Arama

Siyasal Parti Özgürlüğü

Güncelleme: 20 Haziran 2008 Gösterim: 7.604 Cevap: 1
Bia - avatarı
Bia
Ziyaretçi
20 Haziran 2008       Mesaj #1
Bia - avatarı
Ziyaretçi
Siyasal Parti Özgürlüğü

Sponsorlu Bağlantılar
T.C Anayasası’nda seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma haklarını belirten 67. maddeye göre vatandaşlar, kanunda gösterilen şartlara uygun olarak, seçme, seçilme ve bağımsız olarak veya bir siyasi parti içinde siyasi faaliyette bulunma ve halk oylamasına katılma hakkına sahiptir. Siyasi partilerin kuruluşu, örgütlenme ve faaliyette bulunmaları kanunla düzenlenmiştir. 1983’te kabul edilen Siyasi Partiler Kanunu’nun üçüncü maddesinde siyasi partilerin tanımı şöyle yapılmaktadır: “Siyasi partiler, Anayasa ve kanunlara uygun olarak; milletvekili ve mahalli idareler seçimleri yoluyla, tüzük ve programlarında belirlenen görüşleri doğrultusunda çalışmaları ve açık propagandaları ile milli iradenin oluşmasını sağlayarak demokratik bir Devlet ve toplum düzeni içinde ülkenin çağdaş medeniyet seviyesine ulaşması amacını güden ve ülke çapında faaliyet göstermek üzere teşkilatlanan tüzel kişiliğe sahip kuruluşlardır.”

Kanuna göre siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı olarak çalışırlar ve siyasi partilerin kuruluşu, organlarının seçimi, işleyişi, faaliyetleri ve kararları Anayasada nitelikleri belirtilen demokrasi esaslarına aykırı olamaz. Vatandaşlar siyasi parti kurma hakkına sahiptirler. Siyasi partiler, Anayasa ve kanunlar çerçevesinde, önceden izin almaksızın serbestçe kurulurlar. Her Türk vatandaşı, kanunda ve parti tüzüğünde gösterilen şartlara ve usullere göre siyasi partilere üye olma ve dilediği anda üyelikten çekilme hakkına sahiptir. Kimse, aynı zamanda birden fazla siyasi partinin üyesi olamaz, aksi halde üyelik sıfatı bu siyasi partilerin hepsinde birden sona ermiş sayılır. Kimse, bir partinin birden fazla teşkilat birimine üye kaydolamaz, aksi halde son kayıt tarihinden önce yapılmış olan üyelik kayıtları geçersizdir. Siyasi partilerin teşkilatı; merkez organları ile il, ilçe ve belde teşkilatlarından; Türkiye Büyük Millet Meclisi Grubu ile il genel meclisi ve belediye meclisi gruplarından ibarettir. Siyasi partilerin tüzüklerinde ayrıca kadın kolu, gençlik kolu ve benzeri yan kuruluşlarla, yabancı ülkelerde yurtdışı temsilciliği kurulması öngörülebilir. Belde teşkilatı, il ve ilçe merkezleri dışında belediye teşkilatı olan yerlerde kurulur. Belde teşkilatları ilçe başkanlığına bağlıdır. Bu teşkilatların seçim tarzı, kuruluş ve faaliyet şekil ve şartları, üye sayısı, il ve ilçe teşkilatlarıyla münasebetleri siyasi partilerin tüzüklerinde gösterilir. Belde teşkilatının üye sayısı üçten az olamaz.

Siyasi partiler, milletvekili seçilme yeterliğine sahip en az otuz Türk vatandaşı tarafından kurulur. Siyasi partilerin genel merkezi Ankara’da bulunur. Siyasi partiler, aşağıda belirtilen bildiri ve belgelerin, İçişleri Bakanlığına verilmesiyle tüzelkişilik kazanırlar. Bildiride, kurulacak siyasi partinin adı, genel merkez adresi, kurucuların adı, soyadı, doğum yeri ve tarihi, öğrenim durumları, meslek veya sanatlarıyla ikametgahlarının belirtilmesi ve bu bildirinin bütün kurucular tarafından imzalanması ve bildiriye beşer adet olmak üzere kurucuların nüfus kayıt örnekleri, adli sicil belgeleri ve kurucuların ayrı ayrı düzenledikleri siyasi parti kurucusu olabilme şartlarını taşıdıklarını belirten imzalı beyannameler ile kurucular tarafından imzalanmış parti tüzüğü ve programının eklenmesi şarttır. Bilgi ve belgelerin alındığı anda, İçişleri Bakanlığınca bir alındı belgesi verilir. İçişleri Bakanlığı, kuruluş bildirisi ve alındı belgesinin onaylı birer örneği ile bildiri eklerinin birer takımını üç gün içinde Cumhuriyet Başsavcılığı ile Anayasa Mahkemesine gönderir. Cumhuriyet Başsavcılığınca her siyasi parti için bir sicil dosyası tutulur.

On sekiz yaşını dolduran, medeni ve siyasi hakları kullanma ehliyetine sahip bulunan her Türk vatandaşı bir siyasi partiye üye olabilir.

Hakimler ve savcılar, Sayıştay dahil yüksek yargı organları mensupları, kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri, yaptıkları hizmet bakımından işçi niteliği taşımayan diğer kamu görevlileri, Silahlı Kuvvetler mensupları ile yükseköğretim öncesi öğrencileri siyasi partilere üye olamazlar.

1- Kamu hizmetlerinden yasaklılar,
2- Zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı suçlar ile istimal ve istihlak kaçakçılığı dışında kalan kaçakçılık suçları, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma veya Devlet sırlarını açığa vurma suçlarından biriyle mahkum olanlar,
3- Herhangi bir suçtan dolayı ağır hapis veya taksirli suçlar hariç üç yıl veya daha fazla hapis cezasına mahkum olanlar,
4- Türk Ceza Kanununun İkinci Kitabının birinci babında yazılı suçlardan veya bu suçların işlenmesini aleni olarak tahrik etme suçundan mahkum olanlar,
5- Türk Ceza Kanununun 312’nci maddesinin ikinci fıkrasında yazılı halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etme suçlarından mahkum olanlar,

siyasi partilere üye olamazlar ve üye kaydedilemezler.
Yükseköğretim elemanları, yasaklamanın dışındadır. Bunlar hakkında Yükseköğretim Kanunu uygulanır.

Siyasi parti üyesi olmaya kanuna göre engel hali bulunmayanların, üyeliğe kabul şartları parti tüzüklerinde gösterilir. Tüzükte üyelik için başvuranlar arasında dil, ırk, cinsiyet, din, mezhep, aile, zümre, sınıf ve meslek farkı gözeten hükümler bulunamaz.
Siyasi partiler üye olma istemlerini sebep göstermeksizin de reddedebilirler. Ancak, üyeliğe kaydını isteyenin, istemini reddeden teşkilatın bir üst kademesine, parti tüzüğünde gösterilen şekilde itiraz hakkı vardır. İtiraz üzerine verilen karar kesindir.
Anayasanın 69. maddesinde siyasi partilerin uyacakları esaslar şöyle belirtilmiştir:

Siyasi partilerin faaliyetleri, parti içi düzenlemeleri ve çalışmaları demokrasi ilkelerine uygun olur. Bu ilkelerin uygulanması kanunla düzenlenir.
Siyasi partiler, ticari faaliyetlere girişemezler.
Siyasi partilerin gelir ve giderlerinin amaçlarına uygun olması gereklidir. Bu kuralın uygulanması kanunla düzenlenir. Anayasa mahkemesince siyasi partilerin mal edinimleri ile gelir ve giderlerinin kanuna uygunluğunun tespiti, bu hususun denetim yöntemleri ve aykırılık halinde uygulanacak yaptırımlar kanunda gösterilir. Anayasa Mahkemesi, bu denetim görevini yerine getirirken Sayıştay’dan yardım sağlar. Anayasa Mahkemesinin bu denetim konunda vereceği kararlar kesindir.

Siyasi partilerin kapatılması, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesince kesin olarak karara bağlanır.
Bir siyasi partinin tüzüğü ve programının 68 inci Maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı verilir.

Bir siyasi partinin 68 inci Maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verilir. Bir siyasî parti, bu nitelikteki fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.

Anayasa Mahkemesi, yukarıdaki fıkralara göre temelli kapatma yerine, dava konusu fiillerin ağırlığına göre ilgili siyasî partinin Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına karar verebilir.
Anayasanın 68. maddesinde parti kurma, partilere girme ve partilerden çıkma şu şekilde düzenlenmiştir:
Vatandaşlar, siyasi parti kurma ve usulüne göre partilere girme ve partilerden ayrılma hakkına sahiptir. Parti üyesi olabilmek için on sekiz yaşını doldurmuş olmak gerekir.
Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.
Siyasi partiler, önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa ve kanun hükümleri içinde faaliyetlerini sürdürürler.

Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.

Hakimler ve savcılar, Sayıştay dahil yüksek yargı organları mensupları, kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri, yaptıkları hizmet bakımından işçi niteliği taşımayan diğer kamu görevlileri, silahlı kuvvetler mensupları ile yükseköğretim öncesi öğrencileri siyasi partilere üye olamazlar.

Yükseköğretim elemanlarının siyasi partilere üye olmaları ancak kanunla düzenlenebilir. Kanun bu elemanların, siyasi partilerin merkez organları dışında kalan parti görevi almalarına cevaz veremez ve parti üyesi yükseköğretim elemanlarının yükseköğretim kurumlarında uyacakları esasları belirler.

Yükseköğretim öğrencilerinin siyasi partilere üye olabilmelerine ilişkin esaslar kanunla düzenlenir.
Siyasi partilere, devlet, yeterli düzeyde ve hakça mali yardım yapar. Partilere yapılacak yardımın, alacakları üye aidatının ve bağışların tabi olduğu esaslar kanunla düzenlenir.
Siyasal partiler yurttaşlara hem politik eğitimlerini geliştirme hem de politikayı etkileme olanakları sağlamaktadır.

TÜRKİYE’DE SİYASAL PARTİLERİN DURUMU
CUMHURİYET DÖNEMİNDE PARTİLER

1923 ile 1945 arasında sürekli olarak siyasal yaşamda bulunan tek parti, Cumhuriyetin ve Devletin kurucusu olan ve 1950’ye kadar iktidarda bulunan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’dir. Bu dönemde çok partili yaşama geçmek amacıyla bazı denemeler yapılmış ve CHP dışında bazı partilerin kurulmasına izin verilmişse de bu denemeler başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

TEK PARTİ DÖNEMİ
Tek parti döneminde, CHP’nin dışında kurulan partilerden ikisi (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Ahali Cumhuriyet Fırkası) Bakanlar Kurulu kararıyla kapatılmış, birisi (Serbest Cumhuriyet Fırkası) partinin merkez kurulu kararıyla feshedilmiş, bir diğer partinin (Türkiye Cumhuriyetçi Amele ve Çiftçi Partisi) kuruluşuna ise hükümetçe izin verilmemiştir.

ÇOK PARTİLİ DÖNEM
Türkiye’de çok partili yaşam, 1945 yılında başlamıştır. Çok partili dönemde CHP’den sonra yer alan ilk parti, 18. 07. 1945’te kurulan Milli Kalkınma Partisidir. 1950 - 1960 arasındaki on yıllık dönemin iktidar partisi olan Demokrat Partinin kuruluş tarihi ise 07. 01. 1946’ dır.
1945’ten günümüze kadar, kesintilerle de olsa, demokratik rejim işlemektedir. Demokratik rejim, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde askeri müdahalelerle kesintiye uğramıştır. Bunlardan ikisinde (1960 ve 1980’de) parlamentolar feshedilmiş, anayasalar yenilenmiştir. (1961 ve 1982 anayasaları)

Bu müdahalelerin siyasal partiler sistemi üzerinde doğrudan ve dolaylı yansımaları olmuştur. 1960 ve 1971 müdahalelerinde siyasal partilere doğrudan müdahale edilmemiş, 1980 müdahalesi sonrasında ise, çıkarılan bir yasayla, o tarihte var olan bütün partiler kapatılmıştır.
Siyasal partiler sistemi üzerinde etkili olan bir önemli unsur da, kuşkusuz seçim sistemleridir. Çok partili dönemin başlangıcında uygulanan “liste usulü çoğunluk sistemi”, 1960’dan sonra terk edilerek “nispi seçim sistemi”ne geçilmiş ve o tarihten günümüze kadar, bu sistemin 6 değişik biçimi uygulanmıştır. Özellikle seçimlere ve parlamentoya giren parti sayısında nispi seçim uygulamasıyla birlikte artış olduğu gözlenmektedir.

CUMHURIYET DÖNEMINDE KURULAN PARTILER

Cumhuriyet döneminde kurulmuş olan siyasal partilerin sayısı, 195’i bulmuştur. Bunların 22’si, “Hülle Partisi” olarak adlandırılan, kısa ömürlü (1 ila 10 günlük) partilerdir. Hülle partileri, milletvekillerinin parti değiştirmelerini önlemek üzere 1982 anayasasının - 1995’te değiştirilmiş olan - 84. Maddesiyle getirilmiş olan engeli aşmak üzere kurulmuş ve milletvekillerinin parti değiştirmesi işlevini yerine getirdikten sonra dağılmışlardır.

Hülle partileri dışta tutulduğunda, Cumhuriyet döneminde kurulmuş parti sayısının 173‘ü bulduğu görülmektedir. Bunlardan 5’i “tek parti döneminde”, 168’ i ise “çok partili dönemde” kurulmuş olan partilerdir.

Bu partilerden 44’ü, 1950 - 1999 arasında yapılmış olan 13 genel seçime katılmış ve bunların 24’ü parlamentoya girmiştir. (Sonradan birleşen ya da isim değiştiren partiler, ayrı partiler olarak sayılara dahil edilmiştir.)

Bu partilerin önemli bölümü, çeşitli dönemlerde ve değişik nedenlerle siyasal yaşamdan çekilmiştir.

Günümüzde siyasal yaşamda bulunan parti sayısı 36’ dır ve bu partilerden yalnızca 5’ i şu anda parlamentoda bulunmaktadır.

KAPATILAN PARTİLER
Cumhuriyet dönemi boyunca kapatılan parti sayısı 56 olmuştur.
Bunlardan bir kısmı kamu otoritelerinin (Bakanlar Kurulu, Sıkıyönetim Komutanlığı, Milli Güvenlik Konseyi) kararıyla, bir bölümü yargı organlarının kararıyla, bir bölümü de yasa çıkarılarak kapatılmışlardır. Anayasa Mahkemesi kuruluncaya kadar, kapatma davaları yerel mahkemelerde görülmüş, 1961 ve 1982 Anayasalarında, partilerin kapatılması hakkındaki davalara Anayasa Mahkemesince bakılacağı ve kapatma kararının bu mahkemece verileceği belirlenmiştir.
12 Eylül 1980 müdahalesi sırasında siyasal yaşamda bulunan partiler ise özel bir yasayla kapatılmışlardır. (16 Ekim 1981 tarih ve 2533 sayılı yasa)

Kapatılan partilere ilişkin sayısal bilgiler, kapatılma nedenlerine göre, aşağıda özetlenmiştir.
• İdari otoritelerce kapatılan 5 Parti
• Yerel mahkemelerce kapatılan 10 Parti
• Anayasa Mahkemesince kapatılan 23 Parti
• Yasayla kapatılan 18 Parti

SİYASAL YAŞAMDAN ÇEKİLEN PARTİLER
Bir kısım partiler ise kendi kongrelerinin kararıyla siyasal yaşamdan çekilmişler, bazı partiler de başka partilerle birleşmek üzere yaşamlarına son vermişlerdir. Partilerin bir kısmı da yasal gerekleri yerine getirmedikleri için kendiliğinden dağılmıştır. Bulunabilen kayıtlara göre, siyasal yaşamdan çekilen partilere ilişkin bilgiler aşağıda sıralanmıştır.

• Kongre kararıyla faaliyetine son veren 28 Parti
• Başka partiyle birleşmek üzere faaliyetine son veren 42 (22’ si hülle partisi)
• Kendiliğinden dağılan partiler 32

SEÇİMLERE KATILAN VE PARLAMENTOYA GİREN PARTİLER
1950’den itibaren Milletvekili Seçimlerine katılan ve parlamentoya giren parti sayıları aşağıda özetlenmiştir.
Milletvekili Seçimlerine Katılan ve Parlamentoya Giren Parti SayısıSeçim TarihiSeçim SistemiSeçimlere Katılan Parti SayısıTBMM’ye Giren Parti Sayısı1950Liste Usulü Çoğunluk331954Liste Usulü Çoğunluk431957Liste Usulü Çoğunluk441961Barajlı d’ Hondt441965Milli Bakiye661969Barajsız d’ Hondt881973Barajsız d’ Hondt871977Barajsız d’ Hondt861983Çifte Barajlı d’Hondt3 *31987Çifte Barajlı d’Hondt +Kontenjan731991Çifte Barajlı d’Hondt +Kontenjan651995Ülke Barajlı d’ Hondt1251999Ülke Barajlı d’ Hondt205 Msn Star Askeri yönetim, bu seçimlere yalnızca 3 partinin girmesine izin vermiştir

Tablodan şu sonuçlar çıkmaktadır:
1. Hem seçimlere katılan hem de parlamentoya giren parti sayısının, nispi seçimin uygulandığı dönemlerde daha yüksek olduğu görülmektedir. Bunun iki istisnası, askeri müdahaleleri izleyen dönemlerin olağan dışı koşullarında yapılmış olan 1961 ve 1983 seçimleridir.
2. Son iki seçimde, seçime katılan partilerin sayısında hızlı bir artış gözlenmektedir. Ancak seçim yasasında var olan % 10’luk ülke barajı, nispi seçime rağmen, parlamentoya giren parti sayısının, seçime giren partilere oranla sınırlı kalmasına yol açmıştır.

SİYASAL PARTİLERİN TABİ OLDUĞU YASAL ÇERÇEVE
Çok partili döneme girildiğinde siyasal partilerle ilgili özel bir yasal düzenleme yapılmamış, bu dönemde siyasal partiler, genel hükümler ve dernekler kanununa tabi olmuştur.
Siyasal partilerin özel hukuk alanından kamu hukuku alanına taşınması ve temel unsurlarının yasayla düzenlenmesi, 1961 Anayasasının yürürlüğe girmesiyle gerçekleşmiştir.
Daha sonra 1982 Anayasasında da tekrarlanacak olan “ siyasi partilerin demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğu ve parti içi çalışmaların demokrasi esaslarına aykırı olmayacağına” dair ilkeler ilk kez 1961 Anayasasında yer almıştır.

Ülkemizde vatandaşların seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakları, Anayasanın güvencesi altındadır. 1982 Anayasasının 67.maddesinde, “vatandaşların kanunda gösterilen şartlara uygun olarak , seçme, seçilme ve bağımsız olarak veya bir siyasi parti içinde siyasi faaliyette bulunma ve halkoylamasına katılma hakkına sahip oldukları” belirtilmektedir.

ANAYASADA SİYASAL PARTİLER
Siyasal partilere ilişkin özel hükümler, 1982 Anayasasının 68. ve 69. Maddelerinde yer almaktadır. Bu maddelerde de - 1961 anayasasında olduğu gibi - siyasi partilerin tüzük, program ve eylemlerinde uyacakları esaslar belirlenmektedir.
68. maddenin 2. fıkrasında “siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları” olarak tanımlanmakta, 69. maddenin son fıkrasında ise “Siyasi partilerin kuruluş ve çalışmaları, denetleme ve kapatılmaları ile siyasi partilerin ve adayların seçim harcamaları ve usullerinin anayasada belirtilen esaslar çerçevesinde kanunla düzenleneceği” belirtilmektedir.

SİYASAL PARTİLER YASASI
Siyasal partiler için düzenlenen ilk yasa, 1965 yılında yürürlüğe giren 648 sayılı yasadır.
12 Eylül sonrasında yapılan düzenlemelerde, 648 sayılı yasanın yerine, 22. 04. 1983 tarih ve 2820 sayılı siyasi partiler yasası çıkarılmıştır. Halen bu yasa yürürlüktedir. Yasa 124 madde, 6 ek madde ve 18 geçici maddeden oluşmaktadır.

2820 sayılı Siyasal Partiler Yasasında, başlangıçtan günümüze dek 17 kez değişiklik yapılmıştır. Bu değişiklikler içerisinde en kapsamlı ve dikkate değer olanı, 1995 yılında yapılmış olan anayasa değişikliklerinin gereği olarak, 1999’da Meclisten geçirilen değişiklik paketidir. (14.08.1999 tarih ve 4445 sayılı yasa )

1982 Anayasası, siyasal partilerin kadın ve gençlik kolları kurmalarını, oda, sendika, dernek, vakıf gibi örgütlü toplum kesimleriyle ve üniversiteleriyle ilişki içinde olmalarını yasaklamaktaydı. 1995 yılında yapılan Anayasa değişiklikleriyle bu yasaklar kaldırılmış, böylece partilerle örgütlü toplum kesimleri ve üniversiteler arasındaki kanallar açılmıştır. Bu Anayasa değişikliklerini hayata geçirmek üzere - başta Siyasi Partiler Yasası olmak üzere - 20’ye yakın yasada değişiklik yapılmış ve “uyum yasaları” olarak adlandırılan bu yasaların yürürlüğe girmesiyle, siyasal partiler sisteminin daha demokratik bir işleyişe kavuşturulması yolunda önemli bir adım atılmıştır.

Bugüne kadar yapılmış olan değişikliklere rağmen, 2820 sayılı Yasada, demokrasiye uygunluk açısından, yeni düzenlemeler yapılması gerekmektedir.


SİYASAL PARTİLER SİSTEMİNİN İŞLEYİŞİNDEKİ ARIZALAR
Siyasi partilerde parti içi demokrasi hayata geçirilememiş, oligarşik yapılanma ve liderler sultası egemen hale gelmiştir. Bir başka söyleyişle, ülkede “Parti Başkanlıkları Sistemi” yürürlüktedir.
Adayları da delegeleri de büyük ölçüde parti içi oligarşi belirlemekte, o nedenle parti içi yarış eşit koşullarda cereyan etmemektedir. Bütün mekanizmalar, genel başkanlar ve yakın çevrelerinin parti içi iktidarlarını güvenceye alacak biçimde işletilmektedir.

Üyelik kurumuna, öncelikle parti içi iktidar yarışının bir aracı olarak bakılmaktadır. Üyeden partiyi geliştirme ve büyütme yolunda hizmet beklenmemekte, üye profili de buna göre şekillenmektedir.

Nitelikli kadroların partilere girmeleri özendirilmemekte, aksine caydırıcı önlemler alınmaktadır.
Partilerdeki üye kayıtları sağlıklı değildir. Siyasi Partiler Yasasının 10. Maddesinde, üye kayıtlarının Cumhuriyet Başsavcılığına bildirileceği ve burada dosyalanacağı belirtilmektedir. Ancak bu kayıtların düzenli olarak tutulması sağlanamamıştır. O nedenle partilerin genel merkezleri ile Başsavcılıktaki kayıtlar birbirini tutmamaktadır. Aynı tutarsızlık, partilerin genel merkezleri ile il ve ilçe örgütleri arasında da mevcuttur. Sağlıksız kayıt düzeni ve çarpık particilik anlayışının doğal sonucu olarak, partilerde üyelik hakları da güvence altında değildir.

Üye kayıtlarında aile, hemşehrilik ve parti yönetimine yakınlık gibi bağlar, partiye olan inançtan önde gelmektedir. Kongrelerin ve önseçimlerin kazanılmasına yönelik yığma kayıtlar ve naylon üyelikler azımsanmayacak düzeydedir. Bazı seçim çevrelerinde partilerin aldıkları oyların, o çevredeki üye sayılarının altında kalması, üyelik kurumunun ciddiyeti hakkında fikir vermektedir.
Üye kayıt düzeninin her türlü manipülasyona açık olması, mevcut yönetimlere parti içi yarışta büyük - ve tabii haksız - bir avantaj sağlamaktadır. Parti içi muhalefetin yarış olanaklarının sınırlandırılması, parti içi ilişkilerdeki gerilimi arttırmakta, parti içi demokrasinin gerçekleşmesini daha baştan engellemektedir.

Adayların belirlenmesi amacıyla uygulanan yöntemlerden birisi, adayların ve liste sıralamasının partinin yerel örgütlerince belirlenmesi ( ön seçim ), diğeri de bu işlevin partilerin merkez organlarınca yerine getirilmesidir ( merkez yoklaması ). Ön seçimler parti üyelerinin ya da daha önce belirlenmiş olan delegelerin katılımıyla yapılmaktadır.

1980 öncesinde yürürlükte olan 648 sayılı siyasi partiler yasasında, adayların belirlenmesi için ön seçim yapma zorunluluğu getirilmiş, ancak bir seçim çevresinde yeterli sayıda aday bulunamadığı takdirde merkez yoklamasına başvurulabileceği belirtilmişti.
Oysa yürürlükteki 2820 sayılı yasa, siyasi partileri merkez yoklaması ya da ön seçim usullerinden birisini tercihte serbest bırakmaktadır. Partilerin bu tercih hakkını yoğun bir biçimde merkez yoklaması lehinde kullanmakta olduğu görülmektedir. Öyle ki, günümüzde merkez yoklaması olağan uygulama haline gelmiş ve ön seçim çok sınırlı bir kapsamda uygulanır olmuştur.

Yasanın merkez organlarına tanımış olduğu merkez yoklaması yetkisi, pratikte genel başkanlar eliyle kullanılmaktadır. Örgütlerin görüşleri alınarak ve kamuoyunun eğilimleri hesaba katılarak yapılması gereken merkez yoklamaları, parti yararından ziyade genel başkanlara bağlılığı ödüllendirme mekanizması haline dönüşmüştür. Böyle bir olanak genel başkanların otoritesini olağanüstü ölçülerde arttırmaktadır. Parti içi demokrasiyi yok eden liderler sultasının ardındaki en önemli güç budur.

Bu uygulamanın yol açtığı tepkiler, yasada yapılacak değişikliklerin, neredeyse, sadece aday belirlenmesi usulleri ile sınırlı hale gelmesiyle sonuçlanmıştır. Siyasal yapılanmanın yenilenmesi, demokrasinin işler hale gelmesi, birçok kesim için yalnızca aday belirleme yetkisinin Genel Başkanlardan alınmasıyla özdeş tutulur hale gelmiştir.
Merkez yoklamasının alternatifi olan ön seçim; parti örgütlerinin ağırlığını öne çıkaran, parti başkanlarının aşırı yetkilerini ve otoritesini törpüleyerek parti içi demokrasiyi işler hale getiren, milletvekilinin ve örgütün genel başkanlar karşısındaki ağırlığını arttıran bir özelliğe sahiptir. Ancak, önseçimden alınacak sonuçlar üyelik kurumunun yapısıyla yakından ilişkilidir. Üyelik kurumunun bugünkü yapısıyla yapılacak ön seçimlerden sağlıklı sonuçlar alınamayacağı bilinmelidir.

Parti içi siyasete öncelik veren partilerin toplumla bağları kopmuştur. Toplumun örgütlü kesimleriyle ve üniversitelerle düzenli ilişkiler kurulamamaktadır. Bu alandaki yasal engellerin kalkmış olması bile partilerin tutumunda gözle görülür bir değişikliğe yol açmamıştır.
Parti örgütleri, bugünkü yapılarıyla kamuoyu ile partiler arasındaki aktarma organı işlevini yerine getirememektedir.

Enerjinin büyük bölümü parti içi iktidar yarışına dönük olarak kullanıldığı için partilerde program ve ideoloji çalışmaları yapılamamakta, politika üretilememektedir. O kadar ki siyasal parti kongrelerinde, hatta Meclis Gruplarında bile ülke sorunları konuşulmamaktadır. O yüzden partiler gündem oluşturamamakta, günübirlik politikalarla yetinmektedir.

Uzmanlık komisyonları, danışma kurulları gibi mekanizmalar işletilmemektedir. Oysa bu kurumlar, partiler için üretim, katılım ve kadrolaşma araçlarıdır.
Partilerde düzenli bir eğitim kurumu yerleştirilememiştir.
Sonuç olarak partiler, alternatif programlar oluşturamayan, toplumun önüne hedef koyamayan ve bu yapılarıyla topluma umut ve güven veremeyen kurumlar haline gelmiştir.

Partiler sisteminin içinde bulunduğu durum nedeniyle, partilerle toplum arasında ciddi bir güven bunalımı yaşanmaktadır. Bu güven bunalımı nedeniyle, son iki genel seçimde siyasal partilerin oy oranları % 20’leri aşamamış ve siyasal partiler yelpazesi aşırı parçalanmaya uğramıştır.
Birbiri ardına yapılan kamuoyu yoklamalarında, kararsız olduklarını ya da hiçbir partiye oy vermeyeceklerini belirten seçmenlerin oranının giderek arttığı gözlenmektedir. Son kamuoyu yoklamalarına göre bu oran % 50’ leri geçmekte ve neredeyse bütün partiler % 10 oranındaki ülke barajının altında kalmaktadır. Bir partiye oy vereceğini ifade eden seçmenlerin önemli bir bölümü de, o partinin ülke sorunlarını çözeceğinden emin değildir.

Ülke ciddi iç ve dış sorunlarla karşı karşıyadır ve sorunların çözümü - haklı olarak - sistemin vazgeçilmez unsurları olan siyasal partilerden beklenmektedir. Oysa partiler sisteminin kendisi sorunludur. Öncelikle bu sistemin köklü bir düzenlemeye, değişime ihtiyacı vardır. Bu değişim, hem yasal açıdan hem de siyaset anlayışı ve siyaset yapma biçimi açılarından gereklidir.

ÜLKEMİZDE BUGÜNE KADAR UYGULANMIŞ SEÇİM SİSTEMLERİ
Cumhuriyetin kuruluşundan çok partili dönemin başladığı 1946 yılına kadar ülkemizde iki dereceli seçim sistemi uygulanmıştır. Bu sistemde seçmenler (Müntehibi evvel / Ön seçmen), Müntehibi sani olarak adlandırılan ikinci seçmenleri seçmekte, milletvekilleri bu ikinci seçmenler tarafından belirlenmekteydi.

16 Aralık 1946 tarihinde çıkarılan 4320 sayılı yasa ile tek dereceli seçim sistemine geçilmiş, ikinci seçmen uygulamasına son verilmiştir.

Demokratik koşullarda serbest seçimlerin yapılmasına olanak sağlayan ilk milletvekili seçim yasası ise 16 Şubat 1950’de çıkarılmıştır. Bu yasa - bir önceki 4320 sayılı yasada olduğu gibi - seçimlerin liste usulü çoğunluk sistemiyle yapılmasını öngörmekteydi.

Doğurduğu adaletsiz sonuçların siyasal yaşamda yol açtığı tepkiler nedeniyle, çoğunluk sistemi 1961’ den itibaren terk edilerek nispi seçim sistemine geçilmiştir. 1961’ den itibaren, ülkemizde nispi sistemin değişik biçimleri uygulanmaktadır.

Seçim sistemini doğrudan etkileyen değişiklikler sonucunda, ülkemizde, temsilde adalet ile yönetimde istikrar uçları arasındaki geniş yelpazede yer alan 7 ayrı seçim sistemi uygulanmıştır. Yelpazenin bir ucunda ‘liste usulü çoğunluk’, diğer ucunda ise ‘milli bakiye sistemi’ yer almaktadır.

1950’den günümüze kadar uygulanmış olan seçim sistemleri ve uygulandıkları seçimler aşağıda görülmektedir.

ÇOĞUNLUK SİSTEMİ
Liste usulü çoğunluk 1950, 1954, 1957 milletvekili seçimleri
NİSBİ SİSTEM
Barajlı d’ Hondt 1961 milletvekili seçimleriMilli Bakiye 1965 milletvekili seçimleriBarajsız d’Hondt1969, 1973, 1977 milletvekili seçimleriÇifte Barajlı d ‘Hondt1983 milletvekili seçimleriÇifte Barajlı d‘Hondt + Kontenjan 1987, 1991 milletvekili seçimleriÜlke Barajlı d’Hondt1995, 1999
milletvekili seçimleri
Türkiye'deki seçim yasasına göre önce 550 milletvekilliğinden her ile bir milletvekilliği verilir.
Sonra toplam nüfus kalan milletvekili sayısına, her ilin nüfusu da çıkan sayıya bölünerek illerin çıkaracağı milletvekili sayısı bulunur. Kalan milletvekilliği, artık nüfus büyüklüğüne göre dağıtılır. Milletvekili sayısı 1-18 olan iller bir, 19-35 olan iller iki, 36'dan fazla olan iller üç seçim çevresine ayrılır. Ülke düzeyinde yüzde 10 baraj sistemi uygulanmaktadır. Genel seçimlerde ülke genelinde, ara seçimlerde seçim yapılan çevrelerin tümünde geçerli oyların yüzde 10'unu geçemeyen partiler milletvekili çıkaramaz. Seçim sonucuna göre, milletvekilliklerinin partilere paylaştırılmasında d'Hondt sistemi uygulanmaktadır.

SEÇİM SİSTEMLERİ İLE HÜKÜMET MODELLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİ
Seçim sistemlerinden beklentilerin başında istikrarlı hükümetlerin çıkarılabilmesi isteği vardır. Siyasal istikrarın güçlü hükümetler eliyle sağlanacağı düşünülmekte, güçlü hükümetlerle de, genelde, bir partinin çoğunluğuna dayanan hükümet modeli kastedilmektedir.
O nedenle seçim sistemleri ile seçimler sonucunda ortaya çıkan hükümet modelleri arasındaki ilişki her zaman ilgi çekmiştir.

1950 - 1999 arasında yapılmış olan seçimlerde uygulanan seçim sistemleri ile seçimler sonrasında kurulan hükümetlerin biçimleri aşağıdaki tabloda görülmektedir. Tabloda seçim sistemleri, temsilde adalet ucundan yönetimde istikrar ucuna göre sıralanmış ve seçimlerde ilk sırayı alan partiler, oy oranlarıyla birlikte gösterilmiştir.

Tek Parti HükümetiKoalisyon HükümetiTemsilde Adalet Ucu Milli Bakiye1965AP (% 52.9) Barajsız d’Hondt1969AP (% 46.5) 1973 CHP(% 33.3)1977 CHP(% 41.3)Barajlı d’Hondt1961 CHP(% 36.7)Ülke Barajlı d’Hondt1995 RP (% 21.4)1999 DSP(% 22.2)Çifte Barajlı d’Hondt1983ANAP (% 45.1) Çifte Barajlı d’Hondt + Kontenjan1987ANAP (% 36.3 ) 1991 DYP(% 27.0)Liste Usulü Çoğunluk1950,1954 1957DP (% 52.7, % 57.6. % 47.9) Yönetimde İstikrar Ucu
Tablodan çıkan sonuçlara göre Liste usulü çoğunluk ve Çifte barajlı d’Hondt gibi, yönetimde istikrarı öne çıkaran seçim sistemleri tek partiye dayalı hükümetlerin çıkarılmasını kolaylaştırmaktadır. ( 1950, 1954, 1957 ve 1983, 1987 seçimleri ) Ancak 1965 ve 1969 seçimlerinde Adalet Partisi, temsilde adaletin en çok önde tutulduğu iki sistemde de tek başına hükümet kurabilmiştir. Bunun nedeni, bu partinin o seçimlerdeki oy oranlarının % 50’ler dolayına ulaşmış olmasıdır.
Bu sonuçlar, bir partinin tek başına hükümet kurabileceği çoğunluğun yakalanmasında, seçim sistemleri kadar seçimlerde birinci sırayı alan partinin oy oranının da belirleyici olduğunu göstermektedir. Uzunca bir süredir parti oylarının % 20’leri düzeyini geçemediği ülkemiz için bu tespit önem taşımaktadır.

SEÇİM SİSTEMİYLE SİYASAL İSTİKRAR ARASINDAKİ İLİŞKİ

Siyasal bunalımlardan çıkabilmek için bazı çevrelerce önerilen kestirme çözüm, uygun bir seçim yasası hazırlanarak seçime gidilmesidir. Bir başka deyişle, seçim sitemine genelde siyasal istikrarın temel aracı olarak bakılmaktadır.

Seçim yasası aracılığıyla siyasal istikrar arayışlarında, seçim sistemlerine, taşıyabileceğinden daha fazla önem ve görev yüklendiği gözlenmektedir. Bu konuda seçim sistemlerine bağlanan aşırı umutlar, uygulamada hayal kırıklıklarına yol açabilmektedir. Bu nedenle, “siyasal istikrarla seçim sistemleri arasındaki ilişki”yi gözden geçirmekte yarar görüyoruz.
Öncelikle belirtelim ki, bir ülkede siyasal istikrarın sağlanması yalnızca seçim sistemlerine bağlı değildir. Siyasal istikrarın birden çok boyutu vardır ve seçim sistemleri bu boyutlardan önemli birini, ama yalnızca birini oluşturmaktadır.

Bir ülkede siyasal istikrar; siyasal ve kültürel altyapı, siyasal partilerin yapılanması ve işleyişi, refah düzeyi ve gelir dağılımı, toplumun kurumlaşma ve örgütlenme düzeyi ile yakından ilişkilidir.
Bütünüyle siyasal yapı, toplumsal ve ekonomik sorunları karşılamakta yetersiz kaldığı sürece siyasal istikrarın yapay önlemlerle sağlanması zordur.

Demokrasi tarihimizdeki askeri müdahalelere yol açan bunalım dönemlerinin her birinde farklı seçim sistemleri ve hükümet modelleri yürürlükteydi.

Ülkemizdeki seçim sistemi arayışlarının temelindeki nedenlerden birisi, geçmiş dönemdeki uygulamalara karşı oluşan tepkilerdir. İkinci neden ise, çoğunluğu elinde bulunduran parti ya da partilerin, kendilerine avantaj sağlayacağına inandıkları seçim sistemlerini hayata geçirme istekleridir.

Özellikle askeri müdahaleler sonrasında yapılan düzenlemelerde, geçmiş dönemdeki uygulama sonuçlarına karşı duyulan tepkiler yönlendirici olmuştur.
Çoğunluğu elinde bulunduran partiler - fırsat buldukça - mevcut seçim yasalarında kendi çıkarlarını kollayan değişiklikler yapmışlardır.

SİYASAL PARTİ YASAKLARI
Siyasal partilerin kapatılması konusu, öteden beri, Türkiye’nin siyasal gündeminin en önemli sorunlarından birisi olmuştur. 1982 Anayasası ve Siyasi Partiler Kanunu ile siyasal partilere getirilen kısıtlamalar ve öngörülen yasaklar, pek çok partinin kapatılması sonucunu doğurmuştur. Siyasal partilerin kapatılması rejimi bakımından, Türk Hukuku ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi arasındaki farklılıklar, hep gündemde kalmış ve tartışılmıştır.

SİYASAL PARTİ ÖZGÜRLÜĞÜ VE PARTİLERİN KAPATILMASI SORUNU VE AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ KARARLARI

Günümüzde partilerin serbestçe kurularak iktidar için yarışa katılmadıkları bir düzen demokrasi olarak nitelendirilmemekte ve böylece, iktidar için yarışan birden çok partinin varlığı, demokrasinin zorunlu koşullarından birisi sayılmaktadır. Bu çerçevede demokratik anayasalarda, vatandaşların siyasal parti kurma, kurulmuş bir partiye girme ve partiden ayrılma hakları güvence altına alınmıştır. Diğer taraftan siyasal partilerin denetimi Anayasa Mahkemesi benzeri yüksek yargı organlarına verilerek, bu güvence daha bir sağlamlaştırılmıştır.

Demokratik rejimlerde siyasal partiler güvenceye kavuşturulmuş ve serbest bir biçimde faaliyette bulunmaları temel ilke olarak kabul edilmiş olsa bile, yine demokrasinin işleyebilmesi için, parti faaliyetlerinin sınırlandırılması ve giderek partilerin yasaklanması ya da kapatılması mümkün olmuştur. Gerek 1961 Anayasasında, gerekse 1982 Anayasasında, bir yandan partilerin demokratik siyasal hayatın vazgeçilmez unsurları olduğu belirtilirken, diğer yandan uyacakları esaslar sayılmış ve bu esaslara uymayan partilerin kapatılmaları hükme bağlanmıştır.
Bir görüş, liberal demokratik teorinin, sınırsız bir düşünce özgürlüğü ve buna bağlı olarak her düşünceye örgütlenme hakkı tanıdığını kabul etmekte ve hatta bu hakkın, liberal demokratik anlayışa karşı çıkanlara bile tanınması gerektiğini savunmaktadır. Bu görüş çerçevesinde demokrasi, demokrasiye karşıtlık riskini öngören ve bunu kabul eden bir sistemdir ve ayrıcalığını bu özelliğinden almaktadır.

Buna karşılık ikinci bir görüş, ”özgürlük düşmanlarına özgürlük tanınmaz” ilkesini esas alarak, liberal demokrasinin kendi yıkılışına seyirci kalamayacağını savunmakta ve iktidara geldikleri zaman demokrasi dışına çıkacak olan partilere karşı savunma tedbirlerinin alınmasını gerekli görmektedir. Militan ya da mücadeleci demokrasi anlayışı olarak adlandırılan bu görüş, özellikle, ikinci dünya savaşından önce Almanya ve İtalya’da ortaya çıkan faşist rejimler gerçeğinden hareket etmekte ve klasik demokrasilerin totaliter akımlar ya da örgütlenmelere karşı tedbir almasını öngörmektedir. Bu anlayış Alman ve İtalyan Anayasalarına yansımış ve Alman Anayasa Mahkemesi neo faşist eğilimli Sosyalist Reich Partisi ile Komünist Partisini kapatmıştır.
Birincisine göre daha gerçekçi bulunan bu görüşün, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine de yansıdığını söylemek mümkündür. Sözleşmenin 17. maddesi, burada tanınan hak ve özgürlükleri kullanarak bunları yok etme girişiminde bulunmayı yasaklamaktadır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Refah Partisi ile ilgili kararı da aynı doğrultudadır. Mahkeme kararında, aykırı siyasi partilerin meşru faaliyet sınırını iki ölçüte bağlamakta ve bu ölçütlere uymayan partilerin Sözleşme hükümlerinden yararlanamayacaklarını söylemektedir: Birincisi, partinin kullandığı yöntemlerin her açıdan hukuka ve demokrasiye uygun olması, ikincisi ise, partilerce önerilen anayasal ve yasal değişikliklerin kendilerinin demokrasinin temel değerleriyle bağdaşıyor olmasıdır. Mahkeme, bu çerçevede Refah Partililerin eylemlerini laik rejim için yakın bir tehlike saymamakla birlikte, bunları gizli amacın göstergeleri olarak telakki etmekte ve üç noktayı ön plana çıkararak, söz konusu partinin laiklik ilkesini ihlal ettiğini kabul etmektedir. Bunlar, çok hukuklu sistem sorunu, şeriat meselesi ve cihat çağrısı konularıdır. Mahkeme bu üç hususu değerlendirerek, Refah Partisinin kapatılmasını zorunlu bir sosyal ihtiyacın gereği olarak nitelemekte, fakat şiddet konusunda somut bir olgudan ve kesin bir kanaatten ziyade, şüpheye dayanmaktadır.

Refah Partisi kararı dışarıda tutulursa, ilgili ülkeler ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin militan demokrasi anlayışına geniş bir çerçeve tanımadığı söylenebilir.
Bunlara göre Divan, özellikle iki unsuru ön plana çıkarmaktadır: Bütün gerekleriyle demokrasinin benimsenmesi ve şiddetin reddedilmesi. Divanın bu eğilimi, Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğinin isteği üzerine hazırlanan ve siyasal partilerin yasaklanması, kapatılması ve benzer önlemler hakkında temel ilkeler getiren Venedik Komisyonunun raporuyla da örtüşmektedir.
Özetle, militan demokrasi anlayışı bağlamında hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması konusunda, ölçüyü kaçırmayacak bir biçimde dikkatli davranmak ve parti kapatmayı istisnai durumlarda, demokratik bir toplumda zorunlu sayılabilecek bir önlem olarak düşünmek gerekir.

1982 ANAYASASINA GÖRE SİYASAL PARTİ YASAKLARI

Buraya kadar yapılan değerlendirmelerden anlaşılan, siyasal partilerin uyacakları esasların gösterilmesinin ve bunlara uyulmamasının bir yaptırıma bağlanmasının doğal olduğu gerçeğidir. 1982 Anayasası da bu çerçevede siyasal partilerin uyacakları esasları göstermiş ve bunları yaptırıma bağlamıştır. Buna göre ”siyasal partilerin tüzük ve programları ve eylemleri, devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez”(md.68/4). Bir parti, tüzük ve programı ya da eylemleri ile bu hükümleri ihlal ederse, Anayasanın 69. maddesi gereğince temelli olarak kapatılacaktır.

Anayasa, siyasal partilerin tüzük, program ve faaliyetlerinin, insan hak ve özgürlüğüne dayanan demokratik ilkelere aykırı olamayacağını söylemektedir. SPKya göre, insan hak ve özgürlüklerine dayanan demokrasi, hukuk devleti niteliği ve tek dereceli genel oy ilkesine bağlı çok partili bir düzendir. Türk milletine ait olan egemenliğin, belli bir kişiye, zümreye ya da aileye bırakılamayacağı ilkesinin temel olduğu bu düzende, siyasal partiler, temel hak ve ödevlerin özünü tanımamak amacını güdemezler.

SPK’nın bu maddeleri demokratik düzeni üç ilke halinde yorumlamıstır: İktidarın kaynağınn halkta olması ilkesi, temel haklara dayanan hukuk devleti ve cok partililik ilkesi.
Siyasal partiler, gerek anayasa düzenini, gerekse toplum düzenini değiştirmek amacı güdebilirler. Ancak, bu amacı demokrasiye aykırı bir yolla - ihtilal ya da diktatörlük yoluyla- gerçekleştirmeye kalkamazlar.

Bu sınırlamalar siyasal partilerin ideolojik çerçevesini çizmekte ve hangi amaçları güdemeyeceklerini de göstermektedir. Bu çerçevede Türkiye’de bölücü partilerin, dine dayalı partilerin, komünist partilerin ve faşist partilerin kurulması yasaktır. Siyasal partiler bu yasakları tüzük ve programları ile ihlal edebilecekleri gibi, eylemleri ile de ihlal edebilirler.

A- Dine Dayalı Partiler
Türk hukuk sisteminde en sıkı yasaklama ve düzenlemeler dine dayanan ya da dinden yararlanmak isteyen partiler için konulmuştur. 1982 Anayasası Başlangıç, 2. madde, ve bu maddenin içeriğini dolduran 6. ve 10. maddeleriyle, laikliği Cumhuriyetin temeli yapmış ve bununla da kalmayarak, Anayasanın 14, 24 ve siyasal partilere ilişkin 68 ve 69. maddeleriyle laikliği koruyucu ayrıntılı sayılabilecek düzenlemeler getirmiştir. Bu eğilim Siyasal Partiler Kanununa da yansımış ve laikliğin korunması ile ilgili birçok hükme yer verilmiştir.

SPK, siyasal partilerin, anayasamızın 154. Maddesinde geçen “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın genel idare icinde yer alması” ilkesine aykırı amaç güdemeyeceklerini de belirtmektedir.
Anayasa Mahkemesi de laiklik konusunda, hem genel olarak verilmiş kararlarda, hem de siyasal partiler ile ilgili kararlarında son derece duyarlı olmuştur. 1961 Anayasası döneminde Milli Nizam Partisi, partiyi tanıtma amacıyla çıkarılan üç kitap, Genel Kongrede okunan ”Beyanname” ve ”aht ve marşı” delil sayılarak kapatılmıştır. Anayasa Mahkemesi, özellikle TCK 163. maddesinin kaldırılmasını ve din derslerinin zorunlu olmasını istemenin, hilafetin getirilmesinde büyük yararlar görmenin ve millet isterse bunun gerçekleşeceğini belirtmenin, dinle devletin aynı olduğunu ve beraber yürüdüğünü ileri sürmenin, her alanda İslamlaşma zorunluluğundan söz etmenin, cuma tatili üzerinde direnerek durmanın, yeterince açık kanıtlar olduğunu belirtmiştir.

Anayasa Mahkemesi 1982 Anayasası döneminde ise ilk olarak Huzur Partisini laiklik ilkesine dayanarak kapatmıştır. Anayasa Mahkemesi kararına gerekçe olarak Huzur Partisinin, üniversitelerde din öğretimi yapılmasını, genel eğitimde dine önem verilmesini ve Türk alfabesinin getirilmesini istemesini göstermiştir.

Anayasa Mahkemesinin RP'nin kapatılması ile ilgili kararı da, Yüksek Mahkemesinin konuya nasıl baktığını tam olarak yansıtır bir niteliktedir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı hazırlamış olduğu iddianamede, laikliğin doktrinde ve Anayasa Mahkemesi kararlarında ne şekilde ele alındığını özetledikten sonra delilleri sıralamıştır. Bunlar özetle, RP'nin yasalar ve Anayasa Mahkemesi kararlarına karşın, başörtüsü konusunda takınmış olduğu tavır; Erbakan'ın bazı konuşmaları, Başbakanlıkta tarikat liderlerine verilen yemek; bazı partili milletvekili ve üyelerin konuşmaları; Sincan'daki Kudüs gecesi olayı ve bu partinin, ihtiyaç olmamasına karşın din eğitimi üzerindeki ısrarı gibi konulardır.

Partililer yapmış oldukları savunmalarda, partilerinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmediğini belirtmişlerse de Yüksek Mahkeme delilleri değerlendirdikten sonra, söz konusu partinin laiklik ilkesine karşı eylemlerin odağı haline geldiğinden hareketle kapatma kararı vermiştir.

" RP Genel Başkanı ile Genel Başkan Yardımcıları ve milletvekillerinden kimilerinin, laiklik karşıtı beyan ve davranışlarıyla, demokratik hak ve özgürlükleri, demokrasiyi ortadan kaldıracak olan şeriat düzeninin getirilmesi için araç olarak kullandıkları anlaşılmıştır. Bu tür davranışların, Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasıyla, İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin 30. ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 17. maddesi karşısında korunmaları olanaksızdır". " Demokratik yaşamı tehdit eden, ondan yoksun kalacak eylemlere girişen veya bu tür amaçları taşıyan siyasal partilerin kapatılmaları doğal karşılanmalıdır. Tersine düşünce, başka biçim ve adlarla gerçekleştirilmesi olanaksız sakıncalı amaçların siyasi parti kimliğiyle gerçekleştirilmesi sonucunu doğurur". Görüldüğü gibi Anayasa Mahkemesi açıkça, militan demokrasi anlayışından hareket etmekte ve demokratik düzenin korunması amacını ön plana çıkarmaktadır.

Görüldüğü üzere, Anayasa Mahkemesi, davada ileri sürülen delillerden yola çıkarak RP'nin, demokrasi ile hak ve hürriyetleri bir araç olarak kullanarak bunları ortadan kaldırmayı amaç edinmiş bir siyasi parti olduğu kanaatine varmış ve İHAS ile Komisyon ve Divan kararlarını da buna dayanak yaparak davalı partiyi kapatmıştır. Yüksek mahkeme daha sonra Fazilet Partisini de aynı gerekçeyle kapatmıştır.

Laiklik ilkesine ilişkin anayasal ve yasal düzenlemelerle birlikte bu kararlar, Türkiye'de siyasal partilerin uymak zorunda oldukları ideolojik sınırlardan birisinin ”laik Cumhuriyet ilkesi” olduğunu ortaya koymakta ve 1982 Anayasasının benimsemiş olduğu militan demokrasi anlayışının bir göstergesi olarak, dine dayalı partilerin politik alanın dışına itildiği anlamına gelmektedir. Fakat bu kararlarda göze çarpan önemli bir konu, şiddet olgusuna yeterince vurgu yapılmamış olması ve çoğunlukla, ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilebilecek hususların kapatmada delil olarak kullanılmasıdır.

B- Milli Devlet İlkesini İhlal Eden Partiler
Ülkemizde siyasal partilerin uymak zorunda oldukları ideolojik sınırlardan bir diğeri ”Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesidir. Devletin dış bağımsızlığının ve ülke bütünlüğünün korunması unsurlarını içeren bu ilke çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyetinin dışa karşı bağımsızlığının ortadan kaldırılmasını veya ülkenin bir bölümünün Türkiye Cumhuriyetinden ayrılmasını savunan bir parti temelli kapatılacaktır. Devletin ülkesiyle bölünmezliği ilkesinin, devletin tekliğinin korunmasını da içine aldığı kabul edilmektedir. Nitekim bu nokta Siyasi Partiler Kanununda açıkça ifade edilmiş ve siyasal partilerin devletin tekliği ilkesini değiştirmek amacını güdemeyecekleri ve bu amaca yönelik faaliyetlerde bulunamayacakları hükme bağlanmıştır(SPK md.80). Bu bağlamda varılan sonuç, ülkemizde hiçbir partinin federal sistemi savunamayacağı gerçeğidir.

Ayrıca siyasal partiler Türkiye Devleti’nin cumhuriyet olan biçimini değiştirme amacı güdemezler. Devletin milletiyle bölünmezliği ilkesi ise, azınlık yaratılmasının önlenmesi, bölgecilik ve ırkçılık yasağı ve eşitlik ilkesinin korunması konularını kapsamaktadır(SPK md.81-83). Buna göre siyasal partiler ülkede dini kültür, mezhep, ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremeyecekler; bölgecilik veya ırkçılık amacın güdemeyeceklerdir.

Anayasa Mahkemesi de kararlarında, laiklik konusunda olduğu gibi, bu konuda da duyarlılık içinde olduğunu göstermiştir. 1961 Anayasası döneminde 648 sayılı Siyasal Partiler Kanununun azınlık yaratılmasının önlenmesi kenar başlıklı 89. maddesine dayanarak TİP ve TEP’i kapatan Yüksek Mahkeme, 1982 Anayasası döneminde, siyasal ortamın da etkisiyle, bu konudaki duyarlılığını artırarak sürdürmüş ve sırayla TBKP, SP, HEP, ÖZDEP, STP ve DEP'i 2820 Sayılı Kanunun 78 ve 81 maddeleri gereğince, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve azınlıkların yaratılmasının önlenmesi ilkelerine aykırı sayılan programları ya da faaliyetleri dolayısıyla kapatmıştır.

Kuşkusuz bu kararlar çeşitli açılardan ele alınabilir. Fakat konumuz açısından önemli olan ve altı çizilmesi gereken nokta, Anayasa Mahkemesinin, politik alanı her türlü bölücülüğe kapalı sayması ve federasyonu da buna dahil etmesidir. Örneğin Anayasa Mahkemesi, programında federasyon öneren ve bunun üzerine açılan kapatma davasındaki savunmasında, bunun bölünme olmayıp, gönüllülük temelinde birlik anlamına geldiğini ileri süren Sosyalist Partiyi, birçok gerekçeyle birlikte, ama özellikle ”tekil devlet esasına göre düzenlenen Anayasada federatif devlet sisteminin benimsenmediği ve bu nedenle siyasal partilerin federal sistem kurulmasını savunamayacakları” gerekçesine dayanarak, çoğunluk kararıyla kapatmıştır.

C- Sosyalist ve Komünist Partiler
Anayasa Mahkemesi marksizan ya da sosyalist partiler konusunda daha esnek bir tutum sergilemiştir. 1961 Anayasası döneminde TİP ve TEP davalarında, bu partilerin programında veya kongre kararlarında geçen, ”sosyalizm”, ”Sosyalist devrim”, ”bilimsel sosyalizm”, ”işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün siyasi iktidarı”, ”sınıf mücadelesi” ve ”proleter enternasyonalizm” gibi ibarelerden dolayı kapatma kararı vermemiştir. Anayasa Mahkemesinin bu tutumu, sınıf iktidarı gütme amacının yasaklanmadığının uygulamayla pekiştirilmesi olarak yorumlanmıştır.

Anayasa Mahkemesi bu tutumunu 1982 Anayasası döneminde de sürdürmüştür. Yüksek Mahkemenin 1988 yılında Sosyalist Partinin kapatılması istemiyle açılan davada vermiş olduğu karar, bunun çok açık bir göstergesidir. Anayasa Mahkemesi bu kararında, Anayasanın siyasal alanı sınırlayan hükümlerini oldukça liberal bir anlayışla yorumlamış ve meşru siyasal faaliyet üzerindeki sınırlamaları, sadece özgürlükçü demokratik düzenin korunması amacına hasretmiştir. Bu bir anlamda, 1983 yılında Huzur Partisi kararında varılan ”resmi ideoloji ile sınırlı politik alan” anlayışından, ”ideolojik bakımdan tarafsız, liberal devlet” anlayışına geçişe işaret etmektedir.

Anayasa Mahkemesi, sınıf egemenliği ile sınıf iktidarı ayrımını TBKP kararında da yapmış ve sınıf iktidarının yasaklanmamış olduğunu vurgulamıştır. Buna rağmen söz konusu parti, SPK m.96'ya göre, ismindeki ”komünist” ibaresine dayanılarak kapatılmıştır. SPK m.96'daki isim yasağını bir yana bırakırsak, Anayasa Mahkemesinin sosyalist ya da marksizan partiler konusunda nispeten esnek davranması ve en azından, sınıf iktidarını kapatma nedeni olarak görmemesi olumlu bir gelişmedir.
Bu aşamadan sonra söylenilebilecek şey, Türkiye'de sınıf egemenliği, tahakkümü ya da diktatörlüğü amacını taşımayan, çoğulcu demokrasi kurallarına bağlı kalarak, seçimle iktidar olmak isteyen, Batı tipi komünist partilerin kurulabilmesi için Siyasal Partiler Kanunundaki ad yasağından başka bir anayasal engel bulunmadığıdır. Tersinden okursak, ülkemizde 1982 Anayasası çerçevesinde, sadece sınıf egemenliğine dayalı, ihtilal ya da proleterya diktatörlüğü gibi amaçlar güden ve bu yönde faaliyette bulunan komünist partileri yasaklamıştır.



Bia - avatarı
Bia
Ziyaretçi
20 Haziran 2008       Mesaj #2
Bia - avatarı
Ziyaretçi
PARTİ YASAKLARININ İHLALİ
Anayasa, yukarıda sayılan yasaklar karşısında, siyasal partilerin tüzük ve programlarının bu yasaklara aykırı olması ile eylemlerinin aykırılığını birbirinden ayırmıştır. Bu, siyasal partilerin söz konusu yasakları iki şekilde ihlal edebilecekleri anlamına gelir. Birincisi tüzük ve program yoluyla ihlal, ikincisi ise, eylem yoluyla ihlaldir.
Sponsorlu Bağlantılar

A- Tüzük ve Program Yoluyla İhlal
Anayasa, bir partinin tüzük ve programının 68. maddenin dördüncü fıkrasında sayılan esaslara (parti yasaklarına) uygun olmaması durumunda doğrudan kapatılacağını hükme bağlamaktadır. Anayasanın bu hükmü, daha yeni kurulan ve hiçbir eylemi olmayan partilerin bile kapatılmasına yol verir niteliktedir ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin konuya ilişkin tutumuyla bağdaşmamaktadır.

Oysa, Türk doktrininde de savunulduğu gibi, bu durumdaki partilerin doğrudan kapatması yoluna gidilmeyip, en azından, daha önce bir ihtar mekanizmasının devreye sokulması ve böylece partiye amacını aşan hususları düzeltme olanağının verilmesi isabetli olurdu.

B- Eylem Yoluyla İhlal
Siyasal partiler, Anayasada gösterilen yasakları tüzük ve programlarıyla olduğu gibi, eylemleriyle de ihlal edebilirler. Bu da bir kapatılma nedenidir. Fakat bir partinin, Anayasada gösterilen esaslara aykırı eylemde bulunmaktan dolayı kapatılabilmesi için, ”odaklaşma” olgusunun gerçekleşmesi gerekir. Kuşkusuz böyle bir koşulun aranması, siyasal partiler için önemli bir güvence teşkil etmektedir. Fakat bunun gerçek anlamda bir güvence olarak kabul edilebilmesi için, siyasal parti eylemlerinin parti kapatma nedenlerine aykırılığında odaklaşma olgusunun açıklığa kavuşturulması, yani odak olmanın kriterlerinin belirgin bir biçimde ortaya konması gerekmektedir.

ODAKLAŞMA OLGUSU
Odak Kavramı

Sözcük anlamıyla, ışık ya da ısı kaynağından çıkan ışınların toplandığı nokta olarak tanımlanan ”odak” kelimesi, dilimizde, ”merkez nokta” manasında da kullanılır. Dolayısıyla, sözcüğün bu asıl anlamına sadık kalarak, bir partinin, parti yasaklarına ilişkin eylemlerinden ötürü kapatılabilmesi için, o eylemlerin merkezi haline gelmesinin gerektiğini söyleyebiliriz. Kuşkusuz bir partinin yasak fiillerin odağı sayılması için, Anayasada sayılan yasak eylemleri, amacına ulaşmış olma biçiminde gerçekleştirmiş bulunması beklenemez. Çünkü böyle bir durumda demokratik düzen yıkılmış ve partinin kapatılması da olanaksız bir hale gelmiş sayılır. Bu yüzden partinin faaliyetleriyle bu amacı güttüğünün anlaşılmış olmasını yeterli saymak gerekir.

Odaklaşma olgusunun gerçekleşmiş sayılabilmesi için, partinin yasaklanan amaca yönelik faaliyetlerinin belirli bir yoğunluğa ulaşmış olması ve bunun partinin bütününe mal edilebilmesi şarttır. Partinin, tek ya da sınırlı sayıda eyleminin odaklaşmaya neden olabileceğini düşünmek, hem odak sözcüğünün anlamına sığmaz, hem de kavramın sağlamış olduğu güvenceyi manasız kılar.

Özetle, bir partinin yasak eylemlerin odağı haline gelmesi, onun bu tür faaliyetlerin merkezi olmasıyla mümkündür. Bu çerçevede, bir siyasal partinin Anayasada gösterilen ilkelere aykırılığı konusunda soyut bir aykırılıkla yetinilmemeli ve bu konuda belli bir kastın ortaya çıkması aranmalıdır. Bunun göstergesi de, partinin yasak eylemleri belirli bir yoğunluk ve kararlılıkla işlemesi olmalıdır.

Son Değişiklikler Çerçevesinde Anayasada Odaklaşma Olgusunun Kriterleri
Genel Olarak Odak Olmanın Koşulları
Anayasa Mahkemesinin, Siyasi Partiler Kanununun 103. maddesinin ikinci fıkrasını iptal etmesi üzerine, parlamento sorunu, odak olmanın kriterlerini Anayasaya taşıyarak çözme yoluna gitmiştir. Anayasadaki düzenleme ile iptal edilen yasa hükmü karşılaştırıldığında, yasada sözü geçen organlar arasına genel başkanın dahil edilmesi dışında bir farklılığın olmadığı görülmektedir. Bu çerçevede Anayasa odak olmayı şu kriterlere bağlamıştır:

1. Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında sayılan nitelikteki fiiller parti üyelerince yoğun bir şekilde işlenecek ve bu durum o partinin,
2. Büyük Kongre
3. Genel Başkan
4. Merkez Karar ve Yönetim Organları
5. TBMM Grup Genel Kurulu
6. TBMM Grup Yönetim Kurulunca, zımnen veya açıkça benimsenmiş olacak
7. Yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlenmiş olacak.

Parti Yasaklarının Üyeler Tarafından İşlenmesi Halinde Odak Olma
Anayasa, parti üyelerinin parti yasaklarına aykırı fiillerini odak olmanın koşulu kılarken, bunu bir yoğunluğa bağlıyor. Yani, bu tür fiillerin sayıca fazlalığını şart koşuyor. Fakat bununla da yetinmiyor ve pek isabetli olarak, bu fiillerin partinin önemli organlarınca, açık ya da örtülü bir biçimde benimsenmesi koşulunu getiriyor. Yani, partinin gövdesi ile yönetimi arasında, yasak fiillerin işlenmesinde, bir anlayış birliğinin oluşmasını arıyor. Böylece Anayasa, bireysel eylemin kapatılmaya konu olmasını, benimseme yoluyla, parti eylemi haline gelmesi şartına bağlıyor.
Kuşkusuz üyelerin parti yasaklarına aykırı davranışlarını tek başına odak olmanın koşulu saymamak ve önemli parti organlarının bunu benimsemelerini şart koşmak, partiler için önemli bir güvence sağlayacaktır. Fakat partilerin üye sayılarının milyonu, hatta milyonları bulduğu ve bunların takiplerinin ne denli zor olduğu düşünülürse, yeni düzenlemenin sanıldığı kadar güvence teşkil etmediği anlaşılır.

Parti Yasaklarının Parti Organları Tarafından İşlenmesi Halinde Odak Olma

Anayasa, 68. maddenin dördüncü fıkrasında sayılan ve parti yasakları olarak nitelendirilen fiillerin, bir partinin, büyük kongresi veya genel başkanı veya merkez karar veya yönetim organları veya TBMM’deki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulu tarafından, doğrudan doğruya işlenmesini de odak olmanın bir kriteri sayıyor. Fakat burada da, çok yerinde olarak, sözü geçen fiillerin parti organlarınca kararlılık içinde işlenmesini şart koşuyor.
Kuşkusuz ”kararlılıkla işleme”, hem eylemli bir durumu ifade eder, hem de bu durumun süre ve sayı olarak tekrarını gerektirir. Dolayısıyla, anılan parti organlarından birisinin tek bir eylemi odaklaşma olgusunun gerçekleşmesi için yeterli sayılmaz. Kaldı ki, üst yönetim organlarından birinin eylemleriyle partinin doğrudan bağlanması, sadece bir odaklaşma karinesi olup, diğer organların gerekli tepkiyi göstermeleriyle bu karinenin aksi kanıtlanabilir.

Diğer taraftan, adı geçen organların, Anayasa ile belirlenmiş yasaklar konusunda, ceza hukuku anlamında somut bir madde hükmünü ihlal etmeleri şart değildir. Çünkü burada söz konusu olan, tüzel kişi ile ilgili bir tedbirdir. Dolayısıyla, Anayasa Mahkemesinin, partinin, söz konusu organlarının eylemleri aracılığıyla, böyle bir amaç taşıdığını fark etmesi yeterli sayılacaktır.
Görüldüğü gibi Anayasa, partinin en önemli organlarını çekip almış ve sadece bu organların eylemlerini odaklaşmada hesaba katmıştır. Diğer parti organlarının eylemleriyse üye sıfatıyla değerlendirmeye alınacaktır. Ayrıca Anayasada sayılanlar dışındaki parti organlarının eylemleri, Siyasi Partiler Kanununun 102. maddesi dolayısıyla da değerlendirilecektir. Yasaya göre bu tür organların Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan hükümlere aykırı fiilin işlenmesi halinde, fiilin işlendiği tarihten başlayarak iki yıl geçmemiş ise Cumhuriyet Başsavcılığı söz konusu organ, merci veya kurulun işten el çektirilmesini partiden isteyecek ve bu istem yerine getirilmese kapatma davası açılabilecektir.

Odak olmanın Yaptırımı
Anayasa, Anayasa Mahkemesinin, temelli kapatma yerine, dava konusu fiillerin ağırlığına göre, ilgili siyasi partinin devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına karar verebileceğini hükme bağlamakta ve böylece kapatma rejimi açısından önemli bir yenilik getirmektedir. Yeni düzenleme, partinin eylemi ile maruz kalacağı yaptırım arasında orantılılık sağlamaya fırsat tanıması açısından, son derece yerindedir. Bu hüküm çerçevesinde Anayasa Mahkemesi, partinin yasak fiilleri işlemek suretiyle yaratmış olduğu tehlikenin daha hafif bir tedbirle önlenebileceği kanaatine varırsa, kapatma kararı yerine, yine fiillerin ve dolayısıyla tehlikenin ağırlığını dikkate alarak, devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakma kararı verebilecektir. Devlet yardımının partiler açısından taşıdığı önem dikkate alınırsa, bunun da etkili bir önlem olduğu anlaşılır. Öte yandan, devlet yardımından yoksun bırakılma partiyi sadece önemli bir gelir kaynağından mahrum bırakmakla kalmaz, aynı zamanda prestij kaybına da neden olur. Sonuçta bütün bunlar, devlet yardımından yoksun bırakmanın etkili bir önlem olduğunu kanıtlar.

Anayasa Mahkemesine böyle bir olanağın verilmiş olması, partilerin kapatılmasının istisnai durumlarda, demokratik toplumlarda zorunlu sayılabilecek bir önlem olarak düşünülmesi gereğinin hayata geçirilmesine imkan vermesi açısından hayli önemlidir. Üstelik bu durum, Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğinin hazırlatmış olduğu Venedik Komisyonu Raporunun, ”Hükümetler ya da devletin diğer organları, yetkili yargı organından bir partinin yasaklanmasını ya da kapatılmasını istemeden önce, ülkenin durumunu dikkate alarak, söz konusu partinin özgür ve demokratik siyasal düzen için gerçek bir tehlike oluşturup oluşturmadığını, bu tehlikenin daha hafif önlemlerle engellenip engellenemeyeceğini değerlendirmelidirler” şeklindeki yargısına da uygundur.

Kısacası, yeni düzenleme, amaçla araç arasında, yani demokratik siyasal düzenin korunması ile partiye uygulanacak yaptırım arasında, bir orantılılığın sağlanmasına imkan tanıması bakımından çok büyük bir önem arz etmektedir.

SONUÇ
Demokratik rejimlerde, bu rejimlerin vazgeçilmez öğeleri sayılan siyasal partilerin serbest bir biçimde faaliyette bulunmaları esastır. Fakat, yine demokratik rejimin sağlıklı bir biçimde işleyebilmesi için, siyasal parti faaliyetlerinin sınırlandırılması ve giderek partilerin yasaklanması ve kapatılması mümkün olmuştur. Bu durum liberal demokratik teori çerçevesinde tartışma yaratmış ve parti kapatmalarına sıcak bakmayan bir eğilim varlığını her zaman sürdürmüşse de, son tahlilde, liberal demokrasinin kendi yıkılışına seyirci kalamayacağını savunan görüş ağır basmış iktidara geldikleri zaman demokrasi dışına çıkacak olan partilere karşı savunma tedbirlerinin alınması söz konusu olmuştur.

Militan demokrasi adı verilen ve AİHM kararlarına konu olan bu anlayış, bizim anayasal sistemimiz tarafından da benimsenmiştir. Bu anlayış çerçevesinde Türkiye’de dine dayalı partilerin, milli devlet ilkesini ihlal eden partilerin ve sınıf egemenliğini öngörme anlamında komünist partilerin kurulması yasaklanmış ve bu tür program ya da eyleme sahip olan partilerin kapatılması esası kabul edilmiştir.

Ne var ki, Türkiye’deki uygulamasıyla militan demokrasi anlayışı, özellikle AİHS ve AİHM kararları esas alındığında, abartılı sayılabilecek cinstendir. Gerçekten ülkemizde onlarca parti kapatılmış ve Türkiye, AİHM önüne gidip karara bağlanmış olan davalardan, sadece birisinde haklı bulunmuştur.

Anayasanın, parti üyelerinin parti yasaklarına aykırı fiillerini odak olmanın koşulu kılarken, bunu bir yoğunluğa, yani sayıca fazlalığa bağlaması ve bununla da yetinmeyerek, bu fiillerin partinin önemli organlarınca, açık ya da örtülü bir biçimde benimsenmesi koşulunu getirmesi son derece olumlu bir gelişmedir. Böylece bireysel eylemin kapatılmaya konu olması, benimseme yoluyla, parti eylemi haline gelmesi şartına bağlanmış olmaktadır. Fakat partilerin üye sayılarının fazlalığı ve bunların denetiminin güçlüğü dikkate alınırsa, durumun sanıldığı kadar güvenceli olmadığı görülür. Bu gerçekten yola çıkarak, parti üyelerinin eylemlerinin odak olmada esas alınmasında, hüküm giyme koşulunun aranmasının daha isabetli olacağını söylemek mümkündür. Böyle yapmamakla, Anayasa Mahkemesi çok sayıda kanunsuz fiili saptayacak bir yargı mercii durumuna sokulmuştur. Öte yandan hüküm giyme koşulu aranmadığı için, partiler, üyelerinin 68.maddenin dördüncü fıkrasındaki fiilleri işleyip işlemediklerini taktir ve tespit etmek zorunda kalacaklardır. Bu ise son derece güçtür. Kaldı ki, parti, Anayasa Mahkemesinin ileride 68/4’e aykırı bulabileceği eylemleri, o çerçevede değerlendirmeyebilir. Bu konuda Türk Ceza Kanununda boşluk olduğu iddiasına gelince, eğer boşluk varsa, bu Türk Ceza Kanunu çerçevesinde ele alınabilecek bir sorundur. Bunun bedelini siyasal partilere ödetmek doğru değildir.

Bütün bunların dışında, odaklaşma olgusunun kriterleri ile ilgili olmasa da, Anayasa Mahkemesine, fiillerin ağırlığına göre, temelli kapatma yerine devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakma imkanının verilmesi çok isabetli olmuştur. Çünkü böyle bir düzenleme, Anayasa mahkemesine amaçla araç arasında, yani demokratik siyasal düzenin korunması ile partiye uygulanacak yaptırım arasında, bir orantılılığın sağlanması imkanı tanımaktadır. Ayrıca son değişikliklerle birlikte, siyasal parti davalarında kapatılmaya karar verilebilmesini beşte üç oy çokluğu şartına bağlamak da, partilerin kapatılmasını güçleştirmeye yönelik önemli bir hükümdür.


Kaynaklar:

Türk Anayasa Hukuku / Ergun Özbudun
Devlet ve Demokrasi / Server Tanilli

Benzer Konular

30 Kasım 2015 / Demir YumruK X-Sözlük
4 Aralık 2009 / ThinkerBeLL Siyasal Bilimler
4 Aralık 2009 / ThinkerBeLL Siyasal Bilimler
9 Mart 2010 / _KleopatrA_ X-Sözlük