Arama

Sylvia Plath

Güncelleme: 15 Kasım 2008 Gösterim: 9.282 Cevap: 3
KisukE UraharA - avatarı
KisukE UraharA
VIP !..............!
2 Mart 2008       Mesaj #1
KisukE UraharA - avatarı
VIP !..............!
Sylvia Plath
MsXLabs.org
Ad:  Sylvia Plath.jpg
Gösterim: 496
Boyut:  47.0 KB

Sylvia Plath (27 Ekim 1932, Boston - 11 Şubat 1963, Londra), ABD'li şair ve yazardır.
Trajik yaşamı ve intiharıyla tanınan Plath, aynı zamanda yarı otobiyografik bir roman olan ve depresyonu üzerine ayrıntılı bilgiler veren Sırça Fanus kitabının yazarı olarak bilinir. Anne Sexton ile birlikte, Plath gizdökümcü şiirin önemli isimlerinden biridir.

Hayatı
1932 yılında Alman bir baba ve ABD'li bir anneden, Massachusetts'te doğdu. Profesör olan babası 1940 yılında öldü. Plath ilk şiirini 8 yaşında yayımladı.
Plath, hayatı boyunca ileri derecede manik-depresif bozuklukla boğuştu. 1950 yılında bursla girdiği Smith College'deki ikinci yılında ilk intihar girişimini gerçekleştirdi ve bir akıl hastanesine yatırıldı. 1955'te Smith College'den summa cum laude derece ile mezun oldu.
Kazandığı Fulbright bursuyla Cambridge Üniversitesi'ne giderek çalışmalarını burada sürdürdü ve şiirlerini üniversitenin öğrenci gazetesi olan Varsity'de yayımladı. Plath burada 1956 yılında evleneceği İngiliz şair Ted Hughes'la tanıştı. Evliliklerinin ardından Boston'da yaşamaya başladılar. Plath, hamile kaldıktan sonra ise İngiltere'ye geri döndüler.
Plath ve Hughes, Londra'da kısa süre yaşadıktan sonra North Tawton'a yerleştiler. Çiftin sorunları bu dönemde başladı ve ilk çocuklarının doğumundan kısa süre sonra Sylvia Plath Londra'ya geri dönerek boşanma işlemlerini başlattı.
Kiraladığı evin eskiden İngiliz şair William Butler Yeats'e ait olduğunu öğrenen Plath bunu iyi bir işaret olarak değerlendirdi. 1962 - 1963 kışı Plath için çok zor geçti. 11 Şubat 1963'te, ikinci kattaki odalarında uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, odalarının kapısını da içeri gaz girmeyeceğinden emin olmak üzere bantlayarak kapattı ve kafasını fırının içine sokarak intihar etti.
İntiharıyla ilgili olarak kocası Ted Hughes eleştirilere maruz kaldı. Hughes yıllarca bu konuda konuşmadı. Daha sonra anılarını yayımladı.
1963 yılında henüz 30 yaşındayken intihar eden Plath’ın hayatı, Oscarlı oyuncu Gwynet Paltrow’un ünlü şairi canlandırdığı “Sylvia” filmine de aktarıldı.
Plath’ın Türkçe’ye çevrilen eserleri arasında bulunan “Sırça Fanus” adlı romanı, birçok kişi tarafından ilk Amerikan feminist romanı olarak değerlendirilir.

Eserleri
Şiir

  • The Colossus (1960)
  • Ariel (1965)
  • Crossing the Water (1971)
  • Winter Trees (1972)
  • The Collected Poems (1981)
Düz yazı

  • The Bell Jar (1963)
  • Letters Home (1975)
  • Johnny Panic and the Bible of Dreams (1977)
  • The Journals of Sylvia Plath (1982)
  • The Magic Mirror (1989)
  • The Unabridged Journals of Sylvia Plath
Çocuk kitapları

  • The Red Book (1976)
  • The It-Doesn't-Matter-Suit (1996)
  • Collected Children's Stories (İngiltere, 2001)
  • Mrs. Cherry's Kitchen (2001)
Türkçeye çevrilen eserleri

  • Ariel, (İmge Kitabevi)
  • Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı, (Altıkırkbeş Yayınları)
  • Sırça Fanus, (Can Yayınları)
  • Üç Kadın, (Oğlak Yayıncılık)
  • Sylvia Plath'in Günceleri, (Oğlak Yayıncılık)
Kaynak : Vikipedi, özgür ansiklopedi
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen KisukE UraharA; 7 Ekim 2008 18:42
Biyografi Konusu: Sylvia Plath nereli hayatı kimdir.
Gerçekçi ol imkansızı iste...
AeraCura - avatarı
AeraCura
Ziyaretçi
7 Ekim 2008       Mesaj #2
AeraCura - avatarı
Ziyaretçi
Yazar 1932′de Massachuseets’ta doğmuş ve çocukluuğunun ilk yıllarını Boston yakınlarında bir kıyı kasabası olan Winthrop’ta geçirmiştir. Annesi Avusturyalı bir ailenin kızıdır. Boston üniversitesinde tanınmış bir biyoloji profesörü ve arılar uluslararası bir üne sahip bir otorite olan babası gençliğinde Polonya’dan ABD’ne göçmüştür.Sylvia’nın kendisinden iki buçuk yaş küçük bir erkek kardeşi vardır.Kasım 1962′de Sylvia’yı çok etkileyecek bir olay olur, babası uzun ve zorlu bir hastalık geçirerek ölür. Küçük yaşta şiir yazmaya, çini mürekkeple resim yapmaya başlar;her iki alandada ilk yapıtlarıyla ödüller kazanır.On yedi yaşına geldiğinde yazma hevesini belli bir düzene sokar,ancak yazdıklarının yayınlanması o kadar kolay olmaz.Seventeen dergisinin ağutos 1950 sayısında çıkan ‘ve artık yaz gelmeyecek’ adlı kısa öyküsünden önce dergiye tam kırk beş öykü göndermiştir.İngiliz ozanı Ted Huger ile tanışır ve 16 haziran 1956′da Londrada onunla evlenir.Sırça Fanus’u yazmak için Saxton vakfından burs alır ve roman ocak 1963′te yayınlanır.Daha sonraki dönemde Ariel şiirleri başta olmak üzere bir çok şiir yazar 11 Şubat 1963 günü yaşamına son verir.
Neden İntihar etti?

Herkesin intihar etmek için iyi bir nedeni vardır.

Sylvia Plath

CESARE PAVASE
Ölmek
Bir sanattır,her şey gibi
Eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi
Öyle ustaca ki insana korkunç geliyor.
Öyle ustaca ki insana gerçeklik duygusu veriyor.
Bu konuda iddalıyım sanırım
Sylvia Plath
Çeviren : Cevat Çapan
Diğer eserleri :
Sırça Fanus
Seçme Şiirler
Üç Kadın
Günceler

PLATH ŞİİRİNDE ERİL ETKİ

“Başparmağımdan kesildim, köküm toprakta kaldı.”1932 yılında Massachusetts’te doğan Alman asıllı kadın şair Sylvia Plath, eğitimini Massachusetts ve İngiltere’de tamamlar. Şiirlerinde bolca sanrısal ve şiddet içerikli imgeler kullanan şaire, son yüzyılın gerek eserleri ve gerekse de yaşamı ele alındığında en çarpıcı isimlerinden birisidir.Plath’ın bütün bir yaşamını özetleyen cümlelere Sırça Fanus adlı otobiyografik romanında rastlarız: “Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim? O sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür”. Bu cümle Plath’daki Kaos Teorisi’nin özeti gibidir. Plath şiirinin en dominant unsurları baba ve koca imgesidir. Mumaileyh ikonlar Plath şiirinde rahatsız edici bir biçimde defalarca işlenir.
Plath Şiirinde Baba Otto’nun Etkleri: Babasını kaybettiği 20 yaşına kadarki süreçte babası ile sorunlar yaşayan Plath bu menfi etkileri 1963 yılındaki intiharına dek taşır. Bu çekişme Plath’ı manik depresif, şizofren, içine kapanık, öfkeli, bezgin ve intihara meyyal bir hale getirir. Sylvia Plath babası ile olan bu ilişkisini henüz o yıllarda sıcak olan Nasyonal Sosyalizm ve III. Reich rejimi ile özdeşleştirir. “Babacığım” şiirinde babasını acımasız, kan dökücü, insanlıktan uzak SS subaylarıyla özdeşleştiren şaire, kendisini de masumiyeti sembolize eden toplama kampına kapatılmış Yahudi bir kıza benzetir
“Dikenli tellere takıldı kaldı
ich, ich, ich, ich
Güçlükle konuşurdum
Her Alman’ı sen sanrdım
Hele o yüz kızartıcı dilin”
Plath’ın babasına duyduğu öfkenin boyutları oldukça korkutucudur. Bu öfke yer yer karşılanılması zor bir intikam duygusuna dönüşür. Bu duygunun baskınlığı Plath’in şiirlerinde cinayet işleme isteği formunda açığa çıkar:
“Babacığım öldürmek zorundayım seni…
Ben zaman bulamadan ölüverdin…”
Yaşamı boyunca babasına karşı beslediği öfke, Sylvia’nın intiharından önce yazdığı ve geniş yankılar uyandıran Babacığım şiirinin son dizelerinde artık önü alınamaz bir hale gelir:
“Baba, baba , seni ***
Artık seninle işim tamamen bitti.”
Plath Şiirinde Koca Ted’in Etkileri: Plath hayatı boyunca tatmin edilemeyen babasının kızı psikolojisini (Kül Kedisi Psikolojisi) karşısına çıkan bütün erkeklerde arar. İngiltere Cambridge’de okurken bir baloda tanıştığı İngiliz kraliyet nişanına sahip şair Ted Hughes ile evlenir ve bu evlilikten iki çocuğu olur. Ancak Plath’in aradığı dinginlik bir türlü gelip onu bulmaz. Plath’ın evlilikten beklediği koruyucu erkek imgesi yerini, diğer bütün kadınlarda olduğu gibi evliliği mutfaktan mürekkep bir saltanat haline getirir. Şair intiharını da kendisine biçilen bu ülkede gerçekleştirir. Denilebilir ki şairin üstünde şiir kokusundan daha çok baharat kokusu vardır.
Plath’ın dikkat çekecek kadar güzel bir kadın olmaması, güzellik konusundaki komplekslerinin kocası Ted üzerinde bir baskı oluşturmasına neden olmuş ve Plath, kocasının yanındaki bütün kadınları potansiyel birer rakip olarak algılamıştır. Bu korkunun izinden giden kadın, ev sahibi ile kocasının ilişkisini öğrenir ve bu bilgi Plath’ın ruhsal bunalımları artmasına yol açar. Kendisini bir hapis hayatında yaşıyor olarak betimlediği Sırça Fanus’ta kocasının bu sadakatsizliğine değindiği bölümler kocası tarafından sansüre uğrar ve kitaptan çıkartılır. Bu noktadan sonra Plath yalnız bir kadındır ve ölüm arzusunu şiirlerinde yoğun olarak işler. Şiddet Plath şiirinin ana imgesi olmuştur. Plath kocasının da bulunduğu evini canlı canlı gömüldüğü bir mezara benzetir:
“Pek yakında, evet pek yakında
Mezar inimin yediği etim
Gene üstümde olacak eve gittiğimde.”
İçinden çıkılamaz bir yola doğru günbegün sürüklenen Sylvia bu çöküşünden kocasını sorumlu tutar ve onu bir şiirinde kanını içen vampire benzetir:
“The wampire who said he was you
And drunk my blood for a year
Seven years if you want to know.”
Sylvia Plath hakkında inceleme yazısı yazan bütün isimlerin de ortak paydası Plath’ın intiharından kocası Ted Hughes’ı sorumlu tutmalarıdır. Başka bir şiirinde ise Ted Hughes’i korumasız bir gemiye ya da koruması gereken bir gemiye saldırıda bulunan II. Dünya Savaşı Japon intihar uçaklarına benzetir:
“O ince
Kağıtsı duygu
Sabotajcı,
Kamikaze adam.”
Evlilikten aradığını bulamayan şaire, bu beraberliği yapay, dayanılması zor, karşılıksız ve sadakatsiz bir süreç olarak niteler Aday şiirinde. Evlenmeyi düşünenlere yahut evlenmiş olanlara karşı bir öğüt niteliği taşır şiir:
“Çay getirecek ,
Baş ağrılarını geçirecek ve ne dersen yapacak
Bir el.
Evlenir misin
Garantisi var.”
Yaşamına eklenen bu yeni ve boyutları oldukça büyük düş kırıklığı Plath’ın ruhsal durumunu içinden çıkılmaz bir hale getirir. Şaire gittikçe kendisini ölüme yakın hissetmeye başlar. Bu yakınlık şaire ile ölüm arasında paranormal bir dostluk kurulmasına neden olur. Artık Plath için ölmek bir sanattır ve kendi ifadesiyle bu sanatı icra etmek adına girişimlerde bulunur. “Her şey gibi eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi, Öyle ustaca ki insana korkunç geliyor Öyle ustaca ki gerçeklik duygusu veriyor, Bu konuda iddialıyım sanırım.” Jell Barr (Sırça Fanus)’da intihar girişimlerinden bahseden Plath, deyim yerindeyse bu deneyimlerle övünür: “Yine yaptım, on yılda bir beceririm bunu ben.” Üçüncü on yılda ise bu yaptığı şeyi becermekle kalmayacak, başaracaktır da. Şaire bir intihar girişiminden sonra hayatını kurtaran doktorları Nazilere benzetir ve onlarla dalga geçer:
“İşte böyle Herr doktor, Herr düşman
Beni siz yarattınız
Ben sizin kıymetli eşyanız
Eriyip çığlığa dönüşen.”
Sylvia aldatılan her kadının yapması gereken şeyi yapar ve Ted Hughes’e boşanma davası açar. Mahkeme sürecinde edebiyat çevresindeki arkadaşları iki tarafı da bu kararlarından çevirmek için arabuluculuk yaparlar. Bunun yanında Ted Hughes çocuklarının annesinden defalarca özür diler, ancak her bağışlama yeni bir aldatma ile sonuçlanır. Hughes Sylvia’dan vazgeçemediği kadar, Londra edebiyat çevrelerinde kendine hayranlık besleyen kadınlardan da vazgeçemez. Bir süre sonra karı-koca ayrı evlerde yaşamaya başlarlar. Bu arada Sylvia Plath’ın şiirlerini okuyan bir basım evi sahibi bu şiirleri basar ve Plath’ın şiirleri İngiltere’de olumlu karşılıklar bulur. Ancak bu bile Sylvia’yı sonun başlangıcından kurtaramaz. İki çocuğunu yataklarına yatırır, gazdan etkilenmesinler diye pencerelerini açar, üzerlerini açık bir nokta kalmayacak şekilde örter, kızı Freida’nın başucuna bir bardak süt bırakır ve kafasını mutfaktaki gaz fırınına sokarak intihar eder. Öldüğünde boşanma davası henüz noktalanmadığı için mezar taşına Sylvia Hughes yazılır. Takip eden yıllar boyunca mezar taşındaki Hughes soyadı Plath hayranlarınca defalarca tahrip edilir.
Plath’ın intiharını takip eden 30 yıl boyunca Ted karısı hakkında tek kelime etmeyen Ted Hughes Sylvia’dan sonra iki kere daha evlenir ve 1998 yılında kanserden ölür. Ölümünden birkaç yıl önce Sylvia için “Doğum Günü Mektupları”nı yazan Hughes arkasında büyük bir servet bıraktı.
Plath Şiirinde Diğer Erkekler’in Etkisi: Babası ve kocası ile yaşadığı kötü deneyimler sonucu Plath bütün erkeklerden nefret etmeye başlar. Bu nefret Hıristiyanlık’ta insanlığın günahları için kendini feda eden İsa’ya kadar taşar:
“Şu kutsal herifler
ya balıklar, balıklar
İsa! Buz kalıpları.”
Plath edebi anlamda sergilediği bütün performansının merkezine şu ya da bu şekilde menfi bir erkek imajı oturtur. Bu bazen babası, bazen kocası, bazen de savaş çıkartan, kötülük yapan diğer erkeklerdir.
Yönetmen Christine Jeffs, Plath’ın hayatını sinemaya aktardığı otobiyografik bir deneme olan Sylvia’da, Plath’ın şair Ted Hughes ile tanışmasından intiharına kadar olan süreci yüzeysel, kadın bakış açısıyla ve Plath’ın cephesinden ele alır. Gywneth Paltrow ve Daniel Craig’in başrollerini paylaştığı film Jell Barr’ın görsel bir versiyonu gibidir. Filmde Plath alabildiğine masum, Hughes olabildiğince vefasız gösterilir. Filme getirilen eleştirilerin önemli bir bölümü Paltrow’un Plath’ı temsil edemediği, hatta taban tabana zıt olduğu önermelerinde birleşir. Bizce film feminist duyguları tatmin etmeye yönelik ve oldukça yanlı olduğu için başarılı olmamıştır. Filmde Sylvia’nın intihar sekansı kadraj dışı bırakılır.
Plath Şiirinde İntihar Kavramı: Sylvia Plath için intihar bazen yaşamakla eş anlamlı bir olgu haline bürünür. Lady Lazarus adlı şiiri Ahdi Cedit’de geçen İsa’nın Lazarus adında daha önceden ölmüş birini diriltmesine göndermedir. Plath, deneyip de başaramadığı intiharları Lady Lazarus adlı şiirinde bu hikaye ile ilişkilendirir. Bazen da intihar bir kaçış yoludur. Başarısızlığa yahut kendinden daha iyi olan birine karşı tahammülsüz olan kadın şair, bir şiirinin başarısız bulunup elenmesinden sonra, yaşadığı bu düş kırıklığını intihar ederek aşmayı denemiştir. Plath’ın eserlerinde genelde yaşadığı çıkmazların betimlemeleri vardır. “Ölmek istemiyorum” diyen şairenin, sürekli ölmek için çabalaması “ölüm” imajını iki farklı anlama oturtmasından kaynaklanmaktadır. Ölmek istemez, çünkü ölmek unutulmak demektir. Ölmek ister, çünkü ölerek yaşamak daha albenilidir.
Sylvia Plath’ın intihara bu denli yakın durması ve bütün bir hayatı ele alınınca oldukça dramatik bir anlam ifade etmesi, “Sylvia Plath Etkisi” adı altında bir kavramı ortaya çıkarmıştır. Kavram özetle, özgün üretimle deliliği bağdaştırmaya yöneliktir. Plath intiharı ondan sonra gelen bir çok kadın şair ve yazarı etkilemiştir. Türk yazınında Nilgün Marmara intiharı Plath’la ilişkilendirilir.
………………………………
[1] Bu konuda diğer bir yorum, Sylvia’nın babasına beslediği öfkenin kaynağının, babasının erken yaşta ölerek onu yalnız bırakmasına karşı babasına duyduğu sitemi ifade ettiğidir.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen KisukE UraharA; 7 Ekim 2008 18:43
AeraCura - avatarı
AeraCura
Ziyaretçi
9 Kasım 2008       Mesaj #3
AeraCura - avatarı
Ziyaretçi
Plath şiirindeki yaşama sevinci
Sylvia Plath’ın en karamsar dizelerinde bile özellikle doğa imgeleri ile bezenmiş yaşam sevinci ya da bir insanlık ayıbına tanıklık, alt metin olarak okunabilir, okumayı bilen okur:

Mutsuz cadı, kapıdan
Bakar durursun, ''Her kadın bir ******dir.
İletişim kuramıyorum.''
(''Lesbos,'' 18 Ekim 1962)

Plath’a ‘lezbiyen’ tanısının konmasına sebep olan (kötü bir şeymiş gibi) şiirlerinden biridir bu ve insanın sorası gelir, ''Ona ‘iletişim kuramıyorum’ diyen, onu göze alamayan kocası olmasın'' diye (‘röntgenci okur’laştım, tezimi savunayım derken!) Kendini boğazına kadar batağa saplanmış bir ahmak gibi gören Plath, ''Gardiyan'' başlıklı şiirinde gene kendisini bütün anahtarları elinde tutup şakırdatan kocasının ‘şehvet manivelası’ olarak niteler. Niye?
''Karaağaç'' (Elm) şiirinde içindeki yumuşak, tüyümsü kıvrılışlı yaratığın habisliğini duyumsar ve hep göze alınmak arzusunu ima ederek şiiri şöyle sonlandırır, şiirde de son dizelerin sürpriz taşıması ve en vurucu dizelerin son dizeler olması gerektiğini bilerek:
Öper durur yılansı acı suları.
İradeyi taşlaştırır. Tecrit edilmiş, usul kusurlardır
bunlar,
Öldürür, öldürür, öldürür. (19 Nisan 1962)

Plath, onun içindeki ateşi öldürmeye azimli bir toplumda yaşadığının (''İçimdeki bu ateşle asla genç olmak istemezdim,'' diyen Beckett miydi?) ne denli ayırdına vardıysa, ölümsüzlüğe, ölüme aşkla bağlanarak imgeler yaratmaya da o denli çok özen gösterdi. Kıyıcı olduğunu söylerken bile, giderek somut imgelerle özdeşleşmekten vazgeçip yumurta gibi şekli betimlenemeyen nesnelerle, daha sonra da maddenin en uçucu hali olan gaz haline dönüşme arzusuyla gösterdi bunu. Gaz soğurarak kendine kıyması da bundandır. Betimlenmeye, etiketlendirilmeye karşı duruş; ''Ariel'' başlıklı şiirinde sabahın kızıllığına karışıp gitmek arzusu! Bu arzu, ‘ötekileştirme illeti’ni temel alan fallosantrik ideolojileri benimseyen tüm yaşam biçimlerinde sadece kadına değil, herkese öğretilir, mutlak gerçek niyetine. Plath’a bir eleştiri yöneltilecekse, o da şairin bu tuzağa düştüğünü söylemek olabilir, eğer tek mutlak yaratıcı edimin intihar olmadığına inanıyorsanız.

Cadı tanrıça (!)
''Evlilik, birinin hep haklı olduğu, ötekinin ise koca olduğu bir ilişkidir''. Kadını, erkek özgürlüğüne ket vuran engel gibi gösteren bunun gibi ‘vecizeler’ Internette dolaşır durur ama burada yatan bir gerçek daha var ki, o da haklı olanın erkek olduğu ve kadının da bunun tersini göstermek üzere cadılaşmak zorunluluğuna yeltenmesi. Plath’a cadı tanrıça denmesinin nedeni de budur.
Plath gibi birinin en büyük hatası evlenmek olmuştu. Evlilik; devlet ve para gibi, cinsel rol ve kimliklerin mutlak kurallara bağlanışı gibi, insanoğlunun kendi tarihini yoldan çıkarmasına yarayacak yanlışlarından biridir. Bu yanlışa Sivvy’ciğim de düştü. Rachel Smithson dostumun da anımsattığı üzere, ‘halkalı köle’ olmaya imza atarken, aynı zamanda bir birey, bir şair olarak da var olmaya çalışır Sylvia. Ne gaflet ama. Ama o gaflet, ne büyük bir derya olur yaratıcılığına.
Fakat edebiyat tarihi kurumsallaşmış, kanonize olmuş Yunan sütunları gibi duran Sivvy’nin babası Otto Plath’ı ya da kocası Ted Hughes’u değil de Sylvia Plath’ın uğunmalarını mesele edinir ve aynı derecede uğunur da uğunur. Çünkü mesele hâlâ halledilmemiştir. Mesele kadına soluk aldırmayan düzeneği cıscıbıl sergileyememektir.

‘Öteki’ uydurmak zorunluluğu
Sylvia Plath şiirleri üzerine yazdığım ''Ben’den Önce Tufan'' adlı kitabımda değinemediğim bir gerçek var ki, o da Batı’nın Yunan ve Roma fallomorfik yapısının temel taşlarını, söylenlerini mutlak doğrular olarak görme yanılgısına ablam Sivvy’nin de kapılmış olması. Sylvia bu örüntü içinde, örümcek ağına düşmüş bir sinek gibi, ‘kurtuluş’u, nafile olduğunu göre göre, bile bile lades aramıştır. Yapılması gereken bu örüntünün yanlış olduğunun saptanması ve dolayısıyla da yerle bir edilmesi gerçeğidir ki kadının, erkeğin, hatta bütün cinsel kimliklerin kurtuluşu da buradan geçer. Çünkü, insanoğlu, tarihi boyunca varoluşunun onanması için bir ‘öteki’ uydurmak zorunluluğunu akıl etmek gaflet ve dalaletine düşer; bu sırada da erkeğin ötekisi kadın, kadının ötekisi de erkek olarak beliregelir. Karaltısı kalkasıca, boyu devrilesice, üstüne toprak atılasıca, gözüne boz inesice mitlerin başında, işte bu minicik yanlış gelir. İnsanın, cinsel kimliği ne olursa olsun, insan olarak varolduğuna, ancak ve ancak ötekinin gözlerindeki anlamlar ile varolabileceğine inanması yanlışı! Bu yanlışı mutlak bir gerçek ya da doğru, hatta yasa olarak ezberledik hepimiz.

İnsanoğlunun ‘hamakat’ tarihi
Birbaşınalığın yüceliği bu yanlışı fark edip kendimizi ötekileştirilmelerden sıyırmakla başlar; yalnızlığın uçurumu ise ötekini olmazsa olmaz bir mutlak bilmekle başlar. Plath, bu uçuruma düşer, düşerken de kanat çırpar yere çarpmamak için. Her kanat çırpışından da zehir zemberek şiirler dile gelir. Herkesin kendi uçurumu kendinedir, kimse kendi uçurumuna davetiye çıkartmaz ki Plath’dan etkilenip intihar etmek mümkün olsun.
Yalnızlık uçurumuna düşerken insanoğlu inanç ve din gibi bir başka hataya tutunmaya çalışabilir. İnanç gerekli olabilir ama kurumsallaşmış din illeti en az para ya da evlilik kadar büyük bir hatadır ve ötekileştirme illeti ile beslenir. Tarih boyunca en büyük kıyımlar hep bu din çatışmaları yüzünden gerçekleşmiştir. Din müessesesi, insan hayatından kesinlikle çıkartılmalıdır. Sylvia ablam ve Emily (Dickinson) teyzem, bu kurumların tuzaklarına düşmemeye özen göstererek yazmışlardır. İnanca hakaret etmeden ama kurumsallaşmış dinlerden uzak durarak birbaşınalık seçimlerini hayatta olmanın bedelini yaşarken ödeyip, ödüllerini de öldükten sonra devşirmek kaydıyla almışlardır bu tavırlarını göze. İnsanoğlu kendi ‘hamakat’ tarihini ne zaman yazacaktır, merakla bekliyorum. Ben yazamam. Bu yüzdendir bekleyişim.
Böylesi bir uçurum da sadece kadınlara özgü değil. Mayakovski de aynı uçuruma düşer, Kaan İnce de, Jerzy Kosinsky de, Nilgün Marmara da (onu kadın olarak görmüyorum, Nilgün Marmara ‘daşşaklı’ bir filozoftu, belki de bir hermafrodit). Hayati Baki dostum da işte bu yüzden şiirin kesik damarları üzerine kafa yordu. Böylesi bir uçurum, şiirlerden araklanmış sözlerle Teoman’ın şarkısında ''ölmek için güzel bir gün'' diye bunun için dile gelir de şarkıcı samimiyetsizce bu dizeyi bağırır durur; çünkü bu yanlızlık ve uçurum ve intihar fetişizminin rantı endüstriye dönüşebilir popüler kültürün replikasyon zaafı yüzünden. Teoman’dan beklenen nedir? Madem böyle bir şarkıyı söyleyebiliyorsun, intihar et o zaman!

Uzun bir intiharı seçmek
Bir öğrencim, ''Hocam, bu kadar çok şeyi fark edebiliyorsunuz madem, niye intihar etmiyorsunuz?'' diye bunun için sorabilir ve ''Yaşama sevincindendir belki, belki uzun bir intiharı seçtiğim içindir,'' yanıtımı da aynı nedenle anlayamayabilir kendisi yaşamayı bencileyin sürdürmeyi seçmişken.
''Ben öğretilmiş bir yalnızlık uçurumuna düşmemeyi seçtim,'' diyemem öğrencime. Desem anlamaz, çünkü ''Bu kanonize şiirleri, romanları, öyküleri niye okutuyorsunuz?'' diye sorar o zaman. Belki de doktoram için David Mercer’ı, doçentliğim için de Sylvia Plath’ı incelemem bana bunu öğretmiştir. Belki de akademik unvanlarım için, bu iki Batılı sanatçıyı incelerken, onların düşmeyi sevdiği, âşık olduğu uçurumu anlamaya çalışmışımdır. O uçurumu anlamaya çalışmak, o uçurumu mutlak gerçeklik olarak saptamamayı da öğretmiştir bana (yoksa kendi narsisist uçurumunuza düşersiniz!). Böylesi bir çaba, o uçuruma bir mesafeden bakmayı da gerektirir, o uçuruma atlayanları aşağılamadan, ''Çavdar Tarlasındaki Çocuklar''ın (Jerome David Salinger) uçurumdan aşağı düşmemesi için uçurum ucunda durup düşmekte ısrar edenleri tutmak üzere kol kanat germeyi görev edinmeyi gerektirir. Hoca olmak bunu gerektirir.
Sylvia Plath’ın yaşam öyküsü ve yapıtları, anti-psikiyatriyi savunanları da ilgilendirir, özellikle ilaçla tedaviye karşı olanları. Anti-depresan ilaçların mucizevi olduğuna inananlara Plath’ın hallerini okumalarını salık veririm, çünkü o ilaçların etkisindeki ve sonrasındaki yaşama bakış açıları bilim adamlarımıza da ışık tutabilir; belki de böylelikle birçok hayat daha kurtarabilir psikanalistler.

Kendimize çeki düzen verelim!
Ölümünden sonra, ''Ariel'' şiir seçkisi, şairin sahiplenmesi en doğal şiirleri, kendi yaratıları, ne yazık ki kendi sıralamasıyla değil, Ted Hughes’un yeniden düzenlemesiyle yayımlandı. Bu yüzden de araştırmalarım sonucunda, Sivvy’nin kendi sıralamasına sadık kalarak çevirdim ''Ariel''i. Kitap Türkçede şaire ihanet etmeden yayımlanabildi. Bunun için de kendimden bir yanak alıyorum izninizle.
''Ariel''deki son şiiri ''Kış Uykusu'' ile Sylvia Plath bize miras olarak kara bir dimağ bıraktı. ''Susma Cesareti'' şiirindeki tek kişilik cumhuriyetinden yazdığı şiirlerle de sessizliğinin şiddetini tüyler ürpertici bir estetik halinde sundu, biz nice epifanilerden geçelim de kendimize çeki düzen verelim diye.

Ben ölü yumurta, uzanmışım
Büsbütün
Dokunamadığım bütün bir dünyanın üzerine
(''Felçli/Paralytic'')

Sylvia Plath’ın şiirlerini okuyalım, uyanalım maskelerimize; ayıp, aydınlanalım biraz. Zihnimiz açılsın. Tastamam olalım. Yazdığı son şiirinden bir alıntıyla bir kez daha şapka çıkarıyorum Sylvia’ya:
Büsbütün olur kadın.
Ölü gövdesi
Başarının gülümsemesini kuşanmış.
(''Uc / Edge'')

kaynak:milliyet kitap
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
HerHangiBiri - avatarı
HerHangiBiri
Ziyaretçi
15 Kasım 2008       Mesaj #4
HerHangiBiri - avatarı
Ziyaretçi
Cadıların Lanetlediği Bir Masal Prensesi: Sylvia Plath


sylvia color 1962 devon


Trajik bir intiharla genç yaşta ölen Slyvia Plath, “Uyuyan Güzel” ya da “Rapunzel” masalının, hediyesini vermek üzere şölene davet edilmediği için küçük prensesi lanetleyen cadısına benzer bir anne- kız ilişkisi yaşadığı annesinin aşırı disiplini yüzünden kendini lanetleyerek, modern şiirin gizemli büyücüsü olmayı seçen bir deha.

Amerikan edebiyatının, sıra dışı karanlık şiirleriyle olduğu kadar trajik intiharıyla da bilinen ünlü şairi Sylvia Plath, 1963’te henüz 30 yaşındayken, intiharı seçer.

Kendisi gibi şair olan Ted Hughes’la evli ve iki çocuk annesi Plath’in, bir gece eşi yanında yokken Londra’daki evlerinde iki çocuğunun başucuna süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, mutfaktaki hava gazını sonuna kadar açıp kafasını içine sokması okurlarını şok eder.

27 Ekim 1932’de, Alman bir baba ve Amerikalı bir annenin çocuğu olarak Boston’da doğan şair, profesör babası 1940’ta öldüğünde, henüz 8 yaşında olmasına rağmen ilk şiirini yayımlar. 1950’de Amerikan Smith College’de okumak için burs kazanan şair, okulun ikinci yılında uyku ilacı içerek ilk intihar girişiminde bulunur. Bunun üzerine, akıl hastanesine yatırılır ve burada elektroşok tedavisi ile psikoterapi görür.

Üniversite döneminde yüzlerce şiiri olan Plath, çok zeki, üstün yetenekli ve duyarlı olarak tanımlanır. Ancak, dışardan bakıldığında kusursuz görünen yaşamı, sinir krizleriyle kesintiye uğrar.

Bütün şiirlerinde izleri görülen hastalığı, çocukken babasının ölümüyle yaşadığı travmaya bağlanır.

Bu deneyimini, 1963’te yayımlanan “Sırça Fanus” (The Bell Jar) adlı otobiyografik romanında anlatır.

1955’te başarısına kaldığı yerden devam eden şair, ileride eserlerinin temelini oluşturacak toplumsal cinsiyet çalışmalarına başladığı Smith College’den üstün başarıyla mezun olur.

Kazandığı başka bir bursla İngiltere’deki Cambridge üniversitesine devam eden şairin ilk şiir kitabı “The Colossus”, İngiltere’de yayımlanır.

Hayatı boyunca ‘özgür ruhlu bir şair’ olmak ve toplum tarafından inşa edilen kadınlık ve erkeklik rolleriyle mücadele etmek isteyen Plath, anne ve eş olmaya zorlanarak kendine ket vurur.

Plath, 1956’da Ted Hughes’la evlenerek Boston’a yerleşir. Hughes’in, hastalığına ve sanatına iyi geleceği teşvikiyle hamile kalan Plath, eşiyle Londra’ya döner.

İlk çocuklarının doğumundan sonra sorunları su yüzüne çıkan çift boşanmaya karar verir, ancak bir süre sonra yeniden barışarak bir çocuk daha yapmaya karar verirler.

1962- 63 kışında Londra’da küçük bir dairede parasızlık ve kötü bir griple mücadele eden Plath, sabahları dört saat çalışarak şiirlerini yazmayı sürdürür.

Bu küçük evin, şair W.Butler Yeats’e ait olduğunu öğrendiğinde yazma isteği daha da şiddetlenen Plath; bunu iyi bir işaret olarak algılar, ama çocuklarını ihmal etmemek için onlar uyurken yazmayı seçer.

Derinliği artan son şiirlerinde ölüm isteği de daha çekici bir hal almaya başlar ve sinir krizleri baş gösterir. Bu yalnızlık döneminde eşi Ted Hughes ise, kendi kariyeriyle meşguldür ve şairi aldatır.

Başlangıçta birlikte yazan ve sıkça seyahat eden çift şimdi, birbirleriyle mücadelece edecekleri bağımsız bir edebi kariyer uğruna yıpratıcı bir ilişkiye girer.

Bu tavır özellikle, Plath’in trajik intihar sürecinin başlangıcı olur.

11 Şubat 1963’te ise, Plath son şiirleri yayımlanmadan ölümü seçer.

Ölümünden sonra ise, Plath’in öğrencilik yıllarından gelen feminist yazını, onu Amerikan feministlerinin mistik büyücüsü kılar.

''Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı''

1977’de yayımlanan ve Plath’in çeşitli dergilere yazdığı hikâyelerden oluşan “Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı”n da, şairin annesiyle yaşadığı sorunları dışa vurduğu öyküleri de yer alır.

Babasız geçen çocukluğunda annesinin aşırı disiplini yüzünden kendini daima başarılı olmaya zorlayan Plath, ondan ne kadar korktuğunu ve bu korkusunu yenmek için de kendini ona nasıl bağımlı kıldığını “Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı” da geçen şu cümleyle anlatır:

“Tıpkı, çok eski bir ayinde söylendiği gibi: Sevilecek tek şey, Korku'nun kendisidir. Korku'nun Sevgisi bilgeliğin başlangıcıdır.”

Yaşamı ve kadınlığı ona veren yaşlı bir cadı figüründeki annesine olan dehşetli sevgisini bu cümleyle ifade eden Plath, başarısını ve yaratıcılığını borçlu olduğu annesine olan çocukluk korkusunu alt etmek için onu hem sevmek hem de saymak zorundadır.

Bir büyüme ritüelini andıran ifadesi, korkunun sevgiye, sevginin ise bilgiye ve Plath’in edebiyatıyla başardığı bir bilgeliğe dönmesi için bu cümlenin sahibi küçük kızın, masal cadısının evinden çıkması ve kendi yolunda ilerlemesi gerekir.

Plath, edebi dehasıyla büyüme ritüelini tamamlayarak cadının simgelediği korkuyu, sevgi dolu bir anne kucağına dönüştürse de beklenmedik intiharıyla annesiyle yaşadığı sorunları gerçekte çözemediğini ve muazzam bir yaratıcılığa dönüştürdüğü çocukluk kabuslarının ötesinde, yaşamın içinde onu kuşatan toplumsal cinsiyet rollerini aşamadığı ortaya koyar.

Kitapta yer alan ‘Anneler’ ve ‘Gölge’ gibi öykülerinde, anneler ve kız çocukları arasında var olan büyülü bağın ardında yatan, Plath’in dile getiremediği baskının, genç şairi tek başına bunalımlara ve intihara sürüklediğinin bir göstergesidir.

Belki de, Jungcu bağlamda, evrensel doğa anneyle buluşmak için ölümü seçen Plath, gerçekte imgelemindeki kötü masal cadısını iyi peri anneye çeviremez.

Bugün intiharı için bilhassa Ted Hughes suçlansa da asıl sorun yalnız ve içe dönük bir çocukluk geçiren şairin toplumsal baskının kadınlara dayattığı annelik öğretisiyle, annesinin gerçek varlığının bilinçdışında yarattığı imgeden şiirlerinde bile kurtulamamasıdır.

Boşanmamasını telkin eden annesi ile yaşadığı dönemin politik kuşatılmışlığı içinde çıkış yolunu bulamayarak intiharı seçen şairin, ölümünden iki yıl sonra başlayan Amerikan kadın hareketinin öncülüğü yine Plath’in eserlerinin yapması ise, iç burkan bir ironidir.

“Sırça Fanus” ve McCarthy Dönemi

Sylvia Plath’in yaşarken Victoria Lucas adıyla yayımladığı yegane romanı “Sırça Fanus” da bir kadının büyümesini anlatan ilk Amerikan feminist romanı kabul edilir.

Şair kitapta, McCarthy döneminin komünistlere yönelik cadı avını, kişilerin isimlerini değiştirerek otobiyografik bir anlatımla sunar. Plath’in annesi ise, kitabın Amerika’da yasaklanması için girişimlerde bulunur.

Yaşamı boyunca onun için ilham kaynağı olan ve eserlerini daktilo eden annesinin engelleriyle karşılaşan şair, sadece eşiyle birlikteyken yazmasını isteyen annesinin aşırı kaygısından kaynaklanan baskıyla kendini evlenmek zorunda hisseder ve annesinin empoze ettiği toplumsal öğreti, ruhunu zedeler.

Böyle bir dönemde bireyin kendine ve topluma yabancılaşmasının verdiği ıstırabı, ilk gençliğinden itibaren yakasını bırakmayan hastalığının izleriyle buluşturan Plath, Boston’da üniversiteye giden Esther Greenwood adlı genç bir entelektüel kadının New York’ta yaşadığı ahlâk ve kimlik trajedisini, baskıcı ve patriarkal toplumun içinde yaşadığı olaylar etrafında anlatır.

Romanda erkek hakimiyetinin hüküm sürdüğü bir ortamda, bir kadın yazar olarak kariyer yapmaya çalışan Esther’in yaşamı sinir krizleriyle kesintiye uğrar. Kadınların maruz kaldığı baskıları anlatan bir metin yazan Plath’in feministlerce baş tacı edilmesinin ana nedeni, kadının toplumdaki rolü üzerinden bir kadın bakışı oluşturan bir roman yazmasıdır.

Romanın deliliği sembolize eden “Sırça Fanus” adı; Esther’in sinir hastalığının tedavisi sırasında çektiği acı, romanın arka planında yer alan Rosenberg’lerin idamı ve şairin bu idamla özdeşleştirdiği, tedavisi için uygulanan elektroşoklar, Plath’in trajik yaşamının ve 50’lerin politik ortamını yansıtır.

Kadın/ yazar olmanın zorluğunu arttıran babasızlık ve baskıcı anne kontrolü ile bir cadı avının ortasında sessiz kalmak zorunda bırakıldığı için geride sayısız soru işareti bırakarak ölümü tercih eden Plath’in intiharının sırrı, bugünde gizemini korur.


plath202
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.

Benzer Konular

9 Kasım 2006 / kompetankedi Edebiyat ww
24 Mart 2009 / Gabriella Taslak Konular
7 Haziran 2016 / bi quan Zooloji
31 Mart 2009 / Misafir Zooloji
3 Ekim 2008 / Gabriella Zooloji