Arama

Oksijensiz (Anaerobik) Solunum

Güncelleme: 4 Mart 2017 Gösterim: 13.644 Cevap: 1
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
18 Ekim 2009       Mesaj #1
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Oksijensiz (Anaerobik) Solunum

Sponsorlu Bağlantılar
Diğer hücresel işlemlerde kullanılmak üzere, karmaşık yapılı organik moleküllerin yıkılarak enerji elde edildiği tepkimelere hücre solunumu denir. Hücre solunumu genellikle oksijen varlığında gerçekleştirilir. Buna aerobik solunum denir. Fakat bazı durumlarda hücre yeterince oksijen bulamaz. Böylece molekül yıkımı oksijensiz olarak devam eder. Buna anaerobik solunum denir.
Anaerobik solunum veya Oksijensiz solunum, oksijen yokluğunda, enerji üretmek için moleküllerin oksidasyonu (indirgenme) yoluyla enerji (ATP) üretilmesidir. Aerobik solunum (Oksijenli solunum) ile temel farkı, oksijen kullanılmamasıdır. Fermantasyon ile farklı kavramlardır, karıştırılmamalıdır.

İnsanlarda ve yüksek organizasyonlu canlılarda aerobik solunumla birlikte anaerobik solunum da gözlenir. Özellikle aktivitenin arttığı anlarda ya da havasız kalındığında, dokulara yeterince oksijen gitmez. Bu durumda glikozun yıkımı oksijensiz olarak gerçekleşir. Fakat tam yıkım yapılamadığı için hem yeterince enerji elde edilemez hem de kasta son ürün olarak lâktik asit birikir. Bu da yorgunluğa neden olur.

Anaerobik solunum, bazı bakteri ve mayalarda da gözlenir. Oksijenin olmadığı ortamda bu canlılar şeker moleküllerini parçalayarak enerji elde ederler. Bu canlılarda son ürün alkoldür. Bu olaya fermantasyon (mayalanma) denir.

Doğada, oksijenin olmadığı yerlerde anaerobik solunum yapabilen başka bakteriler de vardır. Bataklık çamuru içinde, kirli göllerin altında yaşayan canlılar örnek olarak gösterilebilir. Örneğin, çöplerde yaşayan bir bakteri türü son ürün olarak metan üretir. Metan oldukça patlayıcı bir gazdır. Bazı zamanlarda büyük şehir çöplüklerinin yanması ya da patlaması da bu nedenledir.

Son düzenleyen perlina; 4 Mart 2017 18:31
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!
perlina - avatarı
perlina
Ziyaretçi
4 Mart 2017       Mesaj #2
perlina - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  anaerobik.jpg
Gösterim: 1015
Boyut:  56.1 KB

Zehirli Gazlarla Yaşayan Canlılar


Güneş ışığı alamayacak kadar derin deniz bölgeleride tıpkı karalardaki çöllere benzer. Güneşten yoksun bu sularda besin kaynakları oldukça sınırlıdır, bu yüzden de buralarda canlılara rastlayamazsınız. Ancak 1977 yılında bilim adamları Galapagos Adaları’nın 320 km kuzeydoğusunda, deniz yüzeyinin 1600 m. altında bu durumun tam aksi ile karşılaştılar. Burada benzeri diğer yerlerden farklı olarak omurgasız türlerden büyük bir canlı topluluğu yaşıyordu: uzunluğu bir metreye kadar varan ve bazalt kayalara yapışmış halde yaşayan dev deniz solucanları, 30 cm büyüklüğünde koca beyaz istiridyeler ve midye kümeleri, yengeçler, karidesler ve balıklar.
Sponsorlu Bağlantılar

Buradaki canlıları ilginç kılan şey ise, sadece deniz dibinin çok derinlerindeki karanlık sularında yaşamaları değildi. Bu canlı topluluğu deniz altında yer alan volkan ağzının yakınında yaşamlarını sürdürüyorlardı. Oysa burası, canlıları pişirecek kadar sıcak, paramparça edecek kadar da asitli sularla kaplıydı.1 Peki ama bu kadar çok canlı türü nasıl oluyor da hem güneş ışığı dolayısıyla besin sağlanamayan, hem de son derece zehirli olan bir ortamda yaşayabiliyordu?

Hidrojen sülfür + Oksijen −−> Su + Sülfatlar

Bu kimyasal işlem kükürdü işleyebilen özel bir bakteri ile kurulan özel bir organizasyon ile mümkün olmaktadır.

Zehirli Gaz Uzmanı Bakteriler


Kükürtçe zengin ortamlar pek çok canlı için öldürücü nitelikte iken bazı bakteriler için buralar eşsiz yaşam alanlarıdır. Bu bakteriler bitkiler gibi kendi besinlerini kendileri üretirler. Bilim adamları bu nedenle onları “kendibeslek” olarak adlandırırlar. Ancak bu bakteriler, besin üretimi sırasında karbondan bitkiler gibi güneş ışığını değil, hidrojen sülfürü kullanırlar. Bilindiği gibi bitkiler, karbondioksiti besin maddesi olarak kullanabilecekleri organik moleküllere dönüştürmek için gereken enerjiyi güneşten temin ederler. Bu nedenle bitkiler “ışık kullanan kendibeslek” olarak bilinirken; bu bakteriler ise “bakterilere kimyasal-kendibeslekler” olarak adlandırılırlar.
Sülfürü gerçekleştirdikleri kimyasal işlemler sayesinde kullanıma uygun hale getiren bu bakteriler, diğer hayvan türleri için yiyecek sağlayarak volkanik ağızdaki besin zincirinin temelini oluştururlar. Yeşil bitkilerle kükürt bakterilerinin önemli bir ortak özellikleri her ikisinin de besin zincirindeki birincil üretici olmalarıdır. Bu bakteriler deniz dibinde volkan ağzında yaşayan diğer canlıların varlığı için çok önemlidir. Kimyasal-kendibeslek bakteriler ile diğer canlılar arsında nasıl bir ilişki vardır?

Tüp Solucanın Bakterilerle Yaşam Birliği Oluşturmasını Sağlayan Tasarımı


Bilim adamları James J. Childress, Horst Felbeck ve George N. Somero Scietific American dergisinde yazdıkları bir makalede deniz dibindeki volkan ağızlarında yaşayan canlıları üstün özellikleri nedeniyle olağan dışı olarak nitelerler:

“Geleneksel anatomik standartlara göre Riftia olağandışı bir yaratık. Bu solucan, temelde, ağzı ya da bir sindirim sistemi ve parçacık halindeki besinleri yutacak hiçbir sistemi olmayan, kapalı bir kesedir. Üst ucunda oksijen, karbondioksit ve hidrojen sülfürün değişimi sağlanır. Sorgucun altında, solucanın tutunmasını sağlayan bir kas halkası –yaka- bulunur. Hayvanın geri kalan kısmı, iç organlarını içeren ince duvarlı bir keseden oluşur denebilir. Bu organların en büyüğü, vücut boşluğunun çoğunu kaplayan trofozomdur. İsminden de anlaşılacağı gibi, trofozom (besleyici gövde) solucanın beslenmesine önemli ölçüde katkıda bulunur; ancak bu organda dış dünyadaki parçacıkların solucanın içine girebilecekleri bir kanal yoktur. İşte asıl soru, olağandışı anatomisine bakıldığında Riftia’nın yaşamda kalabilmesi için gerekli besin maddelerini nasıl elde edebildiği idi.ˮ

Riftia’nın trafozom isimli organında çok sayıda kimyasal-kendibeslek bakteri bulunur. Bu bakteriler ile Riftia arasında mükemmel bir ortak yaşam ilişkisi mevcuttur. Ortak yaşam, iki farklı türün bir arada bulunduğu ve türlerden birinin yaşamının diğerinin yaşamıyla iç içe olduğu bir ilişkidir. Bir tür (konuk), diğer bir türün (konakçı) vücudu içerisinde yaşıyorsa, bu ilişkiye “içsel ortak yaşam” denir.
Riftia ile bakteriler arasındaki içsel ortak yaşam karşılıklı yarar ilkesine dayanır. Tüp solucanı bakteriden, indirgenmiş karbon molekülleri alır ve bunun karşılığında bakteriye kimyasal-kendibeslek mekanizmasına yakıt sağlayacak hammaddeleri verir. Bu maddeler karbondioksit, oksijen ve hidrojen sülfürdür. Riftia bu kimyasalları sorgucu aracılığıyla emer ve daha sonra dolaşım sistemi yoluyla trofozomdaki bakterilere taşır.

Hidrojen sülfür yüksek derecede zehirleyici bir bileşiktir ve solunumu sekteye uğratma konusunda siyanürle kıyaslanabilir. Sülfür, hayvanların çoğunda, solunumu iki yoldan engeller: Ana taşıyıcı olan hemoglobin molekülündeki bağlanma bölgelerini kapatır ve önemli bir solunma enzimi olan sitokrom C oksidazı zehirler. Ancak, Riftia’da sülfür kimyasal olarak oksijenin bağlanmasını etkilemez ve çoğu hayvan için öldürücü olabilecek sülfür derişimlerinde bile solucanın solunum hızı oldukça yüksek düzeylerde seyreder.

Riftia’nın yaşayabilmesi için tasarımında üç önemli özelliğin aynı anda var olması şarttır:

  1. Volkanik ağızdan gelen sudan sülfürü alacak özel bir taşıma sistemi,
  2. Sülfürün kanda hemoglobin molekülü üzerindeki bağlanma bölgeleri için oksijenle rekabete girmeksizin veya oksijenle tepkimesine izin vermeksizin taşınması,3
  3. Riftia’nın, sülfürün hücrelere sızmasını ve solunumu zehirlemesini engelleyecek mekanizma.
Oksijen kullanan organizmalarda en önemli enerji değişim birimi kısaca ATP olarak bilinen adenozin trifosattır. ATP’nin sentezlendiği süreçteki son basamaktan sitokrom C oksidaz enzimi sorumludur. Birçok hayvan için, ufacık sülfür derişimleri bile, sitokrom C oksidazının işlevinin engellenmesi ve nihayetinde de canlının ölmesi için yeterlidir. Oysa Riftia’da sitokrom C oksidaz, sülfürün olumsuz etkilerinden korunur.
Riftia kan bakımından zengindir; solungacın sorgucuna koyu kırmızı rengi veren, solucanın toplam hacminin yüzde 30’dan fazlasını içeren, hemoglobindir. Tüp solucanın hemoglobini ile diğer hemoglobinler arasındaki en önemli fark, hem oksijen hem de sülfüre aynı anda bağlanabilmesidir. Tüp solucanının hemoglobininde sülfürün bağlandığı bölge oksijenin bağlandığı bölgeden farklı bir bölgedir. Bu sayede sülfür hayvanın vücudunda diğer canlılarda olduğu gibi öldürücü etki gösteren kimyasal tepkimeyi gerçekleştiremez. Ayrıca sülfür korunarak kan aracılığıyla bakteriler tarafından işleneceği trofozoma taşınır.
İşte Riftia’yı da sülfürün öldürücü etkilerinden koruyan hemoglobinindeki bu özel tasarımdır.

yaratilis.com

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.

Benzer Konular

9 Aralık 2011 / muhammed_58 Soru-Cevap
11 Mayıs 2015 / Misafir Soru-Cevap
4 Mart 2017 / Misafir Cevaplanmış
20 Şubat 2014 / Misafir Cevaplanmış