Ziyaretçi
Sponsorlu Bağlantılar
İslam Dünyasının Düşmanları


MÜSLÜMANLARIN KARŞISINDAKİ ANTİ-İSLAMİ ENTERNASYONAL
İslam dünyası denen coğrafya, nüfusunun büyük bölümü Müslüman olan ülkeleri kapsar. Bu coğrafya, en Batı'da Afrika'nın Atlas Okyanusu kıyılarında yer alan Fas'a ve Moritanya'ya kadar uzanmaktadır. En Doğu'da ise Pasifik Okyanusu kıyılarındaki Endonezya'ya kadar varır. Bu büyük coğrafyada yaşayan farklı milletlerden yaklaşık 1 milyar Müslümanın büyük bölümü, son iki yüzyıl içinde, sırf "Müslüman" kimliklerinden dolayı, çeşitli saldırı, baskı, terör ve hatta katliamlarla yüzyüze kalmıştır. Çünkü pek çok Müslüman, Müslüman olmayan, dahası İslam'a nefretle bakan yönetimlerin hakimiyeti altında yaşamak zorunda bırakılmıştır.
Bugün İslam dünyasına baktığımızda; Bosna-Hersek'te, Cezayir'de, Tunus'ta, Eritre'de, Mısır'da, Afganistan'da, Keşmir'de, Doğu Türkistan'da, Çeçenistan'da, Tayland'da, Filipinler'de, Burma'da ya da Sudan'da dünya Müslümanlarının ezilmeye, baskı altına alınmaya ve yok edilmeye çalışıldığını açıkça görebiliriz. Bu sayılan coğrafyalardaki Müslümanlar görünüşte farklı düşmanlarla karşı karşıyadırlar. Bosna'da Sırplar, Keşmir'de Hindular, Kafkaslar'da Ruslar, Cezayir, Mısır, Fas gibi ülkelerde de baskıcı rejimler tarafından Müslümanlar hedef alınmaktadırlar. Ama her nedense, birbirinden bağımsız gibi gözüken bu İslam-karşıtı güçler, hep benzer mantıklarla hareket etmekte, benzer stratejiler izlemekte ve benzer yöntemler kullanmaktadırlar. İşte bu noktada karşımıza söz konusu güçlerin ortak bir yönü olan "dinden uzak kimlikleri" çıkar.
Allah'ın varlığını inkar eden, -başta tahrif edilmemiş tek hak din İslam olmak üzere- İlahi dinleri kendi kurdukları din dışı (seküler) sistemler için büyük bir düşman olarak gören ve bu nedenle de dine ve dindarlara karşı çok şiddetli bir savaş açan bu güçler dinsiz ideolojileri temsil etmektedirler. Bu nedenle de Müslümanların karşılarındaki düşman gerçekte Sırplar, Hindular ya da baskıcı rejimler değil, dünya üzerinde mevcut bulunan din dışı anlayıştır. Bugün devam eden İslam karşıtı savaşın temeli de dinsizlikle beslenmekte ve kökenleri çok eskilere dayanmaktadır.
SÖMÜRGECİLİK VE İSLAM DÜŞMANLIĞI
İslam dünyası her zaman bu durumda değildi. Bundan birkaç asır önce, İslam dünyasını Müslüman imparatorluklar yönetiyordu. 1700'lerin başında İslam dünyasının neredeyse tamamına hakim olan üç büyük imparatorluk bulunuyordu: Hindistan'da Mogul İmparatorluğu vardı. İran ve çevresinde Safavi Devleti hüküm sürüyordu. Üçüncü ve en büyük imparatorluk ise, tüm Balkan Yarımadası'nı, Anadolu'yu, Mezopotamya'yı, Arap Yarımadası'nı ve Kuzey Afrika'yı yöneten büyük Osmanlı Devleti'ydi.

Fransa, İngiltere, İtalya gibi sömürgeci devletler tarafından işgal edilen İslam topraklarında Müslüman halka karşı çok acımasız işkenceler uygulandı, toplu katliamlar gerçekleştirildi.
Ancak bu üç imparatorluk zamanla yok oldu. Mogul İmparatorluğu zayıfladı, küçüldü ve sonunda yıkıldı. Ardından tüm Hint Yarımadası İngiliz sömürgeciliğinin kontrolüne geçti. (Hindiçini olarak bilinen bölge de, Fransızlar tarafından sömürgeleştirildi.) Orta Asya'ya hakim olan Safavi Devleti, İngiltere ve Rusya'nın hakimiyetine girdi. İslam imparatorluklarının en büyüğü ve güçlüsü olan Osmanlı ise, 19. yüzyıldan itibaren kademeli olarak küçültüldü. Osmanlı'nın Batı'daki toprakları, Rusya'nın ve Rusya'nın kışkırttığı Balkan devletlerinin eline geçti. Ortadoğu, Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika ise, İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar tarafından istila edildi. I. Dünya Savaşı bittiğinde, dünya üzerindeki Müslümanların çok büyük bir bölümü, Müslüman olmayan yönetimlerin hakimiyetinde yaşar hale gelmişlerdi.
Bu yönetimler, sömürgecilerdi. İngiltere ve Fransa gibi klasik sömürgecilere, 1920'lerde Sovyet Rusya ve Faşist İtalya da katıldı. Bu ülkelerin her biri, İslam dünyasının bir bölümünü işgal etti ve sömürdü. Müslüman halka karşı ise en acımasız katliam ve işkenceleri uygulamaktan çekinmedi. İngiltere ve Fransa, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Uzakdoğu'daki Müslümanları "yönetiyor", daha doğrusu Müslüman ülkelerin doğal kaynaklarını kendi ulusal menfaatleri için kullanıyorlardı. Sovyet Rusya, tüm Kafkasya ile Orta Asya'yı ele geçirdi ve bu bölgelerdeki Müslümanları komünist rejimin baskısı altında köleleştirdi. Libya'yı 1911 yılında işgal etmiş olan İtalya, 1930'larda da Habeşistan'a karşı kanlı bir işgale girişti.
İngiltere ve Fransa'nın Ortadoğu politikasının önemli bir özelliği, bölgeyi kendi menfaat ilişkilerine uygun yapay devletlere bölmekti. Ortadoğu'daki bu yapay düzenleme, bir türlü bitmek bilmeyecek çatışmaların da tohumuydu. Bu iki Avrupalı sömürgeci güç, II. Dünya Savaşı'nın ardından Ortadoğu'yu terk etmek zorunda kaldılar. Ama arkalarında kendilerinden çok daha acımasız, saldırgan ve yıkıcı bir sömürgeci güç bıraktılar: İsrail.
Çok kısa bir biçimde özetlediğimiz bu tablonun geneline baktığımızda, İslam dünyasının 19. yüzyılın başlarından itibaren, dış güçler tarafından hedef alındığını açıkça görürüz. Dünya Müslümanları geçen 200 yıllık süre boyunca, bu güçler tarafından işgal edilmiş, sömürgeleştirilmiş, baskı ve zulüm görmüştür. Bu güçlerin İslam dünyasında kurdukları kukla yönetimler de Müslümanlara bir o kadar zulmetmiştir ve hala da zulmetmeye devam etmektedirler. Ayrıca dış güçler, İslam dünyasına yabancı olan birtakım ideolojileri (aşırı milliyetçilik, faşizm veya komünizm) Müslüman toplumlara empoze etmişler, bu ideolojilerle kışkırttıkları bazı kimseleri de Müslüman toplumların geneline karşı kullanmışlardır.
İSLAM'A DÜŞMAN İDEOLOJİLERİN TEMELİ
İslam dünyasına yönelen düşmanları analiz ettiğimizde, bu düşmanların üç temel fikri kökeni olduğunu görürüz:
1) Batı emperyalizmi: Örneğin, yukarıda değindiğimiz İngiliz ve Fransız sömürgeciliği.
2) Faşizm/Aşırı milliyetçilik: Örneğin, İtalyan faşizmi, İsrail ya da İslam dünyasında iç savaşlar çıkaran çeşitli faşizan gruplar.
3) Komünizm: Örneğin, Sovyet Rusya, Kızıl Çin, Kızıl Khmer dönemi Kamboçya, Afgan komünistleri ve Ortadoğu'daki çeşitli komünist örgütler.
Dikkat edilirse, her üç etken de, 19. yüzyılda ortaya çıkmış ve 20. yüzyılda gelişmiş fikirlere dayanmaktadır. Aşırı milliyetçilik ve onu izleyen faşizm, tamamen 19. yüzyılda ortaya çıkmış, ilk büyük uygulamalarını da 20. yüzyılda ortaya koymuş ideolojilerdir. Komünizm, 19. yüzyılda Marx ve Engels tarafından ortaya atılan diyalektik materyalist teoriyle başlamış, dünya üzerindeki ilk komünist rejim de ancak 1917'de Rusya'da kurulmuştur. Bir tek Batı sömürgeciliğinin daha önceki yüzyıllara uzandığı söylenebilir, ancak daha öncesinde sınırlı bir ekonomik girişim olan sömürgeciliğin, felsefi ve ideolojik temelleri olan global bir siyaset haline gelmesi 19. yüzyılda olmuştur.
İSLAM DÜNYASINDA 200 YILDIR DEVAM EDEN ZULÜM...



Filistinli Müslümanlar yaklaşık yarım asırdır, hiçbir gerekçe gösterilmeden evlerinden çıkarılmakta, kurşunlanmakta, işkenceye ve şiddete maruz bırakılmaktadırlar. İşgalci İsrail'in bu zulmü karşısında ise tüm dünya büyük bir sessizliğe bürünmüştür.
İslam dünyasının düşmanı şu veya bu millet veya topluluk değil, asıl olarak söz konusu milletleri veya toplulukları eli kanlı birer zalim haline getiren "ideolojiler"dir. Bu ideolojiler, 19. yüzyılda dünyanın büyük bölümüne hakim olmuş ve hakim oldukları her coğrafyaya zulüm ve vahşet götürmüştür.
İslam dünyasının düşmanı şu veya bu millet veya topluluk değil, asıl olarak söz konusu milletleri veya toplulukları eli kanlı birer zalim haline getiren "ideolojiler"dir. Bu ideolojiler, 19. yüzyılda dünyanın büyük bölümüne hakim olmuş ve hakim oldukları her coğrafyaya zulüm ve vahşet götürmüştür.



Bu ise, bizlere İslam dünyasının düşmanının şu veya bu millet veya medeniyet (örneğin Batı medeniyeti) değil, asıl olarak söz konusu milletleri veya medeniyetleri eli kanlı birer zalim haline getiren "ideolojiler" olduğunu gösterir. Bu ideolojiler 19. yüzyılda dünyanın büyük bölümüne hakim olmuş ve hakim olduğu her coğrafyaya zulüm ve vahşet götürmüştür. İslam dünyasını işgal eden, parçalayan, yağmalayan, köleleştiren, katliamdan geçiren güçler, aslında bu ideolojilerdir.
Üstte saydığımız üç temel ideolojiye baktığımızda ise, hepsinin temelinde Batı'nın "dinsizleşmesinin" yattığını görürüz. Her üç temel ideoloji de, Batı dünyasının Allah inancından ve dinden uzaklaşıp, materyalist bir dünya görüşünü benimsemesiyle ortaya çıkmıştır.
Bu teşhisi doğrulayan çok önemli bir gerçek, her üç ideolojinin de, "ateizmin bilimsel temeli" olarak gösterilen, dünya tarihinde ilk kez ateist ve dinsiz felsefenin "objektif gerçek" olarak lanse edilmesine imkan sağlayan Darwin'in evrim teorisine dayanmasıdır.
DARWINİZM, SÖMÜRGECİLİK VE FAŞİZM BAĞLANTISI
Darwinizm, sömürgeciliğin sözde bilimsel temeli olmuştur. Çünkü Darwin, insan ırklarını ileri sürdüğü hayali evrim süreci içinde farklı basamaklara yerleştirmiştir. Avrupalı Beyaz Adam'ı en ileri ırk saymış, Asyalı ve Afrikalı kavimleri ise neredeyse maymunlarla aynı düzeyde göstermiştir. Dahası, tüm insanlığın daimi bir çatışma ve yaşam mücadelesi sürdürdüğünü, bu mücadele içinde Batı'nın kazanmasının ve diğerlerini köleleştirmesinin "doğanın kanunu" olduğunu öne sürmüştür. Darwin, İnsanın Türeyişi adlı kitabında şöyle yazmıştır:
Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da… kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek…1

Darwin'in yaşam mücadelesi kavramı, emperyalizm kadar ırkçılık, komünizm ve faşizm için de önemli bir ilham kaynağı olmuştur.
Darwin bu ilginç sonuca "yaşam mücadelesi" kavramıyla varmıştı. Bu iddiasına göre yaşam mücadelesi içinde zayıf bireyler elenirken, güçlü ve uygun yapıya sahip bireyler de seçilip hayatta kalıyorlardı. Dahası, bu mücadelenin evrimsel gelişme için gerekli olduğunu, yani bazı insan ırklarının yok edilmesinin insanlığın gelişmesini sağlayacak bir süreç sayıldığını savunmuştu.
"Sosyal Darwinizm" olarak anılan bu bilim dışı hurafeler, dönemin ilkel bilim düzeyi içinde büyük kabul görmüş ve Avrupa emperyalizminin temel meşruiyet kaynağı haline gelmiştir. Kısacası Darwinizm, emperyalizmin "bilimsel" temelidir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Darwin'in Türk Düşmalığı, Vural Yayıncılık, 1999)
Sosyal Darwinizm, emperyalizm kadar ırkçılık, aşırı milliyetçilik ve faşizmin de kaynağıdır. Faşizmin kurucuları sayılan 19. yüzyıl teorisyenlerinin hepsi (örneğin Friedrich Nietzsche, Heinrich von Treitschke, Francis Galton, Ernst Haeckel) Darwin'in evrim teorisinden ve özellikle "yaşam mücadelesi" kavramından şiddetle etkilenmiş kimselerdir. İlk faşist rejimi kuran İtalyan diktatör Mussolini, gençlik yıllarında Darwin'i öven makaleleriyle dikkat çekmiş koyu bir Darwinist'tir. Hitler'in ve diğer Nazi kurmaylarının yazılarında, Sosyal Darwinizm'den ilham aldıkları çok açık olarak görülmektedir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Darwinizm'in Kanlı İdeolojisi: Faşizm, Vural Yayıncılık, 2001)
KOMÜNİST İDEOLOJİNİN İSLAM DÜŞMANLIĞI
Darwinizm komünizmin de temelidir. Bu gerçek, komünizmin iki kurucusu olan Marx ve Engels tarafından açıklıkla ifade edilmiştir. Her ikisi de koyu birer ateist olan Marx ve Engels, dini inançların yok edilmesini komünizm açısından zorunlu görüyorlardı ve evrim teorisinin de bu hedefe hizmet ettiğini anlamışlardı.
Engels, Darwin'in kitabı yayınlanır yayınlanmaz Marx'a şöyle yazdı: "Şu anda kitabını okumakta olduğum Darwin, tek kelimeyle muhteşem."2 Marx ise 19 Aralık 1860 tarihinde Engels'e yazdığı cevabında şöyle diyordu: "Bizim görüşlerimizin doğal tarih temelini içeren kitap, işte budur."3 Marx, bir başka sosyalist dostu Lasalle'a 16 Ocak 1861'de yazdığı mektupta ise, "Darwin'in yapıtı büyük bir yapıttır. Tarihteki sınıf mücadelesinin doğa bilimleri açısından temelini oluşturuyor."4 diyerek, evrim teorisinin komünizm için önemini açıklıyordu.
Komünizme ilave yorumlar getiren Lenin, Troçki, Stalin, Mao gibi diktatörler de Darwin'e olan ideolojik bağlılıklarını hem ifade etmişler hem de fiili olarak göstermişlerdir. Evrim teorisi tüm komünist rejimlerde eğitimin ve hatta tarım politikalarının temeli haline gelmiş, tüm komünist akımlar aradıkları fikri temeli Darwinizm'de bulmuşlardır.
KOMÜNİST ZULÜM DEVAM EDİYOR...

İslam topraklarında zulümlerini sürdüren komünist güçler, her zaman için hedef olarak savunmasız insanları, kadınları, yaşlıları, çocukları, hatta kundaktaki bebekleri seçmişlerdir.
Darwin'in evrim teorisini benimseyen komünist ideoloji için toplum bir "havyan sürüsü"dür. İnsan ise "insan-hayvan-makine" arasında kalan cansız, ruhsuz, donuk bir varlıktır ve değersizdir. Hala komünist kadroların yönetimindeki Rusya'nın Çeçenistan'da yürüttüğü vahşet bunun bir kanıtıdır..




Darwin'in evrim teorisini benimseyen komünist ideoloji için toplum bir "havyan sürüsü"dür. İnsan ise "insan–hayvan-makine" arasında kalan cansız, ruhsuz, donuk bir varlıktır ve değersizdir. "Zaten sürüde çok var, bir tane kaybolsa birşey olmaz" mantığı geçerlidir. Çalışamayan ya da sakat olanlar sürüden atılır, ölüme terk edilir. Hastalıklı ve zararlı olarak kabul edilir. Af, merhamet, vefa duygusu yoktur. İnsanlar öldükten sonra yok olacaklarına inandıkları için, yaşama dört elle vahşice sarılırlar. Herkesi düşman ve kendi yaşam mücadelesinde rakip gördükleri için, her hareketi kendi aleyhlerinde yorumlar ve kin tutarlar.
İşte böyle her türlü insani ve manevi değerden, güzel ahlaktan uzak bir toplum oluşturan komünist ideoloji doğal olarak dine düşmandır. Çünkü dinin getirdiği güzel ahlak, sevgi, şefkat, merhamet, fedakarlık, yardımlaşma, affedicilik gibi özellikler komünizmin hedeflediği modele uymamaktadır. Marx, Engels, Lenin, Stalin, Troçki, Mao veya bir başka komünist ideoloğun yazılarına bakıldığında, bunun açıkça ifade edildiği görülebilir. Marx, kendince dini"halkın afyonu" olarak tanımlamış ve sözde "fakir halk kesimlerini uyutmak için yönetici sınıf tarafından oluşturulan bir kültür" diye tarif etmiştir. Dahası, komünizme ulaşmak için de dini inançların yok edilmesi gerektiğini öne sürmüştür.
Lenin, 1905 yılında Novaya Zihn dergisinde yayınlanan "Sosyalizm ve Din" başlıklı yazısında ise dini sözde dağıtılması gereken bir "sis" olarak tanımlamış ve dine karşı komünistlerce yürütülmesi gereken bir ateizm propagandası tarif etmiştir. Yine Lenin, 1909 yılında Rus Sosyal Demokrat Partisi'nin (sonraki Komünist Parti) lideri olarak kaleme aldığı ve Proleterya dergisinde yayınlanan "Proleterya Partisinin Din Konusundaki Tutumu" başlıklı makalede şunları yazar:
Marx ve Engels'in çeşitli kereler tekrarladıkları gibi Marksizm'in felsefi temeli, Fransa'daki 18. yüzyıl maddeciliğinin ve Almanya'daki Feuerbach (19. yüzyılın ilk yarısı) maddeciliğinin tarihsel geleneklerini benimsemiş olan, tamamen ateist ve dine karşı tavırdaki diyalektik maddeciliktir... "Din halkı uyutmak için kullanılan afyondur." Marx'ın bu sözü din konusundaki Marksist görüşün temel taşıdır.5
Oysa Marx bu sözüyle dine olan düşmanlığını ifade etmekte ve din konusundaki cahilliğini gözler önüne sermektedir. Onun dine yönelik bu ifadeleri gerçekleri ifade etmemektedir. Çünkü Allah insanlara düşünmeyi, araştırmayı emreder. İnsanları düşünmemeye, söylenenleri hiç düşünmeden bir hayvan sürüsü gibi uygulamaya yönelten ise komünizm gibi dinsiz ideolojilerdir. Düşünmeyen insanın gerçeklerden tamamen uzak kalacağı ve yanlışlarla, yanılgılarla dolu bir hayat süreceği açıktır. İnsanın, dünyanın yaratılış amacını ve kendisinin yeryüzünde bulunuş amacını kavraması "düşünmekle" mümkün olur. Çünkü Allah herşeyi bir amaçla yaratmıştır. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilir:
Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları bir 'oyun ve oyalanma konusu' olsun diye yaratmadık. Biz onları yalnızca hak ile yarattık. Ancak onların çoğu bilmezler. (Duhan Suresi, 38-39)
Dolayısıyla her insanın başta kendisinin, daha sonra evrende gördüğü herşeyin ve yaşamı boyunca karşılaştığı her olayın yaratılış amacını düşünmesi gerekir. Düşünmeyen bir insan gerçekleri ancak öldükten sonra Allah'ın huzurunda hesap verirken anlar, ama artık çok geç kalmıştır. Allah bize dünya hayatında fırsat vermişken düşünmek ve düşündüklerimizden sonuç çıkararak gerçekleri görmek ahiret hayatımızda bizlere büyük bir kazanç sağlayacaktır. Bu nedenle Allah, elçileri ve kitapları aracılığı ile tüm insanları, kendilerinin ve tüm evrenin yaratılışı hakkında düşünmeye çağırmıştır:
Kendi nefisleri konusunda düşünmüyorlar mı? Allah, gökleri, yeri ve bu ikisi arasında olanları ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre (ecel) olarak yaratmıştır. Gerçekten, insanlardan çoğu Rablerine kavuşmayı inkar ediyorlar. (Rum Suresi, 8)
Dine düşman olan kişiler ise -komünist liderler gibi- insanları dinden uzaklaştırmak için türlü iftiralar atar, dinin düşünmeyi engellediğini öne sürerler. Ancak buraya kadar anlattıklarımızdan ve Kuran ayetlerinden de anlaşıldığı gibi din, bu iftiraların aksine insanlara düşünmeyi emreder.
SONUÇ
Kısacası, İslam dünyasının düşmanı olan üç ideolojinin de, aynı kaynaktan, 19. yüzyılda Batı dünyasını ele geçiren dinsiz kültürden çıkmış olduğu aşikardır.
Bu durum, dinsizliğe karşı yürütülecek fikri mücadelenin ne kadar önemli olduğunu bize bir kez daha göstermektedir: Dinsizlik sadece insanların imanlarını yok ederek onların ahiretlerini mahvetmeye çalışan bir güç değildir. Aynı zamanda, dünyayı da mahvetmeyi, bir karmaşa ve savaş alanına çevirmeyi hedeflemektedir. Müslümanları ise bu karmaşa ve savaş ortamında en büyük hedef olarak belirlemektedir.
Dolayısıyla dinsizliğe karşı fikri mücadele, hem büyük bir imani hizmet hem de dünyayı saran "fitne"ye karşı verilecek büyük bir "moral savaşı"dır. Halen dünyanın dört bir yanında, dinsiz sistemler tarafından ezilen pek çok Müslümanın var oluşu, bize bu mücadelenin ne kadar önemli olduğunu hatırlatan bir gerçektir. Dinsizliğe (ve dinsizliğin dayanakları olan felsefe, ideoloji ve Darwinizm gibi sözde bilimsel teorilere) karşı kazanılacak her fikri zafer, aynı zamanda dünyadaki mazlum Müslümanlara yardım anlamını taşıyan bir moral zaferidir.

İslam Dünyasının Düşmanları

Radikal Siyonistler Filistin topraklarında bağımsız bir Yahudi Devleti kurmaya karar verdiklerinde karşılaştıkları ilk sorunlardan biri bu topraklarda yaşayan Yahudi nüfusun azlığı idi. 1900'lerin başında Filistin'deki Yahudi nüfusu %10'un altında idi. Siyonistlerin çalışmaları ile 1920'lerde 100.000 olan Yahudi göçmen sayısı, resmi kayıtlara göre 1930'larda 232 bine ulaştı. 1939'a gelindiğinde toplam 1,5 milyon olan Filistin nüfusunun 445 bini Yahudi idi. Bundan yirmi yıl önce %10'dan daha az olan nüfus oranı, 1939'da %30'a ulaşmıştı. Nüfusla birlikte Yahudi yerleşim alanları da büyük bir hızla genişledi. 1939'da Yahudilerin sahip oldukları toprak miktarı 1920'li yıllarla kıyaslandığında iki katına çıktı. 1947 yılına gelindiğinde ise Filistin'de 630 bin Yahudi, 1 milyon 300.000 Filistinli vardı. BM tarafından Filistin'in taksim edildiği 29 Kasım 1947'den İsrail Devleti'nin kurulduğu 15 Mayıs 1948'e kadar İsrailliler Filistin topraklarının önemli bir bölümünü ele geçirdi. Bu esnada Filistin köylerine yapılan baskınlar ve katliamlar sonucunda 500 kadar kent, kasaba ve köyde yaşayan 950 bin Filistinlinin sayısı 138 bine düştü. Bunların büyük bir bölümü öldürülmüş, bir bölümü de sürgün edilmişti. İleride İsrail ordusunu oluşturacak olan Siyonist terör örgütleri Müslüman köylerine ve kasabalarına gece baskınları düzenliyorlar ve Müslümanları kurşuna dizip, geçtikleri yerleri yakıp yıkıyorlardı. Bu şekilde 1948 ve 49 yıllarında yaklaşık 400 Filistin köyü haritadan silindi. Filistinlilerin geride bıraktıkları mallarına ise "Ülke Dışında Yaşayan Mal Sahiplerinin Mülkleri Yasası" ile Yahudiler tarafından el konuldu. 1947'den önce Filistin topraklarının %6'sına sahip olan Yahudiler, devlet resmen kurulduğunda tüm toprakların yaklaşık %90'ını ele geçirmişlerdi.





















Toplam 2.760 bina ağır hasar görmüştür. Bunlardan 773'ü sivil Filistinlilerin evleridir ve bu evlerden 180'i tamamen yıkılmıştır. Hasar gören binalar arasında 29 cami, 12 kilise ve 44 su deposu bulunmaktadır. 41 okul tamamen kullanılamaz hale gelmiştir, hatta bu okullardan 4 tanesi İsrailliler tarafından askeri depo olarak kullanılmaktadır. 30 okul binası ise İsrail askerleri tarafından yakılmış, bu durum yaklaşık 400 bin dolarlık bir hasara neden olmuştur. Aksa İntifadası'nın ilk iki ayında ise okuldan evlerine dönen 45 öğrenci öldürülmüştür.















İslam düşmanları saldırıda mı?
Soğuk Savaş'ın son bulmasının ardından oluşan yeni dünya düzeninde Türkiye kendine çok güçlü bir yer edinmeyi hedeflemişti. Özellikle de SSCB'nin dağılmasıyla birlikte Kafkasya ve Orta Asya'da şekillenen yeni yapılanma içinde Türkiye daha etkin bir konuma yerleşecek, ekonomik ve politik anlamda lider bir ülke konumuna gelecekti. Çünkü bağımsızlıklarını birer birer ilan eden bu cumhuriyetlerle Türkiye arasında hem din, hem dil, hem kültür, hem de tarihi açıdan çok güçlü bağlar bulunmaktaydı. Buna göre Türkiye ile bu ülkeler arasında bir bütünleşme olacak ve Türkiye bu yakınlaşmanın sonucunda çok büyük kazanımlar elde edecekti.
Çeçenistan'da yaşananlar hakkında hepimiz bugüne kadar çok şey duymuş ve okumuş olabiliriz. Ancak orada olanları anlayabilmek için son birkaç yıldır yaşananlar hakkında bilgi sahibi olmak yetmez. Çünkü Çeçen halkının bu şerefli mücadelesi bundan çok uzun yıllar önce başlamıştır ve çok kısa aralıklı kesintilerle yıllardan bu yana devam etmektedir. Ve bu mücadelenin temelinde belki de dünyanın en cesur halkı sayılabilecek bu halkın yazdığı bir destan yatmaktadır. Tüm dünyanın cesaret ve bağımsızlığa olan düşkünlüklerini kendilerine örnek aldıkları Çeçen halkının bu güçlü karakterini anlamak için tarihleri hakkında da kısa bir bilgi sahibi olmak gerekir.
Yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Çeçenya, Rusya için tüm bir Kafkasya anlamına gelmektedir. İmam Mansur'un 1780'li yıllarda başlattığı tüm Kafkasları tek bir çatı altında toplamayı hedefleyen Birleşik Kafkasya fikri, Rusların korkulu rüyasıdır. Çeçenya'nın bağımsızlığı, bir anlamda Birleşik Kafkasya ideali için ilk ve en önemli adımdır. Çeçenlerin diğer cumhuriyetler üzerindeki bu etkisinin bilincinde olan Rusya'nın bu ülkenin üzerine bu kadar gitmesinin önemli nedenlerinden biri de işte bu korkudur. Rusya, Çeçenleri tek bir kişi kalmadan yok ederek, öncelikle Kafkasya'yı sonra da milyonlarca kilometrekarelik topraklarını garanti altına almaya çalışıyor. Fakat ne Ruslar ne de diğer ülkeler Çeçenistan'ın bu kadar güçlü bir direniş göstereceğini ve bağımsızlıklarına bu kadar düşkün olduklarını tahmin etmiyorlardı.
Savaşın bu kadar şiddetli geçmesi ve Çeçenlerin bağımsızlık uğruna herşeyi göze almalarının altında yatan en önemli neden Çeçenlerle Rusların din, dil, kültür ve ırk olarak hiçbir ortak özelliklerinin olmamaları. Çeçenler hiçbir yakınlık duymadıkları Rusların himayesinde yaşamayı 1918 yılından beri reddediyor ve bu uğurda mücadele veriyorlar. Çünkü Çeçenistan bu tarihten SSCB'nin çöküşüne kadar Sovyet Rusya'nın hakimiyeti altında kaldı ve bu dönem içinde çok büyük zulümler gördü. Ruslar, Kafkas halkları arasındaki bütünlüğü ortadan kaldırmak, milliyetçilik duygusunu ve dini inançları yok etmek ve doğup büyüdükleri topraklarına olan bağlılıklarını tamamen ortadan kaldırmak için bu ülkeler üzerinde çok vahşi bir politika uyguladı. Buna göre kardeş ülkelerin toprakları birbirlerinden suni sınırlarla ayrılmış, bazı halklar başka ülkelere göçe zorlanmış, bazıları ise zorla evlerinden çıkarılıp yerlerine yeni topluluklar yerleştirilmiştir. Bunun en önemli nedeni bu topraklarda karışıklık ve kaos çıkarmak, kardeş halklar arasında düşmanlık yaratmak ve insanların ortak kültürlerini tamamen ortadan kaldırmaktır. Bu "böl-yönet" politikasında da Rusya kısmen başarılı oldu. Bugün Kafkasya'da yaşanan anlaşmazlıkların kökeninde o tarihlerden günümüze gelen anlaşmazlıklar yatıyor.
Çeçenistan'da sivillere karşı yürüttüğü savaş Rus hükümetini her açıdan çok zor duruma sokuyor. Halk bu savaşı desteklemiyor, çünkü ölen Rus askerlerinin boşu boşuna öldüklerini düşünüyor. Bu savaş ekonomik olarak da Rusya'yı çok zor bir duruma sokuyor ve Rusya bu savaşın gerekçelerini dış dünyaya açıklamakta çok zorlanıyor. Ve nasıl oluyorsa, tam sıkıştığı bu dönemlerde Rus hükümetini rahatlatacak bir bomba Moskova'da sivillerin yaşadığı bölgelerde patlıyor. Ve ortada hiçbir delil bulunmamasına rağmen tüm patlamalar Çeçenlerin üstüne kalıyor. Bombaların ardından "Terörist Çeçenler" sloganları Rusya semalarında işitilmeye başlanıyor. Rus basını da hiçbir kanıt ya da kaynak göstermeden sert bir dille Çeçenlere saldırıyor. Oysa Çeçen Devlet Başkanı Aslan Mashadov olayların en başından itibaren "Ne Çeçen savaşçıların, ne istihbarat servislerinin ne de liderlerinin bu patlamalarla en ufak bir ilgisi yoktur" diyerek ölenlere başsağlığı diledi.
