmış ve 20. yüzyılda gelişmiş fikirlere dayanmaktadır. Aşırı milliyetçilik ve onu izleyen faşizm, tamamen 19. yüzyılda ortaya çıkmış, ilk büyük uygulamalarını da 20. yüzyılda ortaya koymuş ideolojilerdir. Komünizm, 19. yüzyılda Marx ve Engels tarafından ortaya atılan diyalektik materyalist teoriyle başlamış, dünya üzerindeki ilk komünist rejim de ancak 1917'de Rusya'da kurulmuştur. Bir tek Batı sömürgeciliğinin daha önceki yüzyıllara uzandığı söylenebilir, ancak daha öncesinde sınırlı bir ekonomik girişim olan sömürgeciliğin, felsefi ve ideolojik temelleri olan global bir siyaset haline gelmesi 19. yüzyılda olmuştur.
İSLAM DÜNYASINDA 200 YILDIR DEVAM EDEN ZULÜM...

16a16g16e

Filistinli Müslümanlar yaklaşık yarım asırdır, hiçbir gerekçe gösterilmeden evlerinden çıkarılmakta, kurşunlanmakta, işkenceye ve şiddete maruz bırakılmaktadırlar. İşgalci İsrail'in bu zulmü karşısında ise tüm dünya büyük bir sessizliğe bürünmüştür.
İslam dünyasının düşmanı şu veya bu millet veya topluluk değil, asıl olarak söz konusu milletleri veya toplulukları eli kanlı birer zalim haline getiren "ideolojiler"dir. Bu ideolojiler, 19. yüzyılda dünyanın büyük bölümüne hakim olmuş ve hakim oldukları her coğrafyaya zulüm ve vahşet götürmüştür.

16d16f16b


Bu ise, bizlere İslam dünyasının düşmanının şu veya bu millet veya medeniyet (örneğin Batı medeniyeti) değil, asıl olarak söz konusu milletleri veya medeniyetleri eli kanlı birer zalim haline getiren "ideolojiler" olduğunu gösterir. Bu ideolojiler 19. yüzyılda dünyanın büyük bölümüne hakim olmuş ve hakim olduğu her coğrafyaya zulüm ve vahşet götürmüştür. İslam dünyasını işgal eden, parçalayan, yağmalayan, köleleştiren, katliamdan geçiren güçler, aslında bu ideolojilerdir.
Üstte saydığımız üç temel ideolojiye baktığımızda ise, hepsinin temelinde Batı'nın "dinsizleşmesinin" yattığını görürüz. Her üç temel ideoloji de, Batı dünyasının Allah inancından ve dinden uzaklaşıp, materyalist bir dünya görüşünü benimsemesiyle ortaya çıkmıştır.
Bu teşhisi doğrulayan çok önemli bir gerçek, her üç ideolojinin de, "ateizmin bilimsel temeli" olarak gösterilen, dünya tarihinde ilk kez ateist ve dinsiz felsefenin "objektif gerçek" olarak lanse edilmesine imkan sağlayan Darwin'in evrim teorisine dayanmasıdır.
DARWINİZM, SÖMÜRGECİLİK VE FAŞİZM BAĞLANTISI
Darwinizm, sömürgeciliğin sözde bilimsel temeli olmuştur. Çünkü Darwin, insan ırklarını ileri sürdüğü hayali evrim süreci içinde farklı basamaklara yerleştirmiştir. Avrupalı Beyaz Adam'ı en ileri ırk saymış, Asyalı ve Afrikalı kavimleri ise neredeyse maymunlarla aynı düzeyde göstermiştir. Dahası, tüm insanlığın daimi bir çatışma ve yaşam mücadelesi sürdürdüğünü, bu mücadele içinde Batı'nın kazanmasının ve diğerlerini köleleştirmesinin "doğanın kanunu" olduğunu öne sürmüştür. Darwin, İnsanın Türeyişi adlı kitabında şöyle yazmıştır:
Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da… kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek…1
İslam Dünyasının Düşmanları
Darwin'in yaşam mücadelesi kavramı, emperyalizm kadar ırkçılık, komünizm ve faşizm için de önemli bir ilham kaynağı olmuştur.

Darwin bu ilginç sonuca "yaşam mücadelesi" kavramıyla varmıştı. Bu iddiasına göre yaşam mücadelesi içinde zayıf bireyler elenirken, güçlü ve uygun yapıya sahip bireyler de seçilip hayatta kalıyorlardı. Dahası, bu mücadelenin evrimsel gelişme için gerekli olduğunu, yani bazı insan ırklarının yok edilmesinin insanlığın gelişmesini sağlayacak bir süreç sayıldığını savunmuştu.
"Sosyal Darwinizm" olarak anılan bu bilim dışı hurafeler, dönemin ilkel bilim düzeyi içinde büyük kabul görmüş ve Avrupa emperyalizminin temel meşruiyet kaynağı haline gelmiştir. Kısacası Darwinizm, emperyalizmin "bilimsel" temelidir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Darwin'in Türk Düşmalığı, Vural Yayıncılık, 1999)
Sosyal Darwinizm, emperyalizm kadar ırkçılık, aşırı milliyetçilik ve faşizmin de kaynağıdır. Faşizmin kurucuları sayılan 19. yüzyıl teorisyenlerinin hepsi (örneğin Friedrich Nietzsche, Heinrich von Treitschke, Francis Galton, Ernst Haeckel) Darwin'in evrim teorisinden ve özellikle "yaşam mücadelesi" kavramından şiddetle etkilenmiş kimselerdir. İlk faşist rejimi kuran İtalyan diktatör Mussolini, gençlik yıllarında Darwin'i öven makaleleriyle dikkat çekmiş koyu bir Darwinist'tir. Hitler'in ve diğer Nazi kurmaylarının yazılarında, Sosyal Darwinizm'den ilham aldıkları çok açık olarak görülmektedir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Darwinizm'in Kanlı İdeolojisi: Faşizm, Vural Yayıncılık, 2001)
KOMÜNİST İDEOLOJİNİN İSLAM DÜŞMANLIĞI
Darwinizm komünizmin de temelidir. Bu gerçek, komünizmin iki kurucusu olan Marx ve Engels tarafından açıklıkla ifade edilmiştir. Her ikisi de koyu birer ateist olan Marx ve Engels, dini inançların yok edilmesini komünizm açısından zorunlu görüyorlardı ve evrim teorisinin de bu hedefe hizmet ettiğini anlamışlardı.
Engels, Darwin'in kitabı yayınlanır yayınlanmaz Marx'a şöyle yazdı: "Şu anda kitabını okumakta olduğum Darwin, tek kelimeyle muhteşem."2 Marx ise 19 Aralık 1860 tarihinde Engels'e yazdığı cevabında şöyle diyordu: "Bizim görüşlerimizin doğal tarih temelini içeren kitap, işte budur."3 Marx, bir başka sosyalist dostu Lasalle'a 16 Ocak 1861'de yazdığı mektupta ise, "Darwin'in yapıtı büyük bir yapıttır. Tarihteki sınıf mücadelesinin doğa bilimleri açısından temelini oluşturuyor."4 diyerek, evrim teorisinin komünizm için önemini açıklıyordu.
Komünizme ilave yorumlar getiren Lenin, Troçki, Stalin, Mao gibi diktatörler de Darwin'e olan ideolojik bağlılıklarını hem ifade etmişler hem de fiili olarak göstermişlerdir. Evrim teorisi tüm komünist rejimlerde eğitimin ve hatta tarım politikalarının temeli haline gelmiş, tüm komünist akımlar aradıkları fikri temeli Darwinizm'de bulmuşlardır.
KOMÜNİST ZULÜM DEVAM EDİYOR...

İslam Dünyasının Düşmanları
İslam topraklarında zulümlerini sürdüren komünist güçler, her zaman için hedef olarak savunmasız insanları, kadınları, yaşlıları, çocukları, hatta kundaktaki bebekleri seçmişlerdir.

Darwin'in evrim teorisini benimseyen komünist ideoloji için toplum bir "havyan sürüsü"dür. İnsan ise "insan-hayvan-makine" arasında kalan cansız, ruhsuz, donuk bir varlıktır ve değersizdir. Hala komünist kadroların yönetimindeki Rusya'nın Çeçenistan'da yürüttüğü vahşet bunun bir kanıtıdır..

21a21b21c21d



Darwin'in evrim teorisini benimseyen komünist ideoloji için toplum bir "havyan sürüsü"dür. İnsan ise "insan–hayvan-makine" arasında kalan cansız, ruhsuz, donuk bir varlıktır ve değersizdir. "Zaten sürüde çok var, bir tane kaybolsa birşey olmaz" mantığı geçerlidir. Çalışamayan ya da sakat olanlar sürüden atılır, ölüme terk edilir. Hastalıklı ve zararlı olarak kabul edilir. Af, merhamet, vefa duygusu yoktur. İnsanlar öldükten sonra yok olacaklarına inandıkları için, yaşama dört elle vahşice sarılırlar. Herkesi düşman ve kendi yaşam mücadelesinde rakip gördükleri için, her hareketi kendi aleyhlerinde yorumlar ve kin tutarlar.
İşte böyle her türlü insani ve manevi değerden, güzel ahlaktan uzak bir toplum oluşturan komünist ideoloji doğal olarak dine düşmandır. Çünkü dinin getirdiği güzel ahlak, sevgi, şefkat, merhamet, fedakarlık, yardımlaşma, affedicilik gibi özellikler komünizmin hedeflediği modele uymamaktadır. Marx, Engels, Lenin, Stalin, Troçki, Mao veya bir başka komünist ideoloğun yazılarına bakıldığında, bunun açıkça ifade edildiği görülebilir. Marx, kendince dini"halkın afyonu" olarak tanımlamış ve sözde "fakir halk kesimlerini uyutmak için yönetici sınıf tarafından oluşturulan bir kültür" diye tarif etmiştir. Dahası, komünizme ulaşmak için de dini inançların yok edilmesi gerektiğini öne sürmüştür.
Lenin, 1905 yılında Novaya Zihn dergisinde yayınlanan "Sosyalizm ve Din" başlıklı yazısında ise dini sözde dağıtılması gereken bir "sis" olarak tanımlamış ve dine karşı komünistlerce yürütülmesi gereken bir ateizm propagandası tarif etmiştir. Yine Lenin, 1909 yılında Rus Sosyal Demokrat Partisi'nin (sonraki Komünist Parti) lideri olarak kaleme aldığı ve Proleterya dergisinde yayınlanan "Proleterya Partisinin Din Konusundaki Tutumu" başlıklı makalede şunları yazar:
Marx ve Engels'in çeşitli kereler tekrarladıkları gibi Marksizm'in felsefi temeli, Fransa'daki 18. yüzyıl maddeciliğinin ve Almanya'daki Feuerbach (19. yüzyılın ilk yarısı) maddeciliğinin tarihsel geleneklerini benimsemiş olan, tamamen ateist ve dine karşı tavırdaki diyalektik maddeciliktir... "Din halkı uyutmak için kullanılan afyondur." Marx'ın bu sözü din konusundaki Marksist görüşün temel taşıdır.5
Oysa Marx bu sözüyle dine olan düşmanlığını ifade etmekte ve din konusundaki cahilliğini gözler önüne sermektedir. Onun dine yönelik bu ifadeleri gerçekleri ifade etmemektedir. Çünkü Allah insanlara düşünmeyi, araştırmayı emreder. İnsanları düşünmemeye, söylenenleri hiç düşünmeden bir hayvan sürüsü gibi uygulamaya yönelten ise komünizm gibi dinsiz ideolojilerdir. Düşünmeyen insanın gerçeklerden tamamen uzak kalacağı ve yanlışlarla, yanılgılarla dolu bir hayat süreceği açıktır. İnsanın, dünyanın yaratılış amacını ve kendisinin yeryüzünde bulunuş amacını kavraması "düşünmekle" mümkün olur. Çünkü Allah herşeyi bir amaçla yaratmıştır. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilir:
Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları bir 'oyun ve oyalanma konusu' olsun diye yaratmadık. Biz onları yalnızca hak ile yarattık. Ancak onların çoğu bilmezler. (Duhan Suresi, 38-39)
Dolayısıyla her insanın başta kendisinin, daha sonra evrende gördüğü herşeyin ve yaşamı boyunca karşılaştığı her olayın yaratılış amacını düşünmesi gerekir. Düşünmeyen bir insan gerçekleri ancak öldükten sonra Allah'ın huzurunda hesap verirken anlar, ama artık çok geç kalmıştır. Allah bize dünya hayatında fırsat vermişken düşünmek ve düşündüklerimizden sonuç çıkararak gerçekleri görmek ahiret hayatımızda bizlere büyük bir kazanç sağlayacaktır. Bu nedenle Allah, elçileri ve kitapları aracılığı ile tüm insanları, kendilerinin ve tüm evrenin yaratılışı hakkında düşünmeye çağırmıştır:
Kendi nefisleri konusunda düşünmüyorlar mı? Allah, gökleri, yeri ve bu ikisi arasında olanları ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre (ecel) olarak yaratmıştır. Gerçekten, insanlardan çoğu Rablerine kavuşmayı inkar ediyorlar. (Rum Suresi, 8)
Dine düşman olan kişiler ise -komünist liderler gibi- insanları dinden uzaklaştırmak için türlü iftiralar atar, dinin düşünmeyi engellediğini öne sürerler. Ancak buraya kadar anlattıklarımızdan ve Kuran ayetlerinden de anlaşıldığı gibi din, bu iftiraların aksine insanlara düşünmeyi emreder.
SONUÇ
Kısacası, İslam dünyasının düşmanı olan üç ideolojinin de, aynı kaynaktan, 19. yüzyılda Batı dünyasını ele geçiren dinsiz kültürden çıkmış olduğu aşikardır.
Bu durum, dinsizliğe karşı yürütülecek fikri mücadelenin ne kadar önemli olduğunu bize bir kez daha göstermektedir: Dinsizlik sadece insanların imanlarını yok ederek onların ahiretlerini mahvetmeye çalışan bir güç değildir. Aynı zamanda, dünyayı da mahvetmeyi, bir karmaşa ve savaş alanına çevirmeyi hedeflemektedir. Müslümanları ise bu karmaşa ve savaş ortamında en büyük hedef olarak belirlemektedir.
Dolayısıyla dinsizliğe karşı fikri mücadele, hem büyük bir imani hizmet hem de dünyayı saran "fitne"ye karşı verilecek büyük bir "moral savaşı"dır. Halen dünyanın dört bir yanında, dinsiz sistemler tarafından ezilen pek çok Müslümanın var oluşu, bize bu mücadelenin ne kadar önemli olduğunu hatırlatan bir gerçektir. Dinsizliğe (ve dinsizliğin dayanakları olan felsefe, ideoloji ve Darwinizm gibi sözde bilimsel teorilere) karşı kazanılacak her fikri zafer, aynı zamanda dünyadaki mazlum Müslümanlara yardım anlamını taşıyan bir moral zaferidir.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
30 Haziran 2006       Mesaj #2
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
ViCDAN SAHİBİ İNSANLARA BİR ÇAĞRI...
İnsan sıkça rastladığı olaylara karşı hemen bir alışkanlık kazanır. Hatta zaman içinde bu alışkanlık öyle bir hal alır ki, ilk gördüğünde kendisinde şiddetli bir şaşkınlık ya da tepki oluşturan olaylar, bir süre sonra rutin konulara dönüşür.

Sponsorlu Bağlantılar
Dünya üzerinde süren savaşlar ve çatışmalar da böyle olaylardandır. Bir ülkede bir işgalin, katliamın veya soykırımın başlaması dünyanın dört bir yanında ilk önce şiddetli bir tepki oluşturur. Örneğin Bosna'da ilk çatışmaların başladığı günleri düşünelim, ya da Çeçenistan'ı, Filistin'i... Yakın zamanda babasının kucağında İsrail askerlerinin kurşunlarına hedef olan Filistinli çocuğun görüntüsü, kundaklarında katledilen Çeçen bebekler, Bosna'da büyük bir soykırıma maruz kalan kadınlar, yaşlılar, gençler...

İnsanlar, bu görüntüleri gördükleri ilk günlerde içlerinde duydukları tepkiyi, birşeyler yapma isteğini sık sık dile getirmişlerdir. Ancak ardı arkası kesilmeyen haberler zaman içinde dikkatlerini çekmez olur. Her gün yeni kişiler ölür, kadınlar tecavüze uğrar, çocuklar kurşunlara hedef olur, mayınlara basıp kolunu ya da bacağını kaybeder... Ancak insanların ilk günlerde verdikleri tepkiler yerini garip bir duyarsızlığa bırakır. Hatta gazeteleri aldıklarında, savaş haberlerinden çok hemen yan sütunda yer alan magazin içerikli bir haber ilgilerini çeker. Çünkü Filistin'de, Çeçenistan'da, Keşmir'de ya da Doğu Türkistan'da her gün birkaç kişinin ölmesi, "sıradan bir haber" haline gelmiştir.

Dahası bu vahşetleri sanki makul birer siyasi gelişme gibi gösteren bir propaganda da bir taraftan yürürlüktedir. Bu nedenle birçok insan, Çeçenistan'da devam eden büyük katliamı Rusya'nın bir iç sorunu, Filistin'de yaşananları İsrail ile Filistin arasında bir toprak mücadelesi, Keşmir halkına yönelik devam eden Hint zulmünü ise bölgenin stratejik konumundan kaynaklanan bir problem olarak değerlendirmektedir. Diğer pek çok nedenin yanında, tarihi ve ekonomik nedenlerin de çatışmaların meydana gelmesinde etkili olduğu doğrudur. Çeçenistan Rusya için hem ekonomik hem de stratejik açıdan çok önemlidir. Fanatik Yahudilerin Kudüs'e ve diğer Filistin topraklarına yönelik işgal niyetleri asırlardan beri süregelmektedir. Ancak Çeçen halkının komünist Rus yönetiminden gördüğü baskının, Afrika'daki Müslüman halkların maruz kaldığı şiddetin, Balkanlar'daki Müslümanların tüm dünyanın gözleri önünde gördükleri şiddetli baskının ve uygulanan etnik temizliğin tek nedeni ekonomi ya da iç sorunlar değildir. Bu insanların temsil ettikleri Müslüman kimlik -kitabın ilerleyen bölümlerinde de örnekleriyle inceleyeceğimiz gibi- bu çatışmaların ana nedenlerinden birini oluşturmaktadır.

Bu insanlar Allah'a iman ettikleri, hayatlarını inançlarının gerektirdiği şekilde geçirmek istedikleri ve çocuklarını da inançlı kimseler olarak yetiştirmeyi amaçladıkları için çeşitli baskılara maruz kalmaktadırlar. Güçlü bir İslam devleti ya da İslam ülkelerinin oluşturduğu güçlü bir birlik ise pek çok Batılı ülkede büyük bir rahatsızlık uyandırmakta, pek çoğunun da çıkarlarını tehdit etmektedir.

Konunun bir başka yönü ise, insanların çok büyük bir bölümünün bu ülkelerde yaşananlar hakkında hiç bilgi sahibi olmamaları, hatta birçok ülkenin adını dahi bilmemeleridir. Sudan'da, Cezayir'de, Endonezya'da, Patani'de, Burma'da, Cibuti'de, Tunus'ta yaşayan Müslümanların karşı karşıya bulundukları zorlukların, baskıların, her gün bir yenisi gerçekleşen şiddet eylemlerinin, açlığın ve sefaletin farkında dahi olmayan bir insanın durumu çok daha düşündürücüdür. Çünkü bu kişinin, varlıklarından haberdar olmadığı iman sahibi kişilere yardım elini uzatması elbette mümkün olmayacaktır. Bir kesim ise yapılan zulüm ve haksızlıkların farkındadır. Ancak bu kişilere yardım edebileceğini, zulmün engellenmesi için çaba sarf edebileceğini aklına dahi getirmez. Üstelik hiçbir şey yapamayacağı konusunda kendisini o kadar inandırmıştır ki, ne okuduğu haberler ne de gördüğü görüntüler vicdanında en ufak bir etki oluşturmaz.

Oysa iman eden bir insan, her duyduğundan ve her gördüğünden sorumludur. Allah Kuran'da Müslümanlara şöyle seslenmektedir:

Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (Nisa Suresi, 75)

Allah'ın ayetteki emrini tutan iman ve vicdan sahibi kişilerin olan bitenlere gözlerini kapamaları, onları görmezlikten gelmeleri mümkün değildir. Bir Müslümanın dünya üzerinde böylesine şiddetli bir zulüm devam ederken, rahat yatağında kayıtsızca uyuması, boş işlerle oyalanması, yalnızca kendi eğlencesini ve çıkarlarını düşünmesi imkansızdır. Çünkü iman eden bir kişi haksız savaşların, katliamların, zulmün, açlığın, ahlaki dejenerasyonun, kısaca dünya üzerindeki tüm sorunların temel çözüm yolunun Kuran ahlakının insanlar arasında yaygınlaşması olduğunu bilmektedir. Bu bilgi ona çok büyük bir sorumluluk yüklemiştir; dünyaya İslam dinini ve dinin getirdiği güzellikleri anlatmak, Kuran ahlakını yaymak ve dinsizliğe karşı fikri bir mücadele yürütmek...

Bu şerefli sorumluluğa sahip çıkan kişiler, dünya üzerinde zulüm gören tüm insanları Kuran'ın rehberliğinde aydınlığa çıkaracaklardır:

' Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi. Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 15-16)

Bu kitap yazılırken amaçlanan da, dünyanın dört bir yanındaki mazlum Müslümanların durumlarını tüm açıklığıyla ortaya koymak ve vicdanlı insanları bu gerçeği düşünüp çözüm yolları aramaya davet etmektir. İçinde bulunduğumuz devir, gaflete kapılmaya, sessiz kalmaya, umursuz davranmaya, dünya hayatının kısa yararının peşine düşmeye, nefsani tartışma ve çekişmelerle vakit öldürmeye uygun bir devir değildir. Milyonlarca Müslüman bu kadar büyük bir zulüm altındayken İslam için bir çaba içerisinde olmamak, çok büyük bir vicdansızlık olur. Ve kuşkusuz insanı ahirette büyük bir vebal altında bırakır.

Son düzenleyen Tigin; 30 Haziran 2006 12:45
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
1 Eylül 2006       Mesaj #3
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
FİLİSTİN

filistin1filistin2filistin3

İŞGALCİ İSRAİL YÖNETİMİNİN TERÖR POLİTİKASI
Osmanlı döneminde 400 yıl boyunca farklı din, dil ve kültürlere sahip halkların, huzur ve güvenlik içinde yaşadıkları Filistin topraklarında, yıllardır büyük bir kargaşa ve zulüm yaşanmaktadır. Bugün hala tüm acımasızlığı ile devam eden katliam ve kıyımlar, bölgenin İngiliz hakimiyetine girmesi ile başlamış ve bağımsız bir Yahudi Devleti'nin kurulması ile iyice hız kazanmıştır.
Bu bölümde, bazı Yahudilerin, batıl birtakım geleneklerin veya radikal Siyonist ideolojinin etkisi altında kalarak, gerçekleştirdikleri faaliyetlere yer verilmektedir. Bu batıl görüşlerden etkilenen kişiler zaman zaman İsrail derin devleti içine de sızmakta, hatta kimi zaman İsrail'in iç ve dış politikasında yönlendirici rol üstlenebilmektedirler. Ancak bu kitapta bulunan bilgiler nedeniyle çeşitli yanlış anlamalar olmasını engellemek için, bazı konulara açıklık getirmekte de fayda vardır.
İlk olarak belirtilmesi gereken husus, burada yer alan bilgilerin tüm Yahudileri kapsayan konular olmadığıdır. Yahudilerin büyük çoğunluğu söz konusu faaliyetlerden, bu faaliyetlerin arka planlarından ve asıl hedeften haberdar olmadığı gibi, çok büyük bir çoğunluğu da bu uygulamalara karşı çıktıklarını sık sık ifade etmektedirler. Dolayısıyla, bu bölümde eleştirilen, hiçbir şekilde Yahudi toplumunun geneli değildir.
Eleştirilen husus, Kitabı Mukaddes'e birtakım yanlış anlamlar yükleyerek şiddeti ve acımasızlığı sözde makulleştirmeye çalışan batıl gelenekler ve bu geleneklere dayanarak, diğer insanları ikinci sınıf olarak gören, onları haksızlık ve zulme uğratmayı normal karşılayan fundamentalist dünya görüşüdür. Bunun yanı sıra, sosyal Darwinist ve işgalci bir ideoloji olan radikal Siyonizm'dir. Bilindiği üzere, Siyonizm 19. yüzyılın ortalarında, yurtları olmayan Yahudilerin vatan sahibi olmasını savunan bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Ancak zaman içerisinde pek çok ideolojide olduğu gibi Siyonizm de dejenarasyona uğramış, bu haklı talep, uygulamada şiddet ve teröre başvuran, aşırı güçlerle ittifak eden radikal bir anlayışa dönüşmüştür. Bu nedenle üzerinde durulması, deşifre edilmesi ve karşışında her türlü fikri tedbirin alınması gereken tehlike de radikalizmdir.
Samimi olarak iman eden Yahudiler ve Müslümanların birbirleriyle olan ilişkileriyse, hoşgörü, saygı ve merhamet çerçevesinde olmalıdır. Zira bu, Kuran-ı Kerim'de Allah'ın Müslümanlara bildirdiği bir ahlak ve tavırdır.
Allah Kuran'da Yahudiler ve Hıristiyanları, Kitap Ehli olarak bildirmiş ve Müslümanların Kitap Ehli'ne karşı tutumlarının nasıl olması gerektiğini detaylı olarak açıklamıştır. Kitap Ehli, temeli Allah'ın vahyine dayanan ahlaki kıstaslara, haram ve helal kavramlarına sahiptir. Kuran ahlakına ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetine göre Müslümanların, Yahudilerden ve Hıristiyanlardan iman edenlere sevgi, şefkat, hoşgörü ve saygıyla yaklaşmaları gerekir. Müslümanların Yahudilere ve Hıristiyanlara çağrısı ise Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
"Bize ve size indirilene iman ettik; bizim İlahımız da, sizin İlahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz." (Ankebut Suresi, 46)
Bu çağrı, Müslümanların Kitap Ehli'ne bakış açısını açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır: Hepimiz bir olan Allah'a iman etmekte, Rabbimiz'in göndermiş olduğu elçileri sevmekte ve saymakta, Allah'ın koyduğu sınırlara uymakta, kutsal kitaplarımızda bildirilen ahlakı yaşamaktayız. Dolayısıyla da, birbirimize anlayış, merhamet, sevgi ve saygıyla yaklaşmakla yükümlüyüz. Müslümanların Yahudilere bakış açısı Kuran'da bildirilen ve Peygamber Efendimiz (sav)'in de uyguladığı bu ahlak üzerinedir. Gerçek din ahlakına uygun olmayan radikal Siyonizmin veya birtakım batıl geleneklerin yanlışlarının ortaya konuluyor olması, hatalı uygulamaların eleştirilmesi, bu gerçeği değiştirmez.
Bölgede yaşanan olayların temelinde, Filistin topraklarının her üç din için de kutsal topraklar olarak görülmesi yatmaktadır. Ancak radikal Siyonist görüşün savunucuları bu kudsiyeti barış ve huzur içinde muhafaza etmek yerine, diğer halkları yok etmeyi hedefleyen bir politika izlemişlerdir. Radikal Siyonist düşünceye göre Yahudiler Allah tarafından seçilmiş "üstün bir ırk"tır ve diğer tüm dünya halkları Yahudilere boyun eğmekle yükümlüdür. Radikal Siyonizm için "üstün ırk" inancı kadar "vaat edilmiş topraklar" inancı da son derece önemlidir. Bu inanca göre Yahudiler Allah'ın kendilerine vaat ettiği kutsal topraklarda yaşamalıdırlar. Nil'den Fırat'a kadar bir alanı içine alan bu kutsal toprakların merkezini ise başta Kudüs olmak üzere Filistin toprakları oluşturur. Radikal Siyonizme göre vaat edilmiş topraklarda yaşamak Yahudilerin en doğal hakkıdır ve buna engel olmak isteyenlere karşı her türlü şiddet ve baskı uygulanabilir. İşte günümüzde Filistin'de yaşanan adaletsizlik ve haksızlıkların, İsrail Devleti'nin Filistin halkına karşı uyguladığı şiddet ve baskı politikasının temelinde bu ırkçı inanç ve görüş yatmaktadır.
Yahudiler için Filistin toprakları üzerinde bağımsız bir "Yahudi Devleti" kurulması kutsal bir misyondur. 1948 yılının Mayıs ayında gerçekleştirilen bu misyonun sürekliliğinin korunması ise bir başka önemli hedeftir. İsrail Devleti'nin yöneticilerine göre bu sürekliliğin korunması ancak, Filistin topraklarında Yahudi nüfusunun artırılması ve Yahudilerin yaşadığı alanların genişletilmesi ile mümkündür. Bunun sağlanabilmesi için de Filistin halkı ya tamamen bu topraklardan sürülmeli ya da yok edilmelidir. İşte bu inançla İsrail Devleti 50 yılı aşkın bir süredir Filistin halkına karşı etnik bir soykırım yürütmektedir.

FİLİSTİN HALKININ SÜRGÜN EDİLMESİ
filistinRadikal Siyonistler Filistin topraklarında bağımsız bir Yahudi Devleti kurmaya karar verdiklerinde karşılaştıkları ilk sorunlardan biri bu topraklarda yaşayan Yahudi nüfusun azlığı idi. 1900'lerin başında Filistin'deki Yahudi nüfusu %10'un altında idi. Siyonistlerin çalışmaları ile 1920'lerde 100.000 olan Yahudi göçmen sayısı, resmi kayıtlara göre 1930'larda 232 bine ulaştı. 1939'a gelindiğinde toplam 1,5 milyon olan Filistin nüfusunun 445 bini Yahudi idi. Bundan yirmi yıl önce %10'dan daha az olan nüfus oranı, 1939'da %30'a ulaşmıştı. Nüfusla birlikte Yahudi yerleşim alanları da büyük bir hızla genişledi. 1939'da Yahudilerin sahip oldukları toprak miktarı 1920'li yıllarla kıyaslandığında iki katına çıktı. 1947 yılına gelindiğinde ise Filistin'de 630 bin Yahudi, 1 milyon 300.000 Filistinli vardı. BM tarafından Filistin'in taksim edildiği 29 Kasım 1947'den İsrail Devleti'nin kurulduğu 15 Mayıs 1948'e kadar İsrailliler Filistin topraklarının önemli bir bölümünü ele geçirdi. Bu esnada Filistin köylerine yapılan baskınlar ve katliamlar sonucunda 500 kadar kent, kasaba ve köyde yaşayan 950 bin Filistinlinin sayısı 138 bine düştü. Bunların büyük bir bölümü öldürülmüş, bir bölümü de sürgün edilmişti. İleride İsrail ordusunu oluşturacak olan Siyonist terör örgütleri Müslüman köylerine ve kasabalarına gece baskınları düzenliyorlar ve Müslümanları kurşuna dizip, geçtikleri yerleri yakıp yıkıyorlardı. Bu şekilde 1948 ve 49 yıllarında yaklaşık 400 Filistin köyü haritadan silindi. Filistinlilerin geride bıraktıkları mallarına ise "Ülke Dışında Yaşayan Mal Sahiplerinin Mülkleri Yasası" ile Yahudiler tarafından el konuldu. 1947'den önce Filistin topraklarının %6'sına sahip olan Yahudiler, devlet resmen kurulduğunda tüm toprakların yaklaşık %90'ını ele geçirmişlerdi.9 Filistinli Araplara sadece Gazze Şeridi ve Batı Şeria olarak bilinecek iki ayrı bölge kaldı.
Görüldüğü gibi gelen her Yahudi kafilesi Müslüman Filistin halkı için zulüm, baskı ve şiddet anlamı taşıyordu. Çünkü Radikal Siyonist örgütler yeni gelenleri yerleştirmek için Filistin halkını asırlardır yaşadıkları topraklardan baskı ve zor kullanarak sürüp çıkartıyor ve göçe zorluyorlardı. Hatta Göçmen Dairesi Başkanı Joseph Weitz 1940'da yaptığı bir konuşmada, "Şu anda bu topraklar arasında iki ayrı halka yer yoktur. Eğer Araplar bu küçücük ülkede yaşayacaklarsa hedefimize asla varamayacağız. Öyleyse Arapları buradan uzaklaştırıp, komşu ülkelere sürmeliyiz, hem de hepsini" diyordu.10 Dönemin Tel Aviv Belediye Başkanı General Shlomo Lahat ise, "Filistinliler bu topraklarda köle olarak yaşamayı kabul edinceye kadar katliamı sürdürmeliyiz" sözleri ile Siyonistlerin Filistin halkına bakış açısını dile getiriyordu.11

MÜLTECİ KAMPLARI
Binlerce yıldır yaşadıkları yerlerden Yahudiler tarafından zorla sürülüp çıkarılan Filistinli Müslümanların büyük bir çoğunluğu halen mülteci kamplarında yaşamlarını sürdürmektedir. Şu anda kamplarda ve Lübnan, Ürdün gibi komşu ülkelerde mülteci konumunda yaşayan Filistinlilerin sayısı 3.5 milyonu bulmaktadır.
46aİslam Dünyasının Düşmanları
İşine gitmek veya yakın bir mülteci kampında yaşayan akrabalarını ziyaret etmek maksadıyla yola çıkan bir Filistinli için, 10-15 dakikadan uzun sürmeyecek yolculuklar adeta bir işkenceye dönüşür. Çünkü sık aralıklarla kurulmuş olan kontrol noktalarında, İsrail askerleri tarafından sözlü ve fiili tacizlere uğrarlar.



Mültecilerin Sığındığı Yerler


BÖLGE
KAMPLARDA
KAMPLAR DIŞINDA
TOPLAM
ÜRDÜN
238.188
1.050.009
1.288.197
BATI ŞERİA
131.705
358.707
517.412
GAZZE
362.626
320.934
683.560
LÜBNAN
175.747
170.417
346.164
SURİYE
83.311
253.997
337.308
TOPLAM
991.577
2.181.064
3.172.641

Filistinlilerin, mülteci kamplarında ve İsrail'in işgali altındaki bölgelerde yaşamak zorunda bırakıldıkları koşullar ise son derece çetindir. Bu insanlar en temel ihtiyaçlarını karşılamakta bile zorlanmakta, elektriği ve suyu İsrail Devleti izin verdiği müddetçe kullanabilmekte, geçimlerini sağlayabilmek için kilometrelerce yol gidip oldukça düşük maaşlarla çalışmakta ve böyle bir ortamda ayakta kalma mücadelesi vermektedirler. İşine gitmek veya yakın bir mülteci kampında yaşayan akrabalarını ziyaret etmek maksadıyla yola çıkan bir Filistinli için, 10-15 dakikadan uzun sürmeyecek yolculuklar ise son derece sıkıntı verici bir hale dönüşmektedir. Çünkü sık aralıklarla kurulmuş olan kontrol noktalarında Filistinliler, sürekli kimlik kontrolünden geçirilmekte ve her kontrolde sözlü ve fiili tacize uğramaktadırlar. Üstelik İsrail askerleri zaman zaman "güvenlik" gerekçesiyle yolları kapadığı için işlerine, istedikleri herhangi bir yere ve hatta hasta olmalarına rağmen hastaneye bile gidememektedirler. Tüm bunların yanı sıra hergün öldürülme, yaralanma veya tutuklanma korkusu içinde yaşamlarını sürdürmektedirler. Çünkü mülteci kamplarında yaşayan halk, özellikle geceleri, sık sık çevredeki Yahudi yerleşim birimlerinde yaşayan fanatik İsraillilerin silahlı saldırısına maruz kalmaktadır.
İsrail Hayfa Üniversitesi'nde psikoloji profesörü olan Benjamin Beit Hallahmi, The Israeli Connection (İsrail Bağlantısı) adlı kitabında, Gazze Şeridi'nde yaşayan Müslümanların içinde bulunduğu durumu ve İsrail'in buradakilere bakış açısını şöyle dile getirmektedir:
45a
Binlerce yıldır yaşadıkları yerlerden Yahudiler tarafından zorla sürülüp çıkarılan Filistinlilerin büyük bir çoğunluğu, halen mülteci kamplarında yaşamlarını sürdürüyor. Şu anda mülteci konumunda yaşayan Filistinlilerin sayısı 3.5 milyonu bulmaktadır. Bu kamplar sürekli olarak İsrail Devleti'nin tacizlerine, baskınlarına ve bombalı saldırılarına uğramaktadır

Bu satırların yazıldığı sırada İsrail işgali altındaki Gazze Şeridi'nin nüfusu 525.000 ve km2 başına 2.150 kişi düşüyor. Sağlığı yerinde olan çoğu Gazzeli 8 yaşından itibaren ortalama İsrail ücretlerinin %40 altındaki ücretlerle İsrail'de çalışmaya başlıyor. Gelir vergisi ve sosyal güvenlik vergisi ödüyorlar, ama hiçbir haktan faydalanamıyorlar. Çünkü vatandaşlık hakları yok... İsrail anlayışına göre Gazze çaresizliğin ve fakirliğin sembolüdür. Ama Gazze vatandaşlarına acıma yoktur, çünkü onlar düşmandır...12
Mülteci kamplarındaki kötü koşullara daha yakından göz atabilmek için Amerikan vatandaşı bir Filistinlinin bu kamplara yaptığı ziyaret sırasında edindiği izlenimlere kısaca yer vermekte fayda vardır. Yasemin Subhi Ali isimli bu tıp öğrencisinin, 1999 yılında Şatilla Kampı'na yaptığı ziyarete dair izlenimleri şu şekildedir:
İslam Dünyasının Düşmanları50a
Filistin halkı İsrail kuvvetlerinin acımasız saldırılarının yanı sıra, çok büyük bir ekonomik sıkıntı, açlık ve susuzlukla da mücadele etmektedir.

Yol boyunca sivil savaşın ve yıllarca süren İsrail işgalinin neticesi yıkıntıları seyrettim. Kamp denilen yerin bir kapısı, bir girişi ve bir çıkışı olacağını tahmin ediyordum. Oysa yoktu. Gerek de yoktu. Kamp ile çevresindeki yerleşimler arasında, bu çevre de çok yaşanılır bir yer olmadığı halde, öylesine bariz bir medeniyet ve şehirleşme farkı vardı ki, buranın hedefimizdeki kamp olduğunu hemen anladım. Mülteci kampları ile alakalı duyduğum ve çoğunu abartı zanettiğim bütün sefalet manzaraları gözlerimin önünde akıyordu. Yol denen şey çöp, moloz, taş yığınları arasında manevra yapan birşeydi... Bugün kalabalık dükkanlarla dolu olan caddenin ara sokaklarında kurşun izlerini, barut yanıklarını sergileyen binalar ve biraz ötede kamp sakinlerinin bir anıt dikmelerine bile izin verilmemiş olan bir mezarlık o kötü hatırayı (yaklaşık 2.000 Müslümanın katledildiği Sabra ve Şatilla katliamı) canlı tutuyordu.13

SİVİL HALKA KARŞI YÜRÜTÜLEN SOYKIRIM
İsrail Devleti'nin ideolojisinin temelini terör oluşturmaktadır. Bu terörden en çok nasibini alan da doğal olarak bölgede yaşayan Müslüman halktır. Filistinli Müslümanlar yaklaşık yarım asırdır, hiçbir gerekçe gösterilmeden evlerinden çıkarılmakta, kurşunlanmakta, saldırıya uğramakta, evleri başlarına yıkılmakta, tarlaları ve bahçeleri yok edilmekte, işkenceye ve şiddete maruz kalmaktadırlar. Filistin topraklarında yaşanan manzara, bu ülkede İsrail Devleti tarafından her yönüyle büyük bir soykırım yürütüldüğünü gözler önüne sermektedir.
Filistin'de saldırıya uğrayan, üzerlerine ateş açılan, bombardımana tutulan çocukların, gençlerin ve kadınların ancak çok az bir kısmı dünya medyasına yansımaktadır.
51a
Cumhuriyet, 10/4/01
51b51e
51d51c
İsrail kuvvetleri otomatik tüfekler ve ağır silahlarla savunmasız halka saldırıyor

Nüfusunun %70'i gençlerden oluşan Filistin'de çocuklar da 1948'den bu yana işgal ile birlikte göçü, sürgünü, gözaltıları, hapis ve katliamları yaşamaya başladılar. Kendi topraklarında ikinci sınıf insan muamelesi gördüler. Tahammülü zor koşullar altında mücadele etmeyi öğrendiler. Ariel Şaron'un Ekim 2000'deki provokatif Mescid-i Aksa ziyaretiyle başlayan Aksa İntifadası'nda da hayatını kaybedenlerin %50'sini 16 yaşın altındaki çocuklar oluşturuyordu. Yaralıların %60'ı 18 yaşın altındaydı. Çatışmaların halen yoğun olarak sürdüğü bölgelerde ise her gün en az 5 çocuk ölmekte ve 10'un üzerinde çocuk da yaralanmaktadır.
Aksa İntifadası'nda yaşanan insanlık dışı manzaraları gazeteci-yazar Ruth Anderson, Filistin'de yayınlanan The Palestine Chronicle'da şöyle aktarmaktadır:
Hiç kimse yeni evli bir Filistinlinin sadece protesto için sokağa çıkıp, şehit olarak eşini dul bıraktığını duymadı bile. Kim Filistinli gençlerin barbarca katledilmeden önce kollarının ya da kafataslarının parçalandığından haberdar? Ya da hangi Amerikan vatandaşı, sekiz yaşındaki küçük Filistinlinin İsrailli askerler tarafından kurşunlanarak öldürüldüğünü biliyor? Yahudi yerleşimcilerin ellerindeki çeşitli silahları nereden temin ettiğini ve Barak hükümeti tarafından cesaretlendirilerek, Filistin köylerini basıp, tarlaları yerle bir ettiğini, Filistinli sivilleri katlettiğini kim anlatıyor? Filistinli bebeklerin evlerinde uyurken hava bombardımanı sırasında öldüğünü ya da güvenli bir yere götürülmeye çalışılırken İsrail askerleri tarafından kurşun yağmuruna tutulduğunu bilen var mı? Herkes çok iyi biliyor ki bebekler taş atamaz. Herkes bunu biliyor, sadece İsrailliler ve Amerikalılar nedense bilmiyor!"14
İSRAİL ÇOCUK KANI AKITIYOR
53a53g
53b
53d53eİslam Dünyasının Düşmanları

O, iş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez.
(Bakara Suresi, 205)

53j
EVRENSEL, 25/4/01
53h
MİLLİYET, 29/3/01
53l

YENİ ŞAFAK, 4/10/00

Filistin'de yaşanan tüm bu insanlık dışı manzaralara karşı dönemin Başbakanı Ehud Barak'ın verdiği cevap ise İsrail Devleti'nin anlayışını yansıtması bakımından oldukça dikkat çekicidir:
Bana Gazze'de, Batı Şeria'da ve diğer mıntıkalardaki çatışmaların nasıl dineceğini sormayın. Filistinli kalabalıklara karşı her türlü aracı kullanmak meşrudur. Kaç Filistinlinin öldüğü beni alakadar etmez. Benim için önemli olan halkımın emniyetidir.15
İsrail ordusunun generallerinden E. Eytan'ın verdiği cevap ise çok daha düşündürücüdür:
Yaptığımız hiçbir şeye pişman değiliz. Biz halkımızın ve askerlerimizin emniyeti için herşeyi kullanmaya hazırız. Filistinli göstericilere karşı askerlere silah kullanma emri verilmiştir. Özellikle göğüs ve başlara vurularak halkın kalbine korku verilmelidir.16
ARŞİVLERDE KALAN BİR FOTOĞRAF
54a
54b
İsrailliler katliamlarını tüm dünyanın gözü önünde gerçekleştiriyor.
ZAMAN, 2/10/00

İsrailli yetkililerin yukarıdaki ifadeleri, zalimliklerinin de en açık ifadelerindendir. Rakamlar İsrail askerlerinin kendilerine verilen bu emirleri eksiksiz olarak yerine getirdiğini göstermektedir. Filistin Sağlık Örgütü'nün hazırladığı rapora göre Aksa İntifadası'nda hayatını kaybeden 400'den fazla kişinin %34'ü 18 yaşından küçüktür. Ancak asıl önemli olan, ölenlerin %47'sinin gösterilere veya çatışmalara katılmamış kişiler olmasıdır. Batı Şeria'da yaralananların %38'i gerçek kurşunlarla yaralanmıştır ve bunların da %75'i vücudunun üst kısmından yaralanmıştır. Gazze Şeridi'nde ise yaralananların %40'ı gerçek kurşunlardan yaralanmış ve bunların da %61'i vücudunun üst kısmından, yani göğsünden vurulmuştur. Yaralıların toplam sayısı 10 bini geçmiştir. 1.500 kişide ise kalıcı sakatlıklar meydana gelmiştir. Bunun yanı sıra yaralıların tedavi edildiği hastaneler de sık sık saldırıya uğramıştır. Toplam 1.450 kişi gözaltına alınmıştır ve bu kişilerden 750'si hala İsrail hapisanelerinde bulunmaktadır.
55c55d
MİLLİ GAZETE, 26/3/01 YENİ ŞAFAK, 12/10/00
İslam Dünyasının Düşmanları
SABAH, 3/10/00


55bToplam 2.760 bina ağır hasar görmüştür. Bunlardan 773'ü sivil Filistinlilerin evleridir ve bu evlerden 180'i tamamen yıkılmıştır. Hasar gören binalar arasında 29 cami, 12 kilise ve 44 su deposu bulunmaktadır. 41 okul tamamen kullanılamaz hale gelmiştir, hatta bu okullardan 4 tanesi İsrailliler tarafından askeri depo olarak kullanılmaktadır. 30 okul binası ise İsrail askerleri tarafından yakılmış, bu durum yaklaşık 400 bin dolarlık bir hasara neden olmuştur. Aksa İntifadası'nın ilk iki ayında ise okuldan evlerine dönen 45 öğrenci öldürülmüştür.17
Tüm bu rakamlar açık bir gerçeği göstermektedir: İsrail Devleti, Filistin halkına karşı bilinçli ve sistemli bir yok etme politikası uygulamaktadır. Yukarıdaki rakamlar İsrail askerlerinin silahlarını, güvenlik gerekçesi ile etkisiz hale getirme amaçlı değil, öldürme ve sakat bırakma amaçlı kullandıklarını göstermektedir. Hayatını kaybedenlerin ve sakat kalanların büyük çoğunluğu başından, göğsünden veya arkadan vurulmuştur. Sadece etkisiz hale getirmeyi amaçlayan bir askerin karşı tarafı başından ve göğsünden, üstelik de arkasını dönüp kaçarken vurmayacağı açıktır.

56A 56B
İsrail askerleri yıllardır çocuk denecek yaştaki Filistinli gençleri, savunmasız insanları gözlerini kırpmadan, vahşice öldürüyorlar.

Kuşkusuz Filistin topraklarında yaşanan olaylar ile ilgili verilebilecek çok fazla örnek, söylenecek çok söz, yapılacak çok yorum vardır. Ancak unutulmaması gereken gerçek, tüm bu yaşananlar karşısında vicdanlı insanların üzerine düşen sorumluluktur. Filistin'de yaşanan olaylar bir Arap-İsrail savaşından çok daha öte anlamlar ifade etmektedir. Herşeyden önce Filistin'de hakları ve toprakları zorla gaspedilmiş Müslüman halk, önemli bir hak arayışı içerisindedir. Söz konusu mücadelenin geçtiği topraklar tüm İslam alemi tarafından kutsal kabul edilen topraklardır. Aslında Filistin halkı da tüm Müslüman aleminin mülkü olan Kudüs topraklarını terk etmemek için direnmektedir. İşte bu yüzden Filistin topraklarında devam eden bu büyük zulme dayanak sağlayan ideolojilerle fikri mücadele etmek, bir çözüm yolu bulmak tüm iman edenlerin üzerine düşen bir sorumluluktur.
Vicdan sahibi her insanın bu gerçeği düşünmesi ve bir çıkış yolu bulmak için çaba sarf etmesi gerekmektedir. Bu çıkış yolu ise -kitabın diğer bölümlerinde de ifade ettiğimiz gibi- Kuran ahlakının insanlar arasında yaygın bir şekilde yaşanmasıdır. Gerek Filistin topraklarında gerekse savaşların ve çatışmaların yaşandığı pek çok ülkede barış ve huzur ancak bu yolla sağlanabilir. Çünkü Kuran ahlakının emrettiği adalet, yardımlaşma, merhamet, sevgi, şefkat, fedakarlık, affedicilik gibi özellikler yeryüzüne hakim olursa, bunun sonucunda kesin olarak adaletli, barış dolu ve güvenli bir ortam oluşacaktır.
Hayatını Kaybedenlerin Yaş Dağılımı
Sayı
%
Vurulma Noktaları
Sayı%
15 yaşından küçükler
60
14.9
Baş ve boyun (Arkadan vurulan 9 kişi dahil)
15441.8
16-18 yaş
75
18.7
Göğüs (Arkadan vurulan 12 kişi dahil)
11731.8
19-29 yaş
176
43.8
Karın
328.7
30-39 yaş
50
12.4
Genel tüm vücut
6116.6
40-49 yaş
18
4.5
Kol
41.1
50 üstü
23
5.7
Aksa İntifadası'ndaki ölümlerin oranlarını ve vurulma noktalarını gösteren tablo. Bu tablodan İsrail askerlerinin özellikle gençleri ve çocukları hedef aldıkları, öldürmek amacıyla göğüs ve baş bölgelerine ateş ettikleri anlaşılıyor.

Allah "Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Al-i İmran Suresi, 104) ayetiyle tüm inananlara verilen bu şerefli sorumluluğa dikkat çekmiştir. O halde tüm Müslümanların yapmaları gereken, Allah'ın hoşnut olacağı ahlakı bizzat yaşamak, insanlara anlatmak, Kuran ahlakını tüm dünyaya tebliğ etmektir.

58d58f58b
58a58e58c

İsrail'in Kudüs Camii yakınındaki asırlardır kapalı duran bir tüneli açması üzerine çıkan olaylarda Filistin Maliye Bakanı İsrailli askerlerin sopalı saldırısına uğramıştı. (en üst sağda) Filistin halkının yarım asırdan uzun zamandır devam eden haklı mücadelesini İsrail askerleri bombalarla, mermilerle ve sopalarla durdurmaya çalışıyorlar.


59D59E
59L59c
25 Şubat 1994 günü El Halil (Hebron) kentindeki İbrahim Camii'nde namaz kılan Müslümanlar fanatik bir Yahudi tarafından topluca tarandılar. 67 Müslüman olay yerinde şehit olurken, 300'den fazla kişi yaralandı. İsrail toplumundan büyük destek gören katliam organize bir hareketin ve planın sonucuydu. Alt iki resimde cami saldırısında hayatını yitiren insanlar görülmektedir.

59a59b
Filistin'de yaşananlara tam yarım asırdır tüm dünya şahit oluyor. Bu vahşet dolu zulüm her gün dünyanın dört bir yanındaki gazetelere konu oluyor ve milyarlarca insanın gözleri önünde cereyan ediyor.



NAMLI UCUNDA İBADET
61A61B
İslam Dünyasının Düşmanları

TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
10 Eylül 2006       Mesaj #4
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
İslam Dünyası ve Terör


"Terör ve terörist" kelimeleri günümüz insanının çok sık duyduğu kelimeler arasında yer alıyor. Farklı kulvarlarda yarışan değişik akımlar birbirlerini teröristlikle suçluyorlar. Bazen ülke yönetimleri kendilerine karşı duranları, bazen de bu yönetimlere karşı çıkan akımlar yöneticileri teröristlikle suçluyorlar. Dünyaya kendi istediği gibi şekil vermek ve bütün insanlığa hükmetmek isteyen ABD, "Terörü Destekleyen Ülkeler Listesi" adıyla bir kara liste hazırlıyor ve bunu kendisine kafa tutmak isteyen ülkelere karşı siyâsi baskı aracı olarak kullanıyor. Hatta bununla da yetinmeyip ekonomik baskı aracı olarak da kullanıyor.
Terör kelime olarak Türkçe'deki "tedhiş" ibaresinin karşılığıdır. Fakat bu terimin sabit bir çerçevesi olmadığından isteyen istediği gibi yorumluyor. Ama Müslümanca düşünme gereği duyanların bu tür terimlere anlam verirken kendi kavram literatürlerini bilmeleri ve başkalarının yaptığı suçlamaları kendi anlayış süzgeçlerinden geçirmeleri zorunludur.
Terör kelime ve kavram olarak Müslümanlara yabancıdır. İslam aleminin bu kavramla tanışması da, İslam coğrafyasının sömürgeci güçlerin oyunları sonucu parçalanmasından sonra olmuştur. Günümüzde de İslam alemine bakıldığında şiddet ve terörün kaynağında genellikle Müslüman halkların inanç ve değerlerine aykırı dayatmalar, zorbalıklar ve baskılar olduğu görülür.
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan tamamen ayrılmıştır. Kim Tağut'u inkâr edip Allah'a iman ederse en sağlam kulpa yapışmış olur." (Bakara, 2/256) Bu ayeti kerimede Yüce Allah, insanların inanç ve düşüncelerini kendi iradeleriyle belirlemelerine imkân tanımış ve bir inancın herhangi bir kimseye şiddet yoluyla kabul ettirilemeyeceğini bildirmiştir.
Bunun gördüğümüz kadarıyla birçok önemli hikmeti var. Birinci olarak Yüce Allah kendi vahyettiği dinin insanların fıtratlarına ve akli selimlerine uygun olduğunu bildiğinden akıllarını ve fıtri kabiliyetlerini çalışamaz hale getiren herhangi bir dış engelin olmaması durumunda bu dini kabul edeceklerini de biliyor. Dolayısıyla böyle bir dinin kabul edilmesinde herhangi bir zorlamaya gerek olmadığını duyuruyor. İkinci olarak inanç konusundaki zorlama münafıkların sayısının artmasına yol açar. Münafıklar iki türlüdür: Birinciler çıkarlarından dolayı, ikinciler ise karşı karşıya kaldıkları zorlamadan dolayı gerçekte benimsemedikleri bir inanç sistemini, hayat nizamını benimsemiş gibi görünürler.
Yüce Allah, birinci tür münafıkların ortaya çıkmasını engellemek için çeşitli kurallar koyduğu gibi ikinci tür münafıkların ortaya çıkmasını engellemek için de dini yaymada "zorlama" yolunun kullanılmasını yasaklamıştır. Buna rağmen İslâm çok kısa sürede bütün insanlığın gündemine girecek kadar yayılmış ve güçlü bir devlet ortaya çıkarmıştır.
Bugün İslam coğrafyasında ortaya çıkmış devletlerin hemen hemen tamamının terörle başı derttedir. Bu terör hareketlerinde bazen etnik kimlikler, bazen siyasi ve ideolojik değişim talepleri, bazen ekonomik problemler, bazen hürriyetlerin kısıtlanması, bazen insanların dini kimliklerine yönelik baskılar, bazen genel siyasi baskılar, bazen de daha başka şeyler besleyici unsur olmaktadır. Fakat ilginçtir ki bunların çoğunun söz konusu unsurları kitlesel taban kazanmak için kullandıkları, aslında o fikri altyapıyı pek temsil etmedikleri görülür. Örneğin etnik bir unsura yönelik baskılardan kaynaklanan problemleri besleyici unsur olarak kullanan örgütlerin en başta o etnik unsuru hedef alan terör eylemleri gerçekleştirmeleri bu açıdan dikkat çekicidir. Yine bazı örgütlerin dini bir kimlikle ortaya çıkmalarına rağmen en başta kendilerine rakip olarak gördükleri dini oluşumları hedef alan terör eylemleri gerçekleştirmeleri, öncelikle onların üstünde bir tehdit unsuru olmaları da üzerinde düşünülmesi gereken bir noktadır.
Bu arada şuna da işaret edelim ki, terör aynı zamanda çağdaş sömürgeci güçlerin geri kalmış ülkelere karşı kullandıkları demir sopalardan biridir. Bu yüzden terör örgütlerinin çoğu söz konusu güçlerin maşası durumundadırlar. Ancak bu örgütlerin kitlesel tabanını oluşturanlar bunun farkında değildirler. Onlar genellikle önlerine konulan ve çoğu zaman da kutsal olarak gösterilen gayelere hizmet ettiklerine inanırlar. Bazen örgütlerin lider kadrosunu oluşturanlar da bunun farkında olmazlar veya geç fark ederler. Fark ettikleri zaman da işin işten geçmiş olduğunu, kollarının, bacaklarının sıkı sıkıya bağlandığını yahut boyunlarına bir ip geçirildiğini, cendereden çıkmaya çabalamaları durumunda o ipin çekileceğini anlarlar.
Şiddet ve terörün iki yönü var: Bir yönünü saltanat ve gücü ellerinde bulunduranların bu konumlarını devam ettirmek için başvurdukları şiddet oluşturmaktadır ki buna resmi şiddet denilebilir. Diğer yönünü de saltanat ve gücü ele almak isteyenlerin başvurdukları şiddet oluşturmaktadır.
Resmi şiddet karşısında marjinal kalan gruplar şiddete başvurmak suretiyle hedeflerine ulaşamazlar. Çünkü hakimiyeti ellerinde bulunduranlar genellikle muhalefetteki marjinal gruplara nispetle çok daha güçlü olurlar. Ayrıca yukarıda zikrettiğimiz gibi marjinal grupların şiddete başvurması onlara karşı uygulanan resmi şiddet metoduna da bir gerekçe oluşturur. Bu yüzden bazen hakimiyeti ellerinde tutanlar marjinal grupları ezmek ve tasfiye etmek için onları şiddete başvurmaya teşvik ederler. Ancak halk tabanını karşısına alan resmi şiddet sonunda pes etmeye ve halk selinin önünden çekilmeye mecbur kalır. Bunun örneklerini görmek için yakın tarihe bakmak yeterlidir.
Resmi şiddet ve baskı yoluyla resmi ideolojilerin halk tabanına kabul ettirilmesi mümkün değildir. Çünkü ideolojiler genellikle düşünce ürünleridir. Düşünce ürünlerinin kabul edilmesi ise ikna olmaya, benimsemeye bağlıdır. İdeolojilerin baskı ve şiddet yoluyla halka zorla kabul ettirildiği ortamlarda sessiz ama kalabalık bir muhalefet oluşur. Bu muhalefetin resmi şiddet ve baskıya karşı harekete geçememesinin tek sebebi örgütlü olamamasıdır. Örgütsüz kalabalıklar dağınık boncuk taneleri gibidirler. Sayıları çoktur ama her biri kendini sadece bir fert olarak hisseder. Bu yüzden güç ve hakimiyeti ellerinde tutanlar bu tür bir muhalefeti "potansiyel tehlike" olarak görürler. "Potansiyel tehlike" pasif tehlikedir. Bu yüzden hakim sistem bu kalabalığın örgütlü hale gelmesini yani karşısındaki pasif tehlikenin aktif tehlikeye dönüşmesini önlemek için elinden geleni yapar. Ama bazen sistem bunu yapmaya çalıştığını zannederken ipin ucunu kaçırır ve o kalabalıkları arkasında tutan baraj setinin zorlanmasına yol açar. Sonuçta set bir yerinden çatlayınca önü alınamayacak bir sel akmaya başlar. Bu merhaleden sonra artık kalabalıkların örgütlü olmasına hiç ihtiyaç yoktur. İnsanların aynı acıdan dolayı ve aynı hedefle bir araya gelmesi söz konusu pasif tehlikenin aktif tehlikeye dönüşmesi için yeterlidir. Bu durumda rejimin baskı ve şiddet metodu da sonuç vermez ve daha önce Arnavutluk'ta, Güney Afrika'da, bazı komünist ülkelerde ve son olarak da Endonezya'da olduğu gibi hakimiyeti ellerinde tutanlar yenilgiyi kabullenmek zorunda kalırlar.
Güç ve hakimiyeti elde tutmak için baskı ve şiddet metoduna başvurulması bu yüzyılın başlarında olduğu kadar rantabl bir metot değildir. Bugün kitleler daha ciddi bir etkileşim içindedirler. Dolayısıyla "hak arama" duyarlılığı geçmişe oranla bir hayli artmıştır. Bu yüzden İslam coğrafyasında önemli çıkarları olan Batı bile artık bu metodu onaylamamakta bunun yerine halkla bir konsensüs oluşturulmasını önermektedirler. Tabii çok açık zıtlıkların karşı karşıya geldiği ortamlarda konsensüs oluşturulması mümkün değildir. Ancak kitlelerin kendilerini ifade etme ve haklarını dile getirme imkanlarının sağlandığı ortamlarda fikri konsensüs sağlanamasa bile şiddete başvurmadan hedefe doğru ilerleme konusunda konsensüs sağlanabilir.
Güç ve hakimiyetlerini sürdürmenin kitle tabanının büyük bir çoğunluğunun dizginlenmesine bağlı olduğunu düşünerek bu çoğunluğu hukuka ve insan haklarına aykırı yasalarla ayrıca bu yasaların da resmi şiddet yoluyla desteklenmesi suretiyle kontrol altına almaya kalkışanlar büyük bir yanılgı içindedirler. Bunu en son Endonezya örneği gözler önüne serdi. Endonezya'da diktatör Suharto kendi hakimiyetini ideolojik altyapıya kavuşturmak için "Pancasila (Beş Temel İlke)" adında bir ideoloji uydurdu. Ancak bunun kitlelerce kabul görmediğini görünce 1985'te Topluluk Yasası adında bir yasa çıkarıp halka zorla kabul ettirmeye çalıştığı fikirlerini yasal korumaya aldı. Üstelik bu yasanın uygulanabilmesi için resmi şiddeti de sonuna kadar kullanmaktan geri kalmadı. Ama kitlesel kalabalıkları tutan baraj setinin çatlaması sonucu akan selin önünde duramadı ve yenilgiyi kabullenmek zorunda kaldı. Ne var ki şiddet şiddeti doğurdu ve sonuçtan bütün halk zarar gördü.
Huzur ve istikrarın ana unsuru hürriyet ortamıdır. Hürriyetlerin ablukaya alındığı bir ortamda huzur ve istikrar aramak karanlıkta iğne aramaya benzer. Şu da bilinmelidir ki insan fıtratı zaten doğruları kabullenmeye meyyaldir. Yeter ki muhatap alınan insanın fıtratı dejenere edilmiş olmasın ve siz de doğruları anlatmasını, tanıtmasını bilin.
Müslüman toplumların huzurlarını kaçırmak için ortaya çıkarılan terör örgütlerinin iplerini ellerinde tutan çağdaş sömürgeci güçlerin terör kavramını en çok İslami bilinçlenmeyi karalamak için kullanmaları da son derece ilgi çekicidir. Ne yazık ki günümüz dünyasında önemli bir yönlendirici güç haline gelen medyayı ellerinde tutan çağdaş sömürgeci güçler ve onların uzantıları bizzat kendilerinin yön verdikleri terörü yine bu terörden birinci derecede zarar görenleri karalamakta, hatta onlara karşı kamuoyunda yaygın bir kanaat oluşmasını sağlamak için kullanmaktadırlar.
Terörün kavram olarak da çoğu zaman saptırıldığına şahit oluyoruz. Dünya kamuoyunda teröre karşı bir tepki oluştuğundan herhangi bir fiili mücadelenin terör olarak nitelendirilmesi çoğu zaman, onun kitlelerin nazarında mahkum edilmesi için yeterli olmaktadır. Örneğin Rusya, haksız bir şekilde Çeçenistan'ı işgal etmesine karşı verilen haklı mücadeleyi terör olarak niteleyerek dünya kamuoyunun nazarında kendini haklı çıkarmaya çalışıyor. Gerçi Rusya bu konuda başarılı olabilmiş değildir. Ama ne yazık ki siyonist İsrail, hizmetindeki medya organlarının gücünden yararlanarak bunu kısmen başarabilmiştir. Oysa Filistin'de verilen mücadelenin esas itibariyle Çeçenistan'da verilen mücadeleden, Kosova'daki hak mücadelesinden hiçbir farkı yoktur. Siyonistler o topraklara, işgal, gasp ve şiddet yoluyla girmişlerdir. İsrail işgal devleti de çeşitli terör örgütleri tarafından katliamlarla kurulmuştur. Siyonistler terör yoluyla bu devleti kurduktan sonra da aynen Nazilerin metotlarını kullanarak milyonlarca Filistinliyi öz yurtlarını terk etmeye zorladılar. Filistin'de verilen mücadele de bugün ortaya çıkmış bir mücadele değildir. Siyonist terör örgütlerinin ortaya çıktığı, bu örgütlerin insanları katletmeye başladıkları tarihten buyana devam emektedir. Yani teröre karşı bir hak mücadelesi olarak ortaya çıkmıştır ve öyle devam etmektedir. Netice itibariyle Filistin'deki mücadele bütün yönleriyle incelendiği zaman Türkiye'deki İstiklal savaşından, Çeçenistan'daki, Bosna-Hersek'teki ve Kosova'daki mücadeleden hiçbir farkının olmadığı görülecektir.
Bizim Müslüman olarak hak mücadelesini desteklememiz ve zalime karşı mazlumun yanında yer almamız gerekir. Başkalarının bu hak mücadelesini terör olarak nitelemesi bizi ilgilendirmez. Rusya'ya göre Çeçen halkının mücadelesi bir terör ve isyandır. Ama bize göre şanlı bir direniştir. Çünkü yüzyıllardan beri zulüm altında inletilen bir halkın yeniden kendi onuruna kavuşturulmasını ve hakkın yerini bulmasını amaçlamaktadır. Keşmir halkının bağımsızlık savaşını Hindistan bir terör olarak nitelese de biz Hint zulmünün terör olarak nitelenmesinin daha doğru olacağına inanırız.
Sonuç itibariyle bütün kavramlar gibi terör kavramını da çok iyi tahlil etmek ve yerli yerine oturtmak gerekmektedir. Özellikle Müslüman toplumların başını ağrıtan terör örgütlerinin de kimler tarafından yönlendirildiklerinin iyi tespit edilmesine ihtiyaç var.
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
10 Eylül 2006       Mesaj #5
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
İslam Dünyasının Düşmanları İslam düşmanları saldırıda mı?
Türker Alkan Felsefe profesörü olan Teoman Duralı internette şunları demiş:

"(Batılılar), İslam'ı yok etme arzusundalar. Onlara göre İslam, Batı medeniyetine meydan okumanın adı. Bugünkü medeniyetin temeli iktisattır, kazançtır, kârdır. Bu kârı azaltan, felsefi bakımdan anlamsızlığa mahkûm eden veriler İslâm'da mevcut. Buna katlanamıyorlar..."
Sayın felsefe profesörü, 'dinlerarası diyalog'un İslam'la Protestanlığın benzerliğini gösterip, 'İslam'a ne gerek var' noktasına doğru gittiğini söyleyerek tehlike çanlarını çalıyor. Bu yazının özetini okuduğum Yeni Şafak yazarı Mehmet Şeker'in köşesinde şu değerlendirmeyi görüyoruz: 'Son zamanlarda okuduğum en güzel röportajlardan biriydi.'
Doğrusu ben aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Sayın felsefe profesörünün yazısını okuyan kişi, bütün Batı dünyasının işi gücü bırakıp, 'Şu İslam'ı nasıl batırsak' diye düşündüğünü sanır. Oysa hiç böyle bir şey yok. Felsefe profesörünün de belirttiği gibi, Batı dünyası ekonomiyle ve teknolojiyle meşgul, dinle değil. Oralarda din, bireysel bir tercihtir, siyasal bir tercih değil. Bırakın 'İslam'ı yok etmek' gibi olmayacak bir işe girişmeyi, Batı kendi dininin bile yok olup gitmesini umursamamaktadır. Batı ülkelerinin pek çoğunda insanlar artık Hıristiyanlığa da inanmıyor, kiliseye gitmiyor, dini törenlere katılmıyor. Kiliseler kapanıyor, cami yapılsın diye İsveç'te olduğu gibi haraç mezat Müslümanlara satılıyor.
Danimarka'da gençler arasında Müslümanlık moda olmuş. Son birkaç yılda 10 bin gencin Müslüman olduğu söyleniyor.
Ama ne İsveç'te, ne de Norveç'te felsefe profesörleri ayaklanıp 'Müslümanların derdi Hıristiyanlığı yok etmek, kiliselerimizi alıp cami yapıyorlar, gençlerimizi tuzağa düşürüp kendi dinlerine çekiyorlar,' diye ortalığı birbirine katmıyor.
Katmıyor, çünkü düşüncelerinde sekülerleşmişler. Her şeyi dini ve skolastik açıdan değerlendirmiyorlar.
Şu sözler ne anlama geliyor Allah aşkına: 'İslam, Batı medeniyetine meydan okumanın adı!' Buna benzer sözleri sık sık işitiriz de.. pratikte ne anlama gelir, pek düşünmeyiz.
Afganistan'dan Nijerya'ya kadar İslam dünyasını şöyle bir düşünün. İslam, hangi alanda Batı'ya meydan okur gibidir?
Ekonomide mi? Dünyanın en fakir ülkeleri arasında bu Müslüman ülkeler vardır.
Teknolojide mi? Bu ülkelerden dünyada iz bırakan hangi teknolojik yenilik sadır oldu?
Kültürde mi? Arap ülkelerinde bir yılda basılan kitapların tümü, İspanya'da basılanların yarısını bulmuyor.
Askeriyede mi? Hangi alanda?
Yoksa sayın felsefe profesörü 'İslam kapitalizme bir alternatif sunmaktadır, Batılılar bu nedenle telaşa düştüler' mi demek istiyor? Satır aralarında buna benzer bir şeyler var.
Nedir İslam'ın alternatif ekonomi modeli? Refah Partisi'nin ikbal yıllarında tantanayla sunduğu 'Adil Düzen' mi? Anımsayabildiniz mi nasıl bir şeydi 'Adil Düzen'? Yoksa kimsenin ciddiye almadığı 'faizsiz bankacılık' mı?
Dünyada Batı kapitalizmine alternatif olan tek bir İslami ekonomi uygulaması var mıdır?
'İyi ama, İslami ekonomi modelini uygulayacak ülke mi var' demeyin. İran, Suudi Arabistan, Taliban yönetimindeki Afganistan, şeriatla yönetilen Sudan, bazı eyaletlerinde şeriatın uygulandığı Nijerya, Libya, Pakistan, Bangladeş ve daha niceleri vardı ve var. Bu ülkelerin hangisinde gerçekten kapitalizme alternatif bir sistem uygulandı? Uygulanabildi?
İslam ülkelerindeki aydınların bir sorunu da bu sanırım: Boş konuşmalar...
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
11 Eylül 2006       Mesaj #6
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
İslamiyetin düşmanları nelerdir, bunlara karşı nasıl mücadele eder?

İslamiyet, Dört büyük düşman ile mücadele eder. Bunlar :

1- Mutlak Küfür (İnançsızlık) :İslamiyet her türlü inançsızlık ve itikatsızlıkla mücadele eder. İmansızlık, düşünce kıtlılığıdır, ruhta lakaytlık ve laubaliliktir, idrakte yüzeyselliktir. İnsan, düşündüğü zaman insandır. İnsanı hayvandan ayıran özellik onun muhakeme etme gücü ve idrak yeterliliğidir. Aklı başında olan her insan en az şu kadar bir muhakeme yapmalıdır : “Bir iğne ustasız olmaz, bir harf katipsiz olamaz. Nasıl bu muhteşem kainat sahipsiz ve ustasız olur? Elbette bu muhteşem kainatın bir sahib-i ebedisi, bir malik-i ezelisi vardır. Semada yıldızlar kadar, zeminde çiçekler kadar Allah’ın varlık ve kudret delilleri okunmaktadır. Bütün mevcudat, Allah’ın sanatıdır, düzgün, ölçülü ve mükemmel olarak yaratılmışlardır. Elbette sanat, sanatkarını gösterir, eser ustasından haber verir.” ( Nursi,Sözler,59)

2- Mutlak Cehalet : İslamiyetin menşei ilim, esası akıldır. Cehalet de küfür gibi dehşetli bir karanlıktır. İslamiyet, cehaletin baş düşmanıdır. Aklını çalıştırmayan ve cehalet ile savaşmayanları Kur’an-ı Kerim “murdar(pislik)” olarak nitelendirmektedir (Yunus 10/100). Bu nedenle İslamiyet, ilim tahsilini kadın ve erkek herkese farz kılmıştır.( İbn-u Mace, Mukaddime,17) İslamiyet, “beşikten mezara kadar ilim” esasını getirmiştir. Hz. Peygamber, “İki günü müsavi olan zarardadır”, “İlim Çinde de olsa gidip alınız” (Beyhaki,Şuabu’l- iman,II,254) buyurmuştur. Nitekim Mekke döneminde İslam’ın ölüm-kalım savaşı olarak nitelendirilen Bedir Savaşında Hz. Peygamber savaş esirlerini öldürmemiş, müslümanlara okuma-yazma öğretmek kaydıyla serbest bırakmıştır. (Bkz.Prof. Dr. M. Hamidullah, İslam Tarihi)

3- Mutlak Sefahat : İslamiyet, insan sağlığını tehdit eden, aklı uyutan, nesilleri bozan, servetleri uçuran, ahlakı değerleri altüst eden her türlü sefahate, günah ve ahlaksızlığa karşı çıkar. Günahlar, insan fıtratını bozar, sosyal dengeyi alt-üst eder, sosyal dokuyu kansere çevirir. Bu nedenle İslamiyet, insanın insaniyete layık bir şeref ve itibar ile yaşamasını esas alır. Cemiyetin çürümesini ve kokuşmasını önlemeye çalışır.

4- Mutlak Terör : Kimden gelirse gelsin, kaynağı ne olursa olsun terör, bir insanlık suçudur. Masum ve savunmadan mahrum insanları hedefleyen bu cinayet, en dehşetli bir ihanet ve korkunç bir zülümdür. İslam, tarih boyunca zulmü alkışlamamış, hep mazlumun yanında olmuştur. Bu dehşetli zulmü ne insaniyet ne de İslamiyet kabul eder.

SAYGILAR......
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
12 Eylül 2006       Mesaj #7
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
ÇEÇENİSTAN'DA YAŞANAN İNSANLIK DRAMINA ARTIK DUR DENİLMELİ!
resim121Soğuk Savaş'ın son bulmasının ardından oluşan yeni dünya düzeninde Türkiye kendine çok güçlü bir yer edinmeyi hedeflemişti. Özellikle de SSCB'nin dağılmasıyla birlikte Kafkasya ve Orta Asya'da şekillenen yeni yapılanma içinde Türkiye daha etkin bir konuma yerleşecek, ekonomik ve politik anlamda lider bir ülke konumuna gelecekti. Çünkü bağımsızlıklarını birer birer ilan eden bu cumhuriyetlerle Türkiye arasında hem din, hem dil, hem kültür, hem de tarihi açıdan çok güçlü bağlar bulunmaktaydı. Buna göre Türkiye ile bu ülkeler arasında bir bütünleşme olacak ve Türkiye bu yakınlaşmanın sonucunda çok büyük kazanımlar elde edecekti.
Ancak beklenen bütünleşme ve yakınlaşma ne yazık ki geride kalan on küsur yıl içinde sağlanamadı. Türkiye pek çok alanda hedeflediği bütünleşmeyi gerçekleştiremedi. Çünkü Orta Asya ve Kafkasya başka bir ülke için de çok büyük bir önem teşkil ediyordu ve özellikle Kafkasya bu ülkenin pek çok açıdan hayat damarıydı. Bu ülke Rusya'ydı ve Rusya'nın Kafkasya'yı tamamen "başıboş" ve aynı zamanda da Türkiye'nin eline bırakmaya hiç niyeti yoktu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra eski Sovyet coğrafyasındaki pek çok ülkede bu sancılı dönem yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor. Kazakistan'da, Türkmenistan'da, Azerbeycan'da, Özbekistan'da, Kırgızistan'da ve Dağıstan'da Rusya'nın yayılmacı politikasının etkileri asla silinmedi. Çünkü Rusya o ülkeleri hala kendi boyunduruğu altında ve kendi hayat sahası olarak görüyor ve görmeye de devam edecek. Bu ülkelerden özellikle bir tanesi var ki 400 yıldır Ruslarla bağımsızlığı uğruna yaptığı mücadeleden asla vazgeçmedi ve özgürlüğü için canı pahasına mücadele etti. Bu ülke tarihe cesurluğuyla, gözü karalığıyla ve bağımsızlığına düşkünlüğüyle geçen Çeçenistan'dır.

Çeçenistan Rusya için diğer Kafkasya cumhuriyetlerinden çok daha büyük önem taşımaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden biri, başta petrol ve doğalgaz olmak üzere söz konusu bölgedeki yüksek rezervli doğal kaynaklardır. Sovyetler Birliği, Soğuk Savaş döneminde ihtiyacı olan tüm hammaddeleri bu ülkelerden çok ucuz fiyata alıp, kendi ihtiyacı için kullanıyordu. Hatta bu hammaddeleri işledikten sonra, aldığı ülkelere geri satıyordu. Böylece bu ülkeleri siyasi bağımlılığın yanında, ekonomik olarak da kendine bağımlı hale getiriyordu. Ancak SSCB'nin dağılmasından sonra kendisi için büyük bir hammadde kaynağı olan bu cumhuriyetlerin birer birer bağımsızlıklarını ilan etmesi, Rusya'yı da büyük bir çıkmaza soktu. İşte Hazar ve Kazak petrolleri üzerinde bu kadar oyun oynanmasının ve Rusya'nın bu kaynaklar üzerinde bu kadar hak iddia etmesinin nedeni bu hammadde ihtiyacıdır.

Yukarıda bahsettiğimiz ekonomik etkinin yanı sıra, Rusya'nın yüzyıllardır devam eden "yayılmacı politikası" da Orta Asya ve Kafkasya'da yaşanan karışıklıkların bir başka önemli nedenini oluşturmaktadır. SSCB'nin dağılmasından sonra kısa süreli bir bocalama dönemi geçiren Moskova, hemen toparlanmış ve bağımsızlığını ilan eden yeni cumhuriyetler üzerinde yeniden hakimiyet kurmak için çok yönlü girişimlerde bulunmuştur. Aslında Rusya'nın şu an bu cumhuriyetler üzerinde oynadığı oyunlar, Boris Yeltsin'in 1993 yılında yaptığı bir konuşmayla da ilk sinyallerini vermiştir. Yeltsin yaptığı bir açıklamada, "yitirdiği mevzileri yeniden ele geçirerek Rusya'nın süper güç niteliğini yeniden kazanacağını" ifade etmiştir. (Zaman Gazetesi, 12 Ocak 1994) Yani Rusya bu ülkelerin bağımsızlıklarını ilan etmelerini, özgürlüklerine kavuşup, kendi ayakları üzerinde duracak hale gelmelerini kabul edememekte, bu bölgeleri yeniden ele geçirilmesi gereken mevziler olarak görmektedir. Kazakistan'da, Azerbaycan'da, Dağıstan'da, Ermenistan'da ve Gürcistan'da yaşananlar da bu yayılmacı politikanın hayata geçirilmesinden başka bir şey değildir. Çeçenistan da bu yayılmacı politikanın hedefi olan ve bu nedenle de çok büyük zulümlere maruz kalan ülkelerden bir tanesidir.
Çeçenlerin Mücadele ile Geçen Şerefli Tarihleri
resim122Çeçenistan'da yaşananlar hakkında hepimiz bugüne kadar çok şey duymuş ve okumuş olabiliriz. Ancak orada olanları anlayabilmek için son birkaç yıldır yaşananlar hakkında bilgi sahibi olmak yetmez. Çünkü Çeçen halkının bu şerefli mücadelesi bundan çok uzun yıllar önce başlamıştır ve çok kısa aralıklı kesintilerle yıllardan bu yana devam etmektedir. Ve bu mücadelenin temelinde belki de dünyanın en cesur halkı sayılabilecek bu halkın yazdığı bir destan yatmaktadır. Tüm dünyanın cesaret ve bağımsızlığa olan düşkünlüklerini kendilerine örnek aldıkları Çeçen halkının bu güçlü karakterini anlamak için tarihleri hakkında da kısa bir bilgi sahibi olmak gerekir.
Son 10 yıldır dünyanın gündeminden bir türlü düşmeyen Çeçenistan aslında çok küçük bir ülke. Yüzölçümü sadece 16 bin kilometrekare. Doğuda Dağıstan, güneyde Gürcistan, batıda ise İnguşetya'yla komşu... Şu an Rusya Federasyonu içerisinde Çeçenistan ile aynı durumda olan 19 özerk cumhuriyet daha var. Bu cumhuriyetler Rusya'nın genel topraklarının yüzde 28'i kadar bir yüzölçümüne sahipler. Rusya ise bu cumhuriyetler üzerinde hala çok büyük bir etkiye sahip ve bu etkinin hiçbir şekilde zarar görmesini istemiyor. Çeçenistan'ı kaybetmek ise bu ülkeler üzerinde nüfuzunun kırılması ve bağımsızlığa düşkün Çeçen halkının diğer ülkelere bir örnek teşkil etmesiyle sonuçlanacak. Zira toplam nüfusları ancak Kızıl Ordu'nun asker sayısına ulaşabilen 16 bin kilometrekarelik Çeçenlerin 16 milyon kilometrekarelik Rusları hezimete uğratması, diğer Kafkas cumhuriyetleri ve özerk cumhuriyetlerde de bağımsızlığın fitilini ateşleyebilir. Kağıt üzerindeki bu abartılı dengesizlik ilk bakışta her şeyi Rusların lehine gibi göstermesine rağmen, tarihinin hiçbir döneminde, hiçbir kayıt ve şartla dahi olsa Çeçenler Ruslara boyun eğmemişlerdir ve eğmeye de hiç niyetleri yoktur. İşte bu korku, Rusların "Çeçensiz bir Çeçenistan" özlemini doğurmaktadır. Çünkü Kafkaslar'daki bağımsızlık hareketini canlandırabilecek tek ülke Çeçenistan, tek halk da Çeçenlerdir.

resim123Yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Çeçenya, Rusya için tüm bir Kafkasya anlamına gelmektedir. İmam Mansur'un 1780'li yıllarda başlattığı tüm Kafkasları tek bir çatı altında toplamayı hedefleyen Birleşik Kafkasya fikri, Rusların korkulu rüyasıdır. Çeçenya'nın bağımsızlığı, bir anlamda Birleşik Kafkasya ideali için ilk ve en önemli adımdır. Çeçenlerin diğer cumhuriyetler üzerindeki bu etkisinin bilincinde olan Rusya'nın bu ülkenin üzerine bu kadar gitmesinin önemli nedenlerinden biri de işte bu korkudur. Rusya, Çeçenleri tek bir kişi kalmadan yok ederek, öncelikle Kafkasya'yı sonra da milyonlarca kilometrekarelik topraklarını garanti altına almaya çalışıyor. Fakat ne Ruslar ne de diğer ülkeler Çeçenistan'ın bu kadar güçlü bir direniş göstereceğini ve bağımsızlıklarına bu kadar düşkün olduklarını tahmin etmiyorlardı.

Çeçenler bağımsızlık uğruna herşeyi göze almış durumdalar ve bu kararlarından da kolay kolay döneceğe benzemiyorlar.Rusya, özellikle 1990'lı yılların başından itibaren Çeçenistan'da çok büyük hukuksuzluklara imza attı. Gerektiğinde çok çabuk bir şekilde tek vücut olabilen Çeçenleri silahla yok edemeyeceğini düşündüğü için, içlerinden çökertme yoluna başvurdu ve bunun için çok farklı yollar denedi. Seçimlere müdahale ederek kargaşa çıkarmaya çalışmaktan vaatlerle devlet adamlarını satın almaya, adam kaçırma ve terör hadiselerinden, kendi yanlısı olan din adamlarını kullanarak dini ayrılıklar oluşturmaya, ayrıca ekonomik ve siyasi baskılara kadar türlü yöntemlerle Çeçenistan'da kaos çıkarmaya, halktaki güçlü birliği bozmaya çalıştı. Ancak bu girişimlerinden beklediği başarıyı elde edemedi. Bunun yanı sıra dünyanın olan bitenlere göz yumması ve hiçbir şekilde müdahalede bulunmaması Rusya'yı daha da cesaretlendirdi, zulmüne devam etmesine fırsat tanıdı.
Rusya'nın Çeçenistan'ı 1991 yılındaki fiili işgali, merhum Cahar Dudayev tarafından bertaraf edilmesine rağmen, 1994 Kasım'ındaki ciddi tacizler aynı yıl 11 Aralık ayında fiili bir savaşa dönüştü. 100 binin üzerinde Çeçen bu savaşta hayatını kaybederken, 10 binlerce insan göç etmek zorunda kaldı. Çeçenya, tarihi ve ekonomik yüzlerce kaynağını bu savaşta yitirdi. Rusya Çeçenistan'ı "iç meselesi" olarak dünya kamuoyuna lanse ederken, dış dünyadan ciddi bir tepki görmedi. Tüm Çeçenya'da her metrekareye tonlarca bomba düştü. Tıpkı bugün de olduğu gibi kullanılması yasak olan kimyasal silahlarla insanlar dünya tarihinde eşi görülmemiş bir soykırıma tabi tutuldu. Ancak tüm bu zorluklara rağmen 1996 Ağustos ayına gelindiğinde hiçbir şekilde yılmamış ve kendi toprakları için her şeyleriyle mücadele eden Çeçenlere karşı Ruslar yenilgiyi kabullenmek durumunda kaldılar. 1996 Ağustos'unda ve 1997 Mayıs'ında en üst düzeyde imzalanan anlaşmalarla Çeçenistan'ı ayrı bir devlet olarak kabul etmek durumunda kalan Rusya, 2001 yılının sonuna kadar bu durumu benimsemiş gözüktü.
Çeçenistan'ın Ruslar karşısında elde ettiği bu müthiş başarı ve hiçbir zorluk karşısında yılmayan bağımsızlık mücadelesi diğer cumhuriyetleri de çok derinden etkiledi. 1998 yılında Çeçenistan'ın başkenti Grozni'de Kuzey Kafkas halklarının öncülüğünde "Kuzey Kafkasya Halkları Şurası" toplandı. Bu buluşma sonrasında Kuzey Kafkasya halkları arasında çatışma çıkmaması ve olası bir Rus saldırısına karşı birbirlerine destek konusunda tüm katılımcı ülkelerce fikir birliğine varıldı. İşte bu birlik Rusya'nın yıllardır içinde yaşattığı büyük korkunun yavaş yavaş hayata geçirilmesi demekti.

Bir yıla yakın bir süredir devam eden savaş da bu kararlarla ve oluşmaya başlayan birlikle doğrudan ilgili. Çatışma, Rusların 1999 yılının ilk aylarında Dağıstan'daki bazı köyleri kuşatarak bombardımana tutmasıyla başladı. Toplam 1500 kişilik nüfusu olan bu köyler kendilerine bir önder olarak gördükleri Çeçenistan'dan yardım istediler. Ruslara karşı yaptığı cesur mücadele ile bir kahraman haline gelen Çeçen gazisi Şamil Basayev, 1999 yılının yaz aylarında Rus zulmünden kurtulmak için kendilerinden yardım isteyen Dağıstan halkına yardıma başladı. Bombardıman altında kalan köylerden sadece iki kişi kurtuldu. Bu köylerde çok büyük bir katliam yaşanmış ve masum insanlar sebepsiz yere vahşice öldürülmüştü. İşte Rusya ile Çeçenistan arasındaki yeni savaş bu şekilde başladı. Yani kamuoyunda yaratılmak istenen nedenler gerçekleri yansıtmıyordu. Ortada herhangi bir terörist faaliyet ya da ayrılıkçı teröristler yoktu. Çeçen nüfusunun yüzde sekseni, Müslümanlardan oluşan Dağıstan halkına insani bir yardımda bulunmuş ve Rusları karşılarına almayı göze almışlardı.

İşte Çeçenlerin diğer cumhuriyetler üzerindeki bu lider konumu, çatışmalar başladığı günden itibaren herkesin sorduğu: "Çeçenistan Rusya için neden bu kadar büyük bir önem taşıyor?" sorusunun da bir anlamda cevabı oluyordu. Çeçenistan'ın bağımsızlığına olan düşkünlüğü ve bu uğurda yaptığı cesur mücadele diğer bağımsız cumhuriyetler için çok büyük bir örnek teşkil etmektedir. Rusya Federasyonunun içindeki cumhuriyetlerin en önemli özellikleri ise birbirleriyle çok büyük bir etkileşim içinde olmaları ve bir ülkede yaşanan değişikliğin diğer ülkeleri de çok çabuk etkisi altına almasıydı. İşte bu nedenle Çeçenistan'ın bağımsızlığının aynı bir domino taşı gibi birbiri ardına diğer ülkeler üzerinde bir etki yaratması, Rusya'da çok büyük bir tedirginlik yaratmaktadır.
Rusların Kafkas halkına karşı uyguladığı böl-yönet politikası
resim124Savaşın bu kadar şiddetli geçmesi ve Çeçenlerin bağımsızlık uğruna herşeyi göze almalarının altında yatan en önemli neden Çeçenlerle Rusların din, dil, kültür ve ırk olarak hiçbir ortak özelliklerinin olmamaları. Çeçenler hiçbir yakınlık duymadıkları Rusların himayesinde yaşamayı 1918 yılından beri reddediyor ve bu uğurda mücadele veriyorlar. Çünkü Çeçenistan bu tarihten SSCB'nin çöküşüne kadar Sovyet Rusya'nın hakimiyeti altında kaldı ve bu dönem içinde çok büyük zulümler gördü. Ruslar, Kafkas halkları arasındaki bütünlüğü ortadan kaldırmak, milliyetçilik duygusunu ve dini inançları yok etmek ve doğup büyüdükleri topraklarına olan bağlılıklarını tamamen ortadan kaldırmak için bu ülkeler üzerinde çok vahşi bir politika uyguladı. Buna göre kardeş ülkelerin toprakları birbirlerinden suni sınırlarla ayrılmış, bazı halklar başka ülkelere göçe zorlanmış, bazıları ise zorla evlerinden çıkarılıp yerlerine yeni topluluklar yerleştirilmiştir. Bunun en önemli nedeni bu topraklarda karışıklık ve kaos çıkarmak, kardeş halklar arasında düşmanlık yaratmak ve insanların ortak kültürlerini tamamen ortadan kaldırmaktır. Bu "böl-yönet" politikasında da Rusya kısmen başarılı oldu. Bugün Kafkasya'da yaşanan anlaşmazlıkların kökeninde o tarihlerden günümüze gelen anlaşmazlıklar yatıyor.
Çeçenistan'ın bağımsızlık özlemi
Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından bu birliği oluşturan etnik grupların birçoğu bağımsızlıklarını ilan etti. Bazıları ise Rusya topluluğu içinde kalarak, ekonomik ilişkilerinde bağımsızlaşma yoluna gitti. Yıllar süren komünist Rus yönetimi altında çok büyük baskılar gören bir milyon nüfusa sahip Çeçenler ise Cahar Dudayev önderliğinde bağımsızlık savaşına başladılar. Komünist yönetimin altında yaşadıkları baskı ve şiddet dolu yılların ardından Çeçenlerin en büyük özlemi ibadetlerini rahatça yapabilecekleri, özgür ve bağımsız bir ülke kurmaktı. Ruslarla yaşanan on sekiz aylık şiddetli savaştan sonra kahraman Çeçenler 1996 yılında Rus ordularının çekilmesiyle bağımsızlığını ilan etti. Devlet Başkanı Aslan Mashadov ile Yeltsin arasında imzalanan anlaşmalarda açıkça Çeçenistan İçkeriya Cumhuriyeti ifadeleri yer aldı. Bu, Çeçenistan için büyük bir başarıydı. Fakat Çeçenistan'ın nihai statüsü, 2001 yılında Moskova'yla Grozni arasında yeniden görüşülmek üzere rafa kaldırıldı. Ruslar için Çeçenistan konusu henüz kapanmamıştı. Çatışmalar daha küçük çaplı olsa da devam etti, fakat savaş hali sona ermişti.
Yıllardır süren bu savaşın Rusya açısından çok önemli politik -iç ve dış- ve ekonomik yönleri bulunmaktadır. Son dönemlerde Rusya gerek ekonomik açıdan, gerekse politik açıdan çok sıkıntılı bir dönem yaşamakta, Rus halk yönetime karşı çok büyük bir güvensizlik duymaktaydı. Vaat edilen ekonomik refaha ulaşılamamış, ülkedeki dejenerasyon süreci çok büyük bir hız kazanmış, mafya Rusya'da çok büyük bir güç elde etmiş ve uluslararası platformda Rusya çok büyük bir güç kaybına uğramıştır. İşte bu nedenle Rusya Çeçenistan'ı halkın güvenini yeniden kazanmak için bir kurtarıcı olarak gördü. Böylece eski dikta anlayışı tekrar hortlatılacak, milliyetçi söylemlerle halkın gözü boyanacak, ekonomik ve politik açmazları görmemeleri için Çeçenistan savaşı halka göz boyayıcı bir destan gibi sunulacaktı. Ve bunda da kısmen başarılı oldular. Yapılan seçimlerde halk savaşın başındaki Başbakan Putin'e olan güvenini açıkça gösterdi. Böylece Yeltsin'den sonraki politikanın ana hatları da çizilmiş oluyordu.
Savaşın şiddeti giderek artacak, önümüzdeki aylarda gerçekleşecek olan seçimlere kadar da bu şekilde devam edecekti. Ve böyle de oldu. Bombardıman hiç hızını kesmeden ve yaşlı,kadın,çocuk demeden devam ediyor. Ruslar 2 Ekim 1999 tarihinde girdikleri Çeçenistan topraklarında önlerine çıkanları kadın, çocuk ya da yaşlı demeden tüm insanları acımasızca katlediyor. Aylardan beri sivil hedefler kesintisiz bombardımana tutuluyor. Halkın direnişini kırmak için de özellikle hastaneler, doğumevleri, çarşılar, mülteci konvoyları hedef olarak seçiliyor. Son günlerde gelen haberlere göre de Ruslar Çeçenlere karşı kimyasal bombalar, scud ve napalm füzeleri kullanıyorlar. Bunun yanı sıra Ruslar birçok Çeçen köyünün kullandığı Argun nehrine zehir kattı. Zehirli sudan içen kadın ve çocuklardan büyük çoğunluğu ölürken, yüzlercesi de hastane kapısında ölümü bekliyor. Suların zehirlenmesi nedeniyle içecek ve kullanılacak su bulamayan sivil halk çok zor günler geçiriyor.

Mültecilerin durumu da endişe verici boyutlarda. Mülteci bölgelerinde yapılan incelemeler insan hakları ihlallerinin çok büyük boyutlarda olduğunu gösteriyor. Savaştan kaçan Çeçen mültecilerin 250 bini İnguşetya'da, diğerleri de komşu bölgelerde korunmaya devam ediyor. Bu savaşlar esnasında Çeçenistan, nüfusunun dörtte üçünü kaybetti. Mülteciler altı ayı aşan savaşı da protesto ediyor. Bir kısmıysa Çeçenistan'a geri dönmek için sınırda kuyruklar oluşturuyor. Savaş Çeçenistan'ın güneyinde dağlarda sürüyor. Çeçenler Rus askerlerini rehin alıyor, Rusya'ysa ölen Çeçen savaşçılarını dünyaya açıklıyor. Rusya operasyon için şimdiye kadar 385 milyon dolar harcadığını açıkladı. Çeçenler geçen yıl Eylül ayından bu yılın 25 Temmuz tarihine kadar 21 bin Rus askerinin öldürüldüğünü bildirdi. Ruslar ise bu sayının 2500 olduğunu söylüyorlar. Aynı tarihler arasında 1460 Çeçen askerin öldüğünü bildiren Çeçenler, 45 bin sivilin öldüğünü söylüyorlar. Rusya'nın planı ise 2000 yılının Kasım ayına kadar kendileriyle mücadele eden tüm Çeçen savaşçıları yok etmek.

Rusların yeni oyunu: Moskova'da patlayan bombalar
resim125Çeçenistan'da sivillere karşı yürüttüğü savaş Rus hükümetini her açıdan çok zor duruma sokuyor. Halk bu savaşı desteklemiyor, çünkü ölen Rus askerlerinin boşu boşuna öldüklerini düşünüyor. Bu savaş ekonomik olarak da Rusya'yı çok zor bir duruma sokuyor ve Rusya bu savaşın gerekçelerini dış dünyaya açıklamakta çok zorlanıyor. Ve nasıl oluyorsa, tam sıkıştığı bu dönemlerde Rus hükümetini rahatlatacak bir bomba Moskova'da sivillerin yaşadığı bölgelerde patlıyor. Ve ortada hiçbir delil bulunmamasına rağmen tüm patlamalar Çeçenlerin üstüne kalıyor. Bombaların ardından "Terörist Çeçenler" sloganları Rusya semalarında işitilmeye başlanıyor. Rus basını da hiçbir kanıt ya da kaynak göstermeden sert bir dille Çeçenlere saldırıyor. Oysa Çeçen Devlet Başkanı Aslan Mashadov olayların en başından itibaren "Ne Çeçen savaşçıların, ne istihbarat servislerinin ne de liderlerinin bu patlamalarla en ufak bir ilgisi yoktur" diyerek ölenlere başsağlığı diledi.
Halka yönelik gerçekleştirilen bu bombalar sayesinde Rus hükümeti Çeçenistan'a karşı yürüttüğü savaşı daha da şiddetlendirme hakkı kazanıyor. İşte bu nedenlerden ötürü artık şüphe götürmeyen gerçek bu bombalama olaylarının Rus gizli servisinin bir işi olduğu. Özellikle de saldırıların gerçek sorumlularının hiçbir zaman bulunmaması ise bu düşünceyi daha da güçlendiriyor. Yani Rus hükümeti sivillere yönelik sürdürdüğü savaşı meşru gösterebilmek için kendi halkını bombalamaktan çekinmiyor. Üstelik bu bombalardan günümüze kadar 300'e yakın sivil öldü.
Ruslar, Çeçenistan'da yaptıkları savaşı meşrulaştırmak için her zaman için Çeçenleri ayrılıkçı teröristler olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Oysa asıl teröristlerin Ruslar olduğu çok açıktır ve sivillere yönelik yapılan insanlık dışı olaylar bu terörizmi delillendirmeye yeterlidir. Ayrıca tarihçilerin kayıtlarına göre Çeçenler bölgenin yerli halklarıdırlar. Ruslar ise bölgeye 1700'lü yıllardan itibaren, istilacı olarak gelmeye başlamışlardır. Ayrıca saldıran taraf her zaman için Çeçenler değil Ruslar olmuştur. Bunun yanısıra savaş her zaman için Çeçen topraklarında olmuştur. Yani saldırı altında olan Ruslar değil, Çeçen sivillerdir. Yurtlarından sürülmek istenen, zulüm görenler Çeçenlerdir.
Yardım için hala geç değil
Ne yazık ki Çeçenistan'da yaşanan insanlık dramı tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleşiyor ve bu zulme kimse dur demiyor. Orada yaşananları ayrılıkçı terörist saldırıları olarak göstermeye çalışanlar ise çok büyük bir soykırıma bir nevi ortaklık yapmış oluyorlar. İşte bu noktada Orta Asya'da lider ülke olma hedefindeki Türk hükümetine de çok büyük bir sorumluluk düşüyor. Hiç şüphesiz Çeçenistan'da yaşananlara dur demek için bir adımın atılması, Kafkas cumhuriyetleri üzerinde de çok büyük bir etki yapacaktır. Yaşananları görmezden gelmenin liderlik hedefinde olan bir ülkeye çok şey kaybettireceği ise açıktır. Bu nedenle "artık çok geç!" demeden zulme uğrayan insanlara yardım eli uzatılmalı, tüm dünya ülkelerini de harekete geçirmek için bir girişimde bulunulmalıdır. Türkiye'nin dış güçler tarafından kendine verilecek sınırlı bir ilgi alanına değil, gerçek bir Türk Birliği'ne ulaşmak için önünde çok büyük bir fırsat bulunmaktadır. Çünkü Türkiye'nin çağdaş, demokrat ve barışçı kimliği buna imkan tanımaktadır. Milli ve dini kimliklerin önem kazandığı bir dünyada "Türk-İslam Medeniyeti" ancak bu bilinçle hareket edildiği zaman etkin olacaktır.
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
17 Eylül 2006       Mesaj #8
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
BEYRUTTAN İZLENİMLER

Savaş tamtamları tüm şiddetiyle çalmaya ve bombalar yağdırmaya devam ediyor beyrut’ a. İsrail saldırısının 15.gününde bilanço çok ağır ve bir o kadarda çarpıcı, düşündürücü, şuana kadar 430 lübnan lı sivil ve İsrailli sivil öldürüldü, 1857 kişi ise yaralı,hastanelerde tedavi altında. Savaş yine yoksulları vuruyor, en çarpıcı ve güncel görünüm, LÜBNAN.
.
Öldürülenlerden sadece 25 Hizbullah militanı ve 20 Lübnan askeri, gerisi güney de yaşayan Lübnan lı yoksul sivil halk. Peki neden İsrail sadece Güney’ i bombalıyor da Kuzey e tek bir mermi bile düşmüyor? Nedir bu İsrail ayrımı? Altında yatan nedenler nedir? Neden-sonuç larını sorguladığımızda aslında bir çok neden bulunuyor! Basınımızda hep İsrail in hizbullah mevzilerini bombaladığına dair haberler yayınlanmakta, bizde bunun aslında gerçeği yansıtmadığını belgeleri - neden-sonuçları ile sorgulamak ve halklarımıza-Savaş karşıtlarına sunmak istiyoruz…



GÜNEY:
Güney de daha çok uzun yıllar Lübnan iç savaşı ve Lübnan-İsrail savaşında savaşmış yada karşı saldırıya mağruz kalmış islami eğilimleri olan ve en önemlisi de ülkenin en yoksul kesimi yaşamakta, zaten bu bölgede hizbullah zekat adı altında hemen hemen her haneye az da olsa maaş bağlamış ve sürekli kendisine yakın yardım kurumları vasıtası ile gıda yardımlarında bulunuyor, bu yardımların çoğunluğu da tabii ki iran ve Suriye den geliyor.
Hizbullah yanlısı milletvekillerinden 4 tanesi bu bölgeden meclise girmiş bulunmaktadır. Hizbullah ve diğer bir çok islami yada sol örgütler genelde güney de etkin çalışmalar yapmakta ve halka özellikle de emek siyaseti üzerinden gitmektedirler. Zaten güney de çok yoğun CHE ve CHAWEZ posterleri ve onlara atfen övücü sloganlar bulunmaktadır, özellikle de Latin Amerika da gelişen her anti-amerikan cı hareket ve etkinlik bölgede yoğun ilgiyle izlenmek te ve alkışlanmaktadır. Şuana kadar ki İsrail saldırılarında yakılan-yıkılan ve katledilen insanların çoğunluğu güney de yaşayanlardır. Güney deki ana yolların tamamı tahrip edilmiş durumda, karayoluyu ile yolculuk güney de nerdeyse imkansız durumda. Güney deki tüm elektrik-su depolarıda yine aynı şekilde tahrip edilmiş durumda, buda zaten İsrail in geröek amacının niyetini açıkça ortaya koymaktadır, en dikkat çekici ayrıntı da: İsrail güney deki tüm süt üretim çiftliği ve paketleme işletmelerini ilk hedef olarak seçmiş olmasıdır. Güney de ciddi bebek ölümleri ve hastalıkları yaşanmaktadır. Görüştüğümüz doktorlar acil bebek maması, ilaç, bebek bezi ve süt ihtiyacı karşılanmazsa bebek ölümlerinin artacağını belirtiyorlar ve acil yardım talebinde bulunuyorlar. Görüşlerini aldığımız Dr.Hasan Yakup; İsrail bilinçli olarak özellikle yeni doğmuş bebekleri ve çocukları topyekün sessizce imha edenve özürlü bırakan saldırılar yaptığını ve bu saldırı politikasında başarılı olduğunu iddia ediyor…
Güney de kadın ve çocuklar saldırılarda en çok etkilenenlerin başında geliyor, kaldıki saldırılarda öldürülenlerin büyük bir kısmı kadın ve çocuklara ait. Bölgede ciddi gıda, su, süt, yangın söndürme cihazı, battaniye, ilaç, ve enkaz kaldırma araç gereçlerine acil ihtiyaç var…
Şuan itibari ile güney sivillerden tamamen boşalmış durum da ve güney de yaşayan halkın tamamı mülteci durumunda kendi ülkelerinde…
KUZEY:
Kuzey de yoğun olarak varlıklı hristiyanlar ve Avrupa dan gelmiş varlıklı bir kesim yaşamaktadır, özellikle de turizm alanında öne çıkan bir bölgedir. Güney de saldırolar tüm hızıyla sürerken ve insanlar öldürülürken kuzey de insanlar denize girmekte, plajlar da ve barlar da dans etmekte, ve umursamaz bir dirençle ekranlardaki Beyrut güney saldırılarını izlemekte, savaşın acımasız yüzüyle hesaplaşmaktan ısrarla ve duyarsızca kaçınmaktalar. Sanki savaş binlerce kilometre uzak bir kıtada yaşanıyormuş gibi renkli magazinsel hayatlarına tam sürat devam etmektedirler. İsrail kuzey e dokunmamakla aslında ülkede ciddi bir kamplaşma ve gerginlik hedeflemekte ve bir diğer nedende savaşta emek-sermaye çelişkisi ekseninde yoksulları hedefleyerek zengin varsıllara ayrıcalık tanımaktadır. 1967-1980 dönemindeki İsrail Lübnan savaşında kuzey deki bir çok varsıl aile ve hristiyan aile israile sığınmıştı. Tercihlerini İsrail den yana koymuşlardı o dönemdeki varsıllar. Savaşın acımasız yüzü bir kez daha yoksulları vurmakta ve hedef almakta, ve savaşlarda en ön saflarda çarpışan askerlerde yine yoksul çocuk ve gençlerden oluşmaktadır..
Aklımıza Demyan Bedniy’ in şiiri geliyor:
Savaşa gitmemiz buyruldu “Bizden” dendi “yardım bekliyor müttefik uluslar” Ama en önemli şey unutuldu: Kimin cebine girecek banknotlar? Savaş kimisi için hayatla ödenen bir fatura Milyonluk kazançtır kimisine Çoçuklar, daha ne kadar - Katlanacağız bu ağır işkenceye? İsrail in hizbullah ve diğer örgütlerin kamplarını bombaladığı yönündeki iddialar tamamen yalan ve gerçek dışıdır. Bunu gerek İsrail gerekse hizbullah-Lübnan ın resmi kayıp açıklamalarında açıklıkla ortaya koymaktadır. Aslında filler tepinmek te çimenler ezilmektedir misali olan sivil halka olmakta ve öldürülen yaralanan sivil halk olmaktadır…
Yoksullar savaşın en acımasız yüzüyle tanışmakta ve öfkeleri bıçak gibi bilenmekte sınanmaktadır…
Aslında bu savaşın tüm bölgeyi yangına çevireceğine dair belirtilerde hızla ortaya çıkmaya başladı ve bölgenin dünyadaki onlarca İslamcı militanın cihad savaşacağı bir alan haline gelmeye başladığını söyleyebiliriz. Başta İran ve Filistin olmak üzere dünyanın birçok yerinden İsrail'e karşı savaşmak için bir gönüllü seferberliği başladı. İran'ın başkante Tahrah'da toplanan bir grup gönüllü, askeri elbiselerini de giyerek İsrail'e savaşmak için gönüllü oduklarını ve Hizbullah saflarına katılmak için girişimlerde bulundukarını açıkladı. Daha önce de Filistin'in Gazze ve Batı Şeraia bölgesinde onbinlerce Filistinli Hizbullah'a destek yürüyüşleri yapmış ve birçok Filistinli de Hizbullah saflarına katılıp israil'e karşı savaşmak üzere Filistin makamlarına başvuruda bulunmuştu. Yine aynı şekilde Hamas ve Fİlistin Cihadın da aralarında bulunduğu Filistin direniş hareketleri geçen gün Şam'da yayınladıkları ortak bir deklarasyonla bütün Filistinli savaşçıların Hizbullah komutası altında İsrail'e karşı savaşmak için hazır olduklarını ilan etmişlerdi. Söz konusu örgütler arasında sosyalist örgütlerden FHKC ve FDHKC de bulunmaktadır. Tahran'da toplanan 200 kadar gönüllü Türkiye ve Suriye üzerinden Lübnan'a geçmeyi planlamaktadır. Gönüllülerin silahsız olarak yola çıkacakları belirtilirken bu gönüllülere Türkiye makamlarının izin verip vermeyeceği henüz bilinmemektedir. Gönüllüler adına açıklama yapan Öğrenci Adelet hareketi Emir Celilinejad isimli bir gönüllü "Biz İran'dan yola çıkan ilk gönüllü dalgasıyız. İran'dan ve İran dışındaki bir çok ülkeden de gönüllüler gelecektir. Biz Hizbullah'ı yardımsız bırakamayız" dedi.

Gönüllüler arasında yer alan 72 yaşındaki Hasan Honavi adlı yaşlı bir İranlı da "Rabbim bana bu günü takdir etti ve beni bugüne sakladı" diyerek gönüllüler arasında katıldı. "Hizbullah kardeşlerimiz orada yalnız başına siyonist düşmanla savaşırken biz burada duramayız!" diyen 21 yaşındaki Said Kumeyl Baradaran adlı bir başka gönüllü de "Şayet biz Lübnan'da şehid olursak cennete gideceğiz. Bu, müslüman olarak bizim için bir görevdir" sözleriyle Lübnan'da savaşıp şehid olma arzusunu dile getirdi…

Savaş tamtamları tüm şiddetiyle çalmakta ve sessiz çığlıklar yankılanmaya devam ediyor Beyrut’ ta…Sesimize ses olun diyor beyrut’ lular…Shaloom, Salam, Barış diyor…
Beyrut’ta bir sabah,
Ve ben içi boşalmış bir mermi kovanıyım ezik!
Sırtımda yanık kokusu geçmişin,
Sessizliğim intifada!
Bu sabah, ben Beyrut’ta
Kimsesiz bir çocuğum kucaklanmayı bekleyen!
Hedefsiz iki füze bakışlarım,
Yüreğimde uzak mesafeli abluka!
Ve ben artık Beyrut’un ta kendisiyim!
kan ağlıyor yüreğim...
İçimdeki her patlama bir haykırış;
“SHALOM, SALAAM, BARIŞ”








TARİH:30.07.2006....
nazlisu - avatarı
nazlisu
Ziyaretçi
20 Ekim 2006       Mesaj #9
nazlisu - avatarı
Ziyaretçi
FİLİSTİN

Medeniyetlerin beşiği Ortadoğu, son yüzyılını karışıklıklar içerisinde geçirdi. Osmanlı döneminin ilk dünya savaşı ile son bulduğu coğrafya, sonu gelmeyen çekişmelerin odağı oldu. Bölgenin jeopolitik, stratejik ve ekonomik önemi dünyayı yönetme iddiasında olan süper güçleri Ortadoğu arenasına çekti. Bu dönemde ince ince dokunan Yahudi devleti projesi hayata geçirilmeye başlandı.

İki dünya savaşının kargaşası içerisinde Filistin’de iyice artan Yahudi nüfusu 1948 yılına gelindiğinde İngiltere ve Amerika’nın gölgesinde İsrail ismi ile devletleştirildi. Ardından savaşların, katliamların, göçlerin ardı arkası kesilmedi. Beş milyon Filistinli evlerini, yurtlarını terk etmek zorunda kaldı. Müslümanlar Filistin topraklarında kadın-erkek, yaşlı-genç başlattıkları İntifada’ya kadar, en ağır şekilde sindirilmeye çalışıldı. İntifada on yıllardır kan kaybetmekte olan Filistin için yeni bir diriliş oldu.

Filistin’de iki taraf arasında sonu gelmeyen „Barış Görüşmeleri“nin en önemli noktası KUDÜS oldu. KUDÜS taviz verilmeyecek bir bölge idi. Çünkü KUDÜS kutsal şehirdi ve mübarek kılınmıştı.

Bu çalışma Filistin’deki Müslümanların haklarının teslim edilmesi noktasında tüm dünyanın en üst düzeydeki kurum ve kuruluşları ile sessizliğe büründüğü, en ağır katliamlarda bile istifini bozmadığı bir zamanda Türk ve dünya kamuoyunca Filistin Meselesinin iyice anlaşılması ve bir KUDÜS bilinci oluşturulması maksadıyla kaleme alınmıştır.

Benzer Konular

25 Aralık 2013 / A.Arda Taslak Konular
5 Haziran 2009 / ThinkerBeLL Müslümanlık/İslamiyet
11 Mayıs 2009 / ThinkerBeLL Müslümanlık/İslamiyet
16 Aralık 2008 / Ziyaretçi Soru-Cevap
6 Şubat 2014 / Misafir Cevaplanmış