Arama

Fazlur Rahman

Güncelleme: 8 Aralık 2015 Gösterim: 3.131 Cevap: 1
h_emir - avatarı
h_emir
Kayıtlı Üye
7 Eylül 2013       Mesaj #1
h_emir - avatarı
Kayıtlı Üye
Fazlur Rahman (1919-1988) Pakistanlı ilim ve fikir adamı.

Sponsorlu Bağlantılar
Pakistan'ın kuzeybatısında yer alan Hezâre şehrinde dindar bir ailenin çocuğu olarak 21 Eylül 1919'da dünyaya geldi. Babası Mevlânâ Şehâbeddin Diyûbend Dârülulûmu mezunu olup Reşîd Ahmed Gangûhî, Şeyhülhind Mevlânâ Mahmûd Hasan gibi tanınmış âlimlerden ders alarak geleneksel İslâmî ilimlerde öğrenim görmüş olmakla birlikte, çağdaş eğitimi dinî açıdan sakıncalı bulan gelenekçi âlimlerin aksine İslâm'ın çağdaş gelişmelerle hesaplaşması ve böylece rekabet gücü kazanması gerektiğini savunuyordu. Fazlurrahman ilk öğrenimini, Pakistan'da "ders-i nizamî" diye bilinen medrese eğitimi şeklinde babasının yanında gördü. Kendi ifadesine göre yenilikçi bir fikir adamı olarak yetişmesinde babasının önemli katkıları oldu. On yaşında iken Kur'an'ı ezberledi. Daha sonra babasının teşvikiyle modern eğitime yöneldi; 1933'te. o zaman "üniversiteler ve bahçeler şehri" olarak bilinen Lahor'a yerleşen ailesinin yanında yüksek öğrenime başladı; bir yandan da babasından İslâmî ilimler sahasındaki tahsiline devam etti.

1940'ta Pencap Üniversitesi'nin Arapça bölümünden mezun olduktan sonra aynı üniversitede lisans üstü öğrenimine başladı. Arapça'ya olan hâkimiyeti ve ders-i nizamî eğitimi sayesinde İslâmî ilimlerle münasebetini daha da geliştirdi. 1942'de yüksek lisansını tamamladıktan sonra aynı üniversiteye araştırma görevlisi olarak girdi. Burada başladığı doktora çalışmasını 1946'da gittiği İngiltere'de sürdürdü ve Oxford Üniversitesi'nde İbn Sînâ'nın en-Necât adlı eserinin "en-Nefs" bölümü üzerinde çalıştı. Amacı, uzun bir geçmişten beri ihmal edilen İslâm felsefesi alanında uzmanlaşmaktı. Tez konusu olan "en-Nefs'in tahlilini ve İngilizce tercümesini daha sağlıklı şekilde yapabilmek için Grekçe ve Latince'yi, Batı felsefesini kaynaklarından takip edebilmek için de Fransızca ve Almanca'yı öğrendi. 1949'da bitirdiği Avicenna's Psychology adlı doktora tezi yayımlanmıştır.

Fazlurrahman 1950'de İngiltere'nin Durham Üniversitesi'ne öğretim üyesi olarak tayin edildi. Burada İran kültür ve medeniyetiyle İslâm felsefesi okutmaya başladı. 1958 yılına kadar süren bu dönemde çalışmalarını İslâm felse¬fesi üzerinde yoğunlaştırdı. Bu sıralarda en çok ilgisini çeken düşünürler Ebü'l-Hasan el-Eş'arî, Fârâbî, İbn Sînâ ve Gazzâlî oldu. İlmî çalışmalarında önemli bir dönem sayılabilecek olan 1958'de İngiltere'den Kanada'ya giderek Montreal'deki McGill Üniversitesi Institute of İslamic Studies'de İslâmî ilimler doçenti olarak yeni görevine başladı. Eserlerinin kronolojik listesinden de anlaşılacağı gibi klasik İslâm felsefesindeki çalışmalarına ara vererek günümüz İslâm dünyasının meselelerine yöneldi. Nitekim klasik dönem İslâm felsefesiyle ilgili çalışmalarının son ürünü olan Prop-hecy in islam adlı eserini bu tarihte yayımlamıştır.Fazlurrahman bu kitapta İslâm düşüncesindeki peygamberlik anlayışını tamamen felsefi bir yaklaşımla ele aldı ve Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Hazm, Gazzâlî, Şehristânî, İbn Teymiyye, İbn Haldun gibi ilim ve fikir adamlarının bu hususu nasıl anladıklarını ortaya koydu.

McGill Üniversitesi'ndeki görevine 1961'e kadar devam eden Fazlurrahman, günümüz İslâm toplumunun meselelerini daha yakından tanımak amacıyla aynı yıl Pakistan hükümetinin davetini kabul ederek ülkesine döndü ve Karaçi'de İslâmî Araştırmalar Enstitüsü'nde bir yıl misafir profesör olarak ders verdi. Böylece 1961 yılı onun hayatında önemli bir dönüm noktası oldu; çünkü bu tarihten sonra ilmî metodolojisinin ürünlerini almaya başlayacaktı. Nitekim bu tarihten sonra yayımladığı makale ve kitapları incelendiğinde hemen hemen bütün çalışmalarının İslâm toplumunun güncel meseleleriyle ilgili olduğu görülür.

Fazlurrahman 1962 yılında İslâmî Araştırmalar Enstitüsü'nün genel müdürlüğüne tayin edildi ve bu görevini 1968'e kadar sürdürdü. Bu sırada enstitünün yayımlamakta olduğu Islamic Studies dergisinin başeditörlüğünü de yaptı. 1961 -1968 yılları arasında neşrettiği yirmiden fazla makale ve iki kitap buradaki çalışmalarının ürünüdür. 1965'te basılan Islamic Methodology in History adlı eseri hadis, sünnet ve fıkıh alanlarında yeni anlayışlarla ictihad yapmanın önemini vurguluyordu. Yine bu dönemde neşredilen islam adlı eseri İslâm düşünce tarihiyle âdeta hesaplaşıyordu. Bu yüzden eser Pakistan'da büyük bir infial uyandırdı. Aslında Fazlurrahman bir yandan ilmî faaliyetlerini sürdürüyor, bir yandan da dönemin devlet başkanı Eyyûb Han'ın danışmanlığını yapıyor ve böylece Pakistan'ın toplumsal yönden şekillenmesine katkıda bulunuyordu. Ancak dönemin bazı siyaset adamları, Eyyüb Han üzerinde büyük etkisi olan Fazlurrahman'ı hedef seçerek islam adlı kitabında sarfettiği bir cümleden dolayı 10.000 rupi ödül koyarak katlini istediler. Bunun üzerine Fazlurrahman Pakistan'ı terkedip Amerika'ya gitti ve California Üniversitesi'nde bir dönem ders verdikten sonra 1969 Eylülünde Chicago Üniversitesi'nde İslâm düşüncesi profesörü olarak göreve başladı. 26 Temmuz 1988'-de vefat edinceye kadar bu üniversitede akademik faaliyetlerinin yanında çevresinde toplanan öğrencilerle de ilgilendi. Bunların büyük çoğunluğunu değişik İslâm ülkelerinden gelen müslüman öğrenciler teşkil ediyordu.

Temel Görüşleri

Fazlurrahman 1969'da Chicago Üniversitesi'nde çalışmaları­na başladığında, ilmî birikimi yanında bilhassa Eyyûb Han döneminde sürdür­düğü Pakistan Devleti'nin İslâmî konu­lardaki danışmanlık görevi sayesinde ge­niş bir tecrübeye sahipti. Onun devamlı olarak vurgulamak istediği husus, ilmî çalışmaların fikrî cihadla (eylemle) den­geli bir şekilde sürdürülmesidir. Zira İs­lâmî uyanış ve yenilikçilik tarihi incelendiğinde sırf ilmî meselelerden ziyade ah­lâkî ve sosyal sorunların önde gelen et­kenlerden olduğu görülür. Hatta ele alı­nan ilmî meseleler bile doğrudan günlük hayatla ilgilidir. Şu halde İslâm uya­nış hareketinde biri fikrî, diğeri eylemci olmak üzere iki akımdan söz etmek ge­rekir. Fikrî akımın sadece ilmî mesele­lerle uğraşmasına karşılık eylemci akım daha ziyade sosyal ve ahlâkî konulara eğilmiş ve toplumun meselelerini çöze­bilmek için bizzat eyleme yönelik önlem­ler almıştır. Fazlurrahman bu iki akımın uyumlu bir şekilde birleştirilmesini ar­zu etmiştir. Ona göre iki akım birbirini destekleyerek ilerlemeli, yani ilim ve fi­kir adamlarının ürettiği projeleri eylem adamları hayata geçirmelidir. Bu koor­dinasyon özellikle kurtuluş hareketlerin­de gereklidir. Fazlurrahman çok önemli ûç birikime sahipti: Klasik İslâm kay­naklarını bilmesi. Pakistan'daki göre­vi sırasında edindiği tecrübe, günümüz sosyal bilimlerine olan vukufu. Bu biri­kimler sayesinde ulaştığı sonuçlardan hiçbir şekilde taviz vermemiştir. Bundan dolayı ona karşı Pakistan'ın muhafaza­kâr kesiminden şiddetli tepkiler gelmiş­tir. Fazlurrahman'in "şok tesiri" olarak tanımladığı temel fikir ve görüşlerini kendisinin kullandığı metodoloji çerçevesinde değerlendirmek gerekir.

a- Fikrî Gelişimi ve Metodolojisi. Fazlurrahman Chicago'ya gittiği ilk yıllarda tekrar klasik İslâm felsefesi alanındaki çalışmalarına döndü. Fakat bu sırada onun ilgisini İranlı filozof Molla Sadra çekmekteydi. Bunun birkaç sebebi oldu­ğu söylenebilir. VI. (XII.) yüzyıldan son­ra İslâm düşünce tarihi bazı istisnalar dışında özgün düşünürler yetiştirememiştir. Bu yüzden birçok müsteşrik İs­lâm düşüncesinin Gazzâlî'den sonra du­rakladığını ve yeni bir fikir üretemediğini ileri sürmüştür. Fazlurrahman önce müsteşriklerin bu görüşünün yanlış ol­duğunu göstermek istiyordu. İkinci ola­rak bizzat kendisinin klasik dönemde özgünlüğü olan, düşüncesi açısından çağımızla ilgi kurabilecek bir İslâm düşü­nürü arayışına çare bulmak istediği an­laşılmaktadır. Fazlurrahman aslında ça­ğımızda Sadra gibi düşünürlerin yetiş­mesini istiyordu; ancak şartlar bu yön­de gelişmemekteydi. Yetişen düşünürler ise ona göre İslâm'da yeni bir hamle ger­çekleştirmeyi hedeflemiyorlardı. İslâm tarihinde bunun nasıl gerçekleştiğini göstermek amacıyla Sadra dışında bir­çok müslüman düşünür, mutasavvıf ve filozof üzerine araştırma yaptı. Nihayet şartlar onu tekrar felsefeye yöneltmiş­ti. Chicago'da İslâm düşüncesi profesörü olarak İslâm felsefesinde yeni ara­yışlar içerisine girdi. İngiltere'deki çalış­maları kendisini İslâm felsefe tarihinde VIII. (XIV.) yüzyıla kadar getirmişti. 1970-1975 yılları arasında Chicago'da yaptığı çalışmalar ise VIII. (XIV.) yüzyıldan zama­nımıza kadar olan İslâm düşüncesi tari­hi üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu yöndeki araştırmaları o sırada yayımladığı ma­kalelerin başlıca konusunu teşkil etmiş, nihayet 1975'te basılan The Philosophy of Mulla Sadra adlı eserinde son şekli­ni almıştır.

1975'ten sonra Chicago'daki faaliyet­lerinde Fazlurrahman'in özellikle İslâm'ın çağımızdaki meseleleriyle ilgilendiği ve bunlara fikri planda çözümler öneren eserler kaleme aldığı görülür. Bu arada, gezip gördüğü, sosyal, kültürel ve siya­sî yapılarını yakından tanıma imkânına kavuştuğu İslâm ülkelerinin karşı karşı­ya bulunduğu meselelerin çözümü ko­nusundaki görüşlerini üç önemli eserin­de ortaya koymuştur. Bunların ilki olan Majör Themes of the Our'ân, "İslâm'ın çağdaş sorunlar karşısındaki görüşünü ortaya koymak için temel kaynak Kur'an olmalı­dır" şeklindeki tezi daha somut biçimde sergilemektedir. Ona göre İslâm düşünce tarihinde bunu sadece kelâmcılar ve özel­likle de Sünnî kelâmcıları yapmıştır. An­cak onlar da konuya yaklaşımları sistematik olmadığından İslâm'ın dünya gö­rüşünü bir bütün olarak ortaya koyama­mışlardır. Onun bu kitabı ise Kur'an'ın en temel konularını (Allah, tabiat, insan, toplum vb.) ele alıp bunları yeni bir yön­temle ortaya koymaktadır. İkinci eser islam and Modernity: Transformation of an Intellectual Tradition'dur. Genel olarak İslâm eğitim ta­rihini inceleyen bu eser, zamanımızda İslâm ülkelerinde eğitimin çağdaşlaşma konusunda nasıl bir yol takip ettiğini araştırmaktadır. Bir önceki eserde so­mut biçimde uygulanan tefsir yöntemi bu kitabın girişinde kuramsal olarak ifa­de edilmiştir. Bu çalışmasında ele aldığı önemli bir konu daha önce yayımlanan bazı eserlerinde İslâm hukuk ilimlerinin üç önemli dalında yöntem sorununa çö­züm getirmiş oluyordu. Bunlardan ilki Islamic Methodology in History adlı eserinde geliştirdiği "hadis yöntemi", ikincisi yine bu eserde başlayıp 1982'de yayımladığı islam and Modernity ad­lı kitabında tamamladığı "fıkıh yönte­mi", üçüncüsü de Majör Themes of the Our'ân adlı eserinde uygulayıp islam and Modernity'de kuramını ortaya koy­duğu "tefsir yöntemi'dir. Nihayet bu üç alanda billûrlaşan metodolojisinin bir uygulaması olarak düşündüğü Revival and Reform in islam: A Study of Isla­mic Fundamentalism adlı son eserini yayı m laya madan vefat etmiştir.

Fazlurrahman'ın fikrî gelişmesinin baş­lıca üç merhaleden geçtiği söylenebilir.

1- Bunalım dönemi. Öğreniminin son za­manları ile ilk hocalık yıllarında geçirdi­ği şüphe dönemidir. Kendisi, 1940'ların sonları ve 1950lerin başlarında yaşadı­ğı bu bunalım döneminde felsefe çalış­malarının da etkisiyle geleneksel inanç­larının darmadağın olduğunu söyler.

2- Oluşum dönemi. 1958de McGill Üniversitesi'nde ders vermeye başlamasından itiba­ren on yıllık bir süreyi kapsayan bu dö­nemde Fazlurrahman esas olarak İslâmî bakımdan gelenekçilikle çağdaşlık ara­sındaki uçurumu kapatmak için gereken metodolojiyi geliştirmeye çalışmıştır.

3- Çözüm dönemi. Chicago Üniversitesi'nde hocalık yaptığı yıllara (1969-1988) rastla­yan bu devre, çağdaş İslâm dünyasının fikrî ve içtimaî meselelerinin çözümlen­mesini. İslâmî birikimin ve genel olarak İslâmî ilimlerin söz konusu meseleleri çözmeye elverişli kılınması için gerekli olan metodolojiyi kuramsal planda ge­liştirip ifade ettiği dönemdir. Fazlurrahman'ın bunalım döneminde yaşayarak farkına vardığı geleneksel eğitimle çağ­daş eğitim arasındaki boşluk, onun fel­sefe çalışmalarıyla gittikçe genişlemiş olmakla birlikte İslâm'ı anlama gayretini de kamçılamıştır.

b- Geleneksel Düşünce ve Toplumsal De­ğişim. Fazlurrahman kendi hayat hikâyesinde ifade ettiğine göre Hz. Peygamber'in hayatını ve Kur'an'ı incelemesi, Kur'an'ın mahiyetini ve gayesini kavra­mada onun düşünce dünyasında yeni ufuklar açmış, böylece Fazlurrahman topyekûn İslâmî geleneği yeni baştan de­ğerlendirme imkânına kavuşmuştur. Ona göre gelenekler önemliydi; çünkü bun­lar devirlerindeki büyük şahsiyetlerin verimli faaliyetleri için kalıplar sağlıyor­du. Ancak dinî geleneğin sonraki nesil­lerin sağlıklı düşünme ve gelişmelerine katkıda bulunabilmesi için ona bu ne­sillerce "yeniden hayatiyet kazandırılma­sı ve ıslah edilmesi" gerekiyordu. Bu na­sıl gerçekleştirilebilirdi? Fazlurrahman'ın fikrî gelişmesinin İkinci safhasında cevabını bulmaya çalıştığı bu soru onun düşünce hayatının en önemli meselesi ol­muştur. Aynı soru Fazlurrahman'ı İslâm'ın temel kaynaklarını yeniden yorumlama­ya ve bunun için gerekli olan metodolo­jiyi kurma çabalarına sevketmiştir.

Fazlurrahman'ın bütün fikir sistemi değişimin bir zorunluluk olduğu ilkesi­ne dayanır. Toplumsal değişme tarihî bir gerçektir. Müslümanların geri kal­ması bu gerçeği tam olarak anlayama­malarından kaynaklanmıştır. Şu halde müslüman düşünür toplumsal değiş­menin mahiyetini araştırmalı, onun itici güçlerini tesbit ederek bunu İslâmî te­mellere oturtmalıdır. Ancak böyle bir yöntemle hazırlanan kalkınma projeleri İslâm toplumunu refaha kavuşturabiIir. Sömürgeleştirilen, dış borçları had saf­haya ulaşan, cehaletin kol gezdiği İslâm ülkelerinin bu kötü durumdan kurtul­masının çareleri Öncelikle İslâm tarihînin kendi dinamizminde aranmalıdır. İslâm'ın ilk çağına bakıldığında Hz. Peygamber'in toplumsal gelişmenin itici güçleri olarak yorumlanabilecek üç önemli nokta üzerinde durduğu görülür. Bunlar tevhid, insanın kendine ve topluma karşı sorum­luluk duygusu ve âhiret inancıdır. Fazlurrahman bunların ilkini "Kur'an'a yö­neltme", ikincisini "sosyoekonomik du­rum", üçüncüsünü de "sadece fertlerin değil toplumların da tarih önünde mu­hakemeye çekilmesi" olarak ifade et­mektedir. Son iki hususun ancak tevhidle temellendirilmesi mümkün oldu­ğundan birinci noktanın ayrı bir öneme sahip olduğu açıktır.

Günümüz müslüman toplumları me­selelerini ancak yeniden Kur'an'a döne­rek ve ondan hareket ederek çözebilirler. İslâm'ın çağımızdaki dünya görüşü de bu noktadan hareketle ortaya kon­malı, bu dünya görüşü çerçevesinde can­lı ve kendini devamlı yenileyen bir dü­şünce hareketi oluşturulmalıdır. Çünkü toplumsal değişme bir gerçek olduğu­na ve İslâm dini bunu reddetmediğine göre değişmenin gayri İslâmî bir şekil­de gelişmesini önlemek için birçok İslâ­mî anlayışın da toplumsal değişmeye pa­ralel olarak geliştirilmesi, başka bir de­yişle yenilenmesi gerekir. Toplumsal de­ğişimin etkisiyle yenilenmeyecek, dola­yısıyla değişime uğramayacak olan sade­ce Kur'an ve hadisten çıkarılan genel İs­lâmî ilkelerdir.

Fazlurrahman bu görüşlerini en çarpı­cı örnek olmak üzere, günümüzde müslümanların en önemli ekonomik sorunla­rından biri olan ribâ (faiz) konusuna uy­gular. Bugünkü ekonomik ortamda aca­ba faizsiz banka olabilir mi? Ayrıca ban­ka sistemi olmayan bir toplum ekono­mik açıdan kalkınabilir mi? Bu sorular Fazlurrahman'a göre ekonomide uzman­laşmış kişilerce cevaplandırılmalıdır. Eğer onların bu sorulara verecekleri cevap "evet" ise ribâ sorunu kökünden çözümlenmiş olacaktır; "hayır" ise o zaman müslüman âlim, "Banka faizi Kur'an'ın ribâ diyerek uygulamaya koyduğu ya­sak içine girer mi?" meselesini çözmek durumundadır. Ancak Fazlurrahman faiz gibi terimleri ribâ kelimesine karşılık olarak kullanmama hususunda titizlik göstermektedir. Ona göre faiz sadece anlam yönünden değil uygulama açısın­dan da ribâdan farklıdır. Buna karşılık geleneksel ribâ tanımında meselenin çö­zümü için sunulan bir ilke şudur: "Ala­caklıya fayda sağlayan her türlü kazanç ribâdır". Bu ilkeye göre borçlu alacaklıya bir he­diye dahi verse yine ribâ sayılır. Çok özel ve aşırı ahlâkî-hukukî yoruma dayanan bu ribâ tanımı her durum ve ekonomik şart için uygulanamaz. Aslında ribâ ya­sağı bu aşırı tanımı ile de hiçbir zaman İslâm hukuk ve ekonomi tarihinde uy­gulanmış değildir. Şu halde günümüz ekonomik şartları için Kur'an'ın ribâ an­layışının bankacılık işlemleri de göz önün­de tutularak yeniden tanımlanması ge­rekir.

c) Hadis ve Sünnet. Fazlurrahman'a gö­re sünnet temelde davranışla İlgili bir kavramdır. Ancak örnek olarak seçilmiş bir davranışa sünnet denebilir. Bu açı­dan onun "kaidevî" (normative) özelliği davranışla ilgili yönünden önce gelir. Öte yandan "örnek davranışa harfiyen uy­ma" sünnet kavramının asıl mânasında bulunmamaktadır. Şu halde kavram ola­rak sünneti içeriğinden ayırmak gere­kir. Müsteşrikler, sünnetin muhtevası­nın tamamen Arap örf ve âdetlerinden oluştuğunu ve ilk devir müslümanlarının bu muhtevayı kendi şahsî görüş ve ictihadları sayesinde hıristiyan yahudi ve Pers kaynaklarını da kullanarak geliştirdiklerini ileri sürmüşlerdir. Eğer bu görüş sünnetin kavram olarak da Hz. Peygamber devrinde bulunmadığını ile­ri sürüyorsa kesinlikle yanlıştır. Çünkü henüz İslâm'ın ilk günlerinde bile sün­netin kavram olarak varlığı Kur'an'dan anlaşılmaktadır. Zira Kur'an Resûl-i Ek­rem'e sadece uymayı emretmekle kal­mıyor, aynı zamanda onu örnek almayı tavsiye ediyordu. Bu anlamda Hz. Pey­gamber'in davranışı örnek olarak gös­terilmektedir.

Daha İslâm'ın ilk günlerinden beri sa­dece kavram olarak değil içerik olarak da mevcut olan sünnetin içeriği Hz. Pey­gamber'in vefatından sonra gittikçe zenginleşti. Resûl-i Ekrem'in zamanında sünnetin içeriği pek geniş olmadığı gibi mutlak bir şekilde her benzer olay için kural olarak da anlaşılmamaktaydı. Çün­kü sünnet kavram olarak mutlak ve ka­ide koyucu olduğu halde içerik olarak böyle değildir. Sünnetin içeriği ancak hü­küm çıkarmakta yol gösterici örnekler şeklinde anlaşılmalıdır. Bu bakımdan Hz. Peygamber'den gelen sünnet içerik açı­sından sadece onun davranışları değil aynı zamanda onun yorumlarıdır.

İslâm tarihinin özellikle I ve II. asırla­rının düşünce açısından çok hareketli geçtiğine işaret eden Fazlurrahman bu iki asrı "ictihad asırları" saymaktadır. Zira ictihad "hür ve bağımsız düşünce" olarak tanımlanabilse de burada sözü edilen düşüncenin temelini Kur'an ve kavram olarak sünnet oluşturmaktadır. Ancak bu yöndeki düşünce hareketleri içtihadın çok hızlı bir şekilde artması­na yol açmış ve İslâm toplumunda bir­lik tehlikeye düşmüştür. Bunun farkı­na varan fakihler icmâ ilkesini geliştir­miş, böylece toplumda kolektif şuur te­şekkül edince toplum yeni baştan dina­mizme kavuşmuştur. Onun için denebi­lir ki ictihad, icmâa giden tabii bir yoldur. Fakat ictihad yöntemi icmâın oluş­ması için çok yavaş işleyen bir süreçtir. Bir başka söyleyişle İcmâ mekanizma olarak üretilen düşüncelerin bir tek dün­ya görüşü oluşturmasını hedeflediği için çok yavaş işlemektedir. Halbuki III. (IX.) yüzyıldan sonra idareciler İslâm birliği­nin teşekkülü için daha hızlı işleyen bir mekanizmaya ihtiyaç duyuyorlardı. Bu­nun için de her şeyden önce düşünce­de ve hukuk sisteminde bir birliğe ihti­yaç vardı; fukaha da aynı şekilde daha hızlı işleyen bir icmâ mekanizması pe­şindeydi. Bu gelişmelerin sonucu olarak III. yüzyılda hadis rivayetlerinin hızla art­tığı görülür.

Hadis hareketlerinin daha Resûl-i Ek­rem devrinde başladığı şüphesizdir. Zi­ra Araplar şairlerin, kâhinlerin ve kabile ileri gelenlerinin sözlerini ezberler ve bunları nesilden nesile aktarırlardı. Bu geleneğin, Allah'ın Kur'an'da müslümanlara örnek olarak gösterdiği Hz. Peygamber'in söz ve davranışları için uygu­lanmadığını ileri sürmek akıl dışı bir gö­rüş olur. Dolayısıyla hadisin tarihî ger­çekliği kuşkudan uzaktır. İlk zamanlar­da hadisler, fıkhî veya kelâmî görüşlere delil ve kaynak olarak kullanılmaktan ziyade ümmetin günlük meselelerine çö­züm getirmeye ve günlük uygulamalar­daki aksaklıkları gidermeye yönelik ted­birler almaya yarıyordu. Bu dönemde mevcut hadisler, içinde bulunulan duru­ma göre idareciler ve kadılar tarafından yorumlanmakta, sonuçta "yaşayan sünnet" diye anılabilecek olan genel birikim (gelenek) ortaya çıkmaktaydı. Ancak hadi­sin bir ilim olarak teşekkülü belli bir bi­rikimle III. yüzyılda mümkün olmuş ve böylece hadis ictihadda sünnetin yerini almaya başlamıştır.

Fazlurrahman sünneti, içeriği açısın­dan "mutlak sünnet" ve "yaşayan sün­net" (yaşanan sünnet) şeklinde ikiye ayır­mıştır. Mutlak sünnet bizzat Hz. Peygamber'in söz ve davranışları, yaşayan sünnet ise İslâm toplumunun mutlak sünnet çerçevesinde uygulama alanına çıkardığı sünnettir. Hadis hareketlerinin ortadan kaldırma­yı hedeflediği sünnet de bu ikinci kısım­dır ve bu tutum birçok bakımdan zarar­lı olmuştur. İlk önce ictihad hareketleri­ni baltalayarak İslâm düşüncesini donuklaştırmıştır. Zira muhaddisler hadisi mutlak anlamda kullanıyor ve yorum yapmıyorlardı. Halbuki insan davranış­tan benzerlik arzetse bile hiçbir zaman aynı olamaz. Çünkü iki aynı davranış ay­rı ortamlarda değişiklik gösterir ve böy­lece aralarındaki benzerlik kaybolur. Me­selâ Hz. Peygamber savaş ganimetle­rinden mücahidlere eşit pay verdiği gibi süvarilere atları için ayrı bir pay daha vermiştir. Bu uygulamanın amacı, müslümanları o sırada savaşlar için büyük ölçüde ihtiyaç duyulan at yetiştirmeye teşvik etmekti. Daha sonra atların ço­ğalmasıyla ihtiyaç ortadan kalkmış ve onlar için ganimetten pay vermeye de gerek kalmamıştır. Nitekim Ebû Hanîfe bu yönde ictihad etmiştir. İmam Mâlik de sünneti yaşayan sünnet olarak algı­lamıştır. Bu bakımdan yaşayan sünnet sadece Resûl-İ Ekrem'in davranışlarını değil aynı zamanda sahabe ve tabiînin ictihadlarını da içerir. Aksi halde yaşa­yan sünnet değil sadece kuramsal sün­net olurdu. Bu açıdan yaşayan sünnet bir bakıma müslüman toplumun örf ve âdetler sistemini de içine almaktaydı. Hz. Peygamber'in vefatından sonra bu anlayıştan uzaklaşıldığı için gelişen kav­ram olarak sünnetten ictihad yoluyla ya­şayan sünnete ve oradan kıyas, re'y gi­bi çok etkin yöntemlerle icmâa varan süreç ters çevrilmiştir. Bu ters sürece göre önce sunî olarak oluşturulan bir icmâdan mutlak sünnet ve hadise dayanılıyor, oradan içtihada da kapı açılıyor­du. Dikkat edilirse bu durumda esasen mutlak hadis çerçevesinde dondurulmuş bir icmâ anlayışı varken hiçbir düşünce hürriyeti olmadığı için gerçek ictihad da dolaylı olarak ortadan kaldırılıyordu.

Günümüz müslümanlanrının düşünce donukluğundan kurtulabilmesi, sünneti tekrar yaşayan sünnet anlayışına dön­dürmekle mümkündür. Ancak bunun için kıyas, re'y gibi klasik yöntemlerin de geliştirilmesi ve belki bunlarla birlikte yeni yolların da bulunması gerekmekte­dir. İcmâ ise bir yöntem olmayıp sadece tabii şekilde kendiliğinden oluşan bir süreçtir ve onu sunî olarak oluşturma­ya çalışmak ancak istibdat doğurur.

d- Tefsir ve Tefsir Usulü. Fazlurrahman tefsiri İslâmî İlimlerin çok önemli bir disiplini olarak değerlendirir. Çünkü tef­sir Kur'an'ı Kur'an olarak anlamaya çalı­şan tek disiplindir. Müslümanlar Kur'an'ı kesin bir rehber seklinde seçmek zorun­da olduklarına göre önce onu doğru bi­çimde anlamaları gerekir. Kur'an'ı ge­reği gibi anlayabilmek için nasıl bir tef­sir ilmine ihtiyaç bulunduğu sorusunun cevabı ise bir tefsir yönteminin gelişti­rilmesini zorunlu kılar.

Tefsir usulünün en temel hedefi Kur'­an'ı bir bütün şeklinde anlamak olmalı, bunun için de tefsirde terkipçi bir yön­tem takip edilmelidir. Geleneksel tefsir­ler bu ilkeyi gereği gibi uygulayamadık­ları için temel bir Kur'ânî görüş gelişti­rememişlerdir. Esasen geleneksel tefsir yöntemleri gerçekte yöntem olmaktan da uzaktır. Zira yöntem aslında soyut bir çabadır ve ancak uygulanınca somutlaşır. Halbuki geleneksel tefsir yöntem­lerinde soyut hiçbir çaba görülmez. Do­layısıyla tefsir usulünde uygulamadan doğan Kur'an'ın yazımı, cem'i, tesbiti ve sebeb-i nüzul, muhkem-müteşâbih, nâ-sih-mensûh, garîbü'l-Kur'ân, i'câzü'l-Kur'ân, müşkilü'l-Kur'ân vb. konular iş­lenmiştir. Bütün bu konular, ancak Kur'-an'ın bir bütün olarak anlaşılması için soyut olarak geliştirilen bir yöntem çer­çevesinde işlenmelidir. Böylece Fazlur­rahman, tefsir usulündeki meseleleri iki noktada toplamaktadır: Metodoloji ve tefsir tarihi.

Fazlurrahman, çağdaş tefsir usulünün yalnızca Kur'an'ın doğru anlaşılması meselesiyle ilgilenmesi ve edebî üstünlüğü, belagatı gibi konularla vakit kaybetmemesi gerektiği düşüncesindedir. Esasen vahiy ürünü olan Kur'an şüphe yok ki bir sanat şaheseridir ve bir mucize ola­rak daima müminlere güzellik ve yücelik ilham etmektedir. Fazlurrahman'ın önerdiği tefsir yöntemi birbirini takip eden iki temel hareketten ibarettir. İşe ilk olarak Kur'an'ın indirildiği zamandan başlanmalı, oradan kendi devrimize dö­nülmelidir. Zira yirmi yılı aşkın bir zaman süreci içinde indirilen Kur'an âyetleri, il­kin Hz. Peygamber dönemindeki modeli oluşturan Mekke toplumunun sorunları­na gönderilen ilâhî bir cevaptır. Kur'an'ın açık beyanlarına göre o toplumun "va­him meseleleri" şirk, fakirlerin sömürül­mesi, ticarî ahlâksızlık ve topluma karşı sorumsuz davranışlar olduğundan Kur'an öncelikle bu yanlışlıklan gidermeyi amaç­lamıştır. Daha sonra Medine dönemin­de nisbeten yeni meselelerle karşılaşıl­dığı için Kur'an öğretisinin muhtevası da genişlemiştir. Tefsir yönteminin içer­diği ilk hareket, müfessirin âyetleri ken­di sosyokültürel bağlamı içinde anlayıp değerlendirmesini, her âyetin asıl gayesinin ne olduğunu kavramasını sağlaya­caktır. Fazlurrahman, bu noktada büyük önem taşıyan esbâb-ı nüzul konusun­daki malzemenin İslâm âlimleri tarafın­dan hiçbir zaman doğru ve amaca uygun olarak değerlendirilmediğini ileri sürer[386], Hem Kur'an'ın bir bütün olarak ne demek istediğini an­lamak, hem de özel durumlara cevap teşkil eden belli ilkelerini kavramak tef­sir yöntemi hareketinin ilk merhalesini oluştururken, içtimaî ve tarihî geçmişi içinde incelenen belli âyetleri ve çok de­fa bu âyetlerde zikredilen hükümlerin sebeplerini araştırarak Kur'an'ın bütün­lüğü içinde genel ilkeler çıkarmak ikinci merhalesini teşkil eder. Her iki merha­lede de Kur'an'ın bir bütün olarak orta­ya koyduğu dünya görüsünün mahiyeti yeterince göz önünde tutulmalıdır ki bel­li âyetlerden anlaşılan mâna. Çıkarılan kural ve ilke, ileri sürülen görüş diğer âyetlerle tutarlı olsun ve uyum içinde bulunsun. Zira Kur'an'ın hiçbir fikri di­ğeriyle çelişmemektedir. Fazlurrahman'ın önerdiği tefsir yönteminin ilk hareketi özelden genele, yani âyetlerden Kur'an'ın genel ilkelerinin, değerlerinin ve nihaî gayelerinin ortaya çıkarılıp sistemleştirilmesine; ikinci hareketi de bu genel görüşten kendi zamanımızda formüle edilerek uygulanması gereken şu anda­ki duruma yöneliktir. Buna göre tefsir yönteminin ilk merhalesinde ortaya ko­nan genel ilke, ikinci merhaledeki içti­maî-tarihî ortamla uyum sağlayacak şe­kilde birleştirilmelidir. Tarih alanında ol­duğu kadar bugünün sosyokültürel alan­ları konusunda da çok iyi bilgilenmiş ol­mayı gerektiren bu yöntem takip edile­rek mevcut durum değerlendirilebilir ve onda gereken değişiklikler yapılabilir. Böylece Kur'an'ın emir ve yasakları da zamanımızda yeniden etkinlik ve canlı­lık kazanır. Ancak onun bu metodolojisi, çok iyi bir Kur'an tarihi bil­gisi yanında günümüz sosyal bilimlerin­de de yeterli bir birikimi gerektirmek­tedir.

Buna rağmen müfessirin ortaya koy­duğu bütüncül Kur'an anlayışı ile de iş­ler bitmemektedir. Çünkü ortaya konan bu yeni anlayış çerçevesinde bir ahlâk ve değerler sisteminin oluşturulması ya­nında Kur'an'ın ekonomik ilkelerinin ve dünya görüşünün de sistemleştirilmesine ihtiyaç vardır. Bundan dolayı müfessirle birlikte müslüman filozof, ekono­mist, sosyolog ve diğer bilim adamları ortak bir çaba içerisinde çağdaş İslâm düzenini kurmaya çalışmalıdırlar. Ayrıca İslâm hukuk sisteminin yeniden gözden geçirilmesi ve tefsir usulü ile uyum sağlayacak bir hukuk metodolojisinin de ge­liştirilmesi gerekmektedir.

e- İslâm Hukuku ve Fıkıh Usulü. Fazlurrahman İslâm hukukunun dinamizmi­ni içtihadın oluşturduğunu, içtihadın bu­lunmadığı yerde uygulamaya yönelik İs­lâm hukukunun söz konusu olamayaca­ğını belirtir; ayrıca içtihadın hukuka hasredilemeyeceğini söyler. Zira müslümanın bütün fikrî çabaları ictihaddır. Fazlurrahman bu genel anlamda içtihadı, "içinde bulunulan duruma uygulanabilecek şekilde kural içeren bir nassın ve­ya geçmişteki emsal bir durumun anla­mını kavrama ve o kuralı, bulunan yeni çözüm vasıtasıyla yeni durumu da içerecek şekilde teşmil, tahsis veya -gerekiyorsa- tâdil etme çabası" şeklinde ta­rif etmektedir.

Fıkhın İbadetler hakkındaki hükümle­ri içeren kısmı artık sabitleşmiş ve ke­sinlik kazanmış olduğundan bunlarda ictihad etmeye çok az ihtiyaç bulundu­ğunu söyleyen Fazlurrahman, asıl icti­had etme ihtiyacının hukukî ceza ve ku­rallar kısmında hissedildiğini, ayrıca rastgele ictihadları önlemek ve İslâm huku­kunda birliği sağlamak için tefsir usu­lünde olduğu gibi bütüncül bir fıkıh usu­lünün geliştirilmesi gerektiğini belirtir. Onun fıkıhtaki yöntemi şu ilkeye dayan­maktadır: Kur'an'ın her zaman geçerli olma özelliği yani mutlaklığı, onun özel çözümlerine değil sadece genel ilkeleri­ne aittir[389]. Aslında ona göre bu ilke yeni tesbit edilmiş değildir. İmam Mâlik, Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf gibi ilk de­vir fakihleri yanında İbrahim b. Mûsâ eş-Sâtıbî gibi daha sonraki bazı fukaha da bu ilkeyi etkin bir şekilde kullanmış­lar, fakihlerin çoğu ise sadece bunu be­nimsemekle yetinmişlerdir. Çağdaş İs­lâm hukuku içinde bu ilkenin yeniden canlandırılması şarttır. Fazlurrahman’a göre bu ilkeyi temel alan fıkıh yöntemi­nin tefsir yöntemiyle bütünlük arzetmesi için aynen tefsirde olduğu gibi ön­ce âyetlerin nazil olduğu zamanın ko­nuyla ilgili toplumsal şartları göz önüne alınmalı, Kur'an'ın somut olayları işleyi­şinden başlayıp bir bütün olarak hedef­lediği genel ilkelere doğru giden bir ha­reket takip edilmeli, sonra da bu genel­leme düzeyinden, günümüzde geçerli olan konuyla ilgili mevcut toplum şart­ları göz önüne alınarak şu anda uygulanmak istenen özel yasamaya doğru hareket edilmelidir.

Fıkıh yönteminde uygulanan hareketle­rin tefsir yönteminde uygulanan hareketlerden farklı olduğu açıktır. Zira fıkıhta pratik uygulama esas olduğu halde tef­sirde kuramsal anlama temel amaçtır. Bu durumda fıkıh yöntemi Kur'an'ı bir bütün olarak anlamayı temelinde bulun­durmalıdır. Bunun için de en temel ilke şudur: "Kur'an'ın hedeflediği toplum Al­lah-merkezli (teosantrik) bir toplumdur". Yani Fazlurrahman şunu savunmakta­dır: Toplumda hâkim olan irade sadece Allah'ın iradesi olmalıdır. Kur'an'ı bir bü­tün olarak anlayan tefsirin bunu ortaya koyacağı açıktır. Bu temel ilkeler hiçbir zamanda ve yerde değişmeyeceği için önerilen fıkıh yöntemi İslâm toplumun­da birlik sağlayacak (icmâ). fakat şahsî düşünce farklılıklarını da engellemeye­cektir.

Geleneksel fıkıh usulü anlayışındaki bir noktayı eleştirirken Fazlurrahman sürekli âyet ve hadis iktibas etmenin yersiz olduğunu savunmaktadır. Çünkü müslüman, Kur'an ve Sünneti tamamıy­la kendi benliğine sindirdiği için zaten ileri süreceği hukuk kuralının bunlarla çelişemeyeceği açıktır. Nitekim Hz. Peygamber'den sonraki ilk nesil müslümanlarının, mevcut durumla doğrudan iliş­kili olmadıkça tek tek âyetler iktibas et­medikleri, bir bütün olarak Kur'an'ı ya­şayıp gerçekleştirdikleri, tecrübeler ışı­ğında karar verip çözümler ürettikleri görülmektedir. Buna karşılık sonraları gelenekçi fakihler, Kur'an'daki genel hü­kümlere ve ilkelere öncelik vererek çö­züme ulaşmak ve böylece Kur'an'ın de­ğer ve ilkelerini sistemli bir şekilde çı­karmaya çalışmak yerine yetersiz yöntemlerle uğraşmış ve tek tek naslara ta­kılıp kalmışlardır.

f- Felsefe, Kelâm ve Tasavvuf. İslâm'ın temel hedefi, Allah'ın iradesini topluma hâkim kılma idealini fiilen gerçekleştir­mektir. Ancak toplumu düşünce ve ey­lem birliğine götürürken ferdî düşünce farklarını da engellemeyen ilkeleri tes­bit etmenin zorunluluğu ortadadır. Bu­nun için de Fazlurrahman gerek tefsir gerekse fıkıh ilimlerinde Kur'an'ın bir bütün olarak ele alınmasının lüzum ve önemini ısrarla vurgular. Âyetlerin tek tek yorumlanmasından doğabilecek çe­lişik anlayışlar böyle bütüncül bir yakla­şımla giderilebileceği gibi Kur'an bir bir­lik içinde incelendiğinden ortaya konan anlayış da Kur'ânî olacaktır. Bu Kur'ânî anlayış aynı zamanda Kur'an'ın dünya görüşünü temsil edecektir. Aksi takdir­de ortaya konacak dünya görüşü sis­temsiz olacağı gibi içindeki kavramlar düzensiz, anlamları ise açık ve berrak şekilde belirginleşmekten uzak kalacak­tır. Şu halde İslâmî denilebilecek bir dünya görüşünün sistemli ve açık bir şe­kilde ortaya konmasına ihtiyaç vardır. Fazlurrahman "a göre bu görev felsefe­ye düşmektedir. Çünkü düşünceye net­lik kazandıran ve dünya görüşünü sis-temleştiren disiplin felsefedir. Öte yan­dan İbn Sînâ, İbn Rüşd gibi Aristocu fi­lozofların sistemli dünya görüşü geliş­tirmeleri aslında İslâm açısından büyük bir başarıdır. Aynı başarıyı İbnü'l-Arabî gibi mutasavvıflar da sergilemişlerdir. Ancak gerek Aristocu-Yeni Eflâtuncu sistem gerekse sûfîlerin sistemi Kur'an’ı hareket noktası olarak almadığından müslümanlar her iki dünya görüşüne de sahip çıkmamışlardır. Bu açıdan kelâmcıların Kur'an çıkışlı dünya görüşle­rini sistemleştirememiş olmaları İslâm adına bir kayıptır. Fazlurrahman, İslâm tarihinde ortaya çıkan bazı filozofların dinî beyanları sembolik ifadeler sayma­ları, âlemin yaratılmışlığı ve cismânî ha­şir gibi konularda geleneksel dinî ka­bullere aykırı görüşler ileri sürmeleri gi­bi başlıca kusurlarına işaret ettikten son­ra, Gazzâlî ve İbn Teymiyye gibi düşü­nürlerin filozofların bu eksikliklerini or­taya koyarken değişik bir felsefenin de olabileceğini göstermeleri gerektiği hal­de felsefeyi tamamen inkâr etmeleri­nin İslâm düşüncesinin önemli bir fikrî yönünü âdeta yok ettiğini belirtir.

Fazlurrahman'a göre müslümanlar, Mu'tezile ile Cebriyye'nin temsil ettiği aşırı uçların orta yolunu bulmak için ça­ba sarfetmiş ve elde edilen görüşler Ehl-i sünnet'in ilk zamanlarda oluşturduğu isabetli kararlarla hem sosyopolitik dü­zeyde hem de ahlâkî ve fikrî seviyede topluma bir canlılık kazandırmıştır. An­cak hemen bir asır içinde Ehl-i sünnet'e ait görüşler Kur'an ve Sünnet gibi de­ğişmez ilkeler olarak müslümanların zi­hinlerinde yer etmeye başlamış, böyle­ce donuk bir fikrî ve sosyopolitik sistem haline gelmiştir. Bu durum önce ahlâkî donuklaşma ve bozulmaya, ardından sı­rasıyla dinî, içtimaî, iktisadî ve ilmî alan­larda gerilemeye yol açmıştır. Ahlaken çözülmeye başlayan İslâm toplumunda II. yüzyılın sonları veya III. yüzyılın baş­larında (IX. yüzyılın başları) manevî bir tepki olarak tasavvuf doğmuştur. An­cak bundan üç asır sonra her İslâmî oku­lun öğretileri katılaşıp yerleşince tasav­vuf da "sadece din içinde din olarak değil aynı zamanda din üzerinde din olarak" İslâm toplumunda yer etmiştir. Fazlurrahman, sofilerin meslekleri­ni Hz. Peygamber ile sahâbîlere dayan­dırmasını yanlış bulur. Zira ne Peygam­ber ne de sahâbîler sûfî idi. Bâyezîd-i Bistâmî'nin veya İbnü'l-Arabî'nin hayat tarzını ve görüşlerini hiçbir sahâbîde gör­mek mümkün değildir. Tasavvufun tek yönlü zühdü, tekâmül için öngördüğü birtakım "ahlâkî cimnastikler'i Kur'an ve Sünnet anlayışına zıttır.

Fazlurrahman'ın görüşlerinden şu so­nuç çıkarılabilir: İslâm medeniyetinin ye­niden kurulması ve canlandırılması için büyük bir düşünce hareketi başlatılma­lıdır. Şu anda bütün müslüman toplum­ların yapmaya çalıştığı gibi Batı bilim ve teknolojisini ithal etmekle hissedilir hiç­bir gelişme kaydedilemez. Zira bilim ve düşünce ithal yoluyla geliştirilemez, an­cak kendi içimizde yeşerebilir. Bunun için de gereken şart, öncelikle düşünce­ye dayanan felsefe yanında diğer insan ve toplum bilimlerinin de Kur'an'ı temel alarak hızla geliştirilmesidir.

Fazlurrahman'ın temel İslâmî mese­lelerle İlgili olarak ileri sürdüğü, gele­nekçi anlayışla bağdaşmayan görüşleri çeşitli İslâm ülkelerinde ve bazı Batılı bilim çevrelerinde ilgiyle takip edilmiş, özellikle 1961'de Pakistan'a dönmesi ve 1962 yılı Ağustos ayında İslâmî Araştır­malar Enstitüsü'nün müdürlüğüne ge­tirilmesinden sonraki faaliyetleri ve ya­zılan, hakkında ciddi tartışmaların doğ­masına yol açmıştır. Bazı eser ve maka­lelerinde geniş bir tanıtma ve değerlendirmeye tâbi tuttuğu modernizmi yer yer tenkit etmesine, "modern üniversitelerde yeti­şen ve bir İslâm âlimi olmayan modernist'i maziyi yeterince yorumlayacak güçte görmemesine, bilhassa modernizmin varış noktasında aldığı şekil olan modern Batıcılığı tam anlamıyla bir laik­lik sayarak karşı çıkmasına rağmen ken­di görüşleri de bazı noktalarda modernizmle, hatta yer yer Batıcılık'la çakış­mış, bu yüzden de modernist ve Batıcı olmakla, şarkiyatçıları taklit etmekle suç­lanmıştır. Bilhassa Kur'ân-ı Kerîm'in va­hiy ürünü olduğunu tartışmasız kabul etmekle birlikte Hz. Peygamber'le Kur'an arasındaki ilişkinin haricî ve mekanik olmayıp kalp ile anlam ilişkisi olduğunu, yani vahyin anlam olarak Resul-i Ek­rem'in kalbine indiğini, onun dili ve ke­limeleriyle ifadeye döküldüğünü ileri sü­ren görüşü açıkça. "Kur'an hem mâna hem de lafız bakımından Allah kelâmı­dır" şeklindeki geleneksel inançla çelişiyordu. Bundan dolayı onun vahiy hak­kındaki bu düşüncesi, "Kur'an Allah ve Muhammed'in ortaklaşa meydana ge­tirdikleri bir eserdir" şeklinde yorumlan­dı. İslâm adlı kitabının ilk bölümü İslâ­mî Araştırmalar Enstitüsü'nün aylık der­gisi olan Fikr o Nazar'da neşredilince el-Beyyİnöt gibi yayın organlarında müellife "münkir-i Kur'ân"a kadar varan suçlamalar yapıldı.

Fazlurrahman sünnetin kaidevî oluşu ve bağlayıcılığı konusunda muhafaza­kârlarla aynı görüşü paylaşmasına rağ­men hadis mecmualarına girmiş olan özellikle hukuk, ahlâk, siyaset, iktisat gibi meselelere dair birçok hadisin lafız olarak Hz. Peygamber'e ait olmayıp ger­çekte devrin sorunlarına çözümler ge­tirmek üzere üretilmiş veya "formüle edilmiş" olduğu ve bunların bir tür ictihad değeri taşıdığı, asıl önemlerinin de buradan geldiği yolundaki görüşleri de hem hadis ilminde titiz çalışmalarla ge­liştirilen kıstasları hiçe saydığı, hem de İslâm'ın dinî ve sosyal kurumlarının ta­mamını tehlikeye düşürdüğü gerekçe­siyle muhafazakâr çevrelerde ciddi tep­kilere yol açtı. Ayrıca bankacılık, faiz ve ribâ. ceza hukuku, aile hukuku, aile plan­laması, kadın hakları, miras hukuku, ze­kât, mekanik kurban kesimi, namaz va­kitlerinin sayısı gibi konularda gelenek­sel anlayış ve uygulamaları aynen devam ettirmek yerine ilk iki asırda olduğu gi­bi mevcut ihtiyaçları, sosyal gelişme ve değişmeleri de dikkate alarak yeniden Kur'an'a dönmek suretiyle onun sosyal ve ahlâkî amaçları doğrultusunda çö­zümler üretmek gerektiği yolundaki dü­şünceleri muhaliflerince Kur'an'ın formel yapısını reddetme, İslâm'ın uygulanmasında tarihî tecrübe ve birikimi hiçe sayma ve sonuçta dinde reform yapma şeklinde yorumlandı. Bu yüzden başta Cemâat-i İslâmî'nin lideri Ebü'l-A'lâ el-Mevdûdî olmak üzere Karaçi'nin etkili vaizi İhtişam el-Hak parlamento üyesi Mevlevi Ferîd Ahmed, Dawn ga­zetesinin editörü Eltaf Hüseyin gibi ta­nınmış kişiler sözlü ve yazılı beyanları, basın toplantıları vb. faaliyetleriyle Fazlurrahman'ın görüşlerini ve uygulama­ya yönelik tekliflerini tenkit ve protes­to ettiler. Buna karşılık dönemin Devlet Başkanı Muhammed Eyyûb Han baş­ta olmak üzere Dışişleri bakanlarından Manzûr Kadîr, Adalet bakanlanndan S. M. Zafer, üst düzey bürokrat ve yazar Ya'küb Şah, Pakistan'ın önde gelen din âlimlerinden Karaçi müftüsü Muham­med Şefi", Lahor'daki İslâm Kültür Ens­titüsü'nün müdürü Halîfe Abdülhamîd, Fikr o Nazar'in editörü Muhammed Server. Doğu Pakistanlı Ebü'l-Hâşim, yeni­likçi Gulâm Ahmed Pervîz gibi siyaset bilim ve fikir adamları farklı ölçülerde de olsa Fazlurrahman'ı destekleyen dav­ranışlar sergilemişlerdir. Siyaset saha­sına da yansıyan bu tartışmalar zaman zaman Fazlurrahman aleyhinde gösteri­ler yapılmasına, tehdit mektupları ya­zılmasına, hatta başına ödül konulması­na kadar varmış ve sonunda onu Pakis­tan'ı terketmek zorunda bırakmıştır.

Lehinde veya aleyhindeki bu ön yargı­lı tartışmalara rağmen Fazlurrahman'ın fikirlerini objektif bir yaklaşımla ilmî ve akademik düzeyde değerlendiren çalışmalar henüz gerektiği ölçüde yapılmış değildir. Bu durum, bir yandan onun yakında vefat etmiş bir ilim ve fikir adamı olmasından, bir yandan da İslâm dünyasının. Fazlurrahman tarafından gün­deme getirilen dinî, ilmî, sosyal ve siya­sî meselelerin sağlıklı tartışılabilmesi için yeterince berraklaşmış bir atmosfere kavuşmamış bulunmasından ileri gel­mektedir. Bununla birlikte başta Türki­ye ve Endonezya olmak üzere bazı İs­lâm ülkelerinde ve Amerika'daki müslüman bilim çevrelerinde Fazlurrahman'ın düşünce ve faaliyetlerinin ilmî eserlere ve doktora tezlerine konu teşkil ettiği görülmektedir.

Eserleri

1- Avicenna's Psychology. Fazlurrahman'ın doktora te­zi olup İbn Sînâ'ya ait Kitâbun-Necât adlı eserin "en-Nefs" bölümünün tenkit­li neşrinden ibarettir. Ayrıca bu bölümün İngilizce tercümesi yanında metnin tah­lilini Aristo ve Fârâbî gibi diğer bazı fi­lozofların görüşleriyle karşılaştırılmasını da içermektedir.

2- Prophecy in islâm: Philosophy and Orthodoxy. İslâm tarihinde bir­çok filozof ve kelâmcının peygamberlik anlayışlarını inceleyen bu eserde her gö­rüşü değerlendiren önemli mütalaalar­da bulunmaktadır.

3- Avicenna's De Anima. İbn Sînâ'ya ait eş-Şi/d' adlı eserin "Kitâbü'n-Nefs" bölü­münün tenkitli neşridir.

4- Islamic Methodology in History. Daha önce Islamic Studies adlı dergide yayımlanan beş ma­kalenin kitap haline getirilmiş şeklidir. Eserde sünnet, ictihad, icmâ, hadis ve toplumsal değişme gibi konular ele alın­maktadır. Eserin üçüncü bölümünde İs­lâm düşünce tarihinde felsefî düşünce­nin doğuşu, Ehl-i sünnetin oluşumu, ke­lâm ve tasavvufun nasıl geliştiği ortaya konmaya çalışılmıştır.

5- İslam. On dört bölümden meydana gelen eserin birinci bölümün­de Hz. Peygamber'in hayatı, ikinci bölümünde Kur'an ele alınmakta, diğer bö­lümlerde de sünnet ve hadis, fıkıh. İs­lâm felsefesi, tasavvuf, İslâm eğitimi ve İslâm'ın günümüzdeki durumu incelen­mektedir. İslâmiyet'i tanıtmayı amaçla­yan eserde asıl muhatapların müslümanlar olduğu anlaşılmakta. İslâm dini müslümanlara yeniden tanıtılmak istenmek­tedir. Yer yer müsteşriklerin İslâmiyet hakkındaki görüşlerinin de eleştirildiği eser Mehmet Dağ ve Mehmet Aydın tarafından ortaklaşa Türkçe'ye çevrilmiştir.

6- Letters oî Shaikh Ahmad Sirhindi. İmâm-ı Rabbâni'nin Mektûbât'mdan seçmeleri ve İngilizce uzun bir giriş bölümünü ih­tiva etmektedir.

7- The Philosophy of Mulla Sadra. Molla Sad-râ'nın felsefî sistemini ortaya koyan bir eserdir.

8- Majör Themes of the Qur'an. Eserde Kur'an'a göre Allah, ayrıca insan, toplum, iyi ve kötü, vahiy, peygamberlik ve ilk müslüman toplumu gibi konular sadece Kur'an açısından ve ilgili bütün âyetler ele alınarak bütünlük arzedecek şekilde işlenmektedir. Kitap Alparslan Açıkgenç tarafından Ana Konularıyla Kur'an adıyla Türkçe'ye çevrilmiştir.

9- İslam and Modernity: Transformation of an Intellectual Tradition. Bir İslâm eğitim tarihi gibi kabul edilebilecek olan bu kitap Fazlurrahman'ın tefsir yönteminin kuramını ortaya koymaktadır. Sonuç kısmında uzunca bir değerlendirmeyi de içeren eser çağdaş İslâm toplumlarında İslâm'ın geleceği meselesini tartışmaktadır. Eseri Alparslan Açıkgenç İle M. Hayri Kırbaşoğlu İslam ve Çağdaşlık adıyla Türkçe'ye çevirmişlerdir.

10- Health and Medicine in Islamic Tradition. İslâm'daki bazı sağlık kav­ramlarının tanıtımını yapan bu eser tıbb-ı nebevi hakkında bilgi vermekte ve müslümanların tıp ilmine yaptıkları katkıları ele almaktadır.

Fazlurrahman'ın Pakistan Quarterly, Medieval and Renaissance Studies, Islamic Studies, International Journal of Middle Eastern Studies, The Pakis­tan Economist, Journal of Religious EtHics gibi dergilerle bazı ortak çalışmalarda İbn Sînâ, Şah Veliyyullah, Muhammed İkbal gibi müslüman düşünürler hakkında ve çağdaşlaşma, İslâmî modernizm, İslâmî fundamentalizm, İslâm ekonomisi, ribâ ve faiz, İslâm'da kadının durumu, Kur'an ahlâkı vb. konularda ma­kaleleri yayımlanmış, bunlardan bazıları Türkçe'ye de çevrilmiştir.


-TDV İslâm Ansiklopedisi
-http://www.filozof.net

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 8 Aralık 2015 21:50
Biyografi Konusu: Fazlur Rahman nereli hayatı kimdir.
Her şeyin genellenmesi genellikle yanlışa götürür
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
13 Ekim 2015       Mesaj #2
Safi - avatarı
SMD MiSiM
Fazlur Rahman

Sponsorlu Bağlantılar
Ad:  Fazlur Rahman.jpg
Gösterim: 432
Boyut:  53.5 KB


Benzer Konular

28 Kasım 2012 / sensizim5841 Cevaplanmış
31 Ağustos 2009 / asla_asla_deme X-Sözlük
4 Ağustos 2010 / KisukE UraharA Sanat ww
28 Haziran 2014 / perlina Müzik tr
8 Şubat 2016 / Daisy-BT Siyaset ww