Arama

Selim Gündüzalp kimdir, hayatı ve çalışmaları hakkında bilgi verir misiniz?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 6 Haziran 2016 Gösterim: 19.462 Cevap: 1
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Kasım 2011       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Selim GÜNDÜZALP'ın hayatını birçok sitede aradım ama bulamadım. Bulursanız acaba yazabilir misiniz?
EN İYİ CEVABI _AERYU_ verdi
Selim Gündüzalp ismini, üniversite öğrenciliğimin ilk yıllarında, Ölüm Son Değildir isimli kitapla, yine Zafer dergisinde ‘ölüm’ başlığı altında yayınlanan yazılarla tanıdım. Hem kitabınız, hem de o dönemdeki yazılarınız, ölümün yüzünde var olduğu söylenen kara peçeyi indiriyordu. Hayatın içinde kendinizce olanı yaşarken ve hayat okumalarınızı sürdürürken, yüzünüzü ölüme çeviren şey neydi? ‘Şey’ evet, o ‘şey’ bir çok şeylerin toplamı bir ‘şey’ idi. Köy gibi bir sokak, herkesin birbirini tanıdığı, kutu kutu evler, herkesin birbiriyle ilişkisini sürdürdüğü bir ortamda geçti çocukluğum. Çok sevdiğim o insanların birer ikişer yavaş yavaş hayatımdan çekilip alınmaları, ölüme karşı yaşadığım ilk tecrübelerdi, şimdi hatırladığım hayal meyal şeyler ardından. Onlar için düşünebildiğim en iyi yer herhalde Cennet olmalıydı ki, bu teselli ve temenninin, acılarımı biraz da olsa dindirdiğini hissederdim. Ölüm gerçeği hayatta kapınızı bir kere çalmıyor. Şu anda bu soruların cevabını vermeye çalışırken bile aynı atmosferin, aynı cazibenin içindeyim diyebilirim. Gerçeğe yaklaşmak, sanal bir hayattan çıkıp en samimi yanınıza dokunmak gibi bir şey olsa gerek ölümle yüzleşmek. O ölenlerle sizde ölüyordunuz. Kendi akıbetinizi görüyordunuz belki. Ölümün kolları çok geniş tabi, hayatın her zerresini sarmalıyor. Öyle veya böyle suyunu içtiğin, sıktığın, mıncıkladığın bu hayattan gitmek istemiyor insan, ölümle problemimiz de burada başlıyor işte. Ya onu kabullenecek doğru reçete ve çareler arayacaksınız veya ‘boş ver canım’ diyeceksiniz. Akıl ve şuur açık kaldığı müddetçe bu mümkün değil. Başkalarının ölümü kendi ölümümden önce babaanneminkini hatırlatıyordu bana. Ben çocuktum ya, o da yaşlıydı. Çok severdim. Hem yaşlıydı hem de hasta. Ölüme yakın duruşuyla ürpertirdi beni. Allah’ım ne olur yaşasın bu insan derdim. Ama pek yakında öleceğini biliyordum. Otoriter bir insandı. Çok kapışırdık. 20 yaşlarında basketbol oynadığım yıllarda İstanbul’a transfer olduğum takımın misafirhanesinde kalıyordum. Zaman zaman sahile inerdim. Onu özlerdim, en çok onu özlerdim. Hatta bu hasreti dile getiren şiirler yazdığımı hatırlıyorum. O yaşlarda insan sevgilisi için şiir yazar değil mi? Ben babaannem için yazıyordum. İşe bak! Bir gün akşam üstü ölüm haberini aldım. Kurban bayramının son günüydü. 1975. Onunla beraber ben de öldüm. O sırada Risalelerle tanıştım. Onuncu Söz, Haşir Risalesi yardıma yetişti. Altı ay boyunca ne yedim ne içtim hatırlamıyorum. Hiç durmaksızın bir an unutmaksızın 80 gün ciddi ciddi ölümü sorguladım, okudum. Hayat bitti dediği yerde bu ölümle doğdum ve bir şeyler yazmaya başladım. Zafer’de o aylarda çıkmaya başlamıştı. Modern algı, ‘hayat’ ve ‘ölüm’ü birbirine karşıt iki şey gibi okuyor ve konumlandırıyor. Hayat ve ölüm, düşman iki şey mi? Bu algılayanın inancına ait bir bakıştır. Ölüm subjektif bir olgu değil ki. Zaten önemli bir problem de ölümü bireyselleştirip, biyolojik bir son olmakla sınırlayarak ruhu tesellisiz, şefkatsiz bir hâlde bırakmak ve inletmektir. Aklın ve kalbin beslenme pınarları ne kadar berraksa da bu konuda aklı aşan gerçekler olduğunu kabullenmek gerekiyor. İşte ruhumuz bu gerçeklerin peşindedir hep. Dikkat edilirse, kalbin kabulde zorlanmadığı bu gerçek bir ırmağın denizine ulaşma çabası kadar bir fıtrilik, yalınlık taşır. Ahmet Hamdi Tanpınar öyle diyor: “Her şey payına düşeni alır bu yağmada; rüzgar sesimizi, güneş gölgemizi ve akıl gerili kalır yıldızların ağında.” Aklı aşmak, kalbe yaklaşmakla mümkündür. Çünkü kalp ötelerin ötesinden haber verir. Ölümün hayatla bir problemi yok ki. Gide gide ölüme de varıyor değil insan, ölüme beraber gidiyor hayatla. Siz ve gölgeniz gibi. Ama ışıktan, nurdan, pırıltıdan yoksun kopkoyu bir gölgelikte yaşayanlar nasıl gölgelerini göremezler ise hayatın bu karanlık ormanında ölümün izi de, gölgesi de görülmez olmuş. Bediüzzaman, “ Ölümü veren de O’dur” diyor. Buradaki “veren” tabirine bir nebze dikkat gerek. Hayatı almak yerine ölümü vermek tabiri kullanılıyor. Verme, yani ihsan ve ikram olarak verme… Allah, bize hiç yoktan bir hayat vermiş, kediler aleminde fare yapmamış, bir tutam ot etmemiş. Böylesine güzel bir hayatı veren o güzeller güzeli Rab, Rahman elbette bu hayatta daha da güzelini vermek istiyor. Onun yolu da ölümden geçiyor. Yaratan, hayatı ölümsüzleştirmek için, onu çoğaltmak için ölümü veriyor. Ölüme karşı anlamsız direnişin hiçbir faydası yok. Tabi ölümü kabul etmek ayrı şey ölümün ne istediğini bilerek hazırlanmak başka şey. Ölümün hayatın içersinde zaman zaman flaşlar çakması belki de bu önemli gayeyi hatırlatmak içindir. Ve bir de şu var: Hayat güzelse ölüm haydi haydi güzeldir. Ama bunu da yaşantımız ve ölüme hazırlığımız tayin edecek.. Miguel de Unamuno, insanın hep var olmak isteğini geçersiz kıldığı için, ölümü; ‘yaşamın trajik duygusu’ olarak tanımlar. Said Nursi ise, insanın ebediyet arzusuna işaret ederek, sırf bu arzunun bile, ölümü trajik olmaktan çıkarıp onu başka bir âlemin giriş kapısı kılmaya yettiğini söyler. İlki ölümü kahır verici bir çaresizlik olarak okurken, ikincisi onu bir imkân olarak değerlendirir. Sezai Karakoç da, ölüme sırt dönen bir algının vahşi uygarlıklar kuracağını belirtir. Ölüm nasıl oluyor da ‘iyileştirici’ bir işlev görüyor? Her şeyi ‘sonlandıran’ bir şey olan ölüm, ‘iyi olanı’ nasıl var kılabiliyor? Şimdi burada önemli bir şeye dikkat çekmek istiyorum. Bu güzel sorunuz için de ayrıca teşekkür ediyorum. Akli ve nakli deliller bir yana, bir başka alemin varlığına Bediüzzaman Risalelerde psikolojik deliller sunuyor. Kısaca bir örnek vereyim; Midenin varlığı bütün nimetlerin varlığına ve onların mide için yaratıldığına bir delil oluyor. Burada bir problem yok. Madem ki bir midemiz var ve acıkıyoruz, o halde yiyebileceğimiz nimetlerin de yaratılmış olması gerekiyor. Bu şunu da gösteriyor: Midemizi ve açlık hissimizi kim yaratmışsa nimetleri de yaratan odur. Aksi halde iş içinden çıkılmaz bir hal alırdı. O halde burdan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz: Midenin ihtiyacını nimetler olarak veren, ruhun ihtiyacını da ebedilik olarak verecektir, çünkü ruhumuzdaki o şiddetli ebediyet isteği bunu gösteriyor. Küçücük midenin ihtiyacını dünya kadar nimetle doyuran Zat (c.c.), ruh midesinin ihtiyacını da ebedi bir hayatla verecektir. Şimdi buna bir itiraz yöneltilebilir. “Siz inancınız doğrultusunda böyle düşünüyorsunuz” diyebilirler. İnansın inanmasın, bu ölümsüzlük duygusu, ebedilik hissi her insanda var. Bir ferde mahsus değil. Onu da Bediüzzaman şöyle ifade ediyor. “Zati bir hasse bir fertte bulunsa umumunda olduğuna hükmedilir.” Bir insanda kalp varsa umum insanlarda da olduğuna hükmedilir. Tek tek açıp bakmaya çalışmazsınız. Aynen bunun gibi ebediyet duygusu bütün insanlarda ortaktır. Bu duyguyu şöyle veya böyle hafife alarak geçiştirmek yerine insana ve hayata kıymet verenlerin bu sırrın izini sürmeleri gerektiğini düşünüyorum. Hiç kimse, bir yaprağın düşüşüne, bir saç telinin beyazlaşmasına, bir güneşin batmasına, hayatının göz önünden kayışına ve batışına ilgisiz kalamaz, kalmamalı.Biliyoruz ki, gözümüzü kapamamız gece olduğu anlamına gelmez. Bir trene binmişiz, bir tünelden geçeceğiz ve tünelin ardı daha aydınlık. Ahirete inanmayanlar tüneli trenin içersine sokmağa çalışıyorlar. Böylesine bir duyguyla dolu bu kadar insan (bugüne kadar dünyaya 80 milyar insan geldiği söyleniyor) bu tünele sığmazlar. Kabir, bir tüneldir. Ölümle geçilecektir. Işığın ışığı, güneşler güneşi tünelin,yani kabrin ötesinde. Bu hayatın gayesi sadece hayatın kendisi olamaz. Bunun içindir ki en küçük bir hareketin, davranışın karşılığı olmalı. Hayatı yalnız hayat için yaşamak hayatı küçültüyor. Bu hayatın bir gayesi olduğu ve o gayenin bu hayatla sınırlı olmadığına inanılarak atılan her adım ölümsüzlüğe atılan bir adım, sonsuz bir adım oluyor. Yapılan küçük bir iyilik, sonsuz bir iyilik oluyor. İşte bunun içindir ki ölüm iyileştirici bir işlev görüyor. Herşeyi sonlandırmasına rağmen iyi olanı sonsuz var kılabiliyor. Unomuno’nun, “Sis” adlı eserinde ölümü her ne kadar vazgeçilmez bir son olarak görse de yumuşadığı, teslim olduğu, ifade değiştirdiği yerlerde özellikle kader konusunda çok isabetli görüşleri var. Son zamanlarda ‘Hatıra Kutusu’ başlığı altında yazılar yazıyorsunuz. Bunu neye bağlayacağız? Yaşanmışlığınızda birikenleri (deneyimlerinizi) paylaşmak isteği mi bu? İhtiyarladığınızı mı düşünüyorsunuz? ‘Ölüm’den sonra, bu sefer yüzünüzü ‘geçmiş’e çeviren ne oldu? Tam net değil belki hepsi bir arada. Ama son zamanlarda çok şiddetli bir yazma arzusu yaşadım. Buna eskiden engel oluyordum. Şimdi artık dizginleyemiyorum. Arif Nihat Asya’nın tabiriyle “ilhamın döktürür satırlar, sen yazmak iste yazdırırlar”. Asla bir yazar olarak görmedim, göremedim kendimi. Bu kadar üstad ve usta kalemlerin önünde diz çökünce yazmakta zorlanıyor insan. Neyi yazacaksınız, neden, niçin yazacaksınız? Her soru ciddi bir cevap bekliyor. Okuyucuyu aldatmak, boş şeylerle uğraştırmak istemedim hiçbir zaman. Hatta ölümle ilgili yazıları yazarken bile yazar olmadığımı, sadece yazmaya heveslendiğimi daha çok sohbet insanı olduğumu ifade etmişimdir hep. Ama bir vefa borcu vardı. Ödemek gerekiyordu. Millet denize girerken çanta dolusu kitabı okuyup sahilden ayağımı bile ıslatmadan eve döndüğümü hatırlarım. Bunlar bir süreç, bir hazırlık elbette ama ne için? Bunu ilerde kader gösterecek. Mesela size, sizin gibi kalem erbabına imreniyorum. Bende yok sizde var diye teselli buluyorum. Hatıra Kutusu’na gelince, onda şöyle ince bir mesele var. Yaşanan her şey kıymetlidir. Madem ki yaşamışız. Bu yazılar, yaşadıklarını hatırlanmaya değer bulmayanlara aslında ne kadar yanılgı içinde olduklarını göstermek için de yazıldı, yazılıyor. Şuna inanıyorum: Yaşadığımız hiçbir şeyi değersiz görmeye hakkımız yok, öyle ya da böyle ne ve nasıl yaşamışsak, başımızdan neler geçmişse hepsinin bir anlamı var ve hatırlanmaya değer. Bu hakikati benim dünyama taşıyan ve hafızamın derinliklerine gömülmüş ve belki de orada keyifli bir sabırla demlenen hatıraları gün yüzüne çıkaran şey, ilginçtir küçük yeğenlerimle yaptığım sohbetler oldu. Geleceğin temsilcileri geçmişi(mi) kışkırttılar. Böylece unutulmuş birçok hatıra yazıya dönüştü, dönüşüyor. Çocukların merakı ve hafızanın vefakarlığı Allah’ın rahmeti altında birleşince bu zevkli seyahatler yaşanıyor işte... Marifet- iltifat meselesi. Marifet iltifata tabidir. Müşterisiz mal zaildir... İtiraf edeyim ki, Hatıra Kutusu’nu araştırmak şimdilik ölümü yazmaktan daha kolay geliyor. Bu üslubun inşallah dualarınızla açılacağına inanıyorum. Gizli bir duam var, aşikar bir amin çekmenizi isterim bu dua için. Hazinesi sonsuz olandan istiyorum. Ne yapalım “iste haktan verir yoktan”. Ölümden yüzümü çevirmiş değilim, bu benim ilk ve son göz ağrım olacak. Çünki demlenmesini beklediğim ve başkalarından beklediğim pek çok proje var bu konuda. Münasip ise nasip olsun inşaallah. Kitaplığınızı incelediğimde şaşırmıştım. Türkiye’nin şurasına burasına dökülmüş, geçmişe dair ne kadar anı, hatıra ve yarına taşınmasına inandığınız değer varsa, hepsini yaşadığınız mekâna topluyorsunuz. ‘Geçmiş’ sizin için neyin karşılığıdır? Evet sizin de bahsettiğiniz gibi fotoğraflardan, kitaplardan kartpostallara kadar belki 70 bin kitap var elimde. Hatta bir kibrit kutusu kolleksiyonum bile var. Her sene yaklaşık 5000 kitap ekleniyor bu hazineye. Çok özel ve harika bir kütüphane oluştu, bu bir rüyaydı benim için. Çocukluğumda, Pazar sabahları herkesten önce yataktan uyanır yarım saat, 1 saat boyunca deli gibi okuduğum daha doğrusu resimlerine bakarak olay örgülerini çözdüğüm texsas, zagor, teks, ten ten, redkid, tommiks, kid taylor, kınova vs. gibi çizgi roman kitaplarını itinayla odanın bir köşesine istiflerdim ve Allah’tan kitap dolusu odalar isterdim. İnsan küçüklüğünde neyi hayal ederse ileride ona ulaşır. 68 yılından beri kitap yakamı bırakmadı, iyi ki bırakmadı. Bu işin delisi, kara sevdalısı olacak insanlara ihtiyaç var. Avrupa’da birkaç yerde rastladığım eşsiz bir kütüphane modeli var hayalimde. İnşaallah bir gün gerçekleşir halkın da istifadesine sunulur. Kitap almak için Malatya, Bursa, İzmir demeden her yere koştum. Yüzlerce kitapçı dostum oldu. Üniversitelerden doktora tezlerini yazmak için kitaplığımdan faydalanmak amacıyla gelenler var ve bu beni çok sevindiriyor. ‘Hatıra Kutusu’ başlığı altında yazdığınız yazılarda, hep, ‘güzel’in içinde duran bir çocuk ve bu çocuğun arkasına dizilmiş bir ‘iyilik’ gözlemleniyor. Selim Gündüzalp için çocuk nedir? Çocuk varılan/varılacak bir cennet midir, yoksa bitmemiş, kurulması gereken bir şey midir? Bir çocuğa baba olmayışınızın, çocuğa yaklaşımınızla ilgisi var mı? Bence bir çocuğun babası olmak çok kolay bir şey. Zamanla ona alışabilirsiniz ama bütün çocukların babası olmak çok zor bir şey. Allah bu hazzı da isteyene tattırıyor. Ben küçükken de böyleydim. Şimdi çok sevdiğim avukat bir kardeşim var asker çocuğuydu. Onu o kadar çok severdim ki yaz tatilinde o gelecek onun elinden tutucam bakkala götürüp istediklerimi alıcam diye 5 ay para biriktirirdim. Nihat’cığım geçmiş bizi yine geçmemişe götürdü. Çocukluğumuzu satın almak için ise ne Affan dedemiz var ne de paramız. Yaşasın hafızamız. Hayatı cazip kılan yönlerden biri de bu olsa gerek. Onun için Cahit Sıtkı, Ziya Osman Saba, Behçet Necatigil ruhuma dokunan şairlerdir. Çocukluğu yıllar sonra hatırlamak ve düşünmek de ne güzel. Hz. Peygamber, “Çocuklarınızın hatırı için çocuklaşın” diyor ya, ukalalık olmasın ama insanlar hayatlarından çocukluğun izlerini silmişler, sürgün etmişler o yılları... Hz. Peygamberi düşünebiliyor musunuz, sırtında Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i taşıyor, atları olmuş onların. Namaz kılarken ağlayan çocuğu kucağına alan, hutbe okurken mescide giren Hz. Hasan’ı inip yanına alan. Çocuk ilk ve son şanstır bu dünyada, onlar hayatın tekrarını ilan ederler. Cenneti yaşatırlar bize. Ama bu güzel dünyayı bozmadan, tırpan atmadan sığınacak limanları ve mekanları da tez elden hazırlamamız gerek. Bu yangından önce çocuklar kurtarılmalı, cennet çocuklarına yakışan cennet mekanlar hazırlamalıyız. Yayıncılık sevdanız; ‘iyi’ ve ‘doğru’ olduğuna inandığınız değerlerin, hayata kurucu öğeler olarak katılması adına seçtiğiniz hayat şekli, sizi edebiyat öğretmenliğinden istifa ettirdiği gibi, ortalama bir insanın içine girdiği süreçten de etmiş: Evli değilsiniz... Bu nasıl bir şeydir? Bir anlamda kendinden vazgeçmek olan bu şeyin insana verdiği doygunluk nedir? Dostoyevski, ‘Hayat; kendisini başkasına feda edenlerle, kendisinden vazgeçenlerle güzelleşecektir.’ diyordu. Siz ne dersiniz? Sorunuzun içinde cevabı vermiş oluyorsunuz, sağolun. Aynen katılıyorum. Ama ne kadarını gerçekleştirebiliriz bilmiyorum. Edebiyat öğretmeni, bir anlamda edebiyatı öğretir, onu yaşamaya fırsat bulmaz. Öğretmenlikten ayrılışınızda, edebiyatı öğretmekten çok onu yaşama, yaşadığınızı paylaşma gibi bir istek mi etkili oldu? Edebiyat sizin için nedir? Edebiyat öğretmenliğini, basketbol gibi eski bir sevdamdır, üzülerek erteledim. Lisede Mustafa Ateş gibi öyle bir edebiyat öğretmeninin elinden geçtim ki onun anlattıkları hep üzerimde etkili olmuştur. Öğretmenlik mesleğinin ulviliğine, yüceliğine bu yüce insanda şahit oldum. Parayla, pulla satın alınamayacak kadar zengin insanlardı bunlar. Bırakın maaş almayı, üstüne bir o kadar para vererek bu işi meccanen yapacak insanlardı onlar. Edebiyat dersi bir hayat dersi idi, okulu asanlar bile bilardo oynarken bir yandan Mustafa Ateş Bey’in dersine yetişmek için saat kollarlardı. Rahmetle anıyorum. Hayatını yazmayı isterim, hatıraları pek çok. Geçenlerde Toktamış Ateş Bey’le rahmetli amcasının hatıralarını yadedip kucaklaştık. Hayata anlam katan, bir saniye sonrasında bile aynı insan olarak karşımıza çıkmayan, bu kadar yenilenen, kendini tez zamanda yenileyen insanlara şiddetle ihtiyaç var. Mithat Cemal Kuntay’ın Mehmet Akif için dediği gibi: Kuntay, Akif’in üzerindeki etkisini kastederek “İnsanlar okullardan değil öğretmenlerden çıkar” demiştir. Okul bir yana öğretmen bir yana. Biz de M. Ateş Beyin damgasını taşıyoruz. Eski bir edebiyat öğretmeni olarak bu camiaya daha vefa borcumu ödemiş değilim, ödediğimi sanmıyorum. Yayın yoluyla yapmam gereken çok şeyin olduğuna inanıyorum. Şimdi bunun için de bir takım hazırlıklar var. Öyküler serisi ve özellikle Deyimler ve Öyküleri bunun öncüsü sayılabilir. Edebiyat edep kökünden geldiğine göre bu çizgi içinde, okuyucuya saygısı olan her yazar gibi, kalmak gerektiğine inanıyorum. Son zamanda her şeyin üzerine çirkin gölgeler düştü ne yazık ki. Edebiyat ta çok kirlendi. Hz. Peygamber, iyiye mi kötüye mi işaret eder bilmiyorum ama, ahirzaman alametlerinden biri olarak kalem erbabının çoğalacağını zikreder. Sanırım Zafer okuyucularının zevkle ve merakla okuyacakları bir söyleşi oldu. Olduysa senin sayende Nihat’cığım. Bu arada çocuklardan çok bahsettik ama Uğurböceği’nden hiç bahsetmedik. Çocuklarla ilgili sorularına cevap verirken bahsetmek niyetim vardı unuttum. Zafer YayınGrubu’nun bünyesinde artık bir çocuk yayınevi de var. Bu benim yirmibeş yıllık hayalimdi. Bu sene nasip oldu. Kitap sayımız şimdiden 15’i buldu. Hedefimiz bu sayıyı kat kat artırmak ve bir çocuk dergisi çıkartmak.

Sponsorlu Bağlantılar
Kaynak:
Son düzenleyen ahmetseydi; 6 Haziran 2016 02:15
_AERYU_ - avatarı
_AERYU_
Ziyaretçi
11 Kasım 2012       Mesaj #2
_AERYU_ - avatarı
Ziyaretçi
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
Selim Gündüzalp ismini, üniversite öğrenciliğimin ilk yıllarında, Ölüm Son Değildir isimli kitapla, yine Zafer dergisinde ‘ölüm’ başlığı altında yayınlanan yazılarla tanıdım. Hem kitabınız, hem de o dönemdeki yazılarınız, ölümün yüzünde var olduğu söylenen kara peçeyi indiriyordu. Hayatın içinde kendinizce olanı yaşarken ve hayat okumalarınızı sürdürürken, yüzünüzü ölüme çeviren şey neydi? ‘Şey’ evet, o ‘şey’ bir çok şeylerin toplamı bir ‘şey’ idi. Köy gibi bir sokak, herkesin birbirini tanıdığı, kutu kutu evler, herkesin birbiriyle ilişkisini sürdürdüğü bir ortamda geçti çocukluğum. Çok sevdiğim o insanların birer ikişer yavaş yavaş hayatımdan çekilip alınmaları, ölüme karşı yaşadığım ilk tecrübelerdi, şimdi hatırladığım hayal meyal şeyler ardından. Onlar için düşünebildiğim en iyi yer herhalde Cennet olmalıydı ki, bu teselli ve temenninin, acılarımı biraz da olsa dindirdiğini hissederdim. Ölüm gerçeği hayatta kapınızı bir kere çalmıyor. Şu anda bu soruların cevabını vermeye çalışırken bile aynı atmosferin, aynı cazibenin içindeyim diyebilirim. Gerçeğe yaklaşmak, sanal bir hayattan çıkıp en samimi yanınıza dokunmak gibi bir şey olsa gerek ölümle yüzleşmek. O ölenlerle sizde ölüyordunuz. Kendi akıbetinizi görüyordunuz belki. Ölümün kolları çok geniş tabi, hayatın her zerresini sarmalıyor. Öyle veya böyle suyunu içtiğin, sıktığın, mıncıkladığın bu hayattan gitmek istemiyor insan, ölümle problemimiz de burada başlıyor işte. Ya onu kabullenecek doğru reçete ve çareler arayacaksınız veya ‘boş ver canım’ diyeceksiniz. Akıl ve şuur açık kaldığı müddetçe bu mümkün değil. Başkalarının ölümü kendi ölümümden önce babaanneminkini hatırlatıyordu bana. Ben çocuktum ya, o da yaşlıydı. Çok severdim. Hem yaşlıydı hem de hasta. Ölüme yakın duruşuyla ürpertirdi beni. Allah’ım ne olur yaşasın bu insan derdim. Ama pek yakında öleceğini biliyordum. Otoriter bir insandı. Çok kapışırdık. 20 yaşlarında basketbol oynadığım yıllarda İstanbul’a transfer olduğum takımın misafirhanesinde kalıyordum. Zaman zaman sahile inerdim. Onu özlerdim, en çok onu özlerdim. Hatta bu hasreti dile getiren şiirler yazdığımı hatırlıyorum. O yaşlarda insan sevgilisi için şiir yazar değil mi? Ben babaannem için yazıyordum. İşe bak! Bir gün akşam üstü ölüm haberini aldım. Kurban bayramının son günüydü. 1975. Onunla beraber ben de öldüm. O sırada Risalelerle tanıştım. Onuncu Söz, Haşir Risalesi yardıma yetişti. Altı ay boyunca ne yedim ne içtim hatırlamıyorum. Hiç durmaksızın bir an unutmaksızın 80 gün ciddi ciddi ölümü sorguladım, okudum. Hayat bitti dediği yerde bu ölümle doğdum ve bir şeyler yazmaya başladım. Zafer’de o aylarda çıkmaya başlamıştı. Modern algı, ‘hayat’ ve ‘ölüm’ü birbirine karşıt iki şey gibi okuyor ve konumlandırıyor. Hayat ve ölüm, düşman iki şey mi? Bu algılayanın inancına ait bir bakıştır. Ölüm subjektif bir olgu değil ki. Zaten önemli bir problem de ölümü bireyselleştirip, biyolojik bir son olmakla sınırlayarak ruhu tesellisiz, şefkatsiz bir hâlde bırakmak ve inletmektir. Aklın ve kalbin beslenme pınarları ne kadar berraksa da bu konuda aklı aşan gerçekler olduğunu kabullenmek gerekiyor. İşte ruhumuz bu gerçeklerin peşindedir hep. Dikkat edilirse, kalbin kabulde zorlanmadığı bu gerçek bir ırmağın denizine ulaşma çabası kadar bir fıtrilik, yalınlık taşır. Ahmet Hamdi Tanpınar öyle diyor: “Her şey payına düşeni alır bu yağmada; rüzgar sesimizi, güneş gölgemizi ve akıl gerili kalır yıldızların ağında.” Aklı aşmak, kalbe yaklaşmakla mümkündür. Çünkü kalp ötelerin ötesinden haber verir. Ölümün hayatla bir problemi yok ki. Gide gide ölüme de varıyor değil insan, ölüme beraber gidiyor hayatla. Siz ve gölgeniz gibi. Ama ışıktan, nurdan, pırıltıdan yoksun kopkoyu bir gölgelikte yaşayanlar nasıl gölgelerini göremezler ise hayatın bu karanlık ormanında ölümün izi de, gölgesi de görülmez olmuş. Bediüzzaman, “ Ölümü veren de O’dur” diyor. Buradaki “veren” tabirine bir nebze dikkat gerek. Hayatı almak yerine ölümü vermek tabiri kullanılıyor. Verme, yani ihsan ve ikram olarak verme… Allah, bize hiç yoktan bir hayat vermiş, kediler aleminde fare yapmamış, bir tutam ot etmemiş. Böylesine güzel bir hayatı veren o güzeller güzeli Rab, Rahman elbette bu hayatta daha da güzelini vermek istiyor. Onun yolu da ölümden geçiyor. Yaratan, hayatı ölümsüzleştirmek için, onu çoğaltmak için ölümü veriyor. Ölüme karşı anlamsız direnişin hiçbir faydası yok. Tabi ölümü kabul etmek ayrı şey ölümün ne istediğini bilerek hazırlanmak başka şey. Ölümün hayatın içersinde zaman zaman flaşlar çakması belki de bu önemli gayeyi hatırlatmak içindir. Ve bir de şu var: Hayat güzelse ölüm haydi haydi güzeldir. Ama bunu da yaşantımız ve ölüme hazırlığımız tayin edecek.. Miguel de Unamuno, insanın hep var olmak isteğini geçersiz kıldığı için, ölümü; ‘yaşamın trajik duygusu’ olarak tanımlar. Said Nursi ise, insanın ebediyet arzusuna işaret ederek, sırf bu arzunun bile, ölümü trajik olmaktan çıkarıp onu başka bir âlemin giriş kapısı kılmaya yettiğini söyler. İlki ölümü kahır verici bir çaresizlik olarak okurken, ikincisi onu bir imkân olarak değerlendirir. Sezai Karakoç da, ölüme sırt dönen bir algının vahşi uygarlıklar kuracağını belirtir. Ölüm nasıl oluyor da ‘iyileştirici’ bir işlev görüyor? Her şeyi ‘sonlandıran’ bir şey olan ölüm, ‘iyi olanı’ nasıl var kılabiliyor? Şimdi burada önemli bir şeye dikkat çekmek istiyorum. Bu güzel sorunuz için de ayrıca teşekkür ediyorum. Akli ve nakli deliller bir yana, bir başka alemin varlığına Bediüzzaman Risalelerde psikolojik deliller sunuyor. Kısaca bir örnek vereyim; Midenin varlığı bütün nimetlerin varlığına ve onların mide için yaratıldığına bir delil oluyor. Burada bir problem yok. Madem ki bir midemiz var ve acıkıyoruz, o halde yiyebileceğimiz nimetlerin de yaratılmış olması gerekiyor. Bu şunu da gösteriyor: Midemizi ve açlık hissimizi kim yaratmışsa nimetleri de yaratan odur. Aksi halde iş içinden çıkılmaz bir hal alırdı. O halde burdan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz: Midenin ihtiyacını nimetler olarak veren, ruhun ihtiyacını da ebedilik olarak verecektir, çünkü ruhumuzdaki o şiddetli ebediyet isteği bunu gösteriyor. Küçücük midenin ihtiyacını dünya kadar nimetle doyuran Zat (c.c.), ruh midesinin ihtiyacını da ebedi bir hayatla verecektir. Şimdi buna bir itiraz yöneltilebilir. “Siz inancınız doğrultusunda böyle düşünüyorsunuz” diyebilirler. İnansın inanmasın, bu ölümsüzlük duygusu, ebedilik hissi her insanda var. Bir ferde mahsus değil. Onu da Bediüzzaman şöyle ifade ediyor. “Zati bir hasse bir fertte bulunsa umumunda olduğuna hükmedilir.” Bir insanda kalp varsa umum insanlarda da olduğuna hükmedilir. Tek tek açıp bakmaya çalışmazsınız. Aynen bunun gibi ebediyet duygusu bütün insanlarda ortaktır. Bu duyguyu şöyle veya böyle hafife alarak geçiştirmek yerine insana ve hayata kıymet verenlerin bu sırrın izini sürmeleri gerektiğini düşünüyorum. Hiç kimse, bir yaprağın düşüşüne, bir saç telinin beyazlaşmasına, bir güneşin batmasına, hayatının göz önünden kayışına ve batışına ilgisiz kalamaz, kalmamalı.Biliyoruz ki, gözümüzü kapamamız gece olduğu anlamına gelmez. Bir trene binmişiz, bir tünelden geçeceğiz ve tünelin ardı daha aydınlık. Ahirete inanmayanlar tüneli trenin içersine sokmağa çalışıyorlar. Böylesine bir duyguyla dolu bu kadar insan (bugüne kadar dünyaya 80 milyar insan geldiği söyleniyor) bu tünele sığmazlar. Kabir, bir tüneldir. Ölümle geçilecektir. Işığın ışığı, güneşler güneşi tünelin,yani kabrin ötesinde. Bu hayatın gayesi sadece hayatın kendisi olamaz. Bunun içindir ki en küçük bir hareketin, davranışın karşılığı olmalı. Hayatı yalnız hayat için yaşamak hayatı küçültüyor. Bu hayatın bir gayesi olduğu ve o gayenin bu hayatla sınırlı olmadığına inanılarak atılan her adım ölümsüzlüğe atılan bir adım, sonsuz bir adım oluyor. Yapılan küçük bir iyilik, sonsuz bir iyilik oluyor. İşte bunun içindir ki ölüm iyileştirici bir işlev görüyor. Herşeyi sonlandırmasına rağmen iyi olanı sonsuz var kılabiliyor. Unomuno’nun, “Sis” adlı eserinde ölümü her ne kadar vazgeçilmez bir son olarak görse de yumuşadığı, teslim olduğu, ifade değiştirdiği yerlerde özellikle kader konusunda çok isabetli görüşleri var. Son zamanlarda ‘Hatıra Kutusu’ başlığı altında yazılar yazıyorsunuz. Bunu neye bağlayacağız? Yaşanmışlığınızda birikenleri (deneyimlerinizi) paylaşmak isteği mi bu? İhtiyarladığınızı mı düşünüyorsunuz? ‘Ölüm’den sonra, bu sefer yüzünüzü ‘geçmiş’e çeviren ne oldu? Tam net değil belki hepsi bir arada. Ama son zamanlarda çok şiddetli bir yazma arzusu yaşadım. Buna eskiden engel oluyordum. Şimdi artık dizginleyemiyorum. Arif Nihat Asya’nın tabiriyle “ilhamın döktürür satırlar, sen yazmak iste yazdırırlar”. Asla bir yazar olarak görmedim, göremedim kendimi. Bu kadar üstad ve usta kalemlerin önünde diz çökünce yazmakta zorlanıyor insan. Neyi yazacaksınız, neden, niçin yazacaksınız? Her soru ciddi bir cevap bekliyor. Okuyucuyu aldatmak, boş şeylerle uğraştırmak istemedim hiçbir zaman. Hatta ölümle ilgili yazıları yazarken bile yazar olmadığımı, sadece yazmaya heveslendiğimi daha çok sohbet insanı olduğumu ifade etmişimdir hep. Ama bir vefa borcu vardı. Ödemek gerekiyordu. Millet denize girerken çanta dolusu kitabı okuyup sahilden ayağımı bile ıslatmadan eve döndüğümü hatırlarım. Bunlar bir süreç, bir hazırlık elbette ama ne için? Bunu ilerde kader gösterecek. Mesela size, sizin gibi kalem erbabına imreniyorum. Bende yok sizde var diye teselli buluyorum. Hatıra Kutusu’na gelince, onda şöyle ince bir mesele var. Yaşanan her şey kıymetlidir. Madem ki yaşamışız. Bu yazılar, yaşadıklarını hatırlanmaya değer bulmayanlara aslında ne kadar yanılgı içinde olduklarını göstermek için de yazıldı, yazılıyor. Şuna inanıyorum: Yaşadığımız hiçbir şeyi değersiz görmeye hakkımız yok, öyle ya da böyle ne ve nasıl yaşamışsak, başımızdan neler geçmişse hepsinin bir anlamı var ve hatırlanmaya değer. Bu hakikati benim dünyama taşıyan ve hafızamın derinliklerine gömülmüş ve belki de orada keyifli bir sabırla demlenen hatıraları gün yüzüne çıkaran şey, ilginçtir küçük yeğenlerimle yaptığım sohbetler oldu. Geleceğin temsilcileri geçmişi(mi) kışkırttılar. Böylece unutulmuş birçok hatıra yazıya dönüştü, dönüşüyor. Çocukların merakı ve hafızanın vefakarlığı Allah’ın rahmeti altında birleşince bu zevkli seyahatler yaşanıyor işte... Marifet- iltifat meselesi. Marifet iltifata tabidir. Müşterisiz mal zaildir... İtiraf edeyim ki, Hatıra Kutusu’nu araştırmak şimdilik ölümü yazmaktan daha kolay geliyor. Bu üslubun inşallah dualarınızla açılacağına inanıyorum. Gizli bir duam var, aşikar bir amin çekmenizi isterim bu dua için. Hazinesi sonsuz olandan istiyorum. Ne yapalım “iste haktan verir yoktan”. Ölümden yüzümü çevirmiş değilim, bu benim ilk ve son göz ağrım olacak. Çünki demlenmesini beklediğim ve başkalarından beklediğim pek çok proje var bu konuda. Münasip ise nasip olsun inşaallah. Kitaplığınızı incelediğimde şaşırmıştım. Türkiye’nin şurasına burasına dökülmüş, geçmişe dair ne kadar anı, hatıra ve yarına taşınmasına inandığınız değer varsa, hepsini yaşadığınız mekâna topluyorsunuz. ‘Geçmiş’ sizin için neyin karşılığıdır? Evet sizin de bahsettiğiniz gibi fotoğraflardan, kitaplardan kartpostallara kadar belki 70 bin kitap var elimde. Hatta bir kibrit kutusu kolleksiyonum bile var. Her sene yaklaşık 5000 kitap ekleniyor bu hazineye. Çok özel ve harika bir kütüphane oluştu, bu bir rüyaydı benim için. Çocukluğumda, Pazar sabahları herkesten önce yataktan uyanır yarım saat, 1 saat boyunca deli gibi okuduğum daha doğrusu resimlerine bakarak olay örgülerini çözdüğüm texsas, zagor, teks, ten ten, redkid, tommiks, kid taylor, kınova vs. gibi çizgi roman kitaplarını itinayla odanın bir köşesine istiflerdim ve Allah’tan kitap dolusu odalar isterdim. İnsan küçüklüğünde neyi hayal ederse ileride ona ulaşır. 68 yılından beri kitap yakamı bırakmadı, iyi ki bırakmadı. Bu işin delisi, kara sevdalısı olacak insanlara ihtiyaç var. Avrupa’da birkaç yerde rastladığım eşsiz bir kütüphane modeli var hayalimde. İnşaallah bir gün gerçekleşir halkın da istifadesine sunulur. Kitap almak için Malatya, Bursa, İzmir demeden her yere koştum. Yüzlerce kitapçı dostum oldu. Üniversitelerden doktora tezlerini yazmak için kitaplığımdan faydalanmak amacıyla gelenler var ve bu beni çok sevindiriyor. ‘Hatıra Kutusu’ başlığı altında yazdığınız yazılarda, hep, ‘güzel’in içinde duran bir çocuk ve bu çocuğun arkasına dizilmiş bir ‘iyilik’ gözlemleniyor. Selim Gündüzalp için çocuk nedir? Çocuk varılan/varılacak bir cennet midir, yoksa bitmemiş, kurulması gereken bir şey midir? Bir çocuğa baba olmayışınızın, çocuğa yaklaşımınızla ilgisi var mı? Bence bir çocuğun babası olmak çok kolay bir şey. Zamanla ona alışabilirsiniz ama bütün çocukların babası olmak çok zor bir şey. Allah bu hazzı da isteyene tattırıyor. Ben küçükken de böyleydim. Şimdi çok sevdiğim avukat bir kardeşim var asker çocuğuydu. Onu o kadar çok severdim ki yaz tatilinde o gelecek onun elinden tutucam bakkala götürüp istediklerimi alıcam diye 5 ay para biriktirirdim. Nihat’cığım geçmiş bizi yine geçmemişe götürdü. Çocukluğumuzu satın almak için ise ne Affan dedemiz var ne de paramız. Yaşasın hafızamız. Hayatı cazip kılan yönlerden biri de bu olsa gerek. Onun için Cahit Sıtkı, Ziya Osman Saba, Behçet Necatigil ruhuma dokunan şairlerdir. Çocukluğu yıllar sonra hatırlamak ve düşünmek de ne güzel. Hz. Peygamber, “Çocuklarınızın hatırı için çocuklaşın” diyor ya, ukalalık olmasın ama insanlar hayatlarından çocukluğun izlerini silmişler, sürgün etmişler o yılları... Hz. Peygamberi düşünebiliyor musunuz, sırtında Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i taşıyor, atları olmuş onların. Namaz kılarken ağlayan çocuğu kucağına alan, hutbe okurken mescide giren Hz. Hasan’ı inip yanına alan. Çocuk ilk ve son şanstır bu dünyada, onlar hayatın tekrarını ilan ederler. Cenneti yaşatırlar bize. Ama bu güzel dünyayı bozmadan, tırpan atmadan sığınacak limanları ve mekanları da tez elden hazırlamamız gerek. Bu yangından önce çocuklar kurtarılmalı, cennet çocuklarına yakışan cennet mekanlar hazırlamalıyız. Yayıncılık sevdanız; ‘iyi’ ve ‘doğru’ olduğuna inandığınız değerlerin, hayata kurucu öğeler olarak katılması adına seçtiğiniz hayat şekli, sizi edebiyat öğretmenliğinden istifa ettirdiği gibi, ortalama bir insanın içine girdiği süreçten de etmiş: Evli değilsiniz... Bu nasıl bir şeydir? Bir anlamda kendinden vazgeçmek olan bu şeyin insana verdiği doygunluk nedir? Dostoyevski, ‘Hayat; kendisini başkasına feda edenlerle, kendisinden vazgeçenlerle güzelleşecektir.’ diyordu. Siz ne dersiniz? Sorunuzun içinde cevabı vermiş oluyorsunuz, sağolun. Aynen katılıyorum. Ama ne kadarını gerçekleştirebiliriz bilmiyorum. Edebiyat öğretmeni, bir anlamda edebiyatı öğretir, onu yaşamaya fırsat bulmaz. Öğretmenlikten ayrılışınızda, edebiyatı öğretmekten çok onu yaşama, yaşadığınızı paylaşma gibi bir istek mi etkili oldu? Edebiyat sizin için nedir? Edebiyat öğretmenliğini, basketbol gibi eski bir sevdamdır, üzülerek erteledim. Lisede Mustafa Ateş gibi öyle bir edebiyat öğretmeninin elinden geçtim ki onun anlattıkları hep üzerimde etkili olmuştur. Öğretmenlik mesleğinin ulviliğine, yüceliğine bu yüce insanda şahit oldum. Parayla, pulla satın alınamayacak kadar zengin insanlardı bunlar. Bırakın maaş almayı, üstüne bir o kadar para vererek bu işi meccanen yapacak insanlardı onlar. Edebiyat dersi bir hayat dersi idi, okulu asanlar bile bilardo oynarken bir yandan Mustafa Ateş Bey’in dersine yetişmek için saat kollarlardı. Rahmetle anıyorum. Hayatını yazmayı isterim, hatıraları pek çok. Geçenlerde Toktamış Ateş Bey’le rahmetli amcasının hatıralarını yadedip kucaklaştık. Hayata anlam katan, bir saniye sonrasında bile aynı insan olarak karşımıza çıkmayan, bu kadar yenilenen, kendini tez zamanda yenileyen insanlara şiddetle ihtiyaç var. Mithat Cemal Kuntay’ın Mehmet Akif için dediği gibi: Kuntay, Akif’in üzerindeki etkisini kastederek “İnsanlar okullardan değil öğretmenlerden çıkar” demiştir. Okul bir yana öğretmen bir yana. Biz de M. Ateş Beyin damgasını taşıyoruz. Eski bir edebiyat öğretmeni olarak bu camiaya daha vefa borcumu ödemiş değilim, ödediğimi sanmıyorum. Yayın yoluyla yapmam gereken çok şeyin olduğuna inanıyorum. Şimdi bunun için de bir takım hazırlıklar var. Öyküler serisi ve özellikle Deyimler ve Öyküleri bunun öncüsü sayılabilir. Edebiyat edep kökünden geldiğine göre bu çizgi içinde, okuyucuya saygısı olan her yazar gibi, kalmak gerektiğine inanıyorum. Son zamanda her şeyin üzerine çirkin gölgeler düştü ne yazık ki. Edebiyat ta çok kirlendi. Hz. Peygamber, iyiye mi kötüye mi işaret eder bilmiyorum ama, ahirzaman alametlerinden biri olarak kalem erbabının çoğalacağını zikreder. Sanırım Zafer okuyucularının zevkle ve merakla okuyacakları bir söyleşi oldu. Olduysa senin sayende Nihat’cığım. Bu arada çocuklardan çok bahsettik ama Uğurböceği’nden hiç bahsetmedik. Çocuklarla ilgili sorularına cevap verirken bahsetmek niyetim vardı unuttum. Zafer YayınGrubu’nun bünyesinde artık bir çocuk yayınevi de var. Bu benim yirmibeş yıllık hayalimdi. Bu sene nasip oldu. Kitap sayımız şimdiden 15’i buldu. Hedefimiz bu sayıyı kat kat artırmak ve bir çocuk dergisi çıkartmak.

Sponsorlu Bağlantılar
Kaynak:

Benzer Konular

9 Nisan 2016 / Misafir Cevaplanmış
15 Mart 2010 / Ziyaretçi Soru-Cevap