Arama

Misyoner ve Misyonerlik

Güncelleme: 12 Ekim 2018 Gösterim: 18.390 Cevap: 6
HerHangiBiri - avatarı
HerHangiBiri
Ziyaretçi
13 Kasım 2005       Mesaj #1
HerHangiBiri - avatarı
Ziyaretçi

MİSYONERLİK

Ad:  missioner-1.jpg
Gösterim: 1909
Boyut:  28.3 KB

Hıristiyanlığı yaymaya yönelik örgütlü çalışma.
Sponsorlu Bağlantılar

Hıristiyanlığın ilk ve en büyük misyoneri sayılan Aziz Paulus, Anadolu’nun büyük bölümüyle en önemli Yunan kentlerine Hıristiyanlığı ulaştırdı, Roma’da da etkinlik gösterdi. Paulus ile öteki misyonerlerin çabasıyla yeni din, Roma İmparatorluğu’nun ticaret yolları üzerindeki büyük kentlerde hızla yayıldı. I. Constantinus (Büyük) döneminde (306-337) Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı kesimlerinin her köşesine yayıldı. 500 dolaylarında, Hıristiyanlık öncesi dinler varlığını korumakla birlikte Roma İmparatorluğu sınırları içinde yaşayanların çoğu Hıristiyandı. Bu dönemde misyonerlik çalışmaları imparatorluğun sınırlarını aşmaya başladı.

Roma İmparatorluğumla özdeşleşen Hıristiyanlığın yayılması, 500’lerden sonra imparatorluğun parçalanma sürecine girişiyle birlikte yavaşladı. 7. ve 8. yüzyıllardaki Arap yayılması sonucunda, Hıristiyanların elindeki toprakların yaklaşık yarısı Müslüman oldu. Bu dönemde Kelt ve İngiliz misyonerleri Hıristiyanlığı Avrupa’nın kuzeyinde ve batısında yaymaya çalışırken, Konstantinopolis’teki (İstanbul) Rum Kilisesi’ne bağlı misyonerler de Doğu Avrupa ve Rusya’da etkinlik gösterdiler. 950-1350 arasında tüm Avrupa ve Rusya Hıristiyanlığı benimsedi. Müslüman halkların yaşadığı yörelerde de başlatılan misyonerlik çalışmaları Uzakdoğu’ya kadar uzandı. Hıristiyanlık 1350-1500 arasında büyük ölçüde sarsıldı. Bizans İmparatorluğu’nun yıkılması, Ortodoks kiliselerinin gerilemesine yol açtı.

Avrupa’daki veba salgınında ölen yüzlerce misyonerin de yeri doldurulamadı.
Trento Konsili’yle (1545-63) birlikte yeniden düzenlenen ve canlılık kazanan Katolik Kilisesi İspanya, Portekiz ve Fransa’nın yeni bulduğu ve ele geçirdiği topraklara misyonerler gönderdi. Böylece Örta ve Güney Amerika ile Antiller ve Filipinler Hıristiyan oldu. Cizvit misyonerler Japonya, Çin ve Hindistan’da misyonlar kurdu. Bu çalışmalara 1622’de Roma’da kurulan İman Yayma Cemaati yön veriyordu. 1750- 1815 arasında Hıristiyanlığın yayılmasında yeni bir duraklama oldu. Misyonerliğe duyulan ilgi zayıfladı, Hıristiyan imparatorluklar dağıldı, Cizvit tarikatı kapatıldı. Daha sonra Katolik Kilisesi misyonerliği yeniden canlandırdı. Asya ve Afrika ile dünyanın çeşitli ülkelerinde yerli din adamları ve piskoposlar misyonerlikle görevlendirildi. II. Vatikan Konsili’nin (1962-65), misyonerliğin yalnızca Hıristiyan olmayanlara yöneltilmesi kararı bu yöndeki çalışmalara yeni bir doğrultu getirdi. Başka halkları Hıristiyanlaştırma amacı gizlenmemekle birlikte, artık ana yaklaşım diyalog olacaktı.

Kişisel imanı ve kutsal metinlerin bağlayıcılığını vurgulayan Protestan kiliseleri, dış ülkelerde misyon kurmaya daha geç başladı. Ama Protestan ülkeler 16. ve 19. yüzyıllarda yeni sömürgeler edinince, misyonerlik çalışmalarında öne geçtiler. Protestan misyonerliği 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında büyük bir yükseliş göstererek yeni örgütler oluşturdu. Bunların çoğu, resmî olmayan gönüllü kuruluşlardı. Ayrıca çeşitli cemaatler de misyonerlik örgütleri kurdular. Bu değişik gruplar başlangıçta birbirlerine karşı rekabetçi ve yıkıcı bir tutum içindeydiler. Daha sonra gelişen işbirliği anlayışı, ekumenik hareketin doğuşunu sağladı. 20. yüzyıl ortalarında bağımsızlık kazanan sömürgelerde kurulan yeni devletler, misyonerlik çalışmalarını sıkı bir denetim altına aldılar ya da Hıristiyanlık propagandasını yasaklayarak yalnızca eğitim ve sağlık alanlarındaki misyonerlik çalışmalarına izin verdiler.
kaynak: Ana Britannica

Son düzenleyen Safi; 12 Ekim 2018 19:52
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
5 Ekim 2006       Mesaj #2
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın

MİSYONERLİK VE HIRİSTİYAN MİSYONERLER


Latince missio teriminden gelmekte olan “misyon”, sözlük anlamı itibarıyla görev, yetki, bundan türetilmiş olan misyoner terimi ise “görevli olan kişi” anlamlarına gelmektedir. Ancak Hıristiyan geleneğinde misyoner ifadesi, bir kavram olarak, resmi kilise teşkilatı ya da herhangi bir Hıristiyan cemaat tarafından Hıristiyan mesajını ve dinini yaymak amacıyla özel olarak yetiştirilen ve bu çerçevede özellikle Hıristiyanlık dışı toplumlarda görevlendirilen kişi anlamına gelmektedir. Böylesi kişilerin oluşturduğu harekete ise misyonerlik adı verilmektedir.
Sponsorlu Bağlantılar
Misyon ve misyonerlikle yakından ilgili olarak kullanılan diğer çeşitli terim ve kavramlar da bulunmaktadır. Bunlar arasında evangelizm ve evangelizasyon, Hıristiyan mesajının insanlara ulaştırılmasını hedefleyen anlayışı ifade ederken, christanization ve conversion, diğer insanları Hıristiyanlaştırma ya da Hıristiyan inancına ihtida ettirme bağlamında kullanılmaktadır. Bunlardan başka Hıristiyan mesajına şahitlik (witness), mesajın ilanı (proclamation) ve martyria (şehadet) gibi kavramlar da misyonla ilişkili olarak kullanılmaktadır.

Dinsel Öğretilerin Tebliği ve Misyonerlik

Evrensel mesajlar içeren her inanç sistemi, öğretileri arasında, temsil ettiği mesajın diğer insanlara –ya da ötekilere-iletilmesine yer verir ve çoğunlukla bunu din bağlılarının yapmaları gereken bir görev olarak kabul eder. Örneğin Kur’an’da, bu çerçevede, insanlara iyiliği emredecek/öğretecek, hayra çağıracak ve onları kötülükten sakındıracak bir grubun her zaman bulunmasının önemi vurgulanır (Ali İmran 104); ayrıca dinin insanlara tebliğ edilmesinin gerekliliği üzerinde durulur (Tevbe 122; Nahl 125) ve peygambere hitaben “Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan onun mesajını duyurmamış olursun. Allah seni insanlardan korur...” (Maide 67) denilir. Bu bağlamda zaman zaman “ey insanlar” diye başlayan ifadelerle, Kur’an mesajının bütün insanlığa yönelik olduğuna işaret edilir (örneğin bkn. Nisa 170, 174; Hac 49; Bakara 21, 168). Benzer şekilde diğer evrensel dinlerde de dinin öğretilerinin insanlara ilan edilmesi ve yayılması üzerinde önemle durulur. Nitekim gerek MÖ 6. yy’da yaşayan Buddha gerekse MS 3. yy’da yaşayan Mani, savunduğu öğretileri diğer insanlara tebliğ etmeleri için öğrencilerini çeşitli bölgelere göndermişlerdir. Örneğin Buddha, öğretilerine kulak vererek aydınlanan öğrencilerini şu sözlerle Dhamma’nın yayılması misyonuyla civar bölgelere göndermiştir: “Keşişler! Halkların takdisi, mutluluğu, dünyaya merhamet, tanrıların ve insanların refah, mutluluk ve takdisi için yola çıkın” (Vinaya Piteka 1.21).1 Öğrencilerini misyon göreviyle çeşitli yörelere gönderen Mani’nin bizzat kendisinin de inanç sistemini yaymak amacıyla Hindistan’a ve Batı Çin’e seyahatler düzenlediği bilinmektedir.2 Aynı şekilde Hinduizmin birçok modern yorumunda da dinsel öğretilerin tüm insanlara ilan edilmesi oldukça önemli bir görev olarak kabul edilir.
Kabul edilen dinsel öğretilerin öteki olarak değerlendirilen diğer insanlara ilan edilmesine ya da tebliğine, dinsel inancı yalnızca bir ulusa, klana, kabileye ya da doğuştan seçilmiş bir halka ait gören milli dinler, kabile ya da klan dinleri ve komün toplum anlayışını temel edinen sır dinleri (ve bazı Gnostik dinler) yer vermezler. Ortodoks Yahudilik, çeşitli kabile dinleri, Sâbiîlik gibi inanç sistemleri bu şekilde dinsel inanç ve öğretilerini başka insanlara yayma veya onları da kendi dinlerinin müntesibi yapma düşüncesini taşımazlar.
Peki her dini tebliğ etme veya başka insanlara yayma isteği misyonerlik olarak değerlendirilebilir mi? Ya da her evrensel dinde misyonerlik kurumuna yer verilir mi?
Yukarıda vurguladığımız gibi, evrensel mesajlar taşıyan her inanç sistemi, öğretilerini bütün insanlara yayma isteğine sahip olmakla, hatta bunu, inananlar açısından bir görev addetmekle birlikte, diğer dinsel geleneklerin tebliğ faaliyetlerinin, Hıristiyan kültürü ve geleneğiyle özdeşleşmiş olan misyonerlik kavramı ile ifade edilmesi yanlıştır. Zira, misyonerlik, sıradan ya da rasgele bir tebliğ faaliyetinin ifadesi değildir; o, ileride ele alacağımız gibi Hıristiyan geleneğinden kaynaklanan belirli metotları kullanarak Hıristiyan dinsel değerlerinin yayılması ve diğer insanların Hıristiyanlaştırılması için yapılan sistematik aktiviteleri ifade etmektedir. Bu bağlamda misyonerlik, bir kurum olarak İslam’daki tebliğ ve irşat faaliyetlerinden ayrılır. Aynı şekilde Hıristiyan misyonerliği, her ne kadar Batılı din bilimcileri bunların tebliğ faaliyetlerini de misyonerlik kapsamında değerlendirseler de Budizm veya Hinduizm gibi dinlerin yayılması amacıyla faaliyet gösteren, bu dinlere ait misyon kurumlarından da ayrılmaktadır.
Dinler tarihinde, Hıristiyanlığın misyonerlik kurumuna en benzer teşkilata Maniheizmde rastlanmaktadır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Mani, henüz kendi yaşamı esnasında inancını yaymak amacıyla güçlü bir teşkilat kurmuş ve talebelerini Suriye ve Mısır’dan Çin’e kadar çeşitli ülkelere dini yaymak amacıyla göndermiş, hatta bizzat kendisi de bu faaliyetlere aktif olarak katılmıştır. Mani’nin öğrencileri gittikleri yörelerde, halkı Maniheizme çekebilmek amacıyla, günümüz Hıristiyan misyonerliğinde inkültürasyon metodu olarak adlandırılan bir tekniğe paralel (bu metodu ileride ele alacağız) bir metotla inançlarını yaymaya çalışmışlardır. Örneğin, bu çerçevede, Mani’yi, hitap ettikleri her inanç sistemi ya da kültürün kurtarıcı kişisiyle özdeşleştirmişlerdir. Budist bir toplumda Mani’nin, Budistlerin bekledikleri Maitreya olduğunu, aynı şekilde Mecusilere onun beklenen kurtarıcı Saoşyant, Hindulara ise beklenen Kalki olduğunu anlatmışlardır. Böylelikle muhataplarının geleneğinde önemli bir yer verilen eskatolojik şahsiyetlerle Mani’yi özdeşleştirerek, Maniheizmle onlar arasında bir ünsiyet oluşturmaya çalışmışlardır.
Maniheizmle Hıristiyanlıktaki misyonerlik anlayışı arasındaki irtibatı, bizzat Mani’nin Hıristiyanlığın heterodoksal bir kolu olan Elkesai mezhebi içerisinde yetişmiş olduğu gerçeği açıklamaktadır. Dolayısıyla Maniheizmle Hıristiyanlığın dini yayma metodolojisi arasındaki paralellik her iki geleneğin de aynı kökene dayanmasından kaynaklanmaktadır.

İslam’daki Tebliğ Kurumu ve Hıristiyanlıktaki Misyonerlik


İslam’daki tebliğ ve irşat çabalarının temel amacı, Kur’an’ın Maide suresi 67. ayetinde ifade edildiği gibi İslami öğretilerin insanlara duyurulmasıdır. Oysa Hıristiyan misyonerliğinde, Matta İncili 28:19-20’de vurgulandığı gibi muhatap alınan kimselerin İsa Mesih öğrencileri yapılmaları ve vaftiz edilmeleri ya da ilk Hıristiyan misyoner Pavlus’un bir mektubunda vurguladığı gibi “ne yapıp edip insanların kazanılması” amaçlanmaktadır.
Hz. Peygamberin yaşamından itibaren Müslümanlar, İslamı insanlara ulaştırmada tebliğ ve irşadı, yani İslami öğretilerin insanlara ulaştırılmasıyla onların aydınlatılmasını hedeflemişlerdir. Bu doğrultuda Kur’an, çeşitli ayetlerinde Hz. Muhammed’e (ve onun şahsında Müslümanlara), görevinin yalnızca duyurmak olduğunu, insanların inanıp inanmamaları konusunun ise Allah’la insanlar arasındaki bir şey olduğunu hatırlatmıştır. Nitekim Müslümanlar, yaklaşık 1400 yıllık İslam tarihi sürecinde yüzyıllarca egemenlikleri altında kalan bölgelerdeki gayrimüslimleri “ne yapıp edip Müslümanlaştırmaya” çalışmamışlar; onlara tabi ki İslam inanç ve değerlerini anlatmışlar, fakat inanıp inanmama konusundaki tercihi kendilerine bırakmışlardır. Burada uzun İslam tarihi boyunca buna aykırı davranışların hiç olmadığını demek istemiyorum. Mutlaka zaman zaman bazı yerel yöneticilerin kişisel tutumlarından kaynaklanan ve gayrimüslimlere karşı İslamın öngörmediği şiddeti ve takibatı içeren marjinal uygulamalar olmuştur. Ancak bütün İslam tarihi dikkate alındığında bu marjinal olayların son derece münferit hadiseler olarak kaldığı, aksine Müslümanların genelde İslami prensipler çerçevesinde, egemenlikleri altındaki halkları her halükarda Müslümanlaştırmayı değil, onlara iyi ve doğru olduğuna inandıkları prensipleri tebliğ etmeyi ön plana çıkardıkları anlaşılmaktadır. Nitekim bu nedenle olsa gerek, uzun süre Müslüman egemenliğinde kalmasına rağmen Hindistan genelin inancını oluşturan Hindu kimliğinden soyutlanmamıştır. Yine bu nedenle, yüzyıllarca Osmanlı egemenliğinde kalmasına rağmen Balkanlar, Yunanistan, Ege adaları ve diğer bölgeler, Hıristiyan kimliğini kaybetmemiştir. Zira Müslümanlar, egemenlikleri altında yaşayan bu gayrimüslim insanlara, İslamı tebliğ etmekle birlikte, geniş bir hoşgörü ve inançlarına saygı göstermişler; onları Müslümanlaşmaları konusunda zorlamamışlardır.
Diğer taraftan misyonerlik anlayışı çerçevesinde Hıristiyanlar, tarih boyu gittikleri yörelerde hitap ettikleri insanlara Hıristiyan mesajını duyurmayı değil, onları Hıristiyanlaştırmayı hedeflemişlerdir. Hıristiyan egemen güçler, egemenlikleri altında yaşayan farklı inanç ve kültür bağlısı halkları hızla asimile etmeyi, İsa’nın ve Pavlus’un kendilerine yüklediği dinsel bir görev addetmişlerdir. Bu nedenle, örneğin Amerika kıtasının Batılı Hıristiyanlarca işgalinden yaklaşık iki yüzyıl geçmeden, güneyi ve kuzeyiyle bütün kıtanın yerli inanç ve kültürleri hızla yok edilmiş; Ortaçağ engizisyonunu aratmayacak yöntemlerle farklılıklar üzerinde şiddet estirilmiş ve yöre halkları hızla Hıristiyanlaştırılmıştır. Aynı durumu Avustralya’da, Yezi Zelanda’da, Batı emperyalizmini yaşayan Afrika ülkelerinde ve diğer bölgelerde görmek mümkündür.

Hz. İsa ve Tebliğ

Hıristiyanlıkta misyonerlikle ilgili referanslar eldeki mevcut İncillerde İsa’ya atfedilen çeşitli ifadelere dayandırılır. Yeni Ahit’te yer alan ve Sinoptik İnciller olarak adlandırılan ilk üç İncil’de, çarmıh hadisesi öncesi İsa’nın, mesajını, öncelikle içinde yaşadığı İsrailoğulları arasında yaymayı hedeflediği anlatılır. Örneğin İsa, Matta İnciline göre “Ben yalnız İsrail halkının kaybolmuş koyunlarına gönderildim”3 der. Ayrıca İsa, talebelerinin de kendilerine öğrettiği mesajı İsrail halkı arasında yaymalarını ister: “İsa, onikileri şu buyrukla halkın arasına gönderdi: ‘Diğer uluslara ait yerlere gitmeyin. Samiriyelilere ait kentlerin de hiçbirine uğramayın. Bunun yerine, İsrail halkının kaybolmuş koyunlarına gidin. Gittiğiniz her yerde göklerin egemenliğinin yaklaştığını duyurun’.”4 Böylelikle ikişerli gruplar halinde İsa’nın talebeleri, İsa’nın kendilerine öğrettiği mesajı/öğretiyi yayarak köy köy dolaşmaya başladılar.5
Diğer taraftan, İsa’nın çarmıhta ölüp gömüldüğüne ve üç gün sonra tekrar dirilip bir müddet talebeleri arasında yaşadığına inanan ve İncillerinde bunu dile getiren İncil yazarları, mezardan dirilişi sonrası İsa’nın talebelerine yaptığı son konuşmasında, yalnızca İsrail halkına değil tüm uluslara gitmelerini ve onları dine çağırmalarını söylediğini naklederler. Örneğin Matta İnciline göre İsa, Galilee’de onbir öğrencisine “gidin, bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin. Onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un adıyla vaftiz edin. Size buyurduğum her şeye uymayı onlara öğretin”6 der. Benzer ifadeler diğer Sinoptik İncil metinlerinde de bulunmaktadır7.
Burada dikkati çeken hususlardan birisi, kendi normal yaşamında İsa’nın davetine konu/muhatap olarak İsrail halkını seçerken, çarmıh hadisesi sonrası bütün uluslara yönelmesidir. Bir diğer dikkat çekici şey ise, çarmıh öncesi yaşamında, talebelerinden insanlara gidip mesajı bildirmelerini isteyen İsa’nın çarmıh sonrası konuşmasında onlardan -Matta’da ifade edildiği gibi-, diğer insanları öğrencileri olarak yetiştirmelerini, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına vaftiz etmelerini
istemesidir. İncillerin bu yaklaşımında, açıkça, mesajın insanlara iletilmesine yönelik yaklaşımlardaki bir gelişim görülmektedir. Bu da bize, ilk cemaatin, inanmayan diğer insanlara yönelik faaliyetlerinde, daha çok onlara kendi inançlarını anlatma ve kendilerini ifade etme amacı güderken, sonraki dönem cemaatlerinin ise diğer insanları kendi dinlerine döndürme hedefi taşıdıklarını anlatmaktadır.
Peki İncillerde yer alan bu ifadeler, Miladi takvimin başlarında Galile bölgesinde yaşayan ve günümüz çağdaş bilim adamlarınca “tarihsel İsa” diye adlandırılan şahsiyete mi aittir?
Şüphesiz bu sorunun cevabı, eldeki mevcut İncil metinlerinin tarihte yaşayan İsa’yı ve mesajını ne kadar yansıttığı ve İncil yazarlarının tarihsel İsa ve mesajıyla ne kadar ilişkili olduğu sorularına verilecek cevapla yakından irtibatlıdır.
Yeni Ahit uzmanı Marcus Borg, eldeki mevcut İncillerin doğrudan tarihsel dokümanlar olmadığını ve bu İncillerde bulunan İsa’ya ilişkin her deyiş ve hikayenin erken dönem kilisesi tarafından şekillendirilmiş olduğunu belirtir.8 Bir başka ifadeyle İsa sonrası dönemde, Antakya merkezli Helenistik İsa cemaati ve Pavlus tarafından savunulan “Tanrısal Oğul Rab İsa Mesih” öğretisi çerçevesinde teşekkül eden ilk Hıristiyan cemaat, Hz. İsa’nın yaşamı ve öğretilerine ilişkin kendilerine ulaşan duyumları, kendi İsa anlayışları doğrultusunda yorumlamışlardır; bu ilk cemaatin dinsel metinleri olarak ortaya çıkan İncillerde ise bu yorumlar yer almıştır. Dolayısıyla İncil metinlerinde gerçekten İsa’ya ait olan otantik söz ve davranışlarla bu ilk dönem kilisesi tarafından yapılan yorumlamalar birbirine karıştırılmıştır.

İsa ve Hıristiyanlık

Antakya merkezli cemaat tarafından oluşturulan ve öğretilerinin temelinde İsa’nın bedenleşmiş ilahi oğul ve Mesih olduğu inancı yer alan bu harekete, muhalifleri tarafından, Miladi birinci yüzyıl ortalarından itibaren, Mesihçi düşünceyi merkez alan görüşlerinden ötürü Hıristiyanlar (yani Mesihçiler) adı verilmiştir. Nitekim Resullerin İşleri’nin yazarı Luka da ilk kez Antakya’da elçilerin Hıristiyan (Kristianous) olarak adlandırıldıklarını anlatmaktadır.9
Bu durumda Hz. İsa’nın, tarihsel açıdan Hıristiyan ve Hıristiyanlık terimleriyle bir irtibatı olmadığı açıktır. Esasen, İsa’nın yaşadığı dönemde muhalifleri (genelde Sadukilik ve Ferisilikle irtibatlı Yahudiler) İsa’yı ve cemaatini Nasuralardan olmakla itham etmişlerdir. Nitekim gerek çeşitli Yeni Ahit metinlerinde gerekse Filip İncili, Mısırlılar İncili gibi apokrif (Hıristiyanlarca sahih sayılmayan) metinlerde İsa ile ilgili olarak bu terim kullanılmaktadır. Bu metinlerdeki ifadelerden anlaşıldığına göre, İsa ile ilgili olarak kullanılan bu terim, İsa öncesi dönemlerden itibaren varlıkları bilinen ve Kudüs merkezli Yahudileri sapkınlıkla, Musa’nın mesajını ve kitabını bozup tahrif etmekle suçlayan Nasuralar mezhebiyle ilişkilidir. Kendilerine karşı şiddetli eleştiriler yönelten ve onları ısrarla Musa hukukuna davet eden İsa’yı, Yahudiler Nasuralardan olmakla itham etmişlerdir.10 Erken dönem Hıristiyan yazar Epiphanius’un verdiği bilgilere göre, daha sonraları Yahudiler, İsa cemaatine, “İsa yanlıları” anlamında Yeşuanlar (İseviler) adını vermişlerdir.
Temsil ettiği mesajlar açısından da Hz. İsa’nın Hıristiyanlıkla hiçbir ilgisi yoktur. Örneğin elimizdeki mevcut kanonik (Hıristiyanlarca sahih sayılan) İncil metinlerinden tarih itibarıyla en eskileri olan Sinoptik İncillerde (yani Matta, Markus ve Luka’da) İsa, kesinlikle kendisini Tanrı Oğlu, Tanrı, bedenleşmiş Kelam, Mesih ve benzeri, Hıristiyan teolojisinde son derece merkezi ve belirleyici olan isim ve niteliklerle adlandırmaz; aksine İsa’nın kendisine atfedilen ifadelerde İsa kendisi için sıklıkla “insanoğlu” tanımlamasını kullanır. Bundan başka çeşitli ifadelerde kendisinin bir “peygamber” olduğuna işaret eder. Bu konudaki en çarpıcı ifadeler Luka 13:31-34 ve Markus 6:1-4’te geçmektedir. İsa’nın talebeleri ve etrafındaki kişiler de onu peygamber olarak tanımaktadırlar.11 Aynı şekilde eldeki Sinoptik metinlerde İsa ile İsa’nın çağdaşı olan ve İsa öncesi bir peygamber olarak yörede halkı aydınlatmaya çalışan Yahya arasında kurulan irtibat ve her iki şahsiyetin mesajlarındaki paralellik de dikkat çekicidir.
İsa’nın halka tebliğ ettiği mesaj, başlıca üç husus etrafında yoğunlaşmaktaydı. Bunlardan ilki Tanrı’nın egemenliğine halkı davet etmesiydi. Tanrı’nın (ya da göklerin) egemenliği ise bir taraftan insanların Tanrı’ya iman ve onun emirlerine bağlanmakla yaşamlarında onun emrettiği yola girmelerini, bir taraftan ise yaklaşan hesap gününe inanmalarını ve ona hazırlık yapmalarını ifade etmekteydi. İsa’nın diğer temel mesajları ise, toplumdaki ahlaksızlıkların ve din istismarının tenkit edilmesiyle toplumdaki seçkinler/elit grubuyla din adamlarından kaynaklanan sosyal bozuklukların ve halkın üzerinde estirilen şiddet, sömürü ve terör düzeninin reddedilmesiydi.
Dolayısıyla günümüzde yaygın şekilde - yanlış olarak- anlaşıldığı gibi, tarihsel İsa’nın Hıristiyanlıkla bir ilişkisi yoktur ve bu bağlamda İsa bir Hıristiyan (ya da ilk Hıristiyan) değildir. İsa ile ilgili yapılabilecek en basit bir tanımlama, onun bir Musevi (yani Hz. Musa’nın mesajını izleyen, onu tebliğ eden ve yaşadığı toplumda Musa hukukunun geçerliliğini savunan) olduğudur. Gerek Sinoptik İnciller gerekse Tomas İncili gibi metinlerde İsa’nın sözleri üzerinde yapılan araştırmalar, bunu ortaya koymaktadır. Nitekim Kur’an’da da Hz. İsa’nın bu özelliklerine vurgu yapılmaktadır (örneğin Ali İmran 48-51).

Pavlus: İlk Hıristiyan Misyoner

Hıristiyanlığın misyon anlayışının oluşumunda/gelişiminde hiç şüphesiz Pavlus’un önemli bir yeri vardır. Esasen Pavlus, bir bütün olarak Hıristiyan geleneğinde (tarihinde, teolojisinde, etik anlayışında vs) oldukça önemli bir şahsiyettir; Hıristiyanlık açısından olmazsa olmaz bir değerdir. Meşhur Hıristiyan ilahiyatçı H. Küng’ün yerinde tespitiyle, “Pavlus olmaksızın ne Katolik Kilisesinden, ne Yunan ya da Latin patristik teolojisinden ve ne de Hıristiyan-Helenistik kültürden bahsedilebilir.”12
Her ne kadar Hıristiyanlar, misyonun diğer insanlara iletilmesi konusunda referanslarını Yeni Ahit’te yer alan İncil metinlerinde geçen İsa’nın bazı sözlerine dayandırsalar da Hıristiyanlık tarihinde ilk sistematik misyon faaliyetinin Pavlus’la başladığı görülür. Pavlus, Helenistik İsa cemaati tarafından kurgulanan ve kendisi tarafından geliştiren “ilahi Oğul Rab İsa Mesih” inancını temel alan öğretileri yaymak amacıyla Anadolu, Yunanistan ve Makedonya’ya yönelik üç önemli misyon seyahati düzenlemiştir. Pavlus’un bu seyahatlerini konu alan anlatılar ve bunlarla ilişkili çeşitli topluluklara (veya kimselere) gönderdiği mektuplar, Yeni Ahit metinleri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Pavlus, mektuplarında, öğretilerini yaymayı hedeflediği bu misyon faaliyetlerinde uyguladığı metodolojiye ilişkin çeşitli bilgiler de vermektedir ki misyona ilişkin metodolojiyi konu alan bu bilgiler, Yeni Ahit öğretilerini yaşamlarında temel alan Hıristiyan çevreler (özellikle de kutsal kitabı dinde temel referans sayan Protestanlar ve bunun uzantısı olarak faaliyet gösteren Evangelik cemaatler) için bağlayıcı bir özellik taşımaktadır.
Pavlus, Korintlilere birinci mektubunda, inandığı öğretileri yayarken yaptığı fedakarlığı ve karşılaştığı zorlukları konu aldığı sözlerinde, dini yaymada hedef aldığı kişilere misyonu götürürken esas aldığı metodu şöyle anlatır:
Ben özgürüm, kimsenin kölesi değilim. Ama daha çok kişi kazanayım diye herkesin kölesi oldum. Yahudileri kazanmak için Yahudilere Yahudi gibi davrandım. Kendim Kutsal Yasa’nın (Musa hukukunun) denetimi altında olmadığım halde, Yasa altında olanları kazanmak için onlara Yasa altındaymışım gibi davrandım. Tanrı’nın yasasına sahip olmayan değil de Mesih’in yasası altında olan biri olarak, Yasa’ya sahip olmayanları kazanmak için Yasa’ya sahip değilmişim gibi davrandım. Güçsüzleri kazanmak için güçsüzlerle güçsüz oldum. Ne yapıp ne edip bazılarını kurtarmak için herkesle her şey oldum (1 Kor. 9:19-22).
Pavlus, bir başka ifadesinde ise şöyle der: “Bana her şey serbest; ancak ben hiçbir şeyin kölesi olmam”.13 Yine o, bir başka yerde ise “... kurtulsunlar diye birçok kimsenin yararını gözeterek herkesi her yönden hoşnut etmeye çalışıyorum” demektedir.14
Açıkça görüldüğü gibi bu ifadelerinde Pavlus, insanları kendi öğretilerine inandırabilmek için adeta her şeyi caiz gördüğünü ve her yolu denediğini, inanıp kabul etmediği halde karşısındakileri kendi tarafına çekebilmek amacıyla onların çeşitli inanç ve değerlerini kabul ediyormuş gibi görünüp, -en masum bir ifadeyle- “takiyye” yaptığını, kısaca amacını gerçekleştirebilmek için her yolu denediğini anlatmaktadır. Nitekim, Yeni Ahit’te yaşamı ve seyahatleriyle ilgili anlatılardan da onun bu metodolojisini nasıl yürürlüğe koyduğunu anlamak mümkündür. Örneğin Musa yasasına şiddetle karşı çıktığı bilindiği halde zaman zaman Yahudi bir çevrede bulunduğunda bunun gereklerine uyduğu görülmektedir. Mesela, katı bir sünnet olma karşıtı olduğu halde, ortam onu gerektirdiğinde öğrencisi Timoteyus’u sünnet ettirmekten kaçınmamış, yine Yahudi halka hoş görünmek amacıyla tapınakta Musa hukuku çerçevesindeki arınma törenlerine katılmakta bir beis görmemiştir.15 Bu tutum, İslam düşüncesinin son derecede önem verdiği “olduğun gibi görün göründüğün gibi ol” prensibine karşı, hedefe ulaşmak için “gerektiğinde olmadığın gibi görünebilirsin” tavrının yeğlenmesidir. Muhataplarına karşı açık, dürüst ve şeffaf olmamayı caiz gören bu tutumda ahlaki bazı sorunların bulunduğu aşikardır. Nitekim Pavlus’un bu metodolojisi, kendisinden yüzyıllarca sonra yaşayan Makyevelli’nin (N. Machiavelli) çokça tartışılan meşhur “davaya giden her yol mubahtır” ilkesini akla getirmektedir. Bir başka ifadeyle Pavlus, Makyevelli’den çok önce bu anlayışı prensip edinmiş ve kendisini rehber edinenlere bunu miras bırakmıştır.
Açıkça anlaşılacağı gibi Pavlus’un bu misyon anlayışı, muhatap aldığı insanları ne yapıp edip kazanmayı ya da Hıristiyanlaştırmayı amaçlayan ve bu uğurda gerekiyorsa her yola başvurmayı caiz gören bir anlayıştır. Günümüz misyonerlerinin, -ileride inceleyeceğimiz şekilde- gittikleri yörelerde başvurdukları yöntemler dikkate alındığında, Pavlus’un bu metodolojisinin misyonerlikte temel alındığı anlaşılmaktadır.

Hıristiyanlığın Siyasallaşma Süreci ve Misyonerlik

Miladi ikinci ve üçüncü yüzyıllarda çeşitli baskılarla yüz yüze olan Hıristiyanlık, önce 313 Milan Fermanıyla birlikte Roma İmparatorluğunda korunma altına alınan bir din olmuş, bunu izleyen dönemde ise Roma’nın resmi dini haline gelmiştir. Bu süreç kilisenin siyasallaşmasını da beraberinde getirmiştir. Zira Roma İmparatorluğu, kendi siyasal yapısıyla bütünleştirdiği Hıristiyanlık inanç ve öğretilerini, resmi bir söylem olarak kabul etmiş ve tebası konumundaki halklara bu inancı gönüllü ya da gönülsüz benimsetme yoluna gitmiştir. İmparatorluğun resmi dinsel söylemi olarak belirlenen anlayışın dışında oluşan ya da oluşabilecek teolojik anlayış ve değerlendirmeler, doğrudan imparatorluğun egemenlik hakkına karşı bir başkaldırı ve isyan olarak kabul edilmiştir. Nitekim bu nedenle dördüncü yüzyılda farklı bir İsa anlayışıyla ortaya çıkan Donatizm ve Arianizm gibi akımlar, Roma İmparatorluğunun siyasal ve askeri gücü kullanılarak şiddetle bastırılma yoluna gidilmiştir. Yine bu nedenle başta Konstantin olmak üzere Roma imparatorları, Hıristiyanlığın çeşitli inanç konularının görüşüldüğü teolojik toplantılara taraf olarak katılmışlar; hatta belirli kararların alınması için bizzat kendileri böylesi toplantıların düzenlenmesini istemişlerdir.
Böylelikle Hıristiyan inanç ve öğretileri çeşitli siyasal iktidarların resmi dini/söylemi haline dönüşmüştür. İktidarlarca benimsenen Hıristiyanlığın belirli bir teolojik yorumunun dışında kalan düşünceler, şiddetle itham edilmiş ve taraftarları zındıklık ve heresi ile suçlanarak takibat altına alınmışlardır. Bu nedenle, tarihte “Ayrılmış Doğu Kiliseleri” adıyla ortaya çıkan Monofizit ve Diyofizit doğu kiliseleri (yani Süryaniler, Ermeniler ve Nasturiler gibi akımlar), farklı teolojik inançları nedeniyle erken dönemlerden itibaren imparatorluk ve onun resmi inancının savunucusu olan ana kilise tarafından aforoz edilmişler ve bu kiliselere bağlı halklar Roma tarafından imparatorluğa isyan ve zındıklık suçlamasıyla takibat altına alınmışlardır. Nitekim, Roma ve sonraki dönemlerde Bizans’ın bu baskı ve şiddetinden usanan doğu Hıristiyanlarının yedinci yüzyıldan itibaren Müslüman hükümranlığını adeta bir kurtuluş olarak görmüş olmaları ve genellikle yapılan bir barış anlaşmasıyla İslam egemenliğine girmeleri boşuna değildir.
İşte bu bağlamda Ortaçağda misyonerlik kurumu, iki farklı grubu muhatap almaktaydı. Bunlardan birincisi Hıristiyan olmayan halklardı. Başta Avrupa ve Kuzey Afrika’nın farklı inançlara sahip olmayan halkları olmak üzere, Hıristiyanlık dışı insanların Hıristiyan inancına sokulması için Roma ve Bizans imparatorluklarının siyasal ve askeri desteklerini arkalarına alan Roma ve İstanbul kiliseleri, yoğun bir misyon faaliyetine giriştiler. Nitekim bu çabaların bir sonucu olarak kısa zamanda Roma İmparatorluğu sınırları dahilinde ya da imparatorluğun siyasal ve askeri etki alanı altında kalan bölgelerde yaşayanlar büyük oranda Hıristiyanlaştırıldı. Misyonerlik faaliyetlerinin muhatabı olan ikinci grubu ise İsa’nın şahsiyeti, sakramentler vb konularda farklı teolojik değerlendirmelere sahip olan ve bu nedenle heretik sayılan gruplar oluşturuyordu. Ortaçağ boyunca Roma ve Bizans’ın resmi akidesine bağlı misyonerler, Süryaniler, Nasturiler, Ermeniler, Keldaniler vb bu farklı kiliselere bağlı inananları, Roma ve Bizans merkezli siyasal iktidarların resmi öğretilerine inandırmak için yoğun bir faaliyet gösterdiler. Hatta çoğunlukla arkalarına aldıkları siyasal ve askeri destekle, farklı düşünen bu insanları kendilerine döndürmek için zor kullandılar. İlerleyen dönemlerde de bu tür faaliyetler azalmaksızın devam etti. Özellikle Latin Kilisesi olarak da bilinen Roma Kilisesi, diğer bütün farklı kilise mensuplarını (Bizans imparatorluğunun resmi öğretisini temsil eden İstanbul Kilisesi bağlıları da dahil) kendi inanç ve değerlerine bağlayabilmek, bir başka ifadeyle onları kendi bünyesinde sindirebilmek amacıyla yoğun bir kampanya yürüttü. Örneğin Ortaçağ boyunca Kilisenin önderliğinde, özelikle Müslümanlara karşı düzenlenen askeri seferler olarak bilinen Haçlı Seferleri, aynı zamanda Balkanlar ve Güney Avrupa’nın çeşitli bölgelerindeki farklı Hıristiyan gruplara karşı da düzenlendi. Yine, Müslümanlara karşı düzenlenen Haçlı Seferlerinde, Katolik Roma’ya bağlı Haçlı orduları yalnızca Müslümanları değil Ortodokslar, çeşitli doğu kiliseleri bağlıları vb karşıt Hıristiyan grupları da (tabi ki bu arada Yahudileri de) hedef aldılar.
Böylelikle Batıdaki siyasal güçlerin desteğiyle hareket eden ve bu siyasal güçlerin resmi din söylemini temsil eden misyonerler, faaliyette bulundukları yerlerde, yalnızca inandıkları öğretilere halkı inandırma çabasında olmadılar, aynı zamanda irtibatlı oldukları siyasal güçlerin otoritesini ve egemenlik yetisini ifade eden resmi kültürel anlayışın temsilcisi oldular ve bunun propagandasını yaptılar. Dolayısıyla bu bağlamda misyonerlik, dinin siyasallaşması çerçevesinde, siyasal erkin otoritesinin kabulü ve pekiştirilmesi için gerekli olan kültür ihracıyla resmi din anlayışının savunusunda ve yayılmasında hayati rol oynayan bir kurum olageldi.
Miladi beşinci yüzyılın ikinci yarısında Batı Roma’nın çöküşüyle Roma Kilisesi, Batı Roma’nın iktidar alanı üzerinde doğan otorite boşluğundan yararlanarak kısa sürede siyasal bir güç olarak ortaya çıktı. Hıristiyanlığın mimarı Pavlus’un, otorite ve egemenliği ikiye ayıran ve metafizik bağlamda egemenliği tanrıya verirken dünyevi anlamda egemenliği siyasal güçlere hasreden ve siyasal güçlere itaati tanrıya itaatle eşdeğer görerek egemenlik alanında tanrı ile kral arasında gerçekleşen bir güçler ayrımını esas alan yaklaşımına rağmen kilise ve Papalık, lehine gelişen mevcut şartlardan yararlanmış ve dini olmanın yanı sıra dünyevi bir iktidar olarak da ortaya çıkmak suretiyle dinin siyasallaşması hadisesini doruğuna çıkarmıştı. Kısa zamanda askeri, ekonomik ve sosyal kurumlarını tesis ettiren ve resmi din söylemine karşı çıkanları sindirip yok etmeyi hedefleyen engizisyon yargı sistemini geliştiren Roma Kilisesi, misyonerlik kurumu vasıtasıyla kendi teolojik ve siyasal iktidarını etrafa yaymaya ve böylelikle egemenlik alanını genişletmeye çalıştı. Ancak Roma Kilisesinin bu çabası, Hıristiyanlık dünyasında bir dizi ayrılık hareketini de beraberinde getirdi. Öncelikle, 15. yüzyıl ortalarına kadar ayakta kalan Bizans’ın resmi din anlayışını temsil eden İstanbul kilisesi, Roma’nın bu girişimine karşı mücadele başlattı ve Roma ile İstanbul arasındaki bu çekişme ve karşıtlık sonuçta Roma İmparatorluğunun mirasını paylaşan Hıristiyan dünyasının iki büyük (ve birbirine düşman) akım halinde ortaya çıkmasına neden oldu; Katolik ve Ortodoks Kiliseleri oluştu.
16. yüzyıldan itibaren, başta ünlü Martin Luther olmak üzere çeşitli reformistler, bir dizi teolojik yenilik yanı sıra kilisenin siyasal/dünyevi bir güç olmasını sorgulamaya başladılar. Luther ve arkadaşlarının hareketi, aslında Hıristiyanlıkta reformdan çok bir öze dönüş hareketiydi; zira dinde temel referans olarak kutsal kitabı kabul eden bu reformistler, örneğin egemenlik konusunda Pavluscu çizginin esas alınmasını öngördüler. Pavluscu yaklaşım, tanrının egemenliğini yalnızca metafizik alana ve iman, tövbe, yargılama vb konulara hasretmekte, dünyevi konularda ise siyasal/laik iktidarlara mutlak egemenlik tanımaktaydı. Dolayısıyla “kimin toprağı onun dini” ilkesi çerçevesinde reformistler, kilisenin ve Papalığın dünyevi iktidar iddiasını (dolayısıyla teokrasiyi) reddetmekteydiler. Bu teolojik ve sosyolojik ayrılıklar kısa zamanda kuzey Avrupa’nın önemli bir kesiminin, Hıristiyanlığın ana gövdesinden Protestanlar olarak kopmasına neden oldu. Dolayısıyla Roma Kilisesinin (Papalığın) dinsel ve siyasal tavrının savunucusu ve yayıcısı olan Katolik misyonerler için, faaliyet alanlarına yeni bir muhatap kitle, Protestanlar eklenmiş oldu. Diğer taraftan, Protestan hareketinin de Hıristiyanlığın siyasallaşması sürecinden bağımsız olduğu ya da dinin siyasallaşmasına karşı çıktığı söylenemez. Zira, tanrı adına iktidarı elinde bulundurduğunu iddia eden Papalığa karşı çıkan Protestanlar, yine Tanrı adına iktidarın kilise dışı siyasal egemenlere verilmesi gerektiğini savundular. Hatta Protestanlar arasında bazıları, dünyevi iktidarların otoritesini o kadar vurguladılar ki dinsel alanın dahi siyasal iktidarlarca düzenlenmesi gerektiğini savundular. Böylelikle dinin siyasallaşma sürecinde Katolisizm Papalık ve kilise merkezli bir din anlayışını vurgularken, Protestanlık ise kilise dışı iktidarlar merkezli bir din anlayışını ön plana çıkardılar. Yine, Katolisizm, Papalığın hegemonyacı gücünü arkasına alırken, Protestanlık da başta Alman prens ve derebeyleri olmak üzere çeşitli Avrupa siyasal güçlerini arkasına aldı. Protestan akım içerisinde yer alıp teşkilatlanan kiliseler kısa zamanda kendi anlayışları doğrultusunda bir misyon ve misyonerlik kurumu oluşturmakta gecikmediler. Protestan misyonerler de tıpkı Katolik meslektaşları gibi, Hıristiyan olmayan muhataplarla birlikte gerek Katolikleri gerekse diğer Hıristiyan kilise bağlılarını hedef aldılar. Kendi siyasal-sosyal anlayışlarını ve bu çerçevede oluşturdukları din yorumlarını diğer bölgelere ihraç etmeyi hedeflediler.
İlerleyen dönemlerde gerek Katolik gerekse Protestan misyoner kuruluşlarının önemli bir hedefi, başta Ortadoğu ve Doğu Avrupa olmak üzere çeşitli yörelerde yaşayan ve genellikle Müslümanların siyasal egemenliği altında bulunan doğu Hıristiyanları oldu. Özellikle sömürge dönemlerinde, bu farklı Hıristiyan grupların Katolikleştirilmesi veya Protestanlaştırılması amacıyla çeşitli Katolik veya Protestan ülkelere mensup misyonerler yoğun bir uğraş verdiler. Bunun neticesinde örneğin Katolikleşmiş ya da Protestanlaşmış Süryaniler, Ermeniler vb gruplar (Türkiye’de mevcut olan Protestan Ermeni Kilisesi gibi) ortaya çıktı.

Müslümanlara Yönelik Misyonerlik Faaliyetleri

Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki ilişkilerin tarihi oldukça eskidir; İslam’ın ilk dönemlerine kadar uzanır. Yedinci yüzyılda İslam, genç ve dinamik bir inanç sistemi olarak, tarihte hiçbir dinin başaramadığı oranda hızlı bir yayılma göstermiş, kısa zamanda farklı etnik ve kültürel kimliklere sahip kitleleri kendine taraftar edinmiştir. İslam’ın bu dinamizmi, Müslümanları kısa zamanda siyasal, kültürel ve ekonomik bağlamda oldukça güçlü egemen bir hale getirmiş; böylelikle İslam, Hıristiyanlığın ana vatanı sayılan yörelerde, yani Filistin-Ürdün, Suriye, Anadolu ve Kuzey Afrika’da hızla yayılmıştır. Hatta Müslümanlar, ilerleyen dönemlerde İspanya’nın önemli bir kısmında Balkanlarda ve benzeri yerlerde de egemenliklerini tesis etmişlerdir.
Şüphesiz İslam’ın bu hızlı yayılışıyla siyasal ve kültürel açıdan Müslümanların sahip oldukları güç, diğer İslam karşıtlarıyla birlikte Hıristiyanları ve teokratik yapısıyla Batı Hıristiyanlığının patronajlığını yürüten Papalığı fazlasıyla rahatsız etmiştir. Nitekim Ortaçağ boyunca Batı Hıristiyan dünyası, bu hızlı yükselen gücü durdurmanın ve geri püskürtmenin yollarını aramışlardır. Bu çerçevede birkaç yüzyıl sürecek olan çeşitli Haçlı Seferleri düzenlenmiş, bu seferlerin bazılarında elde edilen kısmi başarılarda ele geçirilen yörelerin Hıristiyanlaştırılmasına ve buralardaki İslami kültürel değerlerin yok edilmesine çalışılmıştır.
Müslümanların her açıdan güçlü oldukları bu dönemlerde, kilisenin ve Hıristiyan misyonerlerin önceliği, İslam egemenliği altında yaşayan ve ana kilise (Roma) tarafından heresi ile suçlanan Hıristiyan grupları kendi cemaati yapmaya çalışmak olmuştur. Bununla birlikte misyonerler, kitleler halinde insanları kendisine çeken ve siyasal ve kültürel yönden güçlü olanların dini konumunda bulunan İslam’ın cazibesine karşı, kendi inanç esaslarını savunmak, Hıristiyan halkların İslam’a yönelmesine engel olmak, İslam’a giren Hıristiyanları yeniden Hıristiyanlığa döndürmeye çalışmak ve İslam’a karşı polemik üretmek konusunda yoğun çaba sarf etmişlerdir. Dolayısıyla Müslümanların her yönden güçlü oldukları bu dönemde Hıristiyan misyonerlerin Müslümanları Hıristiyanlaştırmaya yönelik çabalarından çok, İslam’a karşı kendi cemaatlerini bir arada tutabilmek ve Müslümanların otoritesi altında yaşayan farklı Hıristiyan grupları kendi kiliselerine çekmek yönünde faaliyetleri olmuştur. Bu arada, çeşitli İslam ülkelerine seyahatler yapan belirli Hıristiyan tarikatlarına mensup keşişler ve Hıristiyan seyyahlar, İslam’a karşı mücadele edebilmek amacıyla İslam’ı ve kendilerine göre İslam dininin eleştirilebilecek zayıf yönlerini öğrenmeye çalışmışlardır. Örneğin, Ortaçağ’da çeşitli İslam ülkelerine seyahatler yapan Fabri ve Piloti gibi Hıristiyan seyyahlar bu çerçevede faaliyet göstermişlerdir. Bunlardan Piloti, Müslümanların Hıristiyan oldukları ya da Hıristiyanlaştırıldıkları taktirde, onlardan çok iyi Hıristiyan olacağını; zira onların adalet ve bağışa/ihsana büyük önem verdiklerini vurgulamıştır. Yine bu dönemde kilise, İslam’a karşı mücadele kapsamında İslam inancının öğrenilmesinin önemini vurgulamıştır. Bu bağlamda 1311-1312’de gerçekleşen Viyana Konsili’nde Hıristiyan Batı ülkelerindeki üniversitelerde Arapça dili ve İslam kültürü okutan kürsüler kurulması yönünde kararlar alınmıştır.
Şüphesiz kilisenin İslam’ı öğrenmeye ve Müslümanları tanımaya yönelik bu çabaları yalnızca kendi cemaatlerini İslam’ın cazibesine karşı korumak amaçlı değildi. Müslüman halklar arasında yapılacak misyon faaliyetleri için kullanılacak/kullanılabilecek bilgi birikimini elde etme amacı da taşımaktaydı. Nitekim, bu amaçla Kettonlu Robert’in yaptığı gibi Kur’an çeviri çalışmaları yapılmış, erken dönemlerde İslam’a karşı yazılan Arapça polemik türü eserler Batı dillerine kazandırılmış ve Cusalı Nicholas, Denys van Leeuwen (Dionysius Carthusians) ve Pedro de Alfonso gibi yazarlarca İslam’a karşı çeşitli eserler kaleme alınmıştır.
Ortaçağ’da İslam ülkelerine yönelik sistematik misyon faaliyetleri Haçlı Seferlerine kadar uzanır. Bu seferler sırasında Francis Assisi gibi bazı keşişler ve –yukarıda bahsettiğimiz- Piloti gibi seyyahlar, Müslümanlar arasında Hıristiyanlığın yayılmasına dikkat çekmişlerdir. Bununla birlikte Müslümanlara yönelik ilk ciddi misyonerlik girişimin, genellikle, 1299-1306 yıllarında Raymund Lull’un Tunus’a yaptığı misyon gezisiyle sistematik olarak başladığı düşünülür. Her ne kadar Raymund Lull bu gezisinde umduğunu bulamamış ve herhangi bir başarı elde edemeden geri dönmüşse de Hıristiyan misyonerlerin İslam toplumlarına yönelik faaliyetleri, özellikle Hıristiyan Batının Müslümanlara karşı gücü eline geçirmeye başladığı dönemlerden itibaren canlanmaya başlamış, o tarihten günümüze çeşitli şekillerde devam etmiştir.
İslam ülkelerine yönelik misyonerlik faaliyetleri, özellikle 18. yüzyıl ve sonrası yoğunlaşmaya başladı. Çeşitli Batı devletlerinin sömürge hareketlerine paralel olarak, gerek Katolik gerekse Protestan misyonerlik teşkilatları Ortadoğu Müslüman halklarıyla, Ön Asya ve Uzakdoğu’nun Hindistan, Endonezya ve Malezya gibi Müslümanların yoğun yaşadığı çeşitli bölgelerinde Hıristiyanlığın yayılışı için çaba gösterdiler. Özelikle 19. yüzyılda Hıristiyan olmayan toplumlar arasında Hıristiyan misyonunun yayılışı amacıyla Kuzey Amerika’da ve Hıristiyan Avrupa ülkelerinde binlerce merkez oluşturuldu. Örneğin 1893’te yalnızca ABD merkezli Birleşik Presbiteryen Kilisesi’ne bağlı misyonerlik teşkilatlarının sayısı 861’di. Ayrıca yine bu kilise etrafında iki büyük misyoner cemiyetleri kurulu teşekkül etmişti.
Amerika merkezli Presbiteryen Kilisesi, 19. yüzyılda Ortadoğu’nun Müslüman halkları arasında en aktif çalışan misyonerlik teşkilatlarını yönetmekteydi. Bu kilise bünyesinde faaliyet gösteren misyonerler, 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren Suriye ve Mısır’ın çeşitli önemli yerleşim birimlerinde misyonerlik merkezleri oluşturdular. Bu merkezler aracılığıyla, özellikle açtıkları okullar ve diğer eğitim kurumları sayesinde, kısa zamanda yerli halk arasında büyük bir saygınlık kazandılar. Bu dönemde, yalnızca Kahire’de 125 misyon merkezi ve bu merkezin idare ettiği 113 okul ile 117 Pazar-okulu bulunmaktaydı.16 Amerika merkezli Presbiteryen Kilisesi çevresinde aktif olan misyoner örgütlerinin dışında İngiltere, İskoçya, İrlanda, Hollanda ve diğer çeşitli Avrupa ülkeleri merkezli Protestan misyoner gruplar da İslam ülkelerine yönelik misyonerlik faaliyetlerinde önemli rol oynadılar. Doğal olarak Katolik misyoner gruplar da boş durmadılar. Bunlar da başta Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde yer alan çeşitli büyük yerleşim birimleri olmak üzere, Ortadoğu’da ve Afrika’da Hıristiyan misyonunu yaymaya çalıştılar.

Anadolu’da Misyonerlik Faaliyetleri

Ermenilikten Ortodoksluğa ve Süryaniliğe kadar farklı Hıristiyan gruplar yüzyıllarca Müslümanlarla birlikte aynı topraklarda yaşamalarına rağmen, Anadolu Müslümanlarına yönelik sistematik Hıristiyanlaştırma faaliyetleri 19. yüzyıla kadar fazla görülmedi. Doğal olarak bunun en önemli nedeni, -yukarıda da ifade ettiğimiz gibi- bu dönem öncesi Osmanlıların siyasal anlamda henüz gücünü kaybetmemiş olmasıydı. 19. yüzyıl ve sonrasında da Müslümanlara yönelik misyonerlik faaliyetleri, yüzyıllarca Müslümanlarla bir arada yaşayan Ermeniler, Ortodokslar, Süryaniler ve Nasturilerden kaynaklanmadı. Bugün hâlâ Ortadoğu’da yaşayan bu Hıristiyan grupların sistematik misyonerlik faaliyetleri içerisinde yer almamaları dikkat çekicidir. Tabi bu gruplar arasından Protestanlaşmış veya Katolikleşmiş olanları ayırmak gerekir. Zira Protestan veya Katolik misyon grupların etkisiyle Protestanlaşan ya da Katolikleşen bu gruplar, yeni katıldıkları Hıristiyan çevrenin misyon ve misyonerlik anlayışını da adapte etmişlerdir.
Henüz 17. yüzyılda, Fransa’yla yakınlaşma siyasetine paralel olarak bazı Cizvit ve Franziskan din adamlarının ve misyonerlerin Osmanlının çeşitli şehirlerine gelip yerleşmelerine izin verildi. Fakat bu misyoner gruplar, Müslüman halktan ziyade Osmanlı vatandaşı Hıristiyan azınlıklarla diğer gayrimüslimleri hedef edindiler.
19. yüzyıl ise Anadolu’da faaliyet göstermeleri açısından misyonerler için tam bir altın çağ oldu. Osmanlının ekonomik, siyasal ve askeri yönden zayıflamasına paralel olarak Avrupa devletlerine tanınan ayrıcalıklar, bu devletler himayesinde çalışan misyoner örgütler için bulunmaz bir fırsat olmuştur. İngiltere ve sonraları Amerika himayesinde Anadolu’ya gelip yerleşen misyoner örgütleri, özellikle Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde açtıkları okulları üs edinerek Hıristiyanlığı yaymaya çalışmışlardır. Bu dönemde misyonerlerce bazı illerde açılan okulların sayısını vermek, bu aktivitelerin ulaştığı boyutu anlamak açısından yeterli olacaktır. Örneğin 1894’te yalnızca Elazığ’da (Harput ve civarında) Protestanların açtığı okul sayısı 83’tür. 20. yüzyılın başlarında ise, çoğunluğu Amerikan Protestan gruplara bağlı olmak üzere Protestan ve Katolikler tarafından açılan okul sayısı 800 civarındadır.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Anadolu’ya yönelik misyonerlik faaliyetlerinde ciddi bir kesinti yaşandığı görülür. Zira, savaşın öncesinde ve sonrasında, çeşitli güçlerin tahrik ve kışkırtmalarıyla isyan eden ya da yabancı istilacı güçlerle işbirliği yapan Hıristiyan azınlıklarla Müslüman halk arasında ciddi sorunlar yaşandı. Azınlıklardan kaynaklanan bu ihanet nedeniyle Müslüman halk genelde Hıristiyanlara karşı mesafeli durmaya başladı. Dolayısıyla Müslümanlara yönelik faaliyet sürdüren ve teşkilat olarak çeşitli Batı ülkelerine dayalı olan misyoner örgütleri büyük ölçüde Anadolu’yu terk etmek durumunda kaldı; bunların işlettiği okulların ise önemli bir kısmı kapandı. Cumhuriyetin ilan edilişi dolaylarında, misyoner kurumları çerçevesinde Anadolu’da aktif olan hâlâ çeşitli eğitim kurumları bulunmaktaydı. Ancak ilerleyen dönemlerde bunların birçoğu ya kendiliğinden ya da devletin müdahalesiyle kapanmak zorunda kaldı. Örneğin Bursa’da faal olan Amerikan Kız Koleji, burada eğitim gören kızlardan üçünün Hıristiyan olduğu haberlerinin yayılması üzerine, bizzat Atatürk’ün direktifiyle kapatıldı.
İlerleyen yıllarda da Anadolu’daki misyonerlik aktivitelerindeki duraklama ve gerileme devam etti. Şüphesiz bunda, henüz yeni kurulmuş olan Cumhuriyetin izlediği genellikle içe dönük politikaların ve İkinci Dünya Savaşı’nın büyük tesiri olmuştur. Ancak, çok partili sisteme geçilmesine ve Türkiye’nin izlediği politikanın dışa açılmaya başlamasına paralel olarak misyonerlik faaliyetlerinin de yeniden canlanmaya başladığı dikkati çeker.

Günümüz Hıristiyan Kiliseleri ve Misyonerlik

20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Hıristiyan dünyasında Mesih öğretisi inanlılarından oluşan kilisenin gerçek rolü ve Hıristiyanların ötekiler arasında üstlenmesi gereken işlev konusunda bir dizi önemli toplantı yapıldı. Kilisenin yeniden tanımlanması bağlamında önceki konsillerde alınan kararlar gözden geçirildi ve misyonerlik-kilise kurumu arasındaki sıkı ilişki vurgulandı. Buna göre kilise, yalnızca Hıristiyan inancına bağlı olan insanların oluşturduğu ve Hıristiyan cemaatin inanç ve ritüellerini ifade eden bir kurum değildir. Zira kilise, Yeni Ahit’te belirtildiği gibi İsa Mesih’in bedeni olarak aynı zamanda İsa Mesih misyonunun da ifadesidir. Bu bağlamda kilise kurumuna bağlı her organın ya da kilise ile ilişkili her kurumun en temel işlevi etrafa İsa Mesih öğretisini ifşa etmek ve İncillerde bizzat İsa tarafından yapılması istenen, bütün ulusların İsa Mesih yanlısı yapılmaları misyonunu yürütmektir. Dolayısıyla, bir TV tartışma programında konuşmacı olarak katılan bir Hıristiyan din adamının da belirttiği gibi,17 her kilise bir misyonerlik kurumudur. Kilisenin faaliyet alanı ise bütün ulusları kapsayan tüm yeryüzüdür. Böylelikle Pavluscu öğretiler etrafında şekillenen Hıristiyan inancının kiliseye yüklediği tarihsel misyon, yeniden vurgulanmıştır.
1962-1965 yılları arasında gerçekleştirilen 2. Vatikan Konsili, Katolik Hıristiyanlığın kendisini yeniden ifade etmesi ve Hıristiyan olmayan insanlara yönelik kilisenin geleneksel tavrını sorgulaması açısından önemli bir olay olarak tarihe geçti. Bu konsile ilişkin belgelerde, diğer insanlara İsa Mesih mesajını götürmenin ve bu çerçevede onlara yönelik misyonerlik faaliyetlerinin önemi tekrar tekrar vurgulandı. Gerek bu konsilde ısrarla önemi vurgulanan dinler arası diyalog gerekse geleneksel misyon yöntem ve tekniklerinin güncellenmesi bağlamında, misyonerliğin daha verimli yürütülebilmesinin yolları tartışıldı.

1- Diyalog:


2. Vatikan Konsilinde gerek Müslümanlarla gerekse Hıristiyan olmayan diğer kişilerle ilişkilerin hangi boyutta olması gerektiğine dair önemli kararlar alındı. Örneğin Müslümanlara yönelik belgede, İslamın tarih boyu hep olumlu meyveler verdiği ve Müslümanların gerek İsa’ya gerekse Meryem’e büyük saygı duydukları belirtildikten sonra, her ne kadar tarihte Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında bir takım olumsuz hadiseler yaşandıysa da artık her iki dinsel topluluk arasında daha yapıcı ve olumlu ilişkilerin kurulmasının gerekliliği vurgulandı. Ayrıca kilisenin çeşitli belgelerinde ve toplantılarında, günümüz dünyasında yaşanan çeşitli krizler ve insanlığın yüz yüze kaldığı çeşitli sorunlara karşı dinler arası diyalogun ne kadar önemli olduğunun altı çizildi. Bununla birlikte yine çeşitli kilise belgelerinde ve yakın zamanlarda alınan kararlarda, dinler arası diyalogun diğer inanç bağlılarına Hıristiyan misyonunu ulaştırmanın önemli bir aracı olduğu belirtildi. Bir başka ifadeyle, buna göre kilisenin anlayışına göre dinler arası diyalog, misyonerlik faaliyetleri açısından olmazsa olmaz bir araçtır.
Böylelikle kilise öncülüğünde, gerek Müslümanlarla gerekse diğer inanç bağlılarıyla (hatta ateistler ve benzeri diğer kişi ve cemiyetlerle) diyalogu öngören çeşitli toplantılar düzenlendi. İfade ettiğimiz gibi, toplumlar arası barışın tesisi ve açlık, fakirlik, şiddet, anarşi ve kaos gibi insanlığın geleceğini tehdit eden sorunlara karşı evrensel işbirliği gibi görünür amaçların ötesinde kilisenin bu toplantılardaki temel amacı, ötekilere Hıristiyan misyonunun anlatılması açısından uygun ortamın oluşturulmasıydı.
Her ne kadar kilise dinler arası diyalogu, misyonerlik faaliyetleri için bir zemin kabul etse de diyalog süreci, diyalog kurulan toplumların ve dinsel geleneklerin de uygun şartlar oluştuğunda kendilerini Hıristiyanlara anlatmaları ve kendi inançlarını Hıristiyan inançlarına karşı ifade etmeleri ortamını da oluşturmaktadır. Dolayısıyla diyalog, eşit şartlarda ve yetkin kişiler tarafından yürütüldüğünde, bu süreç, yalnızca bir tarafın hegemonyacı dayatmaları şeklinde gerçekleşmeyecek, farklı inançlar ve kültürlerin birbirlerini tanımaları ve birbirlerine karşı kendilerini ifade etmeleri şeklinde cereyan edecektir. Bu da diyalogu, yalnızca Hıristiyanlığın yayılmasının vazgeçilmez bir yolu olarak gören ve diyalog sürecini bu bağlamda oluşturmaya çalışan kilisenin planını altüst edecektir.
Nitekim kilise, son dönemlerde diyalog ile hedeflediği şeylerin ne kadar gerçekleşip gerçekleşmediğini sorgulamaktadır. Hatta kimi kilise yetkilileri, görünürde barış, hoşgörü, uzlaşı vb hususları ön plana çıkaran diyalogun, kilisenin asli görevi ve önceliği olan misyonerliği ikinci plana ittiğini, Hıristiyan misyonunun diyalogdan olumsuz etkilendiğini, dolayısıyla kilisenin diyaloga ilişkin tutumunu yeniden gözden geçirmesi gerektiğini ifade etmektedirler.
Diyalog bize ve kültürümüze yabancı bir kavram değildir. Zira Kur’an, diğer inanç bağlılarına diyalog kapısını sürekli açık tutmakta ve onlara Tevhid inancı temelinde bir arada olmayı teklif etmektedir (Ali İmran 64). İslam, Müslümanları, hakikatin ifadesi ve kurtuluşun yegane yolu olarak gördüğü Tevhid ilkesini bütün insanlara iletmekle ya da kurtuluşun vesilesi olan bu doğru’yu diğer insanlarla da paylaşmakla görevlendirmekte ve bu çerçevede “hakkı ve sabrı tavsiye etmenin” veya “iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmanın” zararda olmayan insanların özellikleri olduğunu vurgulamaktadır. Aynı şekilde tarih boyu Müslümanlar, farklı inanç bağlısı kimselerle bir arada yaşamışlardır; çok kültürlülük ve çok inançlılık Müslümanlara yabancı değildir. En azından Anadolu’da İslam’dan Hıristiyanlık ve Yahudiliğe, Yezidilikten diğer çeşitli heterodoksal akımlara kadar birçok inanç sistemi yüzyıllardır aynı coğrafyayı paylaşmışlar ve zaman zaman çeşitli dış ve iç kışkırtmalar nedeniyle vuku bulan bazı olumsuz olaylar dışında birbirleriyle barış ve hoşgörü ortamı içerisinde yaşamışlardır.
Dolayısıyla Hıristiyanlarla ve diğer inanç bağlılarıyla (aynı şekilde ateistler ve benzeri kimselerle) diyalog kurmak, onlara ve inançlarına saygı göstermek, onları anlamaya tanımaya çalışmak, İslam’ın da öngördüğü barış ve huzur ortamının tesis edilmesi için zorunludur. Hıristiyanlar ya da başkalarıyla eşit şartlarda diyalog toplantılarını yürütecek yetkin/aydın kişilerin yetiştirilmesi, diyalogu misyonerliğin bir yolu olarak gören ve düzenledikleri diyalog toplantılarından bu gayeye yönelik sonuçlar elde etmeye çalışan kilisenin çabalarını boşa çıkaracaktır.

2- Evangelizm


Diyalog kavramıyla birlikte, misyonerlik faaliyetlerinde ön plana çıkarılan bir diğer kavram evangelizm ve evangelizasyon oldu. Hıristiyan mesajının/öğretisinin ya da iyi-haberinin bütün insanlara iletilmesi anlamına gelmekte olan bu terim, özellikle misyonerlik teriminin Hıristiyan olmayan kültürler ve bağlıları arasında oluşturduğu olumsuz imajı değiştirmek amacıyla kullanılmaya başlandı. Aslında evangelion yani “iyi haber, müjde” terimi İsa Mesih’in hayat hikayesi ve mesajını konu edinen dinsel metinler içinler kullanılmaktadır ve Yeni Ahit metinlerinde Pavlus’un yaydığı bir iyi haberden bir müjdeden bahsedilmektedir. Dolayısıyla evangelizm, Hıristiyan müjdesinin yayılmasıyla ilgili tarihsel geleneğin yeniden vurgulanmasını hedeflemektedir.
Evangelizmin muhatabı yalnızca Hıristiyanlık dışı diğer din mensupları değil, dine karşı ilgisiz kalan Hıristiyan halklar da dahil tüm insanlar olarak görülür. Dolayısıyla evangelizm, misyonerlikten farklı olarak hem Hıristiyanlara hem de Hıristiyan olmayanlara yönelik İncil mesajının sunulması amacına yöneliktir.
Evangelizm kavramı özellikle Protestan misyonerlik faaliyetlerinde anahtar bir kavram olarak kullanılmaktadır. Bugün birçok evangelik kilise, kurduğu misyoner teşkilatlarıyla dünyanın dört bir tarafında Hıristiyanlık propagandasını yürütmektedir.

3- Sosyal Adaletin Temini


Çağdaş misyonerliğin tanımlanması bağlamında kilisenin üzerinde durduğu önemli bir kavram sosyal adalet kavramıdır. Kilise resmi belgelerinde, yeryüzünün farklı bölgelerinde insanların karşı karşıya olduğu eşitliksizliklere ve adaletsiz paylaşımlara dikkat çekilmekte ve Hıristiyan misyonunun bu insanlara ulaştırılabilmesi için misyonerlik esnasında bu sorunlara yönelik çabalara da mutlaka yer verilmesi gerektiği ifade edilmektedir. Bu bağlamda açlık, fakirlik, işsizlik ve kaos ortamlarına ilgisiz kalınamayacağı vurgulanarak bu sorunlarla uğraşmanın tanrısal mesajın insanlara iletilmesiyle yakından irtibatlı olduğu belirtilmektedir. Özellikle İsa Mesih’in fakirlere ve açlara yönelik yaklaşımını ele alan kutsal metinlerden hareketle, bu insanların sorunlarıyla ilgilenmenin, kilisenin temel görevleri arasında olduğu ifade edilir. Böylelikle kilise, misyonerlerin dünyanın fakirlik, yoksulluk, açlık vb felaketlerle cebelleşen bölgelerinin halklarına gidip, onların sorunlarıyla yüzleşmelerinin, bu sorunlara karşı çözümler üretmelerinin, bu insanların İsa Mesih’in mesajını almaları açısından son derece önemli olduğunu düşünmektedir.
Örneğin, uzun süre çeşitli Müslüman toplumlar arasında Hıristiyanlığı yayma faaliyetlerinde bulunan Fransizkan misyonerlerin, misyonerliğe hazırlık bağlamında, aralarında misyonerlik yapacakları halkları tanıma ve yürütecekleri faaliyet öncesi halkın sempatisini kazanma amacına yönelik uyguladıkları metotlarıyla ilgili olarak diğer Hıristiyan misyonerlere yaptıkları şu öneriler oldukça ilginçtir:
... bütün Hıristiyan misyonerler, bir yere, bir kültüre veya belirli bir halk arasına gitmeli; orada onların yaşam tarzlarını öğrenmeli, onları dinlemeli/gözlemeli, bir Hıristiyan olarak onların arasında yaşamalı, insanların ihtiyaçlarını öğrenmeli ve buna yardımda bulunmalı, İncil vaazı (daveti) için uygun bir zamanı beklemeli.18

4- İncil Mesajının Farklı Kültürel Yapılara Adaptasyonu


Günümüz kilisesinin, yine misyonerliğe ilişkin geleneksel Hıristiyan yaklaşımından hareketle, önemle üzerinde durduğu bir konu, farklı dinsel ve kültürel yapıya sahip topluluklara/halklara Hıristiyan mesajı götürülürken, o toplumların aşina oldukları dinsel ve kültürel yapıya uygun tarzda Hıristiyan mesajının yorumlanması, biçimlenmesi ve o toplumlara bu şekilde sunulmasıdır. Katolik misyonerlik çevrelerinin “inkültürasyon”, Protestanların ise “contextualization” kavramlarıyla ifade ettikleri bu metot, Hıristiyan inancına ve değerlerine karşı tarihten ve kendi kültürel değerlerinden kaynaklanan bir bakış açısıyla olumsuz tutumlara sahip olan toplumların, Hıristiyanlığa karşı bu olumsuz yaklaşımlarını gidermeyi ve onların kendi kavram ve değerleriyle Hıristiyanlığı tanımalarını sağlamayı amaçlamaktadır. Özellikle İslam ülkelerine ve yurdumuza yönelik misyonerlik faaliyetlerinde yoğun şekilde kullanılan bu metodoloji, kaynağını yine Hıristiyanlığın kutsal kitabından almaktadır.
Yuhanna İnciline göre İsa Mesih, talebelerine, “size esenlik olsun; Baba beni gönderdiği gibi ben de sizi gönderiyorum” demiş ve bunu söyledikten sonra onların üzerlerine üfleyerek “Kutsal Ruh’u alın, kimin günahlarını bağışlarsanız, bağışlanmış olur; kimin günahlarını bağışlamazsanız bağışlanmamış kalır” demiştir (Yuhanna 20:21-23). Hıristiyan inancına göre tanrısal oğul İsa Mesih, insanlara iyi mesajı iletmek ve onları kurtuluşa sevk etmek için yeryüzünde bir insan şeklinde bedenleşmiş ve bir Musa hukukuna bağlı bir Yahudi gibi yaşamış, sonunda günahkar ilan edilerek çarmıha gerilmiştir. İnsanlığın aydınlanması ve kurtuluşa iletilmesi için bizzat İsa’nın şahsında gerçekleşen bu metot, yani mesajın iletilebilmesi için muhatap alınan insanların kültürel değerlerine ve yaşam biçimlerine adaptasyon, bütün Hıristiyan misyonerler için de geçerlidir. Zira yukarıda alıntıladığımız ifadesinde bizzat İsa’nın kendisi bunu söylemektedir. Bundan başka Hıristiyanlar, yukarıda da hakkında kısaca bilgi verdiğimiz ilk Hıristiyan misyoner Pavlus’un da yaşamında bunu uyguladığını, misyonerlik görevi esnasında oldukça esnek bir tutum izlediğini, gerektiğinde Yahudiye Yahudi ve Yahudi olmayana Yahudi değil gibi davrandığını düşünürler. Bütün bunlardan hareketle Hıristiyan misyonerler, birazdan maddeler halinde sıralayacağımız gibi, misyonerlik faaliyetlerinde İncil mesajının farklı kültürel yapılara adaptasyonuna oldukça önem verirler.
Son düzenleyen Safi; 12 Ekim 2018 20:25
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
5 Ekim 2006       Mesaj #3
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın

Misyonerlerin Üçüncü Dünyaya Yönelik Faaliyetlerine

Hazırlık Aşaması Olarak Uyguladıkları Genel Yöntemler

1- Misyon faaliyetleri için uygun, elverişli hedef kitleler/toplumlar belirlemek. Misyonerlik aktivitelerine başlamadan önce dikkatle üzerinde durulması gereken en önemli konu budur: Aktivitelere konu olacak hedef insanların tespit edilmesi. Peki, misyonerlik faaliyetlerinde önceliğe sahip olan hedef kitleler kimlerdir?
• Ekonomik ve/veya sosyal ve siyasal sıkıntı çeken yöre halkları; fakir ülkeler
• Mülteciler ve sürgünler
• Etnik ya da kültürel açıdan azınlık statüsünde görülenler ya da kendilerini böyle görenler ve tanımlayanlar. Bu gruplar arasında da özellikle
o Kendisini etnik açıdan azınlık görenler. Örneğin ülkemizde kendisini Kürt, Çerkez, Gürcü, Laz vb etnik kimliklerle tanımlayanlar; Afrika ülkelerinde çoğunluğun arasında kendisini farklı kabile kimlikleriyle tanımlamayı ön plana çıkaranlar gibi.
o Çeşitli mezhepler (özellikle heterodoksal akımlar) ve azınlık statüsündeki dinsel akım bağlıları. Örneğin Ortadoğu ülkelerinde yaşayan Nusayriler, Yezidiler, Dürziler, Aleviler, Babiler, Bahailer, Kadiyaniler, Sabiiler vb akımlar.
• Tarihsel olarak Hıristiyan bir geçmişe/kökene sahip olanlar
• Savaş, iç çatışma ve kaos ortamında olan yöre halkları
Burada üzerinde durulması gereken önemli bir husus şudur: Neden misyonerler, Hıristiyan Batı ülkelerinde hızla yoğunlaşan din dışılıkları ve Hıristiyan inancına ilgisiz kalan Batı halklarını değil de yukarıda sıraladığımız üçüncü dünya halklarını ve bu arada Müslüman halkları kendilerine öncelikli hedef seçmektedirler? Esasen burada, günümüzde Hıristiyanlığın gerçekten Batının dini olup olmadığı da sorgulanmalıdır. Her ne kadar genelde halkının çoğunluğu Hıristiyan görünse de bugün Batı insanının birçoğunun Hıristiyanlıkla ilişkisi pamuk ipliğiyle bağlıdır. Günümüzde muhafazakarlığıyla ünlü İngiltere’de bile kiliseye bağlı olan Hıristiyanların oranı yüzde onun altındadır. Bu oran diğer Avrupa ülkeleriyle ABD’de de çok fazla değişmemektedir. Yine 1990’lı yılların başında Noel öncesi bir dönemde kilisenin ibadet günü olarak kabul ettiği Pazar günleri alışveriş merkezlerinin açık olup olmaması konusunda İngiltere’de yapılan bir kamuoyu yoklamasında, işyerlerinin açılmasına dini yönden karşı çıkan kiliseyi destekleyenlerin oranı da yine yüzde on civarında kalmıştır. Buna karşılık Hıristiyanlığın en fazla rağbet gördüğü ya da kiliseye bağlılık oranlarının oldukça yüksek olduğu yerlerin/halkların ise üçüncü dünya ülkeleri arasında yer alan Orta ve Latin Amerika ülkeleri, Afrika’nın Hıristiyan bölgeleri ve nispeten Hıristiyanlığı yeni kabullenmiş/kabullenmekte olan Güney Kore ve diğer bazı uzak doğu ve ön Asya halkları olduğu dikkati çekmektedir. Üçüncü dünya Hıristiyan halklarıyla yeni Hıristiyanlaştırılan bölgelerde bağlılarıyla nispeten sıkı ilişki içinde olan kilise ve Hıristiyan inancı, Hıristiyanlığın vatanı gibi görülen Batı’da gittikçe yalnızlaşmakta, Batı insanının Hıristiyan öğretilere ve yaşam tarzına fazla rağbet etmediği görülmektedir. Belki de bu nedenle günümüzde din değiştirmenin en yoğun yaşandığı yerler Batı ülkeleridir. Yine bu nedenle olsa gerek, İslam (ve ikinci sırada Budizm) Batı toplumları arasında hızla yayılmaktadır. Batının Hıristiyanlıkla ilişkisine dayalı bu durum göz önüne alındığında, neden misyonerlerin, Hıristiyan kültürüyle iç içe yaşayan ama Hıristiyanlığa ilgisiz kalan Batılılardan çok üçüncü dünya ülkelerini ve Müslüman toplumları Hıristiyanlaştırmayı hedefledikleri daha iyi anlaşılabilir.
2- Misyonerlerin, faaliyetlerine hazırlık aşaması olarak uyguladıkları ikinci yöntem, hedef seçilen topluma yerleşmedir. Topluma yerleşmede dikkat edilecek en önemli husus, doğal olarak o toplumun (halkın, devletin veya devlete bağlı kolluk kuvvetlerinin) dikkatini çekmemek, bir başka ifadeyle Hıristiyan misyoner olarak deşifre olmamaktır. Bunun için Hıristiyan misyonerler üçüncü dünya ülkeleriyle İslam toplumlarında genellikle kendilerini gizleyecek ve faaliyetlerine örtü olacak ikinci, hatta üçüncü bir meslek edinirler. O ülkelere bu mesleklerle ilişkili paravan kurum ve kuruluşlar aracılığıyla giderler ya da gönderilirler. Misyonerlerin aktif olarak çalıştıkları kurum ve kuruluşlar ise şunlardır:
• Çeşitli ulusal ya da uluslar arası yardım kuruluşları. Özellikle fakir ve yoksul ülkelere yönelik gıda yardımını üstlenen teşkilatlarda misyonerler yoğun faaliyet göstermektedirler. Bu çerçevede, örneğin, ülkemizde yakın geçmişte vuku bulan deprem felaketinde ABD, Avrupa ülkeleri ve Güney Kore merkezli misyonerlik teşkilatlarının örgütlediği kuruluşlar, gıda, ilaç vb yardımlar iletmek bahanesiyle deprem yöresine gelmişler; buralarda eğitim ve gençlik kampları kurmuşlar ve böylelikle misyonerlik faaliyetlerine uygun zemin oluşturmaya çalışmışlardır.
• Sosyal hizmet teşkilatları. Bugün ABD ve Avrupa ülkeleri merkezli yüzlerce sosyal hizmet teşkilatı, çeşitli misyoner kuruluşları olarak çalışmaktadırlar.
• Eğitim kurumları, yabancı okullar, yabancılarla ilişkili eğitim kurumları ve kurslar. 19. yüzyıldan itibaren misyonerlerin yoğun faaliyette bulundukları alan eğitim alanı olmuştur. Üçüncü dünya ülkelerinde açılan binlerce, on binlerce eğitim kurumu çatısı altında Hıristiyanlık propagandası yürütülmüştür/yürütülmektedir. Şüphesiz bu okulların tamamına yakını Hıristiyan din eğitimi dışında bir amaçla açılan okullardır. Fakat bu okullarda idareci, eğitmen, danışman vb sıfatlarla görevlendirilen Hıristiyan misyonerler, farklı maskeler altında gerçek görevleri olan misyonerliği ifa etmeye çalışmışlardır.
• Dil merkezleri. Misyonerlerin özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren rağbet ettikleri bir alan da dil merkezleri olmuştur. Bunda İngilizce’nin adeta bir dünya dili haline gelmesinin büyük rolü vardır. Bugün, bütün İslam ülkelerinde gerek yerli girişimcilerin çabalarıyla gerekse uluslar arası dil okullarının şubeleri olarak açılan dil merkezlerinde öğretmen olarak çalışanların azımsanamayacak miktarı, aynı zamanda misyonerlik faaliyetlerinde bulunmaktadırlar. Misyonerlik teşkilatlarının kurduğu ve örgütlediği, merkezi genellikle ABD ya da Avrupa’da bulunan, uluslar arası öğretmen yetiştirme, yerleştirme ve meslek edindirme kuruluşları, üçüncü dünya ve İslam ülkelerinde bulunan bu dil okullarının öğretmen ihtiyacını, en hızlı ve ucuz şekilde karşılamakla görevlidir.
• Turizm büro ve acentaları
• Yabancı elçilikler, konsolosluklar
• Yurtdışından idare edilen ya da din adamlarının yurtdışından atandığı kiliseler ve manastırlar.
• Son olarak çeşitli paravan ya da reel ticari, iktisadi kuruluşlar. Bu konuda verilecek şu örnek, konunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır. 20. yüzyılın son çeyreğinde Malezya’da Hıristiyanlığın yayılması faaliyetleri için ülkeye gönderilen profesyonel misyonerler Mike ve Cindy Bowen çifti, anılarında bu ülkeye doğrudan misyoner olarak girişlerinin mümkün olmadığı için, bir Müslümanın sahip olduğu fakat yönetim kurulunda Hıristiyanların da bulunduğu bir peyzaj şirketi aracılığıyla ülkeye girdiklerini anlatır. Bu konuda şu sözler çok anlamlıdır: “Bizi kiralayan şirketin sahibi Müslümanlardı; fakat yönetim kurulunda bazı Hıristiyanlar da vardı, onlar bizim bu işe girmemize yardımcı oldular. Müslümanların sahip olduğu bir şirketin, Malezya’da İncil mesajını yaymamız yolunu bize açması gerçekten komik bir şey. Ama, kötüyü de sevmelisin!”19
3- Topluma dil, kültür ve sosyal ve geleneksel yaşam açısından adaptasyon.
4- Toplumu tanıma, toplumsal değerlerin (sosyo-kültürel yönden) güçlü ve güçsüz yönlerini etüt etme, toplumsal çatışma ve birleşme noktalarını kavrama.
5- Son olarak yerleşilen toplumun inanç yapısını, dinsel değerlerini ve dinsel kaynaklarını inceleme ve misyonerlik faaliyetleri açısından bunları değerlendirme.

İslam Ülkelerine ve Yurdumuza Yönelik Misyonerlik Faaliyetlerinde Kullanılan Yöntemler

Pavluscu misyon anlayışının “takiyye” ve “gerektiğinde olmadığı gibi gözükmek” ilkesini temel alan günümüz misyonerlerinin, İslam toplumlarında misyon faaliyetlerini yürütürken dikkat etmeleri gereken hususlara ilişkin sayısız çalışma (kitap, makale, tez, web sayfası vb) yayınlanmıştır. Çeşitli misyon merkezleri, misyonerlik eğitimi veren kurumlar ya da eğitimli misyonerler ve akademisyenlerce kaleme alınan bu çalışmalarda, Müslümanlara Hıristiyan mesajının nasıl iletileceğinin, onları ürkütmeden nasıl yaklaşılabileceğinin yolları öğretilmektedir. Örneğin ABD merkezli bir misyonerlik kuruluşu olan International School of Theology’nin web sitesinde, kendisinin de bir İslam ülkesinde misyoner olarak çalıştığı vurgulanan Charles D. Egal, “Ministering to Muslims” başlıklı yazısında Müslümanlar arasında kullanılacak metot ve yöntemlerle ilgili olarak kısaca şu hususlara değinir:
- Müslümanlarla irtibatta toplumun din dilini kullanmak.
- Dua ve vaazlarda Kur’an’dan ve İslam kültüründen, Hıristiyan teolojisiyle uyum içinde olan ya da teolojik açıdan sorun olmayan pasajları, ifadeleri ve örnekleri kullanmak. Egal, örneğin Fatiha suresinin bunun için çok uygun olduğu belirtir. Ancak zaman zaman da şu uyarıyı yapar: Kur’an’dan bazı kısımları kullanırken kesinlikle muhataba Kur’an’ın bir vahiy olduğu ya da olabileceği izlenimi verilmemelidir.
- Müslümanları iyi anlamak ve onlarla giyim kuşam, yaşam, adetler, dil vb konularda özdeşleşmek. Örneğin Müslümanların uygulaması olan Cuma ibadetine paralel olan Cuma vaazları düzenlenebilir, ev kiliselerinin liderleri (rahip veya pastörleri) imam şeklinde sunulabilir/techiz edilebilir, ev kiliselerine girerken ayakkabılar çıkarılabilir, aynı şekilde Müslümanların uyguladıkları doğum ve ölüm törenleri, bayramlar vb adetler Hıristiyan teolojisi bağlamında gözden geçirilerek bunlara riayet edilebilir ve son bir örnek olarak Müslümanların çok önem verdikleri abdest, bir günah itirafı ve Tanrıya yakarışın yeni yolu olarak kabul edilebilir.
- Müslüman halkın tepkisini çekecek/çekebilecek tavır ve davranışları gizlemek ya da ertelemek. Örneğin Egal, Müslümanların tepkisini çeken kiliseler yerine cemaat evleri (ev kiliseleri) oluşturulabileceğini, yine tepki çeken vaftiz törenlerinin ertelenebileceğini ya da dikkati çekmeyecek şekilde yapılabileceğini belirtir.
- Misyonda mümkün olduğunca yerli halktan kişileri kullanmak.
Egal, bu önerilerinin (ya da bizzat kendisinin misyon faaliyetlerinde tatbik ettiği bu metotların) haklılığının gerekçesini ise, bu şekilde Hıristiyanlığa ilgi duyup İslam’dan Hıristiyanlığa giren bir kişinin, hâlâ İslam kültürüyle ilişkisini sürdüreceği ve kendi toplumunda Hıristiyan misyonunun temsil edilip yayılmasında daha aktif olarak görev yapabileceği şeklinde açıklamaktadır. “Böylelikle dine girmiş olan bir kişi kendi toplumuyla kalacak ve İncili daha iyi yayma imkanı bulabilecektir. Ayrıca bu metot, Hıristiyan olmanın Batılı olma demek olduğu şeklindeki yanlış anlamayı da ortadan kaldıracaktır.”20

Karadeniz Bölgesinde Yoğunlaşan Faaliyetler

1- Misyonerlik
Anadolu’da faaliyet gösteren misyonerlik teşkilatları öteden beri özellikle Anadolu’nun Batı ve iç kesimlerini, bu yörelerdeki ulaşım ve iletişim imkanlarının daha elverişli olması, yabancı elçiliklerle konsolosluk hizmetlerinin buralarda yoğunlaşması ve bu bölgelerde yaşayan halkın Anadolu’nun diğer bölgelerine nazaran daha kozmopolit bir yapıda ve yabancı kültürel değerlere daha açık olması gibi nedenlerle, kendilerine hedef seçmişler; çalışmalarını buralarda yoğunlaştırmışlardı. Karadeniz (özellikle Doğu Karadeniz), Doğu Anadolu ve Kapadokya yöresi olarak da adlandırılan Niğde, Nevşehir ve Kayseri yöreleri ise, 20. yüzyılın son çeyreğine kadar misyonerlerin fazla rağbet etmedikleri bölgeler olarak kaldı. Son yıllarda misyoner teşkilatları, kendileri açısından el değmemiş bakir yöreler olarak görülen bu bölgelerde faaliyetlerini artırmaya başladılar.
Doğu Karadeniz bölgesinde öteden beri aktif olan Katolik kiliseler bulunmaktadır. Bunlardan Samsun’daki kilise Mater Delarosa, 19. yy’ın ikinci yarısından itibaren bölgede faaliyettedir. Geçmişte bir ara kapalı kalmış, ancak sonradan yeniden açılmıştır. Günümüzde Fransa Strazburg başpiskoposluğunun dinsel denetimi altında faaliyet gösteren bu kilise, Samsun merkezli Katolik misyon faaliyetlerinin odağı konumundadır. Kilisenin yerli cemaati yok gibidir. Aslında Katolik inancı, tarihsel olarak da Anadolu’ya yabancı bir akımdır; dolayısıyla bu kilise Samsun’un bir liman ve ticaret şehri olması ve şehre dışarıdan gelen/gelebilecek Katolik Hıristiyanlara hizmet etme amacıyla kurulmuştur. Ancak kilise son yıllarda yerli halka yönelik faaliyetlerini artırmıştır. Kilisenin şimdiki papazı Pierre Brunissen’in sık sık, misyonerlik faaliyetlerinde bulunmadıkları, ancak kiliseye gelip kendilerinden Hıristiyanlıkla ilgili bilgi talep edenlere Hıristiyanlığı anlattıkları yolunda açıklamalarına rağmen,21 yöre halkının, kilisenin yoğun Hıristiyanlık propagandası yaptığı, gençleri iş ve eğitim vaadiyle kiliseye gelmeye teşvik ettiği konusunda şikayetleri vardır. Hatta bu nedenle kilise aleyhine açılan çeşitli davalar da söz konusudur. Bugün, Samsun’da çoğunluğu gençlerden oluşan 30 civarında kişinin (bunlardan bir kısmı Anadolu Liseleri ile çeşitli özel kolejlerde öğrencidir) kiliseyle irtibatı vardır. Bu kişilerin büyük çoğunluğu yalnızca sempatizan konumundadır. Kilise papazı, kilisede ve kilise dışında Latince, ve diğer Batı dilleri dersleri de vermektedir. Bu faaliyetleri dışında kilise papazı, gayrimüslimlerle ilgili çeşitli tarihsel olayların takibini yapıyor olarak da görünmektedir. Örneğin, çok öncelerde mevcut olan ancak sonradan şehir planlaması esnasında yıkılan Hıristiyan mezarlığının yeniden tahsis edilmesi konusunda girişimlerde bulunmuş ve bildiğimiz kadarıyla bunun sonucu olarak Kıranköy mezarlığında bir yerin Hıristiyan Mezarlığı olarak tahsis edilmesini sağlamıştır.
Periodik olarak zaman zaman başta Fransa olmak üzere çeşitli ülkelerden Katolik din adamları ve kilise yetkilileri, Samsun’a gelmektedirler. Bu ziyaretlerin amacı dışarıya basitçe kilise ve Fransız papazın ziyareti olarak yansıtılmaktadır. Ancak kişisel olarak yaptığımız inceleme ve görüşmelerde bu ziyaretlerin aynı zamanda Samsun ve civarındaki (Trabzon’daki) Katolik aktivitelerin yerinde denetlenmesi kiliselerin ve papazların sorunlarıyla kiliselerle yöre halkı arasındaki irtibatın incelenmesi amacına yönelik olduğu anlaşılmaktadır.
Doğu Karadeniz’de Trabzon’da aktif olan Katolik kilisesi bünyesinde de benzer faaliyetler yürütülmektedir.
Yörede Katolik misyonerlik faaliyetleri dışında, çeşitli Protestan teşkilatlarına bağlı yoğun misyonerlik faaliyetleri yürütülmektedir. Bu faaliyetler özellikle Samsun ve Trabzon’daki üniversitelerle Doğu Karadeniz sahili boyunca yer alan merkezlerdeki Anadolu liseleri ile özel kolejlerde yoğunlaştırılmaya çalışılmaktadır. Protestan misyoner faaliyetlerinde özellikle iki grup dikkati çekmektedir. Bunlardan ilki Kurtuluş Kilisesidir. Türkiye’de Ankara merkezli bu kilise çerçevesinde Kore ve Çin asıllı olan çeşitli ABD vatandaşları, dil okulları ve kurslarda İngilizce öğretmeni, meslek edindirme ve uluslar arası eğitim faaliyetleri merkezi vb paravan kuruluşların yöre temsilcisi veya benzeri yollarla Samsun ve diğer şehirlere yerleşmekte; buralarda yaptıkları hazırlık çalışmalarını tamamladıktan ve belirli bir sempatizan ve çekirdek cemaat edindikten sonra yerlerine başkalarını bırakarak yöreyi terk etmektedirler. Bu yabancı misyonerlerin yöreyi terk etmelerinde, misyoner olarak deşifre olmalarının/edilmelerinin ve emniyet güçlerince faaliyetlerinin izlendiğini düşünmelerinin de büyük etkisi vardır. Bir başka Protestan misyoner hareket, İstanbul merkezli Presbiteryen Kilisesidir. Bu kilise de özellikle Trabzon ve Rize civarında aktiviteleri artırmış durumdadır. Ayrıca Almanya merkezli Protestan Havariler Kilisesi gibi kiliseler de kendilerine taraftar bulmak amacıyla yoğun bir faaliyet içindedirler. Bu kiliseler özellikle Almanya’daki Türk işçi aileleri arasından edindikleri taraftarlarını misyoner olarak kullanmak suretiyle yörede cemaatler kurmaya çalışmaktadırlar.
Doğu Karadeniz yöresinde faaliyet gösteren protestan misyoner teşkilatları ev cemaatleri metoduyla çalışmaktadırlar. Ev kiliseleri olarak da adlandırılan dairelerde ya da evlerde haftada bir toplanmak, dua etmek, yapılan ve yapılacak faaliyetleri görüşmek ve misyon faaliyetinde bulunulacak sempatizanları belirlemek konusunda çeşitli görüşmeler yapılmaktadır. Bugün OMÜ personeli ve öğrencilerinden (özellikle Tıp Fakültesinde) oluşan Protestan Hıristiyanlar ve sempatizanları bünyesinde toplayan çeşitli ev kiliselerinin bulunduğu bilinmektedir.
Bu gruplardan başka başta Samsun olmak üzere Doğu Karadeniz sahil şeridindeki yerleşim birimlerinde, Yahova Şahitleri ve Bahailik gibi akımların misyonerlik faaliyetlerine de rastlanmaktadır. Bu faaliyetler, özellikle bu gruplara bağlı olan ve yöredeki üniversitelere öğrenci olarak dışarıdan gelen öğrenciler tarafından yürütülmektedir.
Diğer bölgelerde olduğu gibi, Karadeniz bölgesinde de misyonerlik faaliyetleri yörede yerleşik olan veya memur ya da öğrenci olarak bulunan Alevi vatandaşlar ile kendilerini Kürt, Çerkez, Gürcü, Laz vb kimliklerle tanımlayanlar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bundan başka, dini ve milli hassasiyetleri zayıf, sosyal ve ekonomik sıkıntı yaşayanlar da yörede faaliyet gösteren misyonerlerin potansiyel hedefi konumundadır. En azından, kişisel olarak tanıdığımız Hıristiyanların ve sempatizanlarının büyük kısmının böyle olması bunu desteklemektedir.

2- Pontusçuluk
Anadolu’nun Batı bölgeleri gibi Doğu Karadeniz bölgesi de 19. yy sonlarından itibaren, Anadolu’da ayrılıkçı hareketleri örgütlemek, azınlıkları devlete karşı kışkırtmak ve başta Yunanistan olmak üzere çeşitli Batı ülkelerinin Anadolu’ya yönelik tarihi emellerini gerçekleştirmek amacıyla oluşturulan birçok yıkıcı/bölücü örgütün üssü haline geldi. Başta Merzifon ve Havza yöresi olmak üzere kurulan birçok Pontusçu dernek ve örgüt, 20. yy başlarında, yöredeki azınlıkları devlete ve Müslüman halka karşı kışkırtmak ve tedhiş hareketlerine yöneltmek görevini üstlendi. Ayrıca bu örgütlerin üstlendikleri bir diğer önemli görev ise, yörede, Müslüman halkın aslen Türk ve Müslüman olmadıkları, asıllarının Rum veya –Rize ve Artvin yöresinde yaşayanlar için- Ermeni olduğu ve zorla Müslümanlaştırıldıkları propagandasını yürütmekti.
İstiklal Savaşı ve ardından Cumhuriyetin kuruluşu sonrası genel misyonerlik faaliyetleri gibi yöredeki Pontusçu faaliyetlerde de bir duraklama yaşandı. Ancak son yıllarda, yine misyonerlik faaliyetlerinde olduğu gibi Pontusçu faaliyetlerde de yeniden bir canlanma görülmektedir.
Yöredeki Pontusçu faaliyetlerin organize edildiği merkez başta Yunanistan olmak üzere çeşitli dış ülkelerdir. Giresun Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Baki Onurlubaş’ın basına yansıyan demecinde de vurgulandığı gibi,22 Trabzon ve ilçelerini merkez seçen bu hareket Yunanistan’daki çeşitli dernekler tarafından desteklenmektedir. Eğitim ve iş vaadiyle yöredeki fakir gençler toplanıp Yunanistan’a götürülmekte ve turizm adı altında yapılan gezilerde yöre halkına Pontusçuluk propagandası yapılmaktadır. Örneğin Tonyalı öğrencilerimizle yaptığımız kişisel görüşmelerde de son yıllarda Yunanistan’dan gelen grupların sistematik olarak Tonya ve köylerini dolaştıklarını, kendilerinin aslen burada yaşayan halkın akrabaları olduklarını, Hıristiyan ve Rum olduklarından dolayı zorla Yunanistan’a sürüldüklerini söylediklerini anlamaktayız. Bu şekilde yapılan propagandalarla, yöre halkının Rum ve Yunan sempatizanı yapılmaya çalışıldığı, buradaki halka asıllarının Rum olduğu ve zorla Müslümanlaştırıldıkları kanaatinin benimsetilmeye çalışıldığı ortadadır.
Yöredeki Pontusçu faaliyetlerle misyonerlik aktiviteleri arasında da sıkı bir bağ bulunmaktadır. Zira her iki hareketin de birleştiği geri plan siyasal Hıristiyanlık anlayışıdır. Kökü ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere’deki Katolik ve Protestan misyonerlik teşkilatlarıyla kökü Yunanistan’da olan ve Rum Ortodoks Hıristiyanlığı merkezinde yörede Rum milliyetçiliğini ve Yunan sempatizanlığını yaymaya çalışan Pontusçu teşkilatlar Hıristiyanlık ekseninde birleşmektedirler. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, misyonerlik teşkilatları öteden beri Hıristiyanlığın siyasallaşmasına paralel olarak, Hıristiyanlığı resmi din anlayışı olarak benimseyen ve kendi anladığı Hıristiyanlık öğretisini, kendi siyasal ve kültürel egemenliğini yaymak ve etki/otorite alanını genişletmek amacıyla faaliyette bulunan imparatorlukların ve ulusların emrinde olmuştur. Dolayısıyla yöreye yönelik Yunan milli politikası olan Pontusçuluk idealini gerçekleştirmekte de Hıristiyan değer ve öğretileri misyonerler tarafından kullanılmakta, bu idealin gerçekleştirilmesinde yöre halkının Rum Hıristiyan kimliğine en azından sempatizan hale getirilmesine çalışılmaktadır.

Misyonerlik Faaliyetlerine Karşı Alınacak Önlemler

Misyonerlerin ve misyonerlik faaliyetlerinin yıkıcı ve bölücü etkilerine karşı kısa, orta ve uzun vadede alınması gereken önlemler şöyle sıralanabilir:
1. Öncelikle misyonerliğin geleneksel anlamda yüzeysel değerlendirilmesinden vazgeçilerek daha gerçekçi ve ayağı yere basar tanım ve değerlendirmeler yapılmalıdır. Misyonerlikle ilgili yukarıda yapmaya çalıştığımız analitik çalışma bu yöndedir. Misyonerlikle ilgili yapılacak çalışmalarda ve misyonerlere karşı alınacak tedbirlerde, bizimle yüzyıllardır bir arada yaşamış ve hâlâ yaşamakta olan Hıristiyan vatandaşlarımızın inançlarını yaşama ve ifade etme hakları da gözetilmeli, onları küstürecek, soğutacak ya da kendilerini baskı altındaymış gibi gösterecek ortamların oluşumundan sakınılmalıdır. Bir diğer ifadeyle testiyi taşıyanla testiyi kıranlar aynı kefeye konulmamalıdır. Misyonerliğin doğru tanımı ve tahlilinde dikkat edilmesi gereken en önemli husus, bunun sıradan (ve masum) din ve inanç özgürlüğünden farklı bir yapıda olması, bir başka ifadeyle salt inanç ve ifade özgürlüğü sınırlarının dışında emeller taşımasıdır. Zira misyonerlik, gerek kökeni Pavlus’a kadar uzanan ve muhatapların Hıristiyanlaştırılması için her yolu kullanmayı caiz gören -dolayısıyla da açık, dürüst ve şeffaf olmayan- metoduyla, gerekse – daha da önemlisi- Hıristiyan geleneğini resmi öğreti olarak benimsemiş siyasal iktidarlarının egemenlik alanlarının genişletilmesinde ve buna bağlı olarak kültür emperyalizminin yaygınlaştırılmasında aracı olan yapısıyla, masum din ve inanç özgürlüğü isteminin dışına çıkmaktadır.
2. Misyonerler ve misyonerlikle mücadelede tek başına polisiye tedbirlerin sorunu çözemeyeceği görülmelidir.
3. Halka, özellikle de çocuklarla gençlere milli ve manevi değerlerimizin öğretilmesi konusundaki eksiklikler giderilmelidir. Her kötülüğün temelinin cehalet ve bilgisizlik/aymazlık olduğu hatırda tutulmalıdır. İslam’ı terör, anarşi, savaş, gericilik ve yobazlıkla özdeşleştiren yaklaşımlara karşı çıkılmalı; kelime anlamı itibarıyla adı “barış ve esenlik” olan bir din, bu özelliğiyle genç zihinlere kazınmalıdır. Kim hangi şekilde ve ne amaçla yaparsa yapsın, İslam’ın terör ve anarşiyi lanetlediği konusu işlenmelidir. Aynı şekilde İslam’ın cahillikle, yobazlıkla, gericilik ve irticayla mücadele eden bir din olduğu, Kur’an ayetlerinde azımsanmayacak kadar çok yerde insanların düşünmeye, aklını kullanmaya, tefekkür etmeye ve sorgulayıcı beyinlere sahip olmaya yönlendirildikleri vurgulanmalıdır.
4. Örgün ve yaygın din eğitimi üzerinde hassasiyetle durulmalıdır. Eksik ya da yanlış bir din eğitimi almış ya da hiç almamış kimselerin ve dini değerlere mesafeli duranların, misyonerlerin öncelikli hedefleri arasında oldukları unutulmamalıdır. Her seviyedeki örgün din ve ahlak eğitimi mutlaka bu konuda yeterli formasyon sahibi olan uzman kişilerce verilmelidir. Bu konudaki eksiklikler süratle giderilmeli, mevcut öğretmenlerin bilgi ve becerileri hizmet içi kurslarla sürekli takviye edilmelidir. Bugün ilköğretim okullarının 4. ve 5. sınıflarında din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri hâlâ bu ders konusunda özel formasyonu olmayan sınıf öğretmenlerince okutulmaktadır. Yeterli formasyonu olmayan sınıf öğretmenlerinin bu dersi ne kadar başarılı verebilecekleri tartışma konusudur. Bir an önce, en azından yeterli öğretmen kadrosuna sahip olan ilköğretim okullarında bu dersler ilgili branş öğretmenleri tarafından okutulmalıdır.
5. Misyonerlik faaliyetleri şehirlerde özellikle Anadolu liseleriyle özel kolejlerde ve üniversitelerde yoğunlaşmaktadır. Dolayısıyla Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK, kendilerine bağlı eğitim-öğretim kurumlarını bu yıkıcı ve bölücü aktiviteler konusunda uyarmalı, eğitim kurumları idarecilerini ve okullardaki rehber öğretmenleri bilgilendirmeli; böylelikle öğrencilere yönelik yapılan/yapılacak olan bu faaliyetlere karşı öğrencilerin ve öğretmenlerin bilgilendirilmeleri konusunda gerekli tedbirler alınmalıdır.
6. Yüzyıllardır İslam’ ülkelerine yönelik misyonerlik faaliyetlerine karşı önemli bir direnç noktası olan İslam’ın temel kaynaklara (özellikle Kur’an’a) dayalı olarak halka öğretilmesi konusunda gerekli çalışmalar yapılmalıdır. Bu konuda halka yönelik yaygın eğitim hizmetlerini üstlenen Diyanet ve Milli Eğitim’e bağlı kurumlar çeşitli etkinlikler yürütebilirler.
a. Örneğin, Kur’an’ın Türkçe çevirisiyle temel dini ve milli bilgiler içeren bazı kitaplar, broşürler vb malzeme halka (ya da isteyenlere) bu kurumlar aracılığıyla parasız dağıtılabilir. Böylelikle halkın İslam inanç ve öğretilerini temel kaynağından öğrenebilmesi ve temel dini ve milli konuları anlaması sağlanabilir. Öteden beri misyonerlerin sayısı yüz milyonlarla ifade edilen kutsal kitap, dini broşür ve mecmuayı Türkiye vb İslam ülkelerinde bedava dağıttıkları ve misyonerlik aktiviteleri açısından bundan hayli yararlandıkları hatırda tutulmalıdır.
b. Yayın basında, sesli ve görsel medyada dinsel ve milli konuların şov ve reyting amaçlı olarak olur olmaz kişilerce değil yetkin kişilerce işlenmesine önem verilmelidir. Halkı bilgilendirmeyi amaçlayan seviyeli programların sayısı artırılmalıdır. Aynı şekilde, medyada ve yayın basında Hıristiyanlık ve misyonerlik konusu reyting ya da şov maksatlı olarak ve konuyu bilmeyen kişilerle değil gerçek uzmanlarıyla tartışılmalıdır. Aksi taktirde yapılanlar Hıristiyanlığın ve misyonerliğin reklamından öteye gitmeyecektir.
c. Gelişmiş Batı ülkelerinin birçoğunda benzeri kurumlara ilişkili olarak söz konusu olduğu gibi, Türkiye’de de Diyanet İşleri Başkanlığı’nca yürütülen ve dinsel eğitim amaçlı olarak yayın yapan radyo ve TV kanalları mutlaka olmalıdır.
d. Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı birimlerle İlahiyat Fakülteleri halka yönelik faaliyetlerini daha sistemli ve etkili çalışmalar haline getirmelidir. Özellikle misyonerler ve faaliyetlerine ilişkin halkı uyarıcı/bilgilendirici çalışmalara ağırlık verilmelidir. Örneğin zaman zaman hutbe ve vaazlarda konu işlenmeli, uzman kişilerin katılımıyla konferans, seminer ve panel gibi programlar düzenlenmelidir.
e. Dinsel konularda halkı aydınlatmak görevini üstlenen DİB personeli (özellikle imam ve hatipler) Hıristiyanlık, Türkiye’deki Hıristiyan akımlar ve misyonerlikle ilgili bilgilendirilmeli, gerekiyorsa hizmet içi kurslarla eksiklikler giderilmelidir.
7. Misyonerlik ve Pontusçuluk gibi yıkıcı bölücü faaliyetlere karşı yapılacak mücadelede özellikle sesli ve görsel medyaya da önemli görevler düşmektedir. Milli ve manevi değerlerimize saygılı, aydın din adamı portresini ön plana çıkaran dizi ve filmler, halka olumlu mesajlar vermede son derece yararlı olacaktır. Maalesef yıllar yılı medyamızda hep kara softa, cahil, çıkarcı, yenilik ve bilim karşıtı ya da şehvetten gözü dönmüş din adamı portresi filmlerimizde dizilerimizde işlenmiş, dolayısıyla din adamı, imam, müftü denildiğinde halkın bilinç altına bu olumsuz portre yerleşmiştir. Bu da halkımızın dinsel ve ahlaki değerlerimize karşı yabancılaşmasına önemli katkıda bulunmuştur/bulunmaktadır. Oysa benzer durumu, Hıristiyanlık kültürüne sahip gelişmiş Batı ülkelerinde görmek olası değildir. Bu durumu, medyamızda sıklıkla izlediğimiz Batı patentli film ve dizilerde görmek mümkündür. Bu film ve dizilerde Hıristiyan din adamı her zaman aydın, barışçıl, iyiliksever, bilim yanlısı ve kendisini toplumun huzur ve refahına adamış kimse rolündedir. Şüphesiz bizde olduğu gibi Batıda da bu özelliklerden uzak cahil ve bağnaz din adamları yok değildir. Ancak din adamlarıyla ilgili halka yönelik yayınlarda oluşturulan bu olumlu portre, halkın kendi dinsel ve kültürel değerlerinden kopmaması, bunlardan soğumaması amacına yönelik kapsamlı bir eğitim programının uzantısıdır. Kısaca, aynı şekilde bizde de halka yönelik yayınlarda din adamı portresi sunulurken, olumsuz örnekler değil çoğunluğu yansıtan olumlu örnekler üzerinde durulmalıdır.
8. Misyonerliğe karşı yapılacak önemli çalışmalardan birisi de Hıristiyanlığa dair akademik çalışmaların ortaya çıkmasıdır. Orta ve uzun vadede Hıristiyan misyonerliğinin yıkıcı faaliyetlerine karşı mücadele edebilmek için bu çalışmalar olmazsa olmaz değere sahiptir. Maalesef bugün Hıristiyanlığın kökeni, tarihi, mezhepleri, teolojisi, etik anlayışı, dinsel kaynakları, Türkiye’deki Hıristiyan ekoller ve bunların yapılanmalarıyla aynı şekilde misyonerlik tarihi, teşkilatları ve yöntemleri konularında bilimsel çalışmalar –yeterli olması bir tarafa- yok denecek kadar azdır. Unutulmamalıdır ki İslam’a karşı mücadele ile sömürgeciliğin İslam ülkelerinde yerleştirilmesi faaliyetlerinin en önemli ayağını oryantalistlerce yürütülen İslam’la ve İslam toplumlarının tarihi, dili, kültürü vb konularla ilgili bilimsel çalışmalar oluşturmuştur. Dolayısıyla, ülkemize yönelik Batı ve Hıristiyan misyonerliği kaynaklı olumsuz etkinliklere karşı köklü ve tutarlı bir mücadele verebilmek için mutlaka biz de Batı kültürü, tarihi ve toplumsal yapısıyla birlikte Hıristiyan geleneğini bilimsel düzeyde her yönüyle irdelemek ve oryantalizme karşı bir oksodantalizm oluşturmak zorundayız. Bu konuda, diğer bilim dallarından çok üniversitelerin dinler tarihi, din etnolojisi gibi anabilim dallarıyla Diyanet İşleri Başkanlığının diğer dinleri araştıran birimlerine önemli görevler düşmektedir (şayet DİB’nın böyle bir birimi yoksa mutlaka kurulmalıdır). Örneğin, başkanlığını yürüttüğün OMÜ İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi Anabilim dalında, bu çerçevede son yıllarda gerek kendi çalışmalarımızda gerekse danışmanlığını yürüttüğümüz lisansüstü çalışmalarda Hıristiyanlık, Türkiye’deki Hıristiyan ekoller ve benzeri konulara ağırlık verilmektedir.
9. Merkezi yurtdışında ya da Türkiye’de bulunan çeşitli paravan kuruluşlarda faaliyette bulunan ya da çeşitli iş ve hizmet kuruluşlarında yabancı dil öğretmeni, teknik danışman, sosyal hizmet uzmanı vb sıfat ve unvanlarla çalışan misyonerlere karşı uyanık olunmalı, bunların hareketleri incelenmeli ve gerekli önlemler alınmalıdır. Aynı şekilde yabancı okullar ve kurslarla elçilik ve konsolosluklar ve burada çalışanların faaliyetleri de yasal şartlar çerçevesinde dikkatle izlenmelidir.
10. Son olarak, terör ve anarşi gibi pontusçuluk ve misyonerliğin de beslendiği önemli kanallardan birisinin yöre halkının yaşadığı ekonomik sıkıntılar ve yoksulluk olduğu unutulmamalı, ekonomik sorunlarla işsizliğin çözümü için kalıcı tedbirler uygulanmalıdır.
Şinasi Gündüz

OMÜ Ilahiyat Fakültesi Dinler Tarihi Anabilim Dalı
Kaynak : Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi II (2002)
Son düzenleyen Safi; 12 Ekim 2018 20:31
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
7 Eylül 2007       Mesaj #4
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Misyonerlik
Misyonerlik, Hıristiyanlık'ı yaymak ama­cıyla yürütülen örgütlü çalışmalardır. Misyo­nerler, Hıristiyan dinini öğretir ve başka inançtaki insanlara bu dini kabul ettirmeye çalışırlar. İlk misyonerler Hz. İsa'nın havari­leriydi.

Hıristiyanlık'ın yayılmasında öncü misyo­nerlerden biri olan Aziz Paulus Anadolu'da ve birçok Yunan kentinde kiliseler kurmuş ve bu yerlerde Hıristiyanlık'ın yayılmasını sağla­mıştır. İmparator I. Constantinus'un Hıristi­yanlık'ı benimsemesinden ve Hıristiyanlar'ı korumaya başlamasından çok önce, bu din Roma İmparatorluğu'nun topraklarında ya­yılmıştı. Roma İmpara­torluğu'nun parçalanma sürecinde bu yayılma yavaşladı. 7. ve 8. yüzyıllarda Araplar'ın Hıristiyanların elindeki topraklara egemen olması sonucu buralarda yaşayan halklar Müslüman oldu.

635'te Çin'e ulaşan misyonerler burada Hıristiyanlar'a karşı baskının arttığı 845'e kadar dinlerini yaydılar. 950-1350 arasında tüm Avrupa ve Rusya Hıristiyanlık'ı benimse­mişti. Ruslar Alaska'ya yerleşmeye başlayın­ca, buradaki Eskimolar'a bir Hıristiyan mez­hebi olan Ortodoks inancını benimsettiler. Fransa, İspanya ve Portekiz'in keşiflerin ar­dından gelişen sömürgecilik hareketi sonucu ele geçirdiği topraklara da Katolik Kilisesi misyonerler gönderdi. Böylece Orta ve Gü­ney Amerika, Batı Hint Adaları ve Filipinler'de Hıristiyanlık yaygınlaştı. Misyonerler Ku­zey Amerika'daki yerleşimlerde de çok önemli bir rol oynadı. Cizvit misyonerleri, ayrıca, Çin, Hindistan ve Japonya'da Hıristi­yanlık'ı yaymak için çalıştı.

1750-1815 arasında Hıristiyanlık bir durak­lama dönemine girdi. Hıristiyan imparator­luklar dağılmış, Hıristiyanhk'a ilgi azalmış­tı. Avrupa ve Amerika'da, 18. ve 19. yüzyıl­larda Hıristiyanlık'ın yeniden canlanmasıyla, kilisenin görevlendirdiği misyonerler Hindis­tan'a, Büyük Okyanus'un güneyindeki adala­ra, Yeni Zelanda'ya, Güney Afrika ve Mada­gaskar'a kadar gittiler. 19. ve 20. yüzyıllarda Protestan ülkeler sömürgelerindeki misyoner­lik çalışmalarına büyük önem verdi. Misyo­nerlerin sayısında önemli bir artış oldu. Çok sayıda gönüllüden oluşan bu misyonerler, Hıristiyanlık'ın yayılması için çalışmanın yanı sıra, sağlık ve eğitim alanlarında da çalıştılar. 19. yüzyılın sonlarına doğru pek çok kadın da hemşire ve öğretmen olarak misyonerlik yap­maya başladı.

Afrika'nın keşfinde ve batıya açılışında da birçok misyoner görev aldı. Ünlü kâşiflerden David Livingstone bunlar arasındadır. Albert Schweitzer gibi misyoner doktorlar Afrika'da hastaneler ku­rarak hekim ve hemşireler yetiştirdiler.
20. yüzyılda sömürge olmaktan kurtularak bağımsızlığını kazanan devletler misyonerle­rin dinsel çalışmalarını büyük ölçüde denetim altına aldılar. Dinsel propagandayı yasaklaya­rak, sadece eğitim ve sosyal hizmet alanındaki çalışmalara izin verdiler.
MsXLabs.org & Temel Britannica
Son düzenleyen Safi; 12 Ekim 2018 20:32
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!
kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
17 Eylül 2007       Mesaj #5
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
(Prof. DR. Ahmet İnsel)
İslam'ı seçme onurla karşılanırken...
İnsel Türkiye'de annesi babası Müslümanken Hıristiyan olan kişilerin sayılarının yüzlerle ifade edilecek kadar sınırlı söylüyor.

"Buna karşılık misyonerlikten bu kadar nefret eden, korkan aynı çevreler, herhangi bir Hıristiyan'ın Türkiye'ye gelip Müslüman olmasını çok büyük bir onurla, sevinçle karşılarlar.

Dolayısıyla bu kişilerin, mutlak doğru kimliği, yayılmacı biçimde ifade etme hakkını kendinde gördüğünü, kiliselerin kapatılmasını, kiliselere giden bir avuç insanın iç düşman olarak tanımlanmasını desteklediğini belirten İnsel, aynı zamanda esas olarak kendilerinin sorunlu olduğunu söylüyor.

"Bu kişiler aslında kendi tahayyül dünyalarında, kendi yapmak istediklerini başkalarına suç olarak yansıtarak, onları şeytanlaştırarak kendilerini masum, mağdur gösteriyorlar."

İnsel Türkiye'de mağdur ve de masum olanların Müslümanlar değil, gayrimüslimler olduğunu savunuyor.

(Bir kaç kişi din değiştirdi diye ülke bütünlüğü bozulmaz, bir kaç kişi din değiştirdi diye din zarar görmez bu yüzden her ülkenin hakkı olan milli bütünlüğün ırkçılığa dogru yönelmesini önlemeyiliz ki misyonerler her yerde var, gerek müslğman gerek hristiyan ve gerekse Museviler'de. Hatta böylesi daha iyi zayıflar eleniyor ve dini hangi dine inanıyorsa daha iyi benimseyenler daha iyi koruyoır.)

Misyoner
Misyoner, İncil`de Hz.İsa tarafından verilen "gidin ve insan balıkçısı olun" nasihatına uyan insanlar için kullanılan bir Hristiyanlık terimidir. Misyonerler insanları hıristiyanlık dinine davet ediyorlar ve onun hakkında bilgilendiriyorlar. Hedefleri insanları Hıristiyan yapmaktır.

Daha genel kavram içinde kendi dini mensuplar sayısını artıran kişilere de misyoner deniliyor.

Bir Müslüman insanları İslamiyete davet ediyorsa ona da bazen İslam misyoneri deniliyor.

Örnek olarak 13. yüzyılda batı Anadolu'yu ve Balkanları İslamlaştırmak ve Türkleştirmek faaliyetinde bulunan misyoner Türk dervişleri vardır.

Bunlardan en önemlisi Sarı Saltuk'tur.
Son düzenleyen Safi; 12 Ekim 2018 20:33
MesirKentli - avatarı
MesirKentli
Ziyaretçi
13 Kasım 2008       Mesaj #6
MesirKentli - avatarı
Ziyaretçi
Ülkemiz, 21. asrın ya da üçüncü bin yılın başlarında çeşitli ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve dini sorunlarla karşı karşıya hatta iç içe bulunmaktadır. Bütün bu sorunlar biri diğerinin sebebi olmakta ya da biri diğerini tetiklemektedir.

Hastalıklı bir beden nasıl ki mikroplarla mücadelede başarısız olursa, toplumlar da onun varlık sebebi olan değerlerin zayıflaması sonucu dayanma gücünü kaybederler. Milletler arası yarışta öne çıkmak isteyen toplumlar, rakip olarak gördükleri toplumları çökertebilmek için çeşitli araçları kullanarak, onlarda bir değerler erozyonu meydana getirirler ve çoğunlukla dıştan müdahalelerin zor ve pahalı olduğu düşünülerek daha kolay ve ucuz olması sebebiyle içten çökertme yöntemi uygulanmakta ve bundan da önemli ölçüde verim alınmaktadır.

Soğuk savaş dönemlerinde, toplumların rehavete düşmeleri ve bazı direnç noktalarının kırılması, dış güçlerin başarısını artırmaktadır. Zira geleceğe ait hesapları ve projeleri olmayan toplumlar, bu tür soğuk savaş dönemlerinde hazırlıksız yakalanmakta ve çoğunlukla da sıcak savaş şartlarından daha büyük bedeller ödemektedirler.

Toplumsal direnci zayıflatan, değerler erozyonunu hızlandıran etkenlerin başında lüks, moda, içki ve uyuşturucu bağımlılığı, ahlaki ve dini çöküntüler gelmektedir. Bu yüzden toplumlar gelecek konusunda kendilerini güvende hissedebilmeleri için kimliğini oluşturan değerleri koruma konusunda duyarlı ve dikkatli olmak zorundadır.

Milli değerler tarih süzgecinden geçerek, örf adet ve geleneklerle bütünleşerek, her çağ ve coğrafyada milleti ayakta tutarlar. Bir ırmağın sürüklediği kum tanecikleri gibi biri birilerini törpülerler ve belli bir uyum sağlayarak ortak kaderi paylaşırlar. Bir arada olmaları onları güven içinde mutlu kılar. Bu insicam her zaman dış etkenlerin müdaheleleriyle bozulmaya açıktır ve her zaman da böyle bozulmuşlardır. İşte toplumlar belli ülkü ve değerler etrafında mutlu bir varlık sürerek güçlerini korurlarken başkaları bu mutluluğu kendileri için bir dezavantaj olarak görerek bozmaya yeltenebilirler.

İşte toplumsal bütünlüğü tehdit eden ve onu tehlikeye sokan unsurlardan biri de misyonerliktir.

Misyonerlik, bir dinin insanlara tebliğini görev kabul etmiş olan insanların yani misyonerlerin yaptığı iştir. Tarihi süreçte Hıristiyanlıkla özdeşleşmiştir ve misyonerler onun sembolü haline gelmiştir. Değişik bir ifade ile “misyonerlik” denince Hıristiyanlık, Hıristiyanlık denildiğinde de misyonerlik akla gelmektedir.

Her ne kadar misyonerlik belli bir dini diğer bir din mensubuna tebliğ gibi anlaşılsa da bu, bir dinin masumane tebliğinden farklı bir şeydir. En azından bu faaliyetlerin tarihi geçmişi bu görüntüyü vermiştir. Zira misyonerlikte en azından iyi niyet ve masumiyet bulunmamaktadır. İnsanların inanma duyguları istismar edilmekte, zaaf ve beklentilerinden yararlanılmakta ve bu süreçte bazı empozeler yapılmaktadır. Hatta buna dayalı olarak imkanlar ölçüsünde karşı inanç ve düşünceleri karalama, tahrif ve aşağılama vardır.

Hıristiyanlıkta misyonerlik faaliyetlerinin kaynağı olarak kabul edilen Matta İncili 4. Bap 19. cümlesinde yer alan ve Hz. İsa’nın Petrus ve Andreas’a söylediği ifade edilen şu söz misyonerliğin iç dinamikleri bakımından bazı ipuçları vermektedir.

“İsa onlara dedi; Ardımca gelin, sizi insan avcıları yapacağım”.

Bu cümle, Hz. İsa’ya inananların kendi inanç değerlerini insanları avlamada bir yöntem olarak kullanabilecekleri iznini vermekte ve yıllarca bu yöntem sayesinde insanlar içine düştükleri, sosyal, kültürel ve ekonomik şartların zorlaması sonucu Hıristiyan misyonerler tarafından avlanmaktadırlar. Aynı şekilde Matta İncili’nin 28. Bap 18-20. cümleleri, misyonerliğin bir emir gibi anlaşılmasına ve her türlü yolun meşrulaştırılmasına sebep olarak kabul edilmiştir.

“İsa yanlarına geldi ve onlara söyleyip dedi: Gökte ve yerde bütün hakimiyet bana verildi. İmdi siz gidip bütün milletleri şakirt edin, onları Baba ve Oğul ve Kutsal Ruh ismiyle vaftiz eyleyin. Size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara öğretin ve işte ben bütün günler, dünyanın sonuna kadar sizinle beraberim.”

Her iki cümle her ne kadar Matta İncili’nde yer alsa bile bunların Hz. İsa’ya aidiyeti, incillerin bütünü üzerindeki genel İslami kanı çerçevesinde tartışılabilir. Ancak tarihin bütün dönemlerinde bu söz Hıristiyan misyonerliğin özünü oluşturmuş ve Hıristiyan misyonerlere hareket imkanı sağlamıştır.

Hıristiyanlık üzerinde büyük bir etkisi olan Pavlus’un yazdıkları Hıristiyan Kutsal Kitabında yer almış ve kendisi Hıristiyanlığı yaymayı görev edinenlere en önemli örnek olmuştur. Hıristiyan misyonerler çeşitli yönlerden onu taklit etmiş ve sözlerini kutsal vahiy metni olarak uygulamaya özen göstermişlerdir. İşte Pavlus’un Korintoslulara yazdığı mektup misyonerlere örnek teşkil eden ve misyonerliğin iç yüzünü bütün açıklığıyla ortaya koyan cümlelerinden bazıları:

“İmdi benim ücretim nedir? İncil’de olan salahiyetim ifratla istimal etmemek için, İncili vazederken, İncili meccanen arz etmektir. Çünkü herkesten azatken, daha çok adam kazanayım diye, kendimi herkese kul ettim. Ve Yahudileri kazanayım diye Yahudilere Yahudi gibi davrandım; kendim şeriat altında olmadığım halde, şeriat altında olanları kazanayım diye şeriat altında olanlara şeriat altında gibi davrandım; Allah’a karşı şeriati olmayanlardan değil, ancak Mesih’in şeriati altında olarak şeriati olmayanlara şeriati olmayan gibi davrandım. Zayıfları kazanayım diye zayıflara zayıf oldum; her suretle bazılarını kurtarayım diye zayıflara herkese her şey oldum. Ve hepsini incil için yapıyorum, ta ki onda hissedar olayım.” (I. Korintoslulara, 9/18-23).

Bu cümlelerden etkilenen Hıristiyan misyonerleri, Hristiyanlığı yaymak için her yola başvurmuşlar,her fırsatı değerlendirmişlerdir. İşin en ilginç olan yanı ise bunu din adına yapmışlardır.

Misyonerlerin Uyguladığı Metotlar
Misyonerler sadece din adamları değildir. Ya da her din adamı misyoner değildir. Misyonerler içinde bulundukları zaman ve şartlara göre, gidecekleri yer ve insanların özelliklerine uygun olarak yetiştirilirler. Bu nedenle her misyonerde bulunması gereken bazı özelliklerin olması istenir. Onlar misyonerlik yapacakları toplumun dinini, kültürünü, sosyal ve eknomik şartlarını çok iyi bilir ve ona göre yetişirler. Her ülkenin şartlarına göre bir program uygular ve faaliyet yürütürler. Bunlar bazı özellikleri yönüyle ortak nitelikler taşırken bazende tamamen farklı karakter ortaya koyabilirler.

Hıristiyanlık tarihine genel olarak baktığımızda Hıristiyanların Müslümanlara ilişkilerinin başlangıçta çok olumlu seyrettiğini, bazı Hıristiyan yönetici ve din adamlarının Müslümanlara çok yakın ilgi gösterdiğini, Kur’an’ın da bu husustan övgüyle bahsettiğini yakinen görmekteyiz. Ancak Müslümanların çok kısa sürede güçlenmeleri ve Hıristiyanlığın etkili oduğu bölgelere yayılmaları, İslam’a ve Müslümanlara yönelik bu sıcak hava ve dostane ilişkilerin devamına imkan vermemiştir. Hıristiyanlar son derece katı ve tahripkar bir tutum içerisine girmişler ve her fırsatta islam’ı kötülemeye gayret etmişlerdir. Hıristiyanlar İslam’ın iki ana unsuru olan Kitap ve Sünneti ve bunların insanlığa ulaştırıcısı durumundaki Hz. peygamberin imajını tahrip etmeye yönelmişler, bu çerçevede akla hayale gelmedik iftira ve yalanlara başlamışlardır.

Başlangıçta, İslam, Hıristiyanılğın sapık bir versiyonu yada mezhebi olarak yorumlanmıştır. Bu yorumun tutmaması bazı Hıristiyan din adamlarının İslam’ı tamamen reddetmesine sebebiyet vermiştir. Bazı din adamları, Hz. Muhammed’in sapık bir din adamı olan Rahip Bahira tarafından yetiştirildiğini, Kur’an’ın Hz. Peygamber’in bizzat kendisi tarafından yazılan bir kitap olduğunu ve hiçbir zaman ona Allah tarafından bir vahiy gönderilmediğini iddia etmişlerdir. hatta onların isnat ve iftiraları, Hz. Muhammed’in kişiliğini kötü gösterme noktasına kadar varmıştır. Onu hiçbir zaman bir peygamber olarak kabul etmemişlerdir.

Hıristiyanlar ortaya attıkları iftira ve yalanlarla gerek Kur’an gerekse Hz. Muhammed konusunda emellerine ulaşamayınca kaba kuvvete başvurmuşlar, yıllarca süren ve insanlık tarihine kara bir ilke olarak düşen Haçlı Savaşlarıyla binlerce insana zulmetmişler ve binlercesinin de ölümüne sebep olmuşlardır. Kudüs’ün Müslümanların elinden alınması ve Müslümanları oralardan atılması için tam sekiz Haçlı seferi düzenlenmiştir. İlk defa Kudüs Hıristiyanların eline geçtiği zaman, oradaki bütün Müslümanlar öldürülmüştür. Haçlılar bu dönemde insanlık adına en büyük ayıbı işlemişler, Kudüs’teki Yahudilerle birlikte İstanbul’daki diğer Hıristiyan mezhebinden olanlara zulmetmişlerdir. Bu savaşlar, Hıristiyanların Müslümanlara karşı hangi duygular içinde olduklarını, ellerine fırsat geçtiği zaman neler yapabileceklerini gösterme bakımından oldukça önemli tarihi vesikalardır.

Haçlı seferleri ve savaş yoluyla Müslümanların Hıristiyanlaştırılamayacağını anlayan Aziz Francis Assisi (1182-1226) ilk misyoner teşkilatı da denilebilecek olan Fransiskenliği kurmuştur. O, Haçlı seferlerine karşı çıkarak Hıristiyan inancının sevgi yoluyla Müslümanlara telkin edilmesini savunmuştur.

Orta Çağ boyunca Hıristiyan dünyası savaş yoluyla elde edemeyeceği yayılmacılığı misyoner faaliyetleri ile kazanma çabası içerisine girmiştir. Fransiskenleri Dominikenler, onları da Cizvitler takip etmiştir. Böylece Hıristiyan Katolik dünyası, emre itaat duygusuyla yetişen, bekarlığı dini bir gereklilik ve Pavlus’un sünneti olarak kabul eden, dünya malına iltifat etmeden göreve hazır olan misyonerleri ile dünyanın çeşitli yörelerine Hıristiyanlığı yaymaya çalışmışlardır.

Misyonerlerin yayılmacı politikasında, İsa ve İncil merkezi rol oynamakta ve Hırisityanlık “kurtuluş” için yegane seçenek olarak gösterilmekte, bunun için de “vaftiz” önerilmektedir. Her toplum ve coğrafyaya uygun metotlar üreten misyonerlerin ortak prensibi karşı taraftaki insanların her türlü zaafından yararlanmaktadır. Bu konuda başarı elde edebilmek için öncelikle karşı toplumda, örf adet ve geleneklerde, daha genel bir ifade ile kültür ve dini değerlerde bir tahrip ve kişide bu değerlere karşı bir ilgisizlik meydana getirilir. Kişi çevresinden kopartılarak boşluğa düşürülür ve sonuçta bir kimlik arayışına zorlanır. Bu çerçevede misyonerler, çeşitli problemlerle başı dertte olan, dini ve milli değerler konusunda yeterli donanıma sahip olmayan kimseleri hedef olarak belirler ve onların beklentilerini karşılamaya çalışırlar.

Misyonerlerin kendi ifadelerinden anlaşıldığına göre, misyonerliği üç aşamada ele almak gerekmektedir.

1.- Misyonerliğin birinci amacı Hıristiyanlığı yaymak yani Hz. İsa’ya imanı gerçekleştirmek.
2.- Hedeflenen ülkelerde kiliseleri dikme sürecinde ve diktikten sonra, kiliseleri yaşatarak elemanları çoğaltmak. Bunun için o ülkenin aydınlarının eserlerine ve kültürlerine Hıristiyanlık unsurlarını sokmak.
3.- Gelişmiş olan Batı medeniyetini Hıristiyanlıkla aynı göstermek.

Bununla birlikte, bu konularda son dönemlerde özellikle kültüre yönelik planlar, vaftiz konusundaki esnek tavırlar ve kilisenin tanımı konusundaki yeni yaklaşımlar bağlamında bazı değişimlerin yaşandığı da dikkat çekmektedir. Bunlara ilaveten, daha önceden gelişmiş Batı medeniyetini Hıristiyanlıkla aynı gösterme tavrında da bazı değişiklikler olmuş, Batı dünyasında yaşanan olumsuzlukların Hıristiyanlıkla ilişkisi bulunmadığını vurgulayan yaklaşımlar sergilenir olmuştur. Bu yeni tavır özellikle dinler arası diyalog faaliyetlerinde gündeme getirilmektedir.

Bu ve benzeri konularda amaçlarına ulaşmak için sabırsızlanan misyonerler, vaftiz yoluyla kesin Hıristiyanlaştırmadan önce kültürel etkileşimi ve kültürel faaliyetleri amaçları için en uygun ortam olarak görmekte ve kullanmaktadırlar. Nitekim Rahip Samuel Zwemer’in misyonerler için yaptığı şu uyarı çok anlamlı olsa gerektir:

“Müslümanları vaftiz etmek için boş yere çabalayıp durmayalım.Başka yollar, başka çareler deneyelim. İslam memleketlerinde girişeceğimiz faaliyetlerde onlara, Hıristiyan adetlerini, Hıristiyan bayramlarını, Hıristiyan kültürünü, Hıristiyan ahlakını aşılayalım...”

Uzun bir tarihe ve tecrübe birikimine sahip olan misyoner teşkilatları, bulundukları yerlerin durumuna göre açık ve gizli çalışma metotları geliştirmişlerdir. Açıktan yaptıkları faaliyetlerde, doğrudan doğruya Hıristiyanlık propagandası yaparlar. Burada Hıristiyanlığı haklı ve üstün göstererek, karşı tarafın eksik ve yanlışları üzerinde dururlar. İslam ülkelerinde müsteşriklerin de desteğini alan misyonerler, İslamın Hıristiyanlığın bozulmuş şekli olduğunu ve esaslarının çoğunu Hıristiyanlıktan aldığını özellikle propaganda ederler.

Misyonerler doğrudan dini propaganda yerine insani yardımları ön plana çıkararak, faaliyetlerine farklı bir karakter kazandırırlar. Dolaylı ve gizli yürüttükleri faaliyetlerde, ekonomik imkanlara ilave olarak tıbbi yardımlara ve eğitim faaliyetlerine öncelik verirler. Açıktan faaliyetlerin yararlı olmadığı veya sakıncalar doğurduğu ortamlarda gizli metotlara başvururlar.

Misyonerler, uygulanan her araç ve metottan ayrı ayrı yararlanmış olmalarına rağmen Pavlus’un asırlar önce uyguladığı ve kendinden sonrakilere tavsiye ettiği “sevgi” yi en yararlı ve hedefe ulaşmada en etkili bir metot olarak kabul etmişlerdir. Dolayısıyla onlar, Müslümanları tek etkileyecek şeyin “sevgi, saygı ve samimiyet” olduğunu önemle vurgulamışlardır. International Missionary Counacil’de sekreterlik görevinde bulunan William Caton “Müslümanlara yaklaşmada dikkatli olmalıyız. Hıristiyanın Müslümana ilk mesajı doktrin değil sevgi olmalıdır” diyerek sevginin önemini vurgulamıştır.

Misyonerlerin karşı toplumlar için kullandıkları ve “sevgi” metodundan yeterince yararlanamadıkları yerlerde devreye soktukları bir diğer etkili metot “nifak” hareketleridir.

Nitekim Londra Misyoner Teşkilatı başkanı: “Biz İngilizlerin müreffeh ve saadet içinde yaşamamız için Müslümanlar arasına nifak tohumları ekmemiz lazımdır. Onların içinde ihtilaf kıvılcımlarını tutuşturmalıyız. Biz Osmanlı Devleti’nin her tarafına fitne sokarak onu yıkacağız.” diyerek bunu açıkca ifade etmiştir.

Misyoner-Casus teşkilatı başkanı, Osmanlı Devletinde faaliyet gösteren Hampher’e “Eğer sen İslam ülkelerinde sünni-şii kavgasını başlatabilirsen, Büyük Britanya’ya en büyük hizmeti yapmış olacaksın” demiştir.

Misyonerler gittikleri ülkelerde inanç ve ahlaki değerleri zayıflatabilmek için müstehcen filmler, içki fuhuş ve uyuşturucudan da yararlanmayı ihmal etmemektedirler. Ayrıca özel okullar, dil kursları gibi gençliği hedef alan örgün ve yaygın eğitim kurumları misyonerliğin en etkili faaliyet alanlarından birini oluşturmaktadır.

Bütün bu metotların başarısını Misyoner Zwemer’in şu sözleri ibretle özetlemektedir: “İslam memleketlerindeki misyoner teşkilatları faaliyetlerinin iki cephesi vardır; yapıcı, yıkıcı veya başka bir tabirle eritici ve yeniden şekil verici. Mesela, Türkiye’deki muazzam değişikliklerin müsebbibi, Batı medeniyetinden ziyade misyonerlerde aranmalıdır. Mısır’da ve bütün İslam aleminde de durum aynen böyledir. Bu memleketlerde Hıristiyanlaşan Müslümanların sayısını öğrenmek için vaftiz istatistiklerine bakmamalıdır. Zira biz şuna eminiz ki günümüzde yüzlerce Müslüman kalplerinden İslam imanını çıkarmışlar ve Hıristiyan dinine gizlice inanmaya başlamışlardır. Onların Müslümanlığı böyledir”.

Dünyada yürütülen misyoner faaliyetleri daima ekonomik ve siyasi destekten yararlanmaktadır. Bir başka ifade ile misyonerler Hıristiyan toplumlara ekonomik ve siyasi çıkar sağlamaktadırlar. Misyonerler başlangıçta masum gibi görünen dini duygularla muhataplarıyla ilişkiye girmekte, bunu belli bir ekonomik ve siyasi güçle desteklemektedirler. Daha sonra muhatap kitlelerin Hıristiyanlaştırılması, o yörelerin ekonomik ve siyasi sömürüye hazır hale gelmesine imkan sağlamaktadır. Afrika ve Uzak Doğu bunun en canlı örneklerinin yaşandığı yerlerdir. Aynı şekilde şunu bütün açıklığıyla söylemek mümkündür ki, dünyanın neresinde bir çatışma varsa orada dinin ve dolayısıyla misyonerlerin parmağı bulunmaktadır.

Hangi ad ile tanınırsa tanınsın, hangi mezhebe hangi tarikata mensup olursa olsun misyoner, her halukarda kendini kiliseye adayan adamdır. O, İncil’in bir neferidir. Her an İsa ile Hıristiyanlık uğruna canını veren mistiklerle beraberliğini düşünmektedir. Misyoner bu hedefi için her şeyi yapmayı göze alabilir. Hiç kimsenin çalışmadığı yerlerde çalışabilir. Nitekim misyonerler, anaokulu ve kreşlerde, çocuk yuvalarında eğitimin her kademesinde, hastanelerde, huzurevlerinde ve hatta açık misafirhanelerde hayır hizmeti adı altında görev yaparlar. Dolayısıyla tarihin hiçbir döneminde misyonerlik faliyeti sona ermemiştir.

Niçin Türkiye
Son yıllara kadar, uzun tarihi süreçte misyonerlerin en çok emek ve para harcayarak Hıristiyanlaştırmak istedikleri bölgelerin başında Türk dünyası ve Türkiye gelmektedir. Harcadıkları büyük paralar, sarf ettikleri büyük emeklere rağmen bu gayelerine ulaşamayacaklardır. Onları bu başarısızlığa iten ana unsur Türklerin sahip oldukları iman, karakter, seciye, kişilik, örf, adet ve geleneklerdir. Misyonerler çarptıkları bu yalçın kayaları aşmak, karşılaştıkları bu muazzam kalenin surlarında gedikler açmak için yılmadan usanmadan çalışmalarına devam etmektedirler. Bunun belli başlı iki sebebi vardır. Birincisi Türklerin üzerinde yaşadıkları bu topraklar, diğeri ise Türklerin bizatihi kendileridir.

Öncelikle şunu hatırdan uzak tutmamak gerekir ki, Anadolu Hıristiyanlığın ilk yayıldığı yerlerdir. Bugünkü Hıristiyanlığın kurucusu olarak bilinen Pavlus’un hatıralarının saklandığı ve Hıristiyanlar için hac merkezi olarak kabul edilen yerlerdir. Ayrıca burası, yıllarca Hıristiyanların yaşadıkları, tarihi ve kültürel anılarının bulunduğu topraklardır. Belki en az bu tarihi ve kültürel özellikler kadar Türkiye jeopolitik konumu itibariyle de Hıristiyan dünyası için vazgeçilmez bir özelliğe sahiptir. Muhtemelen bu son durum dünya siyaset ve ekonomik dengelerini elinde bulunduran Hıristiyan çevreler için çoğu yapay karakterli Hıristiyanlık hatıralarından daha fazla önem arz etmektedir.

Amerikan “Board” teşkilatı tarafından Osmanlı topraklarına gönderilen Fısk ve Pasion’a 1 Aralık 1883’te verilen talimat mektubunda Anadolu’nun bu özelilğine dikkat çekilmiştir:

“Bir fetih savaşına girmiş askerler olduğunuzu unutmayın ve her ne kadar mücadele manevi alanda, kafanın kafayla, kalbin kalple mücadelesi ise de, sizin silahınız Tanrı’nın inayetiyle güçlendirilmiş bir silah ise de, Napolyon’un askeri girişimlerindeki kadar araştırma, bilgi ve düşünceye ihtiyaç gösterir. Bu mukaddes ve vaad edilmiş topraklar, silahsız bir haçlı seferiyle geri alınacaktır.”

Misyoneler açısından 19. yüzyıl Türkiyesi bir “İncil Ülkesi”dir. (Bible Land). Aynı şekilde Türkiye Orta Doğu’nun ekmek sepeti ve Asya’nın anahtarı durumundadır. Gerek yer altı ve yerüstü zenginlikleri gerekse üç tarafının denizlerle çevrili ve üç kıtanın merkezinde bulunması Türkiye’nin önemini artırmaktadır. Bir anlamda Türkiye sahip olduğu jeopolitik ve jeostratejik imkanlar sayesinde dünyadaki ekonomik, siyasi, askeri ve dini merkez durumundadır. Bu özellikleri misyonerler ve onların tetikçisi ekonomik ve siyasi çevrelerin iştahını oldukça artırmaktadır. Ayrıca Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası ortaya çıkan manzara, oralarda kurulan devletlerin Türkiye ile tarihi ve kültürel bağlarının bulunması ve ekonomik yönden sömürülmeye müsait olarak yorumlanması, Türkiye’nin önemini daha da artırmaktadır.

Türkler misyonerlerin ulaşmayı çok arzuladıkları ama bunu bir türlü istedikleri oranda gerçekleştiremedikleri bir toplumdur. Müslüman olduktan sonra Türklerin İslam ve Müslümanlara sağladıkları katkılar ve insanlığa getirdikleri huzur ve güven tarihin her döneminde kabul gören bir gerçektir. Aynı şekilde onların İslam ve Müslümanları, Hıristiyanların zararlarından korunmaları noktasında yaptıkları üstün başarı ve fedakarlık her türlü takdirin üzerindedir. Bütün bu güzellikleri Hıristiyan dünyası kendisi için bir zarar olarak telakki etmiş ve yıllarca bunun intikamını almak için fırsat kollamıştır. Zaman zaman bu emellerine kısmen ulaşmıştır.

Günümüzde Türkiye’de geçmiştekinden daha yoğun ve etkili misyoner faaliyetleri yapılmaktadır. Şüphesiz bu alanda en çok etkilenenler Türkiye’deki gayri müslim dini azınlıklar olmuştur. Ancak mahalli unsurların bunlardan zarar görmediğini söylemek de mümkün değildir. Avrupa Birliği öncesi heves ve sarhoşluk ortamını ve ekonomik krizi fırsat bilen bazı vakıf, medya ve basın organlarının da destiğini sağlayan misyoner teşkilatlar yoğun bir kampanyaya başlamış ve özellikle büyük şehirlerimizde gençler arasında kısmen etkili olmaya başlamışlardır. Yeni yeni kiliseler açılmakta ve binalarda misyonerlik faaliyetleri yapılmaktadır. Bazı gafil ve art niyetli çevrelerin Avrupa’daki Türk işçilerinin sadece kendi dini vecibelerini yerine getirmek için yetkililerin izin verdikleri yerlerdeki camilerle mukayese ettiği bu kiliselerin müdavimleri Hıristiyanlar değil, Hristiyanlaştırılmak istenen Müslüman Türk çocuklarıdır. Bu durum, yetkili ve ilgililerin özellikle duyarlı olmak zorunda olduğu bir husustur.

Günümüzde Hıristiyan Dünyası Türklerin kendileri ile olan geçmişteki hesabını henüz kapatmamıştır. Misyonerlerin sözde sevgi, barış ve hoşgörü maskesi altında yürüttükleri faaliyetler, Türk Milletinin bütün tarihi ve kültürel değerlerinin dejenarasyona uğramasına neden olmaktadır. Bugün içine düştüğümüz değerler erozyonu, ahlaki buhran ve kimlik bunalımında gizli intikam duyguları, sahte sevgi, insan hakları ve barış şeklinde kamufle edilmesinin etkileri vardır.

Misyonerler, sahip oldukları tecrübe, ekonomik imkan, sabır, bazı basın ve medya desteği yanında, iç ve dış işbirlikçilerinin de katkılarıyla avladıkları masum çevreleri saflarına çekmekte ve onları Türkiye’nin geleceğini çökertmek için bir araç olarak kullanmaktadır.

Unutulmamalıdır ki, tarih boyunca misyonerlerin yaldızlı sözleri ve sahte uygulamaları bu milleti Hıristiyanlaştırmaya yetmemiş ve maskelerini hep düşürmüştür. Mithat Cemal Kuntay’ın dediği gibi “Fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır”. İnanıyorum ki misyonerlerin oyunları yine bozulacak ve bu millet insanlığın günümüzde daha fazla muhtaç olduğu barış ve huzur ortamının hazırlanmasına katkı sağlayacaktır.
Son düzenleyen Safi; 12 Ekim 2018 20:34
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
12 Ekim 2018       Mesaj #7
Safi - avatarı
SMD MiSiM

Misyonerler 200 yıldır Anadolu’da

"Tanrı’nın İşçileri" olarak tanımlanan misyonerler, Osmanlı’ya 1815 yılında ayak bastı. İlk saldırıya Bitlis’te uğradılar.

İki misyoner George C.Knapp ve Dr. George C.Raynolds ağır yaralandı. Saldırganlardan Musa Ağa ve adamlarının gerekçesi şuydu: "Bizi tahrik ettiler... " Misyonerlerin dünyada en başarısız oldukları bölge Anadolu oldu; "din ihracı" yapamadılar ama Müslümanları patatesle, dikiş makinesi ve gaz lambasıyla ilk onlar tanıştırdı. Misyonerler, ilk kayıplarını ise Anadolu’ya geldikten yaklaşık 200 yıl sonra geçen hafta Malatya’da verdiler. İşte misyonerlerin Anadolu’da ateşle dansının kısa bir hikáyesi...

YIL 1863. Yer Bitlis. Kürt Hoyti Aşireti lideri Musa Ağa ve adamları, Heresan mahallesinin çıkışındaki ağaçların arkasına saklanmışlar, gözlerini yola dikmiş, misyonerleri bekliyorlar.
Ellerinde sopa var. Hepsi öfkeli. Öfkeleri Amerikalı misyonerlere...

Kimdi bu Amerikalılar?
Amerikalı misyonerler, merkezi Boston’da olan ve 1810 yılında kurulan "American Board of Commissioners for Foreing Missions" (kısaca ABCFM ya da BOARD) diye bilinen misyoner teşkilatının üyeleriydi.

Bu kuruluş Kalvenci geleneği temsil eden Protestan mezhebine inanan misyoner örgüttü. Anadolu’yla tanışmalarının tarihi eskiydi. Anadolu’ya ilk gelen misyonerler Pliny Fisk ve Levi Parsons adlı iki Amerikalıydı.

Tarih 15 Ocak 1820. Yer İzmir’di. Osmanlı Devleti’ne gelen ilk misyoner ise İngiliz "Church of Missionary Society" adlı kuruluşa bağlı çalışan bir papazdı. Yıl 1815’ti. Yer, Kahire’ydi. Bu öncü misyonerleri, zamanla diğerleri takip etti.

MİSYONERLİĞİN ALTIN DÖNEMİ

Doğu’da misyonerlik faaliyetlerinin başlama tarihi 1850’li yıllardı. İki önemli şube Sivas ve Harput’ta kuruldu. Sonra diğer bölgelere yayıldılar. Misyonerlerin amacı neydi? Misyonerlerin Anadolu’ya akın etmesinin sebebi, Hz. İsa’nın havarilerine söylediği şu buyruğunda gizliydi:

"Gidiniz! Gerçeği (İncil’i) onlara anlatınız."
Soruyla devam edelim:
Niye özellikle 19. yüzyıldan sonra Anadolu’ya akın etmeye başladılar? Sorunun yanıtını vermeden önce, misyonerlik tarihi beş döneme ayrılır, ona bakalım:
1) Havariler Dönemi (33-100)
2) Kilise Kurucuları Dönemi (100-800)
3) Ortaçağ Dönemi (800-1500)
4) Reformasyon Dönemi (1500-1650)
5) Reformasyon Sonrası Dönem (1650-1800)

Modern misyonerler dönemi 1793 yılında Misyoner William Carey’in Hindistan’a gitmesiyle başladı.

Soruya dönersek, evet 19. yüzyıl ile 20. yüzyıl, misyonerliğin altın çağıdır. Çünkü bundan önceki dönemler Avrupa’da din/mezhep savaşlarıyla geçmiştir. Ancak 17. ve 18. yüzyıl aydınlanma/din reformlarıyla barış sağlanabilmişti. Yani artık, Hz. İsa’nın buyruğunu yerine getirecek zemin sağlanabilmişti.

İşin dinsel yönü kadar siyasi yönünün de olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. "Altın çağ"ın bir diğer nedeni de kapitalizmin emperyalizme dönüştürdüğü bir dönem olmasıydı. Anadolu’da sadece Amerikalı misyonerler yoktu.

Her ülkeye mensup misyonerler vardı. Protestanlar, Katolikler, Ortodoksların ayrı ayrı misyonerleri Anadolu’daydı. Osmanlı’da misyonerlik faaliyetini yürütenler daha çok Protestanlardı. Katolik kilisesi ve Rus Ortodoks kilisesinin de faaliyetleri vardı ama bunlar sınırlıydı. Anadolu’da bunların kendi aralarında birbirleriyle hiç geçinemediklerini de eklemeliyiz.

Bitlis’teki gergin bekleyişi unutmayalım. Musa Ağa ve adamları, dövmek için Amerikalı misyonerleri bekliyorlardı. Böylece başlarındaki "büyük beladan" kurtulacaklardı!

Bu "bela" neydi ki?
Misyoner George C.Knapp, 1856 yılında Anadolu’ya gelmişti. O tarihte misyoner sayısı 24 kişiydi. Bütün misyonerler gibi, Amerikalı yoksul bir ailenin çocuğuydu. İyi eğitimliydi. Misyonerlerin 21 merkezinden biri olan, Bitlis İstasyonu’nun sorumlusuydu. Misyoner katliamının yapıldığı Malatya, o yıllar Bitlis’e bağlı uç-istasyondu.

BİTLİS’TE BEŞ AMERİKAN OKULU

George C.Knapp, 1860’tan itibaren Bitlis’te inşaat çalışmalarını başlatmıştı. İnşaatlardan biri okul yapımıydı. Aynı yıl inşaatı bitirdiler. Bitlis’e Kız Mektebi açtılar. Okulun müdiresi Matmazel Mishery idi. Okulun 50 öğrencisi, dört öğretmeni vardı; üçü Osmanlı biri Amerikalı.

İki yıl sonra aynı mahalleye erkek okulu açtılar. Bu okulun da 64 öğrencisi, dördü Osmanlı biri Amerikalı beş öğretmeni vardı. Okulları yetimhane binası takip etti. Bitlis, Amerikalı misyonerlerin "egemenliğindeydi!"

Keza Siirt Fransızlarındı; sadece onların okulları vardı! Bir misyoner kuruluşunun olduğu yerde diğeri bulunmuyordu. Amerikalı misyonerler, niye Bitlis’te olduklarını soranlara hep aynı yanıtı veriyorlardı:

Yoksullara eğitim ve sağlık hizmetleri götürmek için. Musa Ağa ve adamları bu okullara mı kızmışlardı? Hem evet hem hayır. Çünkü elimizde bilgi yok. Bilinen şu:

Misyonerler geldikleri Anadolu halkının kültürüne yabancıydılar. Geldikleri topraklarda medrese dışında öğrenim kurumu yoktu. Onlar okul açtılar. Açtıkları okullardan bazıları kızlar içindi. Amerikalı misyonerler, Bitlis bölgesindeki okul sayısını zamanla beşe çıkardılar.

’UZAYLI’ MİSYONERLER!

Bunlar arasında Rahipler Mektebi ve Sanayi Mektebi de vardı. Müslümanlar bu "gávur" okullara çocuklarını göndermiyorlardı; ama başlı başına okul düşüncesi bile tepki alıyordu. Sadece okul açılması değildi tepkilere neden olan. Yaptıkları binaların tarzı bile sevilmiyordu!

Kadın misyonerlerin giysileri, şapka takmaları ve ata binmeleri hayretle karşılanıyordu.

Misyonerlerin kendi ülke bayraklarını binalarına asmaları, yerel halk tarafından hoş görülmüyordu. Misyonerlerin yerel insanlarla diyaloglarında, geleneksel davranış kalıplarına uymamaları da sorun çıkarıyordu. Bölgenin feodal hiyerarşik ilişkilerini umursamıyorlardı; herkese eşit davranıyorlardı.

Halk merak içinde ama uzaktan misyonerleri izliyordu. Aile olarak hep birlikte, üstelik masada yemek yiyorlardı. Masalarında Anadolu’da olmayan yiyecekler vardı; patates gibi. Geceleri gaz ocağı yakıyorlardı. Bu aydınlanma cihazıyla da ilk kez tanışıyorlardı.

Misyonerlerin müzik aletleri de farklıydı. Piyano, akordeon çalıyorlardı. Ellerinde dürbün, fotoğraf makinesi vardı. Ellerinde kısa zamanda yazdıkları ve bugün hálá kullanılan Türkçe-İngiliz sözlük kitabı "Redhouse" vardı.

Ve çok çalışkandılar.
Misyonerler, Anadolu halkına "uzaylı" gibi görünüyordu. Hatta öyle ki, Harput’un ileri gelen üç müftüsü, ziyaret ettikleri misyoner Henry Riggs’e depremin ne zaman olacağını sormuşlardı! Ve klasik insan davranışıdır; insan anlamadığına düşman olur!.. Musa Ağa ve adamları, misyonerlere düşman olmuştu.

’TAHRİK ETTİLER’

Musa Ağa ve eli sopalı adamlarını çok bekletmeyelim... BOARD’nın Bitlis bölgesi sorumlusu George C.Knapp ve misyoner arkadaşı Dr. George C.Raynolds okuldan çıkıp atlarıyla Musa Ağa ve adamlarının olduğu yere doğru yürümeye başladılar.

Misyoner Knapp, tanıdığı şehrin ileri gelenlerinden Musa Ağa’yı görünce, elini kaldırıp selam verdi: "Hello!" Sonrası malum...

Musa Ağa ve diğer saldırganlar, kendilerine saygısızlık yapıldığı için misyonerleri dövdüklerini söylediler. Tahrik edilmişlerdi! Sonra da eklediler: "Onlar zaten İngiliz ajanı!"

Dünden bugüne Anadolu’daki "gerekçelerin" hep aynı olması rastlantı mı? Devlet, Musa Ağa ve adamlarına pek bir şey yapmadı. Zaten devlette, misyonerlere derin bir güvensizlik vardı. Devlet katında misyoner, yabancı güçlerin ajanıydı.

19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında, başta Ermeni sorunu olmak üzere devlet, Anadolu’daki her olayın günah keçisi olarak misyonerleri görmeyi tercih etti! Bu toprakların yazgısıydı bu kolaycılık anlayışı:

Olayların sebebi olarak iç çelişkiler yerine, yabancı etkileri temel sorun olarak görmek!

Ermeni ayaklanmalarında bazı misyonerlerin rolü yok mudur; vardır elbet!

Ama tek sebep bu mudur? Malatya’daki katliamın bir tek sebebi olabilir mi?

Rahibeye ağlayan Türkler
MİSYONERLER Anadolu’da anlaşılmamıştır; hep şüpheyle karşılanmıştır; yer yer dayak da yemiştir, gibi genel düz bir yorumun çıkarılmasını istemem. Bir başka örnek olay anlatmalıyım:

Misyonerler 1850’li yıllardan beri Sivas’ta görev yapıyorlardı. Ama yaşanılan bir olay, misyonerler ile yerel halk arasında büyük bir dostluk kurdu.

Yıl 1891. Yer Sivas. Orta Anadolu’nun bu büyük şehrinin insanları kolera salgınıyla kırılıyor. Nüfusu 40 bin kişi. Salgın, bin beş yüz insanın hayatını kaybetmesine neden oldu. Beş bin kişi de hasta.

Salgına karşı en büyük mücadeleyi Cizvit misyonerleri yürüttü. Çünkü:
Misyonerler, Hz. İsa’nın Tanrısal gücünün bir kısmını hastaları iyileştirmekte kullandığına inandıkları için tıbbi yardımları başlıca faaliyetleri arasına almışlardı.

Bu nedenle?
Kolera tedavi konusunda uzman misyoner Peder Rougier ve Saint Joseph rahibeleri aylarca Sivas’ta çalıştılar. Sonunda kolerayı yendiler.

Bu arada bu salgın hastalık Tokat ve Kayseri misyonerleri arasında da birer can aldı.

Çalışmaları nedeniyle başrahibe Marie Therese’ye, Fransız hükümeti tarafından şeref madalyası verildi. Rahibe Marie Therese, yıllarca Sivas’ta sağlık hizmetleri çalışmaları yaptı.

Vefat ettiğinde binlerce Müslüman Sivaslı, rahibenin cenazesine katıldı. Gözyaşı döktü...

ANALiZ

Ya futbolcu ya imam!
MESELE ne misyonerlik, ne İncil, ne de yabancı düşmanlığı aslında. Görünür gerekçe o sadece. Kimse popstar yarışmalarına binlerce gencin katılmak için neden başvurduğunu tartışmıyor. Kimse futbol maçlarındaki bıçaklama olaylarını konuşmuyor. Kimse yoksulluğun, işsizliğin, lümpenliğin nedenlerini analiz etmiyor. Kimse gelir dağılımı adaletsizliğinin nelere yol açacağını değerlendirmiyor. Kimse 30 yıldır süren iç savaşın nelere yol açtığını söylemiyor.

Bakın. Bu cinayetler sonuç değil, başlangıçtır. Káğıt üzerinde milli geliri 5 bin dolar diye göstererek sorunları çözemeyiz; kendimizi kandırıyoruz. Sorunu polis-adliye önlemleriyle de engelleyemeyiz. Cezaevlerindeki ranzalarda ikişer, üçer kişinin yattığını biliyor musunuz?

Ne "teşhis" koyabiliyoruz, ne de "tedavi" yöntemini tartışıyoruz. Oyalanıyoruz. Çözümü cezada arıyoruz; bilmiyoruz ki, ne kadar çok ceza verirseniz o kadar çok suç üretilir. Ya da:

Sorunu hep görünürde, elle tuttuklarımızda arıyoruz. Polis beceriksiz... Diziler yönlendiriyor... Milliyetçilik dalgası... Bir de her taşın altında aradığımız yabancı devletler şüphesi var elbet!

Nedenleri, sorumlulukları başkalarının üzerine atarak sorunlarımızdan kurtulacağımızı sanıyoruz. Şark aklı budur işte! Yine öyle yapacağız. Bulacağız görevini yapmayan bir iki emniyet görevlisi! Rahatlayacağız.

Ya da yine "derine" dalıp, "derin ilişkiler" peşinde koşacağız. Aydınlatalım derken bulandıracağız. Unutmayın, en çok zarar verenler, en yararlı olmak isteyenlerdir!

Bir de, her siyasal grubun diğerini suçlamasını izleyeceğiz. Aslında, tüm bu olanların nedenini, 10 yaşındaki bir yoksul çocuk, "Büyüyünce ne olacaksın" diye soran TV muhabirine söylemişti: Ya futbolcu, ya imam!

Burada söylenen, ne bildiğimiz futbolcu, ne de imamdır. Burada söylenen şudur:

Ya zengin olurum, ünlenirim ya da din düşmanlarıyla savaşırım! Malatya vahşetini, ünlü olamamış bu çocuklar gerçekleştirmiştir. İyi hayat sunamadığımız çocuklarımızın sayısı her geçen gün maalesef artmaktadır. Mesele iktisadidir, kültüreldir.

Siyaset bunlardan çok sonra gelir.

Ve anlatmalıyız çocuklarımıza, insanın doğruluğuna kesinlikle inandığı şeyler, asla doğru olmayan şeylerdir!...
22.04.2007
Son düzenleyen Safi; 12 Ekim 2018 20:37
SİLENTİUM EST AURUM

Benzer Konular

6 Şubat 2007 / Misafir Osmanlı İmparatorluğu