Arama

Medeniyetler Çatışması

Güncelleme: 11 Mart 2007 Gösterim: 4.876 Cevap: 2
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Mart 2007       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Medeniyetler Çatışması
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Sponsorlu Bağlantılar
Ad:  800px-Clash_of_Civilizations_world_map.jpg
Gösterim: 379
Boyut:  22.7 KB
Huntington'ın Medeniyetler Haritası ve yalnız ülke Türkiye

Medeniyetler Çatışması, Samuel Huntington tarafından işlenen, Soğuk Savaş sonrasına tekabül eden 1990'lı yıllardan itibaren uluslararası ittifak ya da ihtilaflarda belirleyici olan unsurun politik ya da ekonomik ideolojiler değil, medeniyetler olmaya başladığını ve 21. yüzyılda da bu trendin devam edeceğini ifade eden bir tezdir.
Huntington bu tezini ilk olarak 1993 yılında Foreign Affairs adlı akademik dergide yayınlanan bir makalesinde ele almış, ardından da 1996 yılında çalışmasını genişleterek kitaplaştırmıştır.
Huntington'ın makalesinin Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisinde 'Medeniyetler Çarpışması' başlığıyla (1948 Cilt: 3 Sayı: 1-2 Sayfa. 247-254) yayınlanmış bir Türkçe çevirisi de mevcuttur.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Mart 2007       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Uygarlıklar Çatışması mı? -1-

Sponsorlu Bağlantılar
Bundan Sonraki Mücadele Modeli..
Dünya siyaseti yeni bir safhaya giriyor ve entelektüeller daha başkala­rıyla birlikte bu durum karşısında, tarihin sonu, ulusal devletler arasında geleneksel rekabetlerin geri dönüşü, globalizm ve tribalizm pistonlarının çekişmesi yüzünden ulusal devletin gerilemesi türünden görüşlerin her biri doğmakta olan realitenin çeşitli yönlerini yakalıyor. Bununla beraber, onların tamamı, muhtemelen gelecek yıllarda global politikanın alacağı durumun yaşamsal ve gerçekten merkezi bir yönünü gözden kaçırıyorlar.
Benim teorim şudur ki, bu yeni dünyada savaşımın asıl kaynağı öncelikle ideolojik ve ekonomik olmayacak. İnsanlık arasındaki büyük bölünmelerde hakim savaşım kaynağı kültürel olacak. Ulusal devletler dünyadaki olayların yine en güçlü aktörleri olacak fakat global politikanın asıl savaşımları farklı uygarlıklara ait grup ve milletler arasında meydana gelecek. Uygarlıkların çatışması global politikaya hakim olacak. Uygarlıklar arasındaki fay hatları ge­leceğin savaş hatlarını oluşturacak.
Uygarlıklar arasındaki savaşım; modern dünyadaki savaşımın evriminde son aşama olacak. Modern milletlerarası sistemin Westphalia Barışı'yla birlikte doğuşundan bu yana, bir buçuk asırdan beri Batı dünyasındaki savaşımlar, büyük ölçüde bürokrasilerini, ordularını merkantilist ekonomik güçlerini ve en önemlisi idare ettikleri toprakları genişletmeye girişen prenslerle imparatorlar, mutla­kiyetçi monarklarla meşrutiyetçi monarklar arasında meydana gelmiştir. Onlar bu süreç içinde ulusal devletleri oluşturdular ve Fransız İhtilali'nin başlamasıyla birlikte asıl savaşım çizgisi; prensler yerine milletler arasında oluştu. 1793'de R.R. Paliner'in ileri sürdüğü gibi, "Krallar arasındaki savaşlar bitti, milletler arasındaki savaşlar baş­ladı." Bu 19. yüzyıl modeli Birinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar devam etti. Ondan sonra, Rus Devrimi ve Ona karşı gösterilen tepkinin bir sonucu olarak, milletler mücadeelesi yerini önce "komünizm, faşizm­nazizm ve liberal demokrasi" arasında ve daha sonra da "komünizm ve liberal demokrasi" arasında geçen ideolojiler savaşına bı­raktı. Bu sonuncu savaşım, Soğuk Savaş sırasında, iki süper güç arasındaki savaşımın somut anlatımı olmuştur. Bu süper güçlerin hiç birisi, klasik Avrupaî anlamda bir millî devlet değildi ve her bi­risi kimliğini kendi ideolojisinin terimleriyle tanımlıyordu..
Prensler, ulusal devletler ve ideolojiler arasında geçen bütün bu kavgalar, aslında; Batı uygarlığı yapısındaki savaşımlardı. William Lind'in deyimiyle, " Batı'ya ait iç savaşlar"dı. Daha önce 17, 18 ve 19. yüzyıl savaşları ve dünya savaşları kadar, Soğuk Savaşın gerçeği de buydu. Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte, uluslar arası siyaset Batılı görünüşünün dışına çıkıyor ve Batı ile Batılı olma­yan uygarlıklar arasında ve Batı dışı uygarlıkların kendi aralarında ki etkileşim, uluslar arası siyasetin odak noktası haline geliyor.
Uygarlıklar siyasetinde, Batılı olmayan uygarlıklar dahil, millet ve hükümetler, artık tarihin, Batı kolonyalizminin hedefleri biçimin­deki objeleri olarak kalmıyorlar, tarihin kışkırtıcıları ve oluşturucuları olarak Batı'ya katılıyorlar.
Uygarlıkların Yapısı
Dünya, Soğuk Savaş sırasında, Birinci, İkinci ve Üçüncü Dünya'lara bölünmüştü. Bu bölünmeler artık ilişkilendirilemiyor. Şimdi ülkeleri, siyasi ve iktisadi sistemleri veya ekonomik gelişme düzeyleriyle ilgili terimlerle değil, bunun yerine kültür ve uygarlıklarıyla ilgili terimlerle gruplandırmak daha anlamlıdır..
Bir uygarlıktan söz ettiğimizde neyi anlıyoruz?
Uygarlık kültürel bir varlıktır. Köyler, bölgeler, etnik gruplar, uluslar, dini gruplar .. Bütün bunların hepsi, kültürel çeşitliliğin farklı düzeylerinde aynı kültürlere sahiptirler. Güney İtalya'daki bir köyün kültürü, Kuzey İtalya'daki bir köyünkinden farklı olabilir: fakat her ikisi de onları Alman köylerinden farklı kılan ortak İtalyan kültü­rünü paylaşacaklardır. Avrupalı toplumlar, kendilerini, sırasıyla, Arap ve Çin toplumlarından ayıran kültürel özellikleri paylaşacaklardır. Ama, Araplar, Çinliler ve Batılılar daha geniş herhangi bir kültürel varlığın parçası değildirler. Bunlar uygarlıkları oluşturuyorlar. Bir uygarlık bu yolla, insanların kendilerini diğer türlerden ayırteden yönünden başka, onların sahip olduğu en yüksek kültürel gruplaşma ve en geniş kültürel kimlik düzeyidir. Uygarlık, hem dil, tarih, din, âdetler, kurumlar gibi ortak objektif unsurlar aracılığıyla, hem de insanların sübjektif olarak kendilerini teşhis etmeleri yoluyla tanımlanır. İnsanlar çeşitli kimlik düzeylerine sahiptirler. Roma'da otu­ran bir kişi, kendisini bir Romalı, bir İtalyan, bir Katolik, bir Hristiyan, bir Avrupalı, bir Batılı olarak, değişen yoğunluk derecele­riyle tanımlayabilir. O kişinin içinde bulunduğu uygarlık, onunla kendisini en iyi tanımladığı, en geniş kimlik seviyesidir. İnsanlar kimliklerini yeniden tanımlayabilirler ve tanımlarlar da!.. Bunun sonucunda uygarlıkların kompozisyonu ve sınırları değişir.
Uygarlıklar, Çin gibi (Lucian Py'in ifadesiyle, 'devlet olmak iddiasında bulunan bir uygarlık') çok büyük sayıda bir insan toplulu­ğunu ya da diyelim, Karayipler'deki Anglofon unsuru gibi çok az sayı­daki bir insan kümesini de kapsayabilir . Bir uygarlık, Batılı, Latin Amerikan ve Arap uygarlığında olduğu gibi çeşitli ulusal devletleri veya Japon uygarlığındaki gibi tek bir ulusal devleti ihtiva edebilir.
Uygarlıklar, farklı bir takım unsurları katıştırıp örterler ve alt-uygarlık birimleri ihtiva edebilirler. Batı uygarlığı, Avrupa ve Kuzey Amerika gibi iki ana varyanta; İslam, Arap, Türk ve Malezya alt-bölümlerine sahiptir. Uygarlıklar, yine de anlamlı "şahsiyet"lerdir. Kendi aralarında keskin hatlarla ayrılıklarla karşılaşmak az görülse de gerçektir. Uygarlıklar dinamiktir; yükselir ve düşerler; bölünür ve birleşirler. Herhangi bir tarih öğrencisi bilir ki, uygarlıklar zaman içinde "zeval bulur" ve "bertaraf olur" lar.
Batılılar, ulusal devletleri, dünya hadiselerinin başlıca aktörleri olarak düşünmeye mütemayildirler. Halbuki, ulusal devletler, sadece birkaç asırdan beri öyle olmuşlardır. İnsanlık tarihinin daha geniş bir dönemi uygarlıkların tarihi olmuştur. Arnold Toynbee'nin A Study of History'de belirlediği belli başlı 21 uygarlıktan, çağdaş dünyada sadece 6 tanesi kalmıştır.
Uygarlıklar Niçin Çatışacak?

Uygarlık kimliği, gelecekte gittikçe artan bir şekilde önem ka­zanacak ve dünya büyük ölçüde, belli başlı yedi veya sekiz uygarlık arasındaki etkileşimle şekillenecektir. Bunların içine, Batı, Konfüçyüs, Japon, İslam, Hint, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve muhtemelen Afrika uygarlıkları giriyor. Geleceğin en önemli savaşımları, bu uygarlıkların birini diğerinden ayıran kültürel fay kırıkları boyunca oluşacaktır.
Durum neden böyle olacak?
Birincisi, uygarlıklar arasındaki farklılıklar yalnızca gerçek değil esaslıdırlar. Uygarlıklar birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en mühimi de din yoluyla farklılaşır1ar. Farklı uygarlıkların insanları: hak ve sorumluluklar, bağımsızlık ve otorite, eşitlik ve hiyerarşinin izafî önemi hakkında farklılaşan görüşleri kadar Tanrı ile insan, bireyle grup, vatandaşla devlet, ebeveynle çocuklar ve karı koca arasındaki ilişkiler konusunda da farklı fikirlere sahiptirler. Bu farklılıklar, yüzyılların ürünüdür. Kısa zamanda kaybolmayacaklardır. Bunlar, siyasal ide­oloji ve rejimler arasındaki farklılıklardan çok daha esaslıdırlar. Farklılıklar ille de savaşım demek değildir ve savaşım da kesinlikle şiddet anlamına gelmez. Gerçi, yüzyıllar boyunca, en uzun ve şiddetli savaşımları, uygarlıklar arasındaki ayrımlar oluşturmuştur.
İkincisi, dünya gittikçe daha küçük bir yer haline geliyor. Farklı uygarlıkların insanları arasındaki etkileşimler gittikçe artıyor: Bu ar­tan etkileşimler uygarlık bilincini ve uygarlıkların kendi bünyele­rindeki ortaklıkların yanı sıra uygarlıklar arasındaki ayrılıkların fark edilmesini güçlendiriyor. Fransa'ya yönelen Kuzey Afrika göçü, Fransızlar arasında husumet doğurmakla kalmamış, aynı zamanda 'iyi' Avrupalı gözüyle bakılan Katolik Polonyalı göçünü kabul etme eğilimini de arttırmıştır. Amerikalılar, Japon yatırımına, Avrupa ülkeleri ve Kanada'dan gelen daha büyük yatırımlardan çok daha olumsuz tepki göstermişlerdir, Benzer şekilde, Donald Horowitz'in ileri sürdüğü gibi, "Bir Ibo" olabilir... Nijerya'nın Doğu bölgesindeki bir Owerri Ibo'su veya bir Onitsha Ibo'su. O, Lagos'ta basit bir Ibo'dur. Londra'da bir Nijeryalıdır. New York'da ise bir Afrikalıdır. Farklı uygarlıkların insanları arasındaki etkileşimler, sırasıyla düşünceyi geri­sin geriye, tarihin derinliğine doğru yaymak için farklılık ve hınçlarını abartarak canlandırmak yoluyla insanların uygarlık bilinçlerini artırı­yor.
Üçüncüsü, dünya çapındaki sosyal değişme ve ekonomik modern­leşme süreçleri, insanları çok eski mahalli kimliklerden koparıyor. Bunlar aynı zamanda, bir kimlik kaynağı olarak ulusal devleti zayıf1a­tıyor. Dünyanın çoğu yerinde bu boşluğu doldurmak için din, sık sık "fundamentalist" diye yaftalanan hareketler biçiminde devreye girmiş­tir. Bu tür hareketler, İslam'da olduğu kadar Batı Hristiyanlığı, Musevilik, Budizm ve Hinduizm içinde de boy gösteriyor. Çoğu ülke ve dindeki fundamentalist hareketler içinde faal olan insanlar genç, yüksek tahsilli, orta sınıf teknisyenleri, meslek ve iş sahibi kişilerdir. George Weigel'in işaret ettiği gibi, "Dünyanın sekülarizasyondan uzak­laşması, yirminci asrın sonlarındaki hayatın hakim sosyal gerçeklerin­den birisidir." Dinin yeniden doğuşu, Gilles Kepel'in ifadesiyle "Tanrının Rövanşı", uygarlıkları birleştiren ve ulusal sınırları aşan bir kimlik ve ümit temeli sağlıyor.
Dördüncüsü, uygarlık bilincinin gelişmesi Batı'nın iki yönlü rolü tarafından güçlendiriliyor. Batı bir yandan kudretin zirvesindedir. Mamafih, aynı zamanda ve belki bir netice olarak, Batılı olmayan uygarlıklar arasında ecdat fenomenine dönüş ortaya çıkıyor.
Bir insan; gittikçe artan bir şekilde Japonya'da maneviyata ve Asyalılaşma'ya doğru eğilimler, Nehru mirasının sonu ve Hindistan'ın 'Hindulaşması', Batının sosyalizm ve ulusalcılık düşüncelerinin başarısızlığı ve bunun üzerine Ortadoğu'daki "yeniden İslamlaşma" ve şimdi Batılılaşmaya karşı Boris Yeltsin'in memleke­tindeki Ruslaşmayla ilgili bir tartışma hakkında bir takım referanslar işitir. Gücünün zirvesindeki bir Batı, Batılı olmayan yollardan dün­yayı biçimlendirmek için gittikçe daha fazla arzu, istek ve kaynağa sa­hip olan Batı dışı ülkelerle yüz yüze geliyor.
Batılı olmayan toplumların elitleri, geçmişte, ekseriya Oxford, Sorbonne veya Sandhurst'ta eğitilmiş ve Batılı tavır ve değerleri sin­dirmiş, Batı ile alakalı insanlardı. Batılı olmayan ülkelerin halkıysa aynı süre içinde, genellikle ve derin bir şekilde yerli kültürle doymuş halde kalmışlardır. Ancak, şimdi bu ilişkiler tersine dönmektedir. Batılı olmayan birçok ülkede elitlerin yerlileşmesi ve Batıdan uzak­laşması oluşurken, aynı zamanda, Batılı -çoğunlukla Amerikan­ kültür, tarz ve alışkanlıklar halk kütleleri arasında daha popüler hale geliyor.
Beşincisi, siyasi ve ekonomik olanlara oranla daha az değişme yatkınlığı gösteren kültürel özellik ve ayrılıkların, uyuşma ve ayrış­maları da bu yüzden, onlara göre daha kolaydır. Eski Sovyetler Birliği'ndeki komünistler demokrat, zenginler fakir ve fakirler zengin olabildiler; fakat Ruslar Estonyalı veya Azeriler Ermeni olamadılar. Sınıf ve ideoloji savaşımlarındaki anahtar soru, 'Sen hangi taraftasın?' biçimindeydi ve insanlar taraflar arasında tercihte bulunabilir, bulunur ve taraf değiştirebilirlerdi. Uygarlıklar arasındaki çatışmalarda ise bu soru, 'Sen nesin?' şeklindedir. Bu ise bir veridir ve değiştirilemez. Bosna'dan Kafkasya ve Sudan'a kadar bildiğimiz gibi, söz konusu soruya verilecek yanlış bir cevap kafaya yenecek bir kurşun anlamına ge­lebiliyor. Hatta, etnisitiden daha fazla olarak din, insanlar arasında keskin ve dışlayıcı şekilde bir ayırım yapıyor. Bir insan yarı Fransız ve yarı Arap ve aynı anda iki ülkenin vatandaşı bile olabilir. Bundan daha zor olan şey, yarı Katolik ve yarı Müslüman olmaktır.
Son olarak, ekonomik bölgecilik artıyor. Bölgesel çerçevede kalan toplam ticaret oranları 1980 ila 1989 arasında Avrupa'da yüzde 5l 'den 59'a, Doğu Asya'da yüzde 33'ten 37'ye ve Kuzey Amerika'da yüzde 32'den 36'ya çıkmıştır. Gelecekte, bölgesel ekonomik blokların önemi, büyük olasılıkla artmaya devam edecektir. Bir yandan, başarılı ekonomik bölgecilik uygarlık bilincini tamamlayacak, diğer yandan da ekonomik bölgecilik ancak ortak bir uygarlık içinde kök sal­dığı zaman başarılı olabilecektir. Avrupa Topluluğu, Avrupa kültürü ve Batı Hristiyanlığının paylaştığı temele dayanır. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesinin başarısı, Amerika, Kanada ve Meksika kültürlerinin halihazırda devam etmekte olan odaklaşmasına dayanı­yor. Japonya ise, tam aksine, Doğu Asya'da bunlarla kıyaslanabilir bir ekonomik varlık meydana getirmekte zorluklarla karşılaşıyor; çünkü Japonya, "nevi şahsına münhasır" bir toplum ve uygarlıktır. Japonya, diğer Doğu Asya ülkeleriyle güçlü ticaret ve yatırım bağları geliştire­bilse bile sözkonusu ülkelerle arasındaki kültürel farklılıklar, Japonya'nın Avrupa ve Kuzey Amerika'dakine benzer bölgesel bir eko­nomik entegrasyonu ilerletmesini sınırlar ve belki de engeller.
Bunun aksine, ortak kültür, Çin Halk Cumhuriyeti ile Hong Kong, Taiwan, Singapur ve diğer Asya ülkelerindeki deniz aşırı Çinli topluluklar arasındaki ekonomik ilişkilerin hızla genişlemesine açık bir şekilde olanak sağlıyor. Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte, kültü­rel ortaklıklar, gittikçe artan bir şekilde ideolojik farklılıkları bertaraf ediyor ve Kıta Çini ile Taiwan yakınlaşıyorlar. İktisadi bütünleşmenin ön koşulu, şayet kültürel ortaklık ise Doğu Asya'da geleceğin başlıca ekonomik bloku muhtemelen Çin'de odaklaşacaktır. Aslma bakı­lırsa, bu blok şimdiden meydana geliyor.
Murray Weidenbaum'un belirlediği gibi:
Bölgedeki mevcut Japon hakimiyetine rağmen, endüstri, ticaret ve sermaye için yeni bir odaklaşma noktası olarak Çinli temeline da­yanan Asya ekonomisi hızlı bir biçimde vücuda oluşuyor. Bu strate­jik bölge, teknoloji ve üretim kapasitesinin önemli bir bölümünü(Taiwan); müteahhitlik, pazarlama ve hizmet alanlarında yükselmiş bir başarıyı, beceriyi (Hong Kong); nefis bir iletişim şebekesini (Singapur), muazzam bir mali sermaye birikimini (her üçü de) ve çok geniş bir toprak, kaynak ve işgücü doğuşunu (kıta Çin) kapsıyor.. Bu etkin şebeke, Guangzhou'dan Singapur'a. Kuala Lumpur'dan Manila'ya çoğu zaman geleneksel kabilelelerin büyüme­lerine istinaden -Doğu Asya ekonomisinin omurgası olarak tanımlanmaktadır..
İran, Pakistan, Türkiye, Azerbeycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan ve Afganistan gibi Arap olma­yan on müslüman ülkeyi biraraya getiren Ekonomik İşbirliği Teşkilatı'nın temelini de kültür ve din oluşturuyor. Temelde 1960'larda Türkiye, Pakistan ve İran tarafından kurulan bu örgütün diriltilmesi ve genişletilmesindeki yollardan biri, bu ülkelerdeki çeşitli liderlerin, Avrupa Topluluğu'na kabul edilme şanslarının ol­madığını kavramalarıdır. Benzer şekilde, Caricom, Orta Amerika Ortak Pazarı ve Mercosur da ortak kültürel temellere, dayanırlar. Daha geniş bir Karayipler -Orta Amerika ekonomik varlığı inşa etmek için harcanan çabalar, her ne kadar Anglo-Latin bölünmesi arasında bir köprü kuruyorsa da başarısız kalmaya mahkumdur.
İnsanlar kimliklerini etnik ve dini terimlerle tanımladıkça, farklı din ve etnik yapılara mensup insanlarla kendileri arasında birbirlerine karşı bir 'biz' ve 'onlar' ilişkisinin var olduğunu muhtemelen görecek­lerdir. Eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'da ideolojik olarak ta­nımlanan devletlerin sona ermesi, geleneksel etnik kimlik ve husu­metlerin öne alınmasına izin veriyor. Kültür ve din farklılıkları, siyasi meseleler üzerinde insan haklarından, göç, ticaret, iş ve çevreye kadar uzanan farklılıklar meydana getiriyor. Coğrafi yakınlık, Bosna'dan Mindanao'ya kadar toprak taleplerinden ileri gelen savaşımların doğmasına sebep oluyor. En önemlisi, Batı'nın kendi liberalizm ve demokrasi değerlerini evrensel değerler olarak öne çıkarmak, askeri üstünlüğünü sürdürmek ve ekonomik çıkarlarını artırmak için harcadığı çabalar, diğer uygarlıklardan zıt yönde karşılıklar gelmesini doğuruyor.. İdeoloji temelinde ittifaklar kurmak ve destek sağ­layabilmek imkanı gitgide azaldıkça, hükümetler ve gruplar,- sürekli artan bir şekilde ortak din ve uygarlık kimliğine başvurarak destek sağlamaya girişeceklerdir.
Uygarlıkların çatışması, böylelikle iki seviyede ortaya çıkar.
Mikro seviyede, komşu gruplar, uygarlıklar arasındaki fay kırıklık­ları boyunca, toprak ve birbirleri üzerinde kontrol kurmak için çok kere şiddetli biçimde mücadele ederler. Makro düzeyde ise farklı uygarlıklara mensup devletler izafi bir askeri ve ekonomik üstünlük uğruna rekabet eder, uluslar arası kurumlar ve üçüncü taraflar üze­rinde kontrol kurmak için mücadeleye girişir ve kendi özel politik ve dini değerlerini rekabetçi bir anlayışla öne çıkarırlar.
Uygarlıklar Arasındaki Fay Kırıkları
Uygarlıklar arasındaki fay kırıkları, Soğuk Savaş'ın kriz ve kan dökme için flaş noktası olarak benimsediği siyasi ve ideolojik sınır­larla yer değiştiriyor. Soğuk Savaş, Demir Perde Avrupa'yı siyası ve ideolojik olarak böldüğü zaman başladı; Demir Perde'nin son bulma­sıyla da sona erdi.
İdeolojik bölünmesi ortadan kalktıkça, Avrupa'nın bir yandan Batı Hristiyanlığı ve Ortodoks Hristiyanlığı arasında, diğer yandan ise İslâmla kendisi arasındaki kültürel bölünmesi yeniden ortaya çıktı.
Batı Hristiyanlığı'nın 1500'lerdeki doğu sınırı, William Wallace'in önerdiği gibi, pekâlâ Avrupa'daki en önemli bölünme hattı olabi­lir. Bu hat, bugünkü Rusya ile Finlandiya ve Baltık devletleri ara­sındaki sınırlar boyunca uzanıp, daha çok Katolik olan Batı Ukrayna'yı Ortodoks Doğu Ukrayna'dan ayırarak Ukrayna ve Beyaz Rusya'nın içinden geçip Transilvanya'yı Romanya'dan ayırmak suretiyle Batı'ya doğru salınır ve daha sonra, şimdiki Hırvatistan ve Slovenya'yı eski Yugoslavya'nın geri kalan kısmından hemen hemen tüm olarak ayıra­rak gider. Balkanlar'daki bu hat, tabii, Habsburg ve Osmanlı İmparatorlukları arasmdaki tarihî sınırlara da uygun düşüyor. Bu hattın kuzeyinde ve batısında yaşayan kavimler Protestan ve Katolik'tirler; Avrupa tarihinin feodalizm, Rönesans, Reformasyon, Aydınlanma, Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi gibi ortak tecrübelerini paylaşmış­lardır; genel olarak ve ekonomik açıdan doğudaki kavimlerden daha iyi durumdadırlar ve şu anda müşterek bir Avrupa ekonomisine ve de­mokratik siyasi sistemler arasındaki birleşmeye artan ölçüde katılma­ları beklenebilir. Bu hattın doğu ve güneyindeki kavimler, Ortodoks veya Müslüman'dırlar; tarihsel bakımdan Osmanlı ve Çar İmparatorluklarına mensup olmuş ve Avrupa'nın geri kalan kısmına biçim veren olaylarla önemsiz ölçülerde temas kurmuşlardır; ekonomik açıdan genellikle fazla ileri değildirler; istikrarlı demokratik sistemler geliştirmeleri daha zayıf bir ihtimal gibi gözüküyor. Avrupa'daki en önemli bölünme çizgisi olarak kültürün Kadife Perdesi, (bu bölgedeki) yerini ideolojinin Demir Perdesine bırakmıştır. Yugoslavya'daki olayların gösterdiği gibi, bu sadece bir farklılık çiz­gisi değil aynı zamanda kanlı bir savaşım çizgisidir de.
Batı ve İslam uygarlıkları arasındaki fay kırıkları boyunca oluşan savaşım 1300 senedir devam edegelmektedir. İslâmın ortaya çıkışından sonra, batı ve kuzeye vuran Arap ve Mağribi dalgası, ancak 732'de Tours'da son bulmuştur. Haçlılar, on birinci yüzyıldan on üçüncü yüzyıla kadar, noktasal başarılarla Kutsal Topraklara Hristiyanlık ve Hristiyan idaresini getirmeyi denemişlerdir..
Osmanlı Türkleri, on dördüncü yüzyıldan on yedinci yüzyıla kadar Orta Doğu ve Balkanlar'ı egemenliği altına alınış, İstanbul'u zaptetmiş ve Viyana'yı iki kere kuşatarak dengeyi tersine çevirmişlerdir. On dokuzuncu yüzyıl boyunca ve yirminci yüzyıl başlarında Osmanlı gücü geriledikçe İngiltere, Fransa ve İtalya Orta-Doğu ve Kuzey Afrika'nın büyük kısmında Batı kontrolünü yapılandırdılar.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, sömürge imparatorlukları önce gerilediler sonra da ortadan kalktılar, evvela, Arap ulusalcılığı ve ar­dından da İslamcı fundamentalizm kendini ortaya koydu. Batı, enerji kaynağından ötürü İran (Basra) Körfezi ülkelerine karşı şiddetli bi­çimde bağımlı hale geldi; petrol zengini müslüman ülkeler, para zen­gini ve istedikleri anda da silah zengini oldular. Batı tarafından oluşturulan İsrail ile Araplar arasında çeşitli savaşlar meydana geldi. Fransa, 1950'li yılların büyük kısmında Cezayir'de kanlı ve insafsız bir savaş yürüttü; İngiliz ve Fransız kuvvetleri 1956'da Mısır'a sal­dırdı; Amerikan güçleri, 1958'de Lübnan'a girdi; Amerikan güçleri, sonra tekrar Lübnan'a yöneldi, Libya'ya saldırdı ve İran'la çeşitli as­kerî çatışmalara girişti; asgari üç Ortadoğu hükümeti tarafından des­teklenen Arap ve İslam teröristler hafif silahlar kullanarak Batılı uçak ve tesisleri bombaladılar ve Batılıları rehin tuttular. Araplar ve Batı arasındaki bu savaş, 1990'da Birleşik Devletler'in, bazı Arap memle­ketlerini diğerinin saldırısına karşı savunmak için İran Körfezi'ne bü­yük bir ordu göndermesiyle zirveye ulaştı. NATO planlaması sonucunda da, gittikçe artan bir şekilde 'güney tribünü' ndeki potansiyel teh­ditler ve istikrarsızlığa yönelmiştir. Batı ve İslam arasında, yüzyıllardan beri devam eden bu askerî etkileşimin sona erme olasılığı pek yok­tur. Bu daha öldürücü olabilirdi.
Körfez Savaşı, Saddam Hüseyin'in İsrail'e saldırmış olması ve Batı'ya cesaretle karşı çıkması bir kısım Arapları mağrur etti. Batı'nın İran Körfezi'ndeki askeri varlığı, karşı konulmaz askeri üstünlüğü ve onların kendi kaderlerini tayin etme yönündeki yetersizliklerinden ileri gelen, gücenikliğin ve aşağılanmışlığın beslediği bir hayli öfke de bıraktı.
Petrol ihracatçısı olan­larına ek olarak, otokratik hükümet biçimlerinin zayıf1adığı ve demokra­siye geçme çabalarının güçlendiği birçok Arap ülkesi, ekonomik ve sosyal seviyesini yükseltiyor. Arap siyasi sistemlerindeki bazı açılma­lar şimdiden meydana çıkmaktadır. Bu açılmalardan asıl yararlananlar İslamcı hareketler olmuştur. Kısacası, Arap dünyasında, Batılı demok­rasi Batı karşıtı siyasi güçleri güçlendiriyor. Bu geçici bir olay olabilir; fakat İslam ülkeleriyle Batı arasındaki ilişkileri kesinlikle zora sokacaktır.

Bu ilişkiler demografik yönden de zora sokuluyor. Arap ülkelerindeki, özellikle Kuzey Afrika'daki, şaşırtıcı nüfus artışı Batı Avrupa'ya doğru artan bir göçün önünü açmıştır. Batı Avrupa'da dahili sınırları, asgariye indirmeye yönelen hareket, bu gelişme konu­sundaki siyasi hassasiyetleri keskinleştirmiştir. İtalya, Fransa ve Almanya'da ırkçılık gittikçe açığa çıkıyor.
Arap ve Türk göçmenlere yönelen siyasi tepki ve şiddet 1990'dan beri daha yoğun ve yaygın hale gelmiştir.
İslam ve Batı arasındaki etkileşim, her iki tarafta da bir uygarlık çatışması olarak görülüyor. Hindu bir Müslüman yazar olan M. J. Akbar'ın gözlemlerine göre, "Batı'nın bundan sonra karşılayacağı meydan okuma kesinlikle Müslüman âleminden gelecektir. Yeni bir dünya düzeni için savaşım, Mağrib'den Pakistan'a kadar müslüman ulusların çalışma ve etki alanındaki bu dünyada başlayacaktır.
Bemard Lewis de benzer bir sonuca varıyor:
"Hükümetlerin izledikleri politikalar ve dava konusu "sorunlar seviyesini" çok aşan bir ruhsal durum ve hareketle yüz yüze geliyo­ruz. Bir uygarlıklar çatışmasından daha az bir şey değildir bu: belki irrasyonel ama bizim Judeo-Hristiyan mirasımıza, seküler var­lığımıza ve her ikisinin dünya çapındaki. genişlemesine karşı, ke­sinlikle eski bir rakibin tarihî tepkisi"dir.
Tarihsel olarak, Müslüman Arap uygarlıklarının diğer büyük düş­manca etkileşimi güneydeki putperest ruhçu ve şimdi ise artarak Hristiyan zenci kavimlerle olmuştur. Bu husumet, geçmişte Arap köle tüccarları ve zenci köleler imajından oluşturulmuştur. (Söz konusu husumet) Sudan'da Arap ve zenciler arasındaki sürekli iç sa­vaşta, Çad'da, Libya destekli âsilerle hükümet arasındaki savaşta; Afrika'nın modernizasyonu ve Hristiyanlığın yayılması, bu fay kırığı boyunca şiddetlenme ihtimalini belki de arttıracaktır. Papa II. John Paul'ün 1993 Şubatı'nda (Sudan'ın başkenti) Hartum'da, Sudan'ın İslamcı hükümetinin oradaki Hristiyan azınlığa karşı yürüttüğü eylem­1ere hücum eden konuşması, bu savaşımın şiddetlendiğinin göstergesiydi.
Bosna ve Sarayevo katliamı, Sırp ve Amavutlar arasında kapıya dayanan şiddet, Bulgarlar ve Türk azınlığı arasındaki iğreti ilişkiler, Osetyalılar ve İnguş arasındaki şiddet, Ermeni ve Azerilerin birbirlerini sürekli boğazlamaları, Orta-Asya'da Rus ve Müslümanlar arasındaki gergin ilişkiler, Orta Asya ve Kafkasya'daki Rus menfaatleri korumak sınırında, Ortadoks ve Müslüman kavimler arasındaki savaşım gittikçe artan biçimde patlak vermiştir. Din, etnik kimliklerin ye­niden canlanmasını güçlendiriyor ve güney hudutlarının güvenliği hakkında Rusya'yı yeniden kuruntuya sürüklüyor.. Bu ilişki Archie Roosevelt tarafından iyi tesbit ediliyor:
Rus tarihinin çoğu, Slavlar Türk kavimler arasında sınırlarındaki çatışma ile ilgilidir, ki bunun geçmişi Rus devletinin kuruluşuna, bin yıl öncesinden daha fazla geriye gider. Slavların doğu komşula­rıyla bin yıldır devam eden karşılaşmalarındaki anahtar, sadece Rus tarihini değil Rus karakterini de anlamakta yatıyor. Bir insan, bu günkü Rus gerçeklerini anlamak için Rusları daha evvel yüzyıllar boyunca işgal etmiş bulunan büyük Türkî etnik grup hakkında fikir sahibi olmak zorundadır.
Uygarlıklar savaşı, Asya'daki başka yerlerde de derin bir şekilde kök salmıştır. Aşağı kıtadaki tarihsel Müslüman ve Hindu çatış­ması, günümüzde, kendisini yalnız Pakistan ve Hindistan arasındaki rekabette değil Hindistan'ın içindeki militan Hindu gruplarla Hindistan'ın mevcut Müslüman azınlığı arasında gittikçe yükselen dini savaşımın yoğunlaşmasında da açığa vuruyor. 1992 Aralığında Ayodhya camiinin tahribi, Hindistan'ın seküler demokratik bir devlet olarak mı kalacağı yoksa sırf Hindu bir devlet mi olacağı problemini ön plana çıkardı. Doğu Asya'da Çin'in, komşularının çoğu ile dikkat çekici toprak tartışmaları mevcuttur. Tibet Budist halkına karşı acımasız bir politika izliyor. Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle Çin ve Birleşik devletler arasındaki temel farklar insan hakları, ticaret ve silah üretimi gibi alanlarda kendilerini yeniden ispat ettiler. Bu farklar, muhtemelen azalmayacaktır, "yeni bir soğuk savaş" Deng Xaioping'in 1991'de iddia ettiği gibi "Çin ve Amerika arasında başlamıştır".
Aynı cümle, Japonya ve Birleşik Devletler arasında sürekli bi­çimde zora giren ilişkilere de uygulanmıştır. Burada kültürel fark ekonomik savaşımı şiddetlendiriyor. Her iki yandaki halk, diğeri­nin ırkçı olduğunu iddia ediyor, fakat en azından Amerikan tarafındaki karşıt yan, ırkçı değil ama kültürel. İki toplumun temel değerleri, tavır­ları, davranış modelleri daha farklı olmayabilirdi. Birleşik Devletler ile Avrupa arasındaki ekonomik sorunlar, Birleşik Devletler'le Japonya arasındakinden daha az ciddi değildir fakat bunlar aynı siyasi' pürüz ve hissi yoğunluğa sahip değillerdir; çünkü Amerika ve Avrupa kültürleri arasındaki farklar Amerikan ve Japon uygarlıkları arasında­kinden çok daha azdır ki!
Uygarlıklar arasındaki etkileşimler, büyük olasılıkla, şiddetin karakte­rize edeceği dereceye göre değişiyor. Ekonomik reka­bet, açıkça Batı'nın Amerikan ve Avrupa alt-uygarlıkları ve bunların ikisiyle, Japonya arasında hüküm sürüyor. Avrasya kıtasında, "etnik temizlik" terimindeki aşırlıkta özetlenen etnik çatışmanın çoğalması, bütünüyle raslantı değildir. Bu çatışma, en sık ve en şiddetli biçimde farklı uygarlıklara ait gruplar arasında meydana gelmiştir . Avrasya'da, uygarlıklar arasındaki büyük tarihi' fay kırıkları bir kere daha alevlenmiştir. Bu, Afrika'nın ucundan Orta Asya'ya kadar uzanan hilal biçimindeki İslam ülkeleri blokunun hudut­ları boyunca özellikle geçerlidir.Öte yandan şiddet; Müslümanlar, Balkanlardaki Ortodoks Sırplar, İsrail'deki Yahudiler, Hindistan'daki Hindular, Burma'daki Budistler ve Filipinlerdeki Katolik'lerin (kendi) aralarında da meydana geliyor. Kısacası İslâm kanlı hudutlara sahiptir.

Kaynak: karakutu.com

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Mart 2007       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Uygarlıklar Çatışması mı? -2-

Uygarlık Saflaşması: Akraba-Ülke Sendromu

Bir uygarlığa bağlı grup veya devletler, farklı uygarlıktan bir ulusla savaşa girdiklerinde tabii olarak kendi uygarlıklarının diğer üyelerinden yardım bulmaya gayret ederler. Soğuk Savaş sonrasının dünyası geliştikçe, uygarlık ortaklığı H.D.S. Greenway'in "akraba ­ülke" sendromu diye isimlendirdiği şey, işbirliği ve ittifaklar için baş­lıca temel olarak görülen geleneksel kuvvet dengesi mütalaalarının ve siyasi' ideolojinin yerini alıyor. Bu, İran Körfezi, Kafkasya ve Bosna'da, Soğuk Savaş'ın ardından görünen mücadelelerde azar azar görülebilir. Bunların hiç biri tam anlamıyla uygarlıklar arası bir sa­vaş değildi; fakat her biri uygarlık saflaşmasının bazı unsurlarını taşımıştır ki bu unsurlar sürekli bir savaşım sebebi olarak daha önemli olacağa benzemektedir, ve şimdiden, bize gelecek fela­ketin bir örneğini verebilir.
Birincisi, Körfez Savaşı'nda bir Arap devleti diğerini istila etti ve daha sonra Arap, Batılı ve diğer devletlerden oluşan bir koalisyonla savaştı. Saddam Hüseyin'i, açıkça sadece birkaç Müslüman hükümet desteklediyse de çok sayıda Arap eliti, gizliden gizliye teşvik etti ve Saddam Arap kamuoyunun geniş kesimlerinde bir hayli popüler hale geldi. İslami fundamentalist hareketler evrensel planda, Batı destekli Kuveyt ve Suudi Arabistan hükümetlerinden çok Irak'ı desteklediler. Saddam Hüseyin, Arap milliyetçiliğini ısrarla reddederek açıktan açığa İslami bir çekimden yardım istemiştir.. Ve o tarafları, savaşı, uygarlıklar arası bir savaş olarak tanımlamaya çalışmışlardır. Mekke'nin Umm Al-Qura Üniversitesi'ndeki İslami Çalışmalar'ın dekanı Safar Al-Hawali'nin, savaşı iyice yaygın bir tabana oturarak ifade ettiği gibi "Bu dünyanın Irak'a karşı olması değildir; Batı'nın İslam'a karşı ol­masıdır." İran'lı büyük dini lider Ayetullah Ali Hamaney, İran ve Irak arasındaki rekabeti bir tarafa bırakarak Batı'ya karşı mukaddes savaş çağrısı yaptı:
"Amerika'nın saldırı, hırs, plan ve politikalarına karşı mücadele bir cihad sayılacaktır ve bu yolda öldürülen herkes bir şehit­tir."
Ürdün Kralı Hüseyin'in iddiası da:
"Bu yalnız Irak'a karşı değil bü­tün Araplara ve bütün müslümanlara karşı bir savaştır."
Saddam Hüseyin'in arkasındaki Arap kamuoyu ve elitlerinin büyük kısmındaki saflaşma, anti-Irak koalisyondaki Arap hükümetlerinin (Irak aleyhtarı) çalışmalarını azaltmalarına ve resmî görüşlerini yumuşatmalarınaneden olmuştur.. Arap hükümetleri, Batının, Irak üzerinde baskı uygu­lamak için harcadığı çabalara, 1992 yazındaki uçuşa yasak bölge uygulaması ve 1993 Haziranı'nda Irak'ın bombalanması dahil, muhalif veya mesafeli kaldılar. 1990'ın Irak aleyhtarı Batı-Sovyet­Türk-Arap koalisyonu 1993'e kalmadan neredeyse sadece Irak'a karşı bir Kuveyt ve Batı ittifakı haline gelmişti.
Müslümanlar, Irak'a karşı yürütülen Batılı eylemleri, Batı'nın Sırplara karşı Boşnakları himaye etme ve BM kararlarını ihlal eden İsrail'e müeyyide uygulama yönündeki başarısızlığıyla karşılaştır­dılar. İddialarına göre, Batı çifte standart kullanıyordu. Ama, çatı­şan uygarlıkların dünyası kaçınılmaz olarak bir çifte standartlar dün yasıdır: İnsanlar, kendi akraba ülkelerine bir standart, diğerlerine başka bir standart uygularlar.
İkincisi, "akraba-ülke sendromu", eski Sovyetler Birliği'ndeki anlaşmazlıklarda da da görülmektedir. Ermenilerin 1992 ve 1993'teki askeri başarı­ları, Türkiye'yi, Azerbaycan'daki dini, ırki ve lisanî kardeşlerine git­tikçe artan bir şekilde destek olmak için harekete geçirdi. Bir Türk yet­kilisi, 1992'de, "Biz Azerbaycanlı'larla aynı duyguları hisseden bir Türk milletine sahibiz. Baskı altındayız. Gazetelerimiz zulüm fotoğraf1arıyla doludur ve bize tarafsız politikamızın sürdürülmesinde hala ciddi olup olmadığımızı soruyorlar. Ermenistan'a, bölgede büyük bir Türkiye'nin var olduğunu göstermemiz gerekebilir" demiştir. Cumhurbaşkanı Turgut Özal bu görüşe, "Türkiye dişlerini gösterme­lidir" tehdidini savurmuştur. Türk Hava Kuvvetlerine ait jetler, Ermenistan sınırı boyunca keşif uçuşları yapmış; Türkiye, Ermenistan'a yiyecek sevkiyatını ve hava ulaşımını şarta bağlayarak ip­tal etmiştir. Azerbaycan'daki hükümete eski komünistler hakimdiler. Ne var ki, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte siyasi mülâhaza­lar yerini dinî olanlara bıraktı. Rus askerleri Ermenilerin yanında sa­vaşa girdiler ve Azerbaycan, Hristiyan Ermeniler destekleme yönünde "180 derece dönen Rus hükümetini" suçladı.
Üçüncü olarak, eski Yugoslavya'daki savaşa gelince, Batılı kamu­oyları Sırpların elinde ıstırap çeken Boşnak Müslümanlara sempati göstermiş ve desteklemiştir. Mamafih, Hırvatların Müslümanlara sal­dırmaları ve (bağımsız devlet haline gelen) Bosna-Hersek'in dağılımasına katkıda bulunmaları karşısında nisbeten az bir endişe belirtilmiş­tir. Yugoslavya'daki parçalanmanın ilk safhalarında Almanya, Avrupa Topluluğu'nun diğer 11 üyesini, eşi görülmedik bir diplomatik insiyatif ve ağırlık sergileyerek Slovenya ve Hırvatistan'ı tanıma konusunda kendi­sini izlemeye ikna etmişti. İki Katolik ülkeye güçlü bir müzaberet sağ­lamaya yönelik Papa hükmünün bir sonucu olarak, Vatikan (Slovenya ve Hırvatistan'ı) Topluluk'tan da önce tanımıştı. Avrupa'yı Birleşik Devletler izledi. Bu suretle, Batı uygarlığının önde gelen aktörleri bu dindaşlarının arkasında toplanıverdiler. Arkasından, Hırvatistan'ın Merkezî Avrupa, diğer Batılı ülkelerden büyük miktarda silah alacağı resmen bildirildi. Diğer taraftan Boris Yeltsin hükümeti ise, Ortodoks Sırplara yakınlık gösterecek fakat Rusya'yı Batı'dan vazge­çirmeyecek bir orta yol takip etmeye çalıştı. Ama , birçok parlamenterin de dahil olduğu muhafazakar ve milliyetçi Rus grupları, Sırpları destekleme konusunda daha ileri gidilmediği için hükümete hücum ettiler. 1993'ün başlarında, yüzlerce Rus, galiba, Sırp kuvvetle­riyle birlikte hizmet görüyordu ve Sırbistan'a verilmiş olan Rus silahları hakkında dolaşan haberler alınıyordu.
Öte yandan, İslami hükümet ve gruplar, Boşnakları savunmaya gelmeyen Batıyı şiddetleeleştirip uyardılar. İranlı liderler, bütün ülkelerden müslümanları, Bosna'ya yardım temin etmek için sıkıştırdı­lar; İran, BM silah ambargosunu ihlal ederek Boşnaklara silah ve adam yardımı sağladı; İran destekli Lübnanlı gruplar Boşnak kuvvetlerini eğitmek ve teşkilatlandırmak için gerillalar gönderdiler. 1993'de iki düzineden fazla İslam ülkesinden sayıları 4.000'e varan Müslümanın Bosna'da savaşacak olduğu haber alınmıştır. Suudi Arabistan ve diğer ülkelerin hükumetleri; Boşnaklara daha iyi yardım sağlama hususunda kendi toplumlarındaki fundamentaIist grupların artan bas­kısı altında kaldılar. Suudi Arabistan. söylendiğine göre, 1992'nin so­nuna kadar Boşnaklara askeri kapasitelerini Sırplarla mukayese edilebi­lir ölçüde arttıran silah ve teçhizat için büyük kaynaklar sağlamıştır.
1930'lardaki İspanya İş Savaşı, siyasal olarak faşist, komünist ve de­mokratik ülkelerin müdahalesini tahrik etmişti. 1990'ların Yugoslavya ihtilafı, Müslüman, Ordodoks ve Batılı Hristiyan müdahalesini tahrik ediyor. Benzerlik fark edilmeyecek gibi değildir. Suudi bir editör, "Bosna Hersek'teki savaş, İspanya İç Harbi'ndeki faşizme karşı savaşın hissî muadili olmuştur" gözleminde bulunduktan sonra şöyle devam etmektedir: "Orada ölenler, Müslüman kardeşlerini kurtarmaya çalışmış şehitler olarak telakki edilirler."
Kavga ve şiddet, aynı uygarlık çemberindeki devlet ve gruplar arasında da meydana gelecek. Ama bu tür kavgalar, büyük olasılıkla ve uygarlıklar arası kavgalardan daha az yayıla­caktır. Bir uygarlığın müşterek üyesi olmak, aksine bir durumda oluşabilecek şiddet ihtimalini azaltıyor. 1991 ve 1992'de, Rusya ve Ukrayna arasında, başta Kırım olmak üzere, toprak, Karadeniz filosu, nükleer silahlar ve ekonomik sorunlar üstüne (ortaya çıkan) şid­detli çatışma olasılığı birçok insanı dehşete düşürdü. Bununla birlikte, uygarlık eğer bir şeye itibar ediyorsa Ukraynalı ve Ruslar arasına va­ran bir çatışma olasılığı düşecektir. Onlar, Slav ve öncelikle yüzyıllardan beri birbirleriyle yakın ilişkilerde bulunmuş iki halktır. 1993'ün başları gibi, bütün kavga sebeplerine rağmen, iki ülkenin liderleri memleketleri arasındaki sorunları etkili bir şekilde tartışıyor ve çözüyordu. Eski Sovyetler Birliği'nin başka yerlerindeki Müslüman ve Hristiyanlar arasında ciddi savaşlar olurken, Baltık devletlerindeki batılı ve Ortodoks Hristiyanlar arasında çokça gerginlik ve biraz ça­tışma, Ruslar ve Ukraynalı'lar arasında ise hakikatte herhangi bir şiddet meydana gelmemiştir.
Uygarlık saflaşması bu güne kadar sınırlı kalmıştır, fakat büyü­mektedir ve ciddi ölçüde yayılma potansiyeline sahiptir. İran körfezi, Kafkasya ve Bosna'daki ihtilaflar devam edip gittikçe, milletlerin ko­numları ve aralarındaki tefrikalar artan bir biçimde uygarlık hatları boyunca oluştu. Popülist politikacılar; dini liderler ve medya bu noktada kitle desteğini harekete geçirmenin ve çekimser hükümetleri baskı altına almanın güçlü bir aracını bulmuştur. Gelecek yıl­larda, mahalli çatışmalar, Bosna ve Kafkasya'da olduğu gibi uygarlıklar arasındaki fay kırıkları boyunca, büyük olasılıkla daha büyük savaşlara dönüşecektir. Şayet olursa bundan sonraki dünya sa­vaşı, uygarlıklar arası bir savaş olacaktır.
Batı ve Geri Kalanlar Karşı Karşıya
Batı, bu gün, diğer uygarlıklarla ilişkisi açısından olağanüstü bir kudretin zirvesindedir. Süper güce sahip rakibi haritadan silinmiştir. Batılı devletler arasındaki "askeri savaşım" düşünülebilecek bir şey değildir ve Batının askeri gücü rakipsizdir. Batı, Japonya hariç, herhangi bir ekonomik meydan okumayla karşı karşıya değildir. Uluslar arası siyaset ve güvenlik sorunları fiilen bir Birleşik Devletler, İngiltere ve Fransa yönetimi tarafından; Dünya ekonomik sorunları , Birleşik Devletler, Almanya ve Japonya yönetimi tarafın­dan karara bağlanır ve bunların hepsi, daha küçük ve genellikle Batılı olmayan ülkelere meydan vermeyerek birbirleriyle çok yakın ilişkilerini devam ettirirler. BM Güvenlik Konseyi veya IMF'nin aldığı, Batının çıkarlarını yansıtan kararlar, dünya topluluğunun isteklerini yansıtıyormuşçasına sunulur. Birleşik Devletler ve diğer Batılı güçlerin çıkarlarını yansıtan ey­lemlere global bir meşruiyet vermek için 'Hür Dünya' deyiminin ye­rine 'dünya toplumu' deyimi bile 'hüsnütabir' kabilinden kollektif bir isim haline gelmiştir.
Batı, IMF ve diğer uluslar arası ekonomik kuruluşlar sayesinde kendi ekonomik çıkarları öne çıkarıyor, kendisinin düşündüğü ekonomik politikaları di­ğer uluslara zorla kabul ettiriyor. IMF, Batılı olmayan milletlerin herhangi birinin tepesinde, hiç şüphesiz maliye bakanları ve diğerlerin­den birkaçının desteğini kazanacak; fakat IMF memurlarını, "başkaları­nın paralarına el koyup onu daha başka insanlara verıneyi, ekonomik ve siyasal yönetime yabancı kurallar dayatmayı, ekonomik bağımsızlığı boğ­mayı seven yeni Bolşevikler" olarak nitelendiren Georgy Arbotov'la aynı görüşteki, aşağı yukarı diğer herkesten karşı konulamaz bi­çimde uygunsuz bir uyarı alacaktır.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve onun -sadece Çin'in arada bir çekimser kalmasıyla yumuşatılan- kararları üzerindeki Batı baskısı, Irak'ı Kuveyt'ten çıkarmak ve kimyasal silahlarını ve bu tür silahlar üretme kapasitesini yok saymak için Batı'nın güç kullanmasını BM kararları oluşturdu.. Söz konusu hakimiyet Birleşik Devletler, İngiltere ve Fransa eliyle, Güvenlik Konseyi'ne; Libya'dan (Çin'de 103 kişinin öldüğü) PAN-AM uçağını bombalamaktan sanık kişilerin teslimini talep ettiren ve Libya bunu reddedince ardından yaptırımlar uygulattıran, eşi benzeri gerçekten görülmemiş bir eylem de meydana getirdi. Batı, en büyük Arap ordusunu yendikten sonra, işin cabası olarak Arap dünyasının dört bir yanındaki ağırlığını arttırmaktan çekinmedi. Batı, Batılı hakimiyeti sürdürecek ölçülerde dünyaya hükmetmek için uluslararası kuruluşları, askeri gücü ve ekonomik kaynakları fiilen kullanıyor.
En azından Batılı olmayanlar yeni dünyayı bu tarzda görüyorlar, onların bakış açılarında önemli bir gerçek payı vardır.. Nitekim, güç ayrılığı; askeri, ekonomik ve kurumsal güç savaşımları da Batı ile diğer uygarlıklar arasındaki anlaşmazlığın bir kay­nağıdır. Temel değer ve inançlardan oluşmuş kültür farkları, ikinci bir anlaşmazlık kaynağıdır.
V.S Naipaul, "bütün insanlara uyan evrensel uygarlığın" Batı uygarlığı olduğunu ileri sürmüştür. Yüzeysel olarak, Batı kültürü büyük ölçüde, dünyanın geri kalan kıs­mına gerçekten nüfuz etmiştir. Ancak daha temel bir düzeyde Batılı kavramlar, diğer uygarlıklardaki eşitlerinden temelde farklı­dırlar. Batının, bireycilik, liberalizm, anayasacılık, insan hakları, eşitlik, bağımsızlık, hukuk düzeni, demokrasi, serbest piyasa, kilise ve devletin ayrılması konularındaki düşünceleri, İslami, Konfüçiyen, Japon, Hindu, Budist veya Ortodoks kültürlerde genellikle fazla bir yankı uyandırmaz. Batının bu tür düşünceleri yaymak için harcadığı çabalar, bedel olarak, "insan hakları emperyalizmi"ne karşı bir tepki ve Batılı olmayan kültürlerdeki daha genç kuşağın dinî fundamentalizmi desteklemesinde görüldüğü gibi, yerli değerlerin yeniden doğrulanmasını oluşturuyor. Batılı bir düşünce olan, "evrensel bir uygarlık olabilirdi" düşüncesinin bile, çoğu Asya toplumunun oluşumuyla doğrudan doğ­ruya arası açıktır. Onların vurgusu, bir halkı diğerinden neyin ayırdığı üzerinedir. Gerçekten, farklı toplumlardaki değerleri konu alan 100 karşılaştırmalı incelemenin bir değerlendirmesini yapan yazar Harry C, Triandis, "Batıdaki en önemli değerler, dünya çapındaki en önemsiz olanlardır" sonucuna varmıştır. Doğal olarak siyasal dünyada, bu ayrımlar Birleşik Devletler ve diğer Batılı güçlerin, öbür kavimleri, demokrasi ve insan haklarıyla ilgili düşüncelere uymaya ikna etmek için harcadıkları çabalarda en açık biçimde ortaya çıkıyor. Modern demokratik hükümet Batıda doğmuştur. Batılı olmayan toplumlarda geliştiği zaman, genellikle Batı kolonyalizmi ve etkisinin bir ürünü haline gelmiştir.
Gelecekte dünya siyasetinin odak noktası büyük olasılıkla, Kishore Mahbubani'nin deyimiyle, "Batı ile geriye kalanlar" (the West and the Rest) arasındaki bir savaşım ve Batılı olmayan uygarlıkların Batılı güç ve değerlere verdiği karşılıklar olacaktır.
Bu karşılıklar genellikle şu üç durumdan biri ya da üçüncü bir bileşim olur:
Uç bir durumda, Burma ve Kuzey Kore gibi Batılı olmayan dev­letler, Batı'nın 'fesat' etkisinin kendi toplumlarına sızmasını engellemek için izolasyon tavrı izlemeye ve eylemde Batılı egemenliğindeki global topluluğa katılmama yolunu seçmeyi deneyebilirler. Ama, bu yolun maliyetleri yüksektir ve yalnızca birkaç devlet, münhasıran bu yolu izlemiştir. Uluslararası ilişkiler teorisindeki "kervana ka­tılma" ("band-Wagoning") görüşüne karşılık gelen ikinci alternatif, Batıya katılmak ve onun değer ve kurumlarını korurken, batılı olmayan diğer toplumlarla Batı'ya karşı işbirliği yapa­rak, ekonomik ve askeri güç toplayarak Batı'yı "dengeleme"; kısa­cası Batılılaşmadan modernleşmeye çalışmaktır.
Bölünük Ülkeler
Gelecekte, insanlar kendilerini uygarlıke göre ayırdıkça Sovyetler Birliği ve Yugoslavya gibi farklı uygarlıklara bağlı çok sayıda kavmi bünyesinde barındıran ülkeler parçalanmaya adaydırlar. Diğer bir kısım ülkeler, orta düzeyde "kültürel bir ortak bağa" sahiptirler. Fakat toplumları hangi uygarlığa bağlı oldukları konusunda bölünmüşlerdir. Bunlar "bölünük ülkeler"dir. Liderleri, tipik bir biçimde, kervana katılma stratejisi izlemeyi ve ülkelerini Batının üyesi yapmayı arzu ediyorlar fakat memleketlerinin tarih, kültür ve gelenekleri Batılı değildir.
Bu tür bir bölünmenin en aşikar ve prototipik örneğini Türkiye teşkil ediyor!
TürkiyeInin yirminci asrın sonlarındaki liderleri, Atatürk geleneğini izlemekte ve Türkiye'yi modern, seküler, Batılı ulusal devlet olarak tanımlamaktadırlar. NATO'da ve Körfez Şavaşı'nda Türkiye'yi Batı ile ittifaka soktular; AB'ye üyelik için başvurdular. Ama Türk toplumundaki bazı unsurlar, aynı zamanda İslami bir silkinişi desteklemiş ve Türkiye'nin aslında Müslüman bir Orta­Doğu ülkesi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ayrıca. Türkiye'nin seçkin­leri, Türkiye'yi Batılı bir toplum olarak tanımlarken Batının seçkinleri Türkiye'nin öyle olduğunu kabul etmiyorlar. Türkiye, AB'nin bir üyesi olmayacaktır; gerçek sebebi Cumhurbaşkanı Özal'ın dediği gibidir: "Biz Müslümanız, onlar Hristiyandır, ama bunu dile ge­tirmiyorlar. "Mekke'yi reddettikten ve ardından Brüksel tarafından reddedildikten sonra, nereye bakar Türkiye? Karşılık, Taşkent olabilir. Sovyetler Birliği'nin sona ermesi, Türkiye'ye; Yunanistan sınırlarından Çin'e kadar yedi ülkeyi kuşatan ve yeniden hayat bulan bir Türk uygarlığının lideri olma fırsatını veriyor. Batı tarafından teşvik edilen Türkiye, bu yeni kimliği benliğine kazımak için çaba harcıyor.
1980'li yıllar sırasında Meksika, bir dereceye kadar Türkiye'ninkine benzer bir pozisyon sergilemiştir.. Tıpkı, Türkiye'nin Avrupa'ya karşı tarihi muhalefetini bırakıp onunla birleş­meye çalışması gibi, Meksika da kendisini ABD karşıtlığıyla tanımlamaya son veriyor ve bunun yerine ABD'yi taklit etmeye ve Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi'nde onunla bi­raraya gelmeye çabalıyor. Meksika liderleri, Meksikalı kimliğini yeni­den tanımlamak gibi büyük bir işe dalmışlardır ve temel ekonomik re­formları, asıl siyasi değişmeyi eninde sonunda başlatacak oluşum diye sunmaktadırlar. 1991 'de, Başkan Carlos Salinas de Cortari'nin üst düzeydeki bir müşaviri, bana Salinas hükümetinin yapmakta ol­duğu bütün değişimleri uzun uzadıya anlatmıştı. O, sözlerini bitirdiğinde ben şunu söyledim: "Bütün bunlar fevkalade etkileyici. Bana öyle geliyor ki, siz, aslında Meksika'yı bir Latin Amerika ülkesi olmaktan çıkarıp bir kuzey Amerika ülkesine dönüştürmek isti­yorsunuz." Bana şaşkınlıkla baktı ve şöyle bağırdı:
"Aynen! Yapmaya çalıştığımız şey tamamen bu; ama doğal olarak bu kadar açık biçimde asla söyleyemedik."
Bu danışmanın gözlemlerinin de gösterdiği gibi, Türkiye'de olduğu gibi Meksika'da da toplumun bazı önemli unsurları ülkelerinin kimliğinin yeniden tanımlanmasına karşı koyuyorlar. Türkiye'de, Avrupa'ya yönelik liderler İslam'a jest yapmak zorundadırlar. Özal'ın Mekke'yi tavaf edişi; Meksika'nın Kuzey Amerika'ya yönelik liderleri de Meksika'nın bir Latin Amerika ülkesi olduğuna inanan kimselere öylesine jest yapmaya zorunludurlar. Salinas'm İbero Amerikan Guadalajara'nın zirvesi.)
Tarihsel olarak "Türkiye, en derin biçimde bölünük ülke"dir. Birleşik Devletler için Meksika en yakın bölünük ülke örneğidir. Global ola­rak en önemli bölünük ülke Rusya'dır. Rusya'nın Batı'nın bir parçası mı, yoksa ayrı bir Slav-Ortodoks uygarlığının lideri mi olduğu sorusu, Rus tarihinin tekrarlayan sorusudur.. Bu sorunun, Batılı bir ideolojiyi it­hal edip Rus şartlarına uyduran ve ardından da o ideoloji adına Batı'ya meydan okuyan komünizmin Rusya'daki zaferiyle birlikte üstü ör­tüldü. Komünizmin hakimiyeti, Batılılaşmaya karşı Ruslaşma üstüne (süregelen) tarihsel tartışmayı kapatmıştı. Komünizmin gözden düşme­siyle birlikte Ruslar bir kere daha bu soruyla yüzyüze geliyorlar.
Başkan YeItsin, Batılı ilkeve amaçları benimsiyor ve Rusya'yı, 'normal' bir ülke ve Batı'nın bir parçası yapmaya uğraşıyor. Ne var ki, gerek Rus seçkinleri ve gerekse Rus kamuoyu bu problem üzerinde bölünmüş durumdadır. Daha ılımlı karşıtlar arasındaki Sergei Stankevich, Rusya'nın, "Avrupalı olmaya, hızlı ve örgütlü biçimde dünya ekonomisinin bir parçası haline gelmeye, Yediler'in sekizinci üyesi olmaya ve Atlantik ittifakının iki hakim üyesi niteliğiyle Birleşik Devletler ve Almanya'ya "özel bir önem atfetmeye" götürecek "Atlantikçi bir rotayı reddetmesi gerektiğini" ileri sürüyor. Stankevich, münhasıran Avrasyacı bir politikayı reddediyorsa da, yine aynı derecede Rusya'nın Türkî ve Müslüman bağlantılarını vurgulayarak, öteki ülkelerdeki Rusları korumaya öncelik vermesi ve Rusya'nın "kaynaklarının, tercihlerinin, bağlarının ve çıkarlarının Asya'nın, doğu istikametinin lehine, yeniden dağıtımını göze çarpan biçimde ilerletmesi gerektiğini" savunuyor. Bu düşüncedeki insanlar, Yeltsin'i, Rusya'nın çıkarlarını batınınkilere bağımlı kıldığı, Rus askerî gücünü azalttığı, Sırbistan gibi geleneksel dostları desteklemekte ba­şarısız kaldığını; Rus halkına zararlı bir yönetim yürüttüğünü eleştiriyorlar.
Bu eğilimin göstergesi, 1920'lerde, Rusya'nın eşsiz bir Avrasya uygarlığı olduğunu sa­vunan Petr Savitsky'nin düşüncelerinin yeniden gündeme gelmesidir. Daha aşırı muhalifler, daha bağıra çağıra ulusalcı, anti-Batıcı ve anti­-Semitik görüşleri dile getiriyor ve Rusya'nın askeri gücünü yeniden geliştirmesi, Çin ve Müslüman ülkelerle daha yakın bağlar oluşturması için zorluyorlar. Rusya'nın seçkinleri kadar halkı da bölünmüştür. Avrupaî Rusya'da 1992'nin sonbaharında yapılan bir kamuoyu yoklaması, Batı'ya karşı halkın % 40'ının olumlu ve %36'sının olumsuz görüşte olduğunu ortaya çıkarmıştır. Rusya, tarihinin büyük bölümünde olduğu gibi, 1990'ların başlarında da gerçekten bölünük bir ülkedir.
Bölünük bir ülke, uygarlık kimliğini yeniden tanımlamak için üç koşulu yerine getirmelidir. Birincisi, (o ülkenin) siyasal ve ekonomik seçkinleri bu hareket hususunda genellikle taraftar ve gönüllü olmalı­dırlar. İkincisi, kamuoyu, söz konusu yeniden tanımlama konusunda rıza göstermeliler. Üçüncüsü, alıcı konumda bulu­nan uygarlıktaki (Batı veya Amerika'daki) egemen gruplar 'mühtedi' yi benimsemeye istekli olmalıdırlar. Meksika konusunda üç koşulun tümü büyük ölçüde var. Türkiye konusunda ise ilk ikisi, hatırı sayılır ölçüde var. Rusya'nın Batıya katıl­masına gelince, bu koşullardan herhangi birinin varlığından bile söz edilemez. Liberal demokrasi ve Marksizm Leninizm arasın­daki savaşım, büyük ayrımlara rağmen, özgürlük, cşitlik ve refah konusunda son amaçları zahiren de olsa paylaşan ideolojiler ara­sındaydı. Geleneksel, otoriteryan ve ulusalcı bir Rusya tamamen farklı amaçlar taşıyabilirdi. Batılı bir demokrat, bir Sovyet Marksisti ile entelektüel bir tartışmayı devam ettirebilirdi. Bunu bir Rus gelenekçisiyle yapmak ise O'nun , yani batılı bir demokratın açısından olanaksızdı. Ruslar, eğer Marksistler gibi davranmayı bırakır, liberal demokrasiyi reddeder ve Batılılar gibi değil de Ruslar gibi davranmaya başlarlarsa Rusya ile Batı arasındaki ilişkiler gene, ama soğuk ve ihtilaflı olabilir.
Konfüçyen-İslâmi Bağlantı
Batılı olmayan ülkelerin, Batı'ya katılmaları konusundaki engeller birbirinden epey farklıdır. Bu engeller Latin Amerika ve Doğu Avrupalı ülkeler için en az derecede, . eski Sovyetler Birliği'nin ordo­doks ülkeleri için ise daha büyüktürler. Yine Müslüman, Konfüçyen, Hindu ve Budist toplumlar bakımından da aynı engeller daha büyüktür. Japonya, Batı'nın yakın temastaki bir üyesi olarak kendisi için pek eşi benzeri bulunmayan bir konum oluşturmuştur: Bazı konu­larda batının içindedir., ama önemli konularda Batı'nın üyesi değildir. Kültür ve güç sebebiyle Batıya katılmak istemeyen, katıla­mayan ülkeler, kendi ekonomik, askerî ve siyasal güçlerini geliştire­rek Batıyla rekabete giriyorlar. Bunu içteki gelişimlerini ilerletmek ve Batılı olmayan diğer ülkelerle işbirliğine girerek yapıyorlar. Bu işbirliğinin en göze çarpan şekli, Batılı çıkarlar, değerler ve iktidara meydan okumak için doğmuş bulunan Konfüçyen İslamî yakınlıktır.
Batılı ülkeler, hemen hemen istisnasız biçimde askerî güçle­rini azaltıyorlar; Yeltsin'in liderliği altındaki Rusya da öyle. Ama Çin, Kuzey Kore ve çeşitli Orta-Doğu devletleri askerî kapasitelerini önemli ölçüde genişletiyorlar.
Bunu, Batılı ve Batılı olmayan kaynaklardan silah ithali ve yerli silah endüstrilerini geliştirerek başarıyorlar. Bunun bir sonucu, Charles Krauthammer'in "Silah Devletleri" diye adlandırdığı şeyin ortaya çıkışıdır ve Silah Devletleri Batılı değildir. Diğer bir sonuç, Batılı bir kavram ve hedef olan silahların kontrolü kavramının yeniden tanımlanmasıdır. Soğuk Savaş esnasında, silahların kontrolündeki öncelikli amaç ABD ve yandaşlarıyla, Sovyetler Birliği ve yandaşları arasında kararlı bir askerî denge oluşturmaktı. Soğuk Savaş sonrasının dün­yasında silahların kontrol altına alınmasının öncelikli hedefi, Batının çıkarlarını tehdit edebilecek askerî kapasitelerin, Batılı olmayan top­lumlar tarafından geliştirilmesini önlemektir. Batı, bunu uluslar arası anlaşmalar, ekonomik baskı ve silah sevkiyatı ile silah teknolojileri üzerindeki kontroller aracılığıyla başarmaya çalışıyor.
Batı ilc Konfüçyen-İslami devletler arasındaki savaşım, münhasıran olmasa da büyük ölçüde nükleer, kimyevi ve biyolojik silahlar, ba­listik füzeler ve onları fırlatmaya yarayan sofistike araçlar, rehberlik, haberleşme ve söz konusu amaca ulaşmak için gereken diğer elektro­nik kapasiteler üzerinde yoğunlaşıyor. Batı, evrensel bir norm olarak nüfusça çoğalmamayı, bu normu gerçekleştirmenin araçları olarak da çoğalmama anlaşma ve denetlemelerini ilerletiyor. Batı, aynı zamanda, sofistike silahların yayılmasını ilerletenlere karşı her türlü yaptırımlarda tehditkar davranıyor ve bunu yapmayanlar için de bazı önerilerde bulunuyor. Batının dikkati, doğal olarak eylemde ya da potansiyel olarak kendisine düşman olan uluslar üzerine odaklanıyor.
Öte yandan , Batılı olmayan ülkeler. güvenlikleri için zorunlu say­dıkları hangi silah olursa olsun elde etme ve genişletmeye hakları olduğunu savunuyorlar. Bu ülkeler, Körfez Savaşı'ndan ne gibi dersler çıkardığı sorulduğunda Hindistan Savunma Bakanının verdiği cevap­taki gerçeği de kafalarına iyice yarleştirmişlerdir: "Nükleer silahlara sa­hip olmadıkça ABD ile savaşmayın ", Nükleer ve kimyevi silahlarla ile füzeler, belki hatalı bir şekilde, batının süper konvansiyonel gücünün potansiyel dengeleyicisi olarak görülüyor. Çin, daha şim­diden nükleer silahlara sahiptir. Pakistan ve Hindistan bu tür silahları yayma yeteneğine sahiptir. Kuzey Kore, İran, Irak, Libya ve Cezayir, bu silahları elde etmeye çalışacak gibi görünüyorlar. Üst düzeydeki İran'lı bir yetkili, bütün Müslüman devletlerin nükleer silahları elde etmeleri gerektiğini ilan etmiş ve İran Cumhurbaşkanı, haberlere göre, 1988'de "savunma ve saldırı amaçlı, kimyasal, biyolojik ve radyolojik silahlar" geliştirilmesini isteyen bir emir çıkarmıştır.
Batının askerî güçlerine karşı koyucu gelişmeye dair merkezi biçimde önem taşıyan Çin'in askerî gücü ve askerî güç ya­ratma araçlarının beslenen genişlemesidir. Çarpıcı bir ekonomik ge­lişme ile su yüzüne çıkan Çin, askerî harcamalarını hızlı bir şekilde arttırıyor ve silahlı kuvvetlerinin modernizasyonu ile enerjik bir yolda ilerliyor. Eski Sovyet devletlerinden silahlar satın alıyor: uzun menzilli füzeler geliştiriyor.
1992'de bir megatonluk bir nük­leer bombanın denemesini yaptı. Hava ikmal teknolojisi elde ederek güç-projeksiyon kapasitelerini geliştiriyor ve bir uçak gemisi satın al­maya çalışıyor. Çin'in askerî görünüşü (build up) ve Güney Çin Denizi üzerindeki egemenlik görüşü, Doğu Asya'da çok boyutlu bir bölgesel silah yarışını tahrik ediyor. Çin, aynı zamanda, büyük bir silah ve teknolojisi ihracatçısıdır Libya ve Irak'a, nükleer silah ve sinir gazı üretiminde kullanılabilen donanım ihraç etmiştir. Cezayir'e, nükleer si­lah araştırma ve üretimine uygun bir reaktör inşa etmekte yardım et­miştir. Çin, İran'a-Amerikan yetkililerinin inancına göre -yalnız silah üretiminde kullanılabilecek nükleer teknoloji satmış ve galiba Pakistan'a da 300 mil menzilli füzelerin araçlarını gemiyle gön­dermiştir. Kuzey Kore, kısa süreden beri ilerlemekte olan bir nükleer silah programına sahip olmuştur ve Suriye ile İran'a gelişmiş füzeler ve füze teknolojisi satmıştır. Silah ve silah teknolojisindeki akış genellikle Doğu Asya'dan Orta-Doğu 'ya doğrudur. Bununla birlikte, bir ölçüde zıt yönde hareket de vardır; örneğin Çin, Pakistan'dan Stinger füzeleri almıştır.
Batının askeri gücüne karşı koymak için gereksinim duyulan silah ve silah teknolojilerinin üyeleri tarafından aktarımını ilerletmek üzere düzenlenen Konfüçyen-İslamî bir askerî bağlantı, bu yolla oluşturulmaktadır.. Kalıcı olabilir ya da olmayabilir. Ancak, halihazırda, Dave McCurdy'nin dediği gibi, "bu bağlantı düşüncesini üretenler ve onların ta­raftar1arınca yürütülen, hainlerin karşılıklı yardım paktıdır." İslamî- Konfüçyen devletler ve Batı arasında, silahlanma yarışının yeni bir şekli böylece oluşuyor. Eski moda silahlanma yarışında, taraf­lardan biri öbürüne karşı denge sağlamak veya süperliğini kazanmak için kendi silahlarını geliştirirdi. Silahlanma rekabetinin bu yeni tar­zında ise, bir taraf silahlarını geliştiriyor, diğer tarafsa aynı zamanda kendi askerî kapasitesini azaltırken (karşı tarafın) silah geliştirmesini sınırlamak ve önlemekten başka bir denge kurmak için çaba harcamıyor..
Batı İçin Neticeler
Bu makale, uygarlık kimliklerinin diğer bütün kimliklerin yerini alacağı, ulusal devletlerin sona ereceği, her uygarlığın tutarlı, tek bir siyasi varlık haline geleceği bir uygarlık içindeki grupların birbirle­riyle çatışmayacağı ve hatta savaşmayacağını savunmuyor. Bu deneme şu hipotezleri ileri sürüyor: Uygarlıklar arasındaki farklar ciddi ve önemlidir; uygarlık bilinci artıyor; uygarlıklar arası savaşım, ha­kim global savaşım tarzı olarak ideolojik ve diğer savaşım biçimle­rinin yerine geçecek; tarihsel olarak Batı uygarlığı içerisinde oynanıp bitmiş bir oyun olan uluslar arası ilişkiler artan bir biçimde Batılılaşmışlıktan çıkacak ve Batılı olmayan uygarlıkların, basit objeleri değil aktörleri olduğu bir oyun haline gelecek; uluslar arası alanda başarılı siyaset, güvenlik ve ekonomi kurumları uygarlıklar arası olmaktan çok, denebilir ki uygarlıklar içerisinde gelişecek; farklı uygarlıklara bağlı gruplar arasındaki savaşımlar, aynı uygarlığa bağlı gruplar arasındaki savaşımlardan daha sık, daha kuvvetli ve daha şiddetli olacak; farklı bağlı gruplar arasındaki şiddetli mücadeleler global savaşlara yol açabilecek en muh­temel ve en tehlikeli tahrik kaynağıdır; Dünya siyasetinin odak noktası "Batı ile geri kalanlar" arasındaki ilişkiler olacak; Batılı olmayan bazı bölünük ülkelerdeki elitler memleketlerini Batının bir par­çası yapmaya uğraşacaklar fakat bunu başarma konusunda genellikle büyük engellerle karşılaşacaklar; orta vadeli gelecekte, mücadelenin odak noktası Batı ve çeşitli İslami-Konfüçiyen devletler arasında oluşacak. Bu, uygarlıklar arasındaki çatışmaların arzulanır bir şey olduğunu gerektirmez. Geleceğin ne biçimde olabileceği hakkında ses getirecek hipotezler ileri sürmektir.
Eğer bunlar akılcı varsayımlarsa bunlardan Batı politikasına dair çıkarılacak sonuçları gözden ge­çirmek gerekiyor. Bu sonuçların, kısa vadeli üstünlük ve uzun vadeli uzlaşma arasında ikiye ayrılması iyi olur. Açıkça ortadadır ki, kısa vadede Batının çıkarına olan şey,kendi uygarlığı içinde, özellikle Avrupaî ve Kuzey Amerikan unsurları arasında daha büyük bir birlik ve dayanışmayı ilerletmek; kültürleri Batı'nınkine yakın Doğu Avrupa ve Latin Amerika'yı Batı toplumlarına katmak; Rusya ve Japonya ile işbirliğine dayalı yakın ilişkileri geliştirmek ve sürdürmek; uygarlık arasındaki önemli mücadeleleri büyük savaşlara dönüştürecek kışkırt­maları önlemek; Konfüçyen ve İslami devletlerin askeri kapasitelerini başaşağı etmek ve Doğu ile Güneybatı Asya'daki askeri süperliğini devam ettirmek; Konfüçiyen ve İslami devletler arasındaki farklılık ve anlaşmazlıkları kullanmak; Batılı değer ve çıkarlara yakınlık duyan diğer uygarlıklardaki grupları desteklemek; Batılı ve değerleri yansıtan ve geçerli kılan uluslararası kurumları; güçlendirmek ve Batılı olmayan devletleri bu kurumlara daha fazla karıştırmaktır.
Daha uzun vadede başka tedbirlere müracaat edilmesi gerekecektir.
Batı uygarlığı hem Batılı ve hem de moderndir. Batılı olmayan uygarlıklar, Batılılaşmadan modernleşmeye çalışmışlardır. Bu güne ka­dar sadece Japonya, bu arayışta tam anlamıyla başarılı olmuştur. Batılı olmayan uygarlıklar, modernliğin parçası olan zenginlik, teknoloji, (bir takım) hünerler, makineler ve silahlar elde etme çabasını sürdü­receklerdir. Bu ülkeler aynı zamanda, bu modernliği geleneksel kültür ve değerleriyle telif etmeye çalışacaklardır. Ekonomik ve askeri güçleri Batıya oranla artacaktır. Batı, bundan dolayı, güçleri Batı'nınkine yaklaşan fakat değer ve çıkarları Batı'nınkilerden anlamlı bir yolla ayrılan Batılı olmayan bu uygarlıklarla artan bir biçimde uzlaşmak zorunda kalacaktır. Bu da Batı'nın, bu uygarlıklarla ilişkisinde, çıkarlarını korumak için gerekli olan ekonomik ve askeri gücü sürdür­mesini gerektirecektir. Ancak, bu durum, Batının, diğer uygarlıkların temelindeki asıl dinsel ve felsefi temeller ve bu uygarlıklara bağlı insanların çıkarlarını nerede gördükleri hakkında daha derin bir kavrayış geliştirmesini de gerektirecektir. Bu, Batılı ve diğer uygarlıklar arasındaki ortak unsurları saptamaya yönelik bir çabayı da gerektirecektir.. Uzak olmayan bir gelecekte, evrensel bir uygarlık olmayacak fakat bunun yerine, her biri başkalarıyla beraber yaşamayı öğrenmek zorunda kalacak farklı uygarlıklardan oluşan bir dünya olacaktır.

Kaynak: karakutu.com

Benzer Konular

21 Kasım 2012 / Ziyaretçi Soru-Cevap
5 Aralık 2011 / Ziyaretçi Soru-Cevap
15 Nisan 2009 / ThinkerBeLL Psikoloji ve Psikiyatri
25 Aralık 2012 / Misafir Soru-Cevap
23 Mart 2007 / Misafir Taslak Konular