Muhammed İkbal (1877-1938)
Hindistan'da dünyaya gelen İkbal'in yazmış oldukları, günümüze değin yalnızca Güney Asya'da değil ayrıca Ortadoğu'da da önemli bir etkiye sahip olmuştur. Milyonlarca kişiye ilham veren tutkulu şiirleriyle ünlü ve sevilen bir kişi olmasının yanı sıra Pakistan'ın politik düşünürü ve manevi babasıdır. Önemi esasen modernite adı verilen hususla karşılaştığında İslam'ın yüz yüze olduğu sorunların bilincinde oluşunda yatar; özellikle İslam dünyasının hem politik hem de toplumsal alanda Batının tecavüzüne cevap vermede, ayrıca bilimsel ve teknolojik arenada başarısız oluşunda yatar. İkbal, üç dilde ürün vermiştir: İngilizce, Urduca ve Farsça.
Muhammed İkbal, Kasım 1877'de Pencap eyaletindeki Seyelkat'ta, kökleri Keşmir'e dayanan orta sınıf bir ailede dünyaya gelir. Babası tüccar bir terzi olup İslam kelamı ve tasavvufu konusunda bilgi sahibi bir kişidir. Birçok Müslüman reformcuya benzer olarak İkbal'in eğitimi İs¬lami ve Batı eğitiminin bir karışımından oluşur. Modern okullara gitmiş ve Seyalkat'taki Scotch Mission College ve sonra 1889-1893 arasında Murray College'a devam etmiştir. Liseyi bitirdikten sonra Seyelkat'tan ayrılır ve 1893-1897 arasında Lahore Oriental College'da eğitim alır. Özellikle Arapça ve İngilizce alanında uzman olup felsefe alanında yüksek lisansına devam etmiştir. 1899'da yüksek lisansı bitince Oriental College'de Arapça alanında okutmanlığa atanır. Ancak çok geçmeden buradan ayrılıp Lahore'deki Government School'da felsefe dersleri ver¬meye başlar.
İkbal, Lahore'de ders verirken kendisini Avrupa'ya yolculuk yap¬maya teşvik eden ünlü İngiliz oryantalist T.W. Arnold'la bir dostluk kurar. 1905 ve 1908'de İngiltere ve Almanya'da çalışarak bunu gerçekleştirmiştir. Londra'da Lincoln's Inn'e katılır ve Bar derecesi alır. Daha sonra Cambridge Üniversitesi Trinity College'da tasavvuf uzmanı
R.A.Nicholson ve neo-Hegelci M.E. Mc Taggart'la çalışır. Buradan He- idelberg ve Münih'e geçerek 1908'de İran'daki Metafizik Gelişim adlı teziyle doktorasını tamamlar.
Bir şair olarak zaten üne kavuşmuş olduğundan 1908'de kısa bir süre ders vermek için Lahora dönerek enerjisini bu alana adar ve hukuk alanında mesleğini yürütmeye çalışır. İkbal'in şiiri sufi şair Mevlâna gibi Müslüman reformcu, fakih ve mutasavvıfların düşünceleriyle Hegel, Bergson ve Nietsche gibi Batılı filozofların düşüncelerini birleştirerek Doğulu ve Batılı etkilerin bir sentezini yansıtır. Tüm eserlerinde yansıtılan başlıca alakası İslam'ın ihyasıdır. Politik aktivistliğinden önce Urdu¬ca ekonomi alanında kitaplar kaleme almış ve 1901'de kurulan Urduca Mahazan adlı dergide düzenli olarak tabiat, din ve politikaya ilişkin ko¬nularda şiirler kaleme almıştır.
Avrupa'da geçirdiği süre içinde İkbal'in şiiri ulusalcı bir duruş yansıtır. İslam imparatorluğunun altın çağını ve sonrasındaki çöküşünü dile getirdiği bir naat kaleme alır. Naatın mesajı, İslam dünyasının kaderinin harici faktörlerde hapsolunmaktan çok bizzat Müslümanlar'ın ellerinde olduğudur. Tasvir-i Derd (Acının Tasviri)şiiri koloni idaresindeki Hint halkının acılarına duyduğu öfkesini vurgulamaktadır. Ulusalcı şiirleri özellikle Hindistan'daki Müslüman halkla ve yalnızca kolonyalizmin bitmesiyle değil ayrıca Hindistan'daki çatışmaların da bir son bulması umuduyla alakalıdır.
Dinamik bir güç olarak -Nietsche'nin Ubermensch'inin etkisiyle paralel olarak- nefs kavramına ilişkin felsefi görüşleri, onun Hindistan ve ötesinde kolonileştirilmiş Müslümanlar arasında egemen görünen sakinciliği (quietism) reddettiği anlamına gelir. Sonuçta bu rahatlığın suçunu bizzat Müslümanlara yükler; çünkü onlar kendilerine Allah tarafından verilen O'nun yeryüzündeki halifesi (Halifetullah fi'l-Arz) görevini gerçekleştirememişlerdir. Tartışmalı şiiri Şekva*da (şikâyet), Müslümanların yoksulluğa ve kibre boyun eğmelerine müsaade et¬tiği için Allah'a şikâyette bulunur. Bununla birlikte haklı olarak halen Müslümanlar'ı politik alandaki bilinçsizlik, mezhepçilik ve aktivizm eksikliğiyle suçlamaktadır. Kitabın neden olduğu tartışmalar yüzün¬den İkbal, diğer bir şiiri olan Şikâyete Cevab'ı (Cevab-ı Şekva) yazmaya gerekçe bulur. Bu şiirde onu Allah'a sitem etmeyle suçlayan eleştirilere yanıt vermeye çalışır.
Sonraki yaşamında İkbal politik açıdan Pan-İslamizm'i seçer ve şiiri daha felsefi, daha mistik hale dönüşür. Şiir bağlamında büyük eseri Esrar-ı Hudi'de daha felsefi çalışmaları zirveye ulaşır. Bu eserde Müslümanlar'ın ruhlarını ve eylemlerini tekrar uyandırmaları ihtiyacını kaleme alır. Bölgesel ulusalcılığı reddedişi onun ümmet inancına dayanır: ümmet yani ulusal sınırların ötesinde varolan, benzer zihne sahip bireylerden oluşan bir topluluk. Hz. Peygamber'i Müslüman toplumun mükemmel bir örneği olarak görür; merkezi tevhid inancında yansıtılan özgürlük, eşitlik ve kardeşliğe dayalı bir toplum inşa eden bir Peygamber-Devlet adamı. İkbal, pratik anlamda iyi bir Müslüman olma zorunluluğunun Hz. Peygamber tarafından tasavvur edildiği gibi mükemmel bir İslam toplumu planı olarak işlev gören şeriat gözetiminde yaşamak olduğuna inanır. İkbal 1937'de İslam birliğinin lideri ve gelecekteki Pakistan'ın kurucusu Muhammed Ali Cinnah'a bir mektup gönderir. Mektubunda, eğer İslam, bölgede bir güç olarak kalacaksa şeriatın önemli olduğunu vurgular.
Herhangi bir İslam devletinde şeriatın var olması ihtiyacından başka, İkbal ayrıca mutlak eşitliğin önemini vurgulamıştır. Demokrasinin bireyin ortaya çıkmasına müsaade etmesi bağlamında en iyi yönetim biçimi olup aristokrasinin böylesi bir bireyselliği önleyeceğine inanır. Müslüman Hint toplumuna baktığında, Hindu toplumunda olduğundan daha kötü olduğunu düşündüğü mezhepçilik ve kast sistemini görür. Ayrıca demokrasinin yalnızca pragmatik bir yönetim biçimi olmayıp köklerinin bizzat İslam'da olduğunu ileri sürer. İkbal, küçük Müslüman toplumun geniş ölçüde eşitlik ve birlik temelinde işleyen Hz. Muhammed ve Ashabı dönemine, İslam'ın ilk yıllarına yönelir. Bu sistem daha sonra yıkılmış ancak İslam, mezhepçilik ve İslam dışı yönetim biçimlerinin benimsenişinin sonucu olarak hızla genişlemiştir.
İkbal demokrasiden bahsettiğinde, onun eğitim düzeyine bakılmak¬sızın belli bir süre herhangi bir bireye oy hakkı veren Batılı demokrasi biçimlerini kastetmediğine dikkat edilmelidir. Bu anlamda İkbal, hem- şerisi Mevdudi'den farklı olmayan bir demokrasi anlayışını paylaşır: Demokrasi yalnızca neye oy verdiğini bilmeye yetecek kadar eğitimli kişiler içindir! Bunun mantığı, İslam devletini yönetecek en iyi kişinin retorik ya da popülerlik kartım iyi oynayabilen birileri değil en iyi Müs¬lüman olduğu inancına inanır. Dolayısıyla yalnızca iyi bir Müslüman olma, yani şeriat, tarih vb. alanında bilgi sahibi olma anlamında yüksek bir uzmanlık düzeyine sahip olanlar oy vermeye ehliyetlidir. Bu yüzden eğitim, demokrasi göz önünde bulundurulmadan önce asli bir unsurdur; ancak Mevdudi'ye bakıldığında derinliğine keşfedilmesi gereken tartışmalı konular bulunur: Kişinin oy verebilmesi için ne düzeyde bir eğitim gereklidir ve Müslüman olmayanların hakları nelerdir? Bunlar İkbal'in hitap etmede başarısız olduğu sorulardır.
Nietsche'nin etkisi, özellikle İkbal yaygın demokrasinin kimin yö¬netmesi gerektiği sorusuna yanıt vermesi bakımından bir gerçekliğe dönüşmesinden önceki ara aşamadan bahsettiğinde aşikâr olur. İslam toplumunun çöküşü göz önünde bulundurulduğunda, izleyenler için model sunabilecek özellikle karizmatik ve eğitimli birey tarafından yönetilmesi esastır. Yine burada İkbal, Hz. Muhammed'in karizması altında ilk İslam devletini nasıl anladığına ilişkin yakın referanslarda bu-lunmaktadır. Benzer düşünceye sahip bireylerin insanlık tarihi seyrinde zaman zaman ortaya çıktıklarına inanır. Bu tema yalnızca Nietsche ve onun "süperinsan" ya da Ubermensch kavramından değil, ayrıca bizzat İslam içinde ünlü bir hadise dayanan her yüzyılda bir "müceddid"in (yenileyici) zuhur ettiği inancından da alınmıştır. Geçmişteki tanınmış "müceddidler" arasında Şafii ve Gazali sayılabilir. Ayrıca İkbal yalnız¬ca geçmişteki nebileri değil ayrıca velileri de kapsayan Sufilerin İnsan-ı Kâmil kavramından ilham almaktadır. Özellikle Sufi Şair Mevlâna Celaleddin Rumi, însan-ı Kâmil kavramı üzerine çokça yazmış ve yaşamı böylesi kimselerin arayışına adanmıştır. Yine bu İnsan-ı Kâmil'in na¬sıl ortaya çıkacağı ve nasıl bilinebileceği gibi çetrefilli sorular yeterince karşılık bulamamıştır.
Diğer önemli birçok reformcu gibi İkbal de içtihad kapısının yeni¬den açılması ve kanun yapımında içtihad gereksinimi için çağrıda bulunmuştur. Ütopyacı bir ideale ilişkin yazarken ideal toplumun statik bir ideoloji olmayıp sıkı bir şekilde Kuran ve Hz. Muhammed'in yaşamındaki temel ilkelere yerleşik kalırken, değişim ve ilerleme için kolayca uyarlanabileceğini ileri sürer. Bu İslami otorite kaynakları, kurulu doktrinlerden çok paradigmalar ya da deniz feneri olarak görülmelidir. Bu görüş, onun, Tanrı'nın yaratıcı ve dinamik bir güç olarak dahili imkânların ifşası olduğu teolojik inancıyla paralellik arz eder. Dolayı¬sıyla şeriat ayrıca bir tasarı olarak kalırken değişime de açıktır. Şeriatın sabit ve kutsal olduğu konusunda muhafazakâr âlimleri yani ulemayı suçlar, bu yüzden daha modern işlerde eğitim çağrısında bulunur. İkbal ayrıca hayali yanıt bulmaktan çok daha fazla soru ortaya koyar. Çünkü pratik bağlamda şeriatın hangi kısımlarının kutsal ve hangilerinin kutsal olmadığını belirlemek güçtür.
1924'de Lahordaki Ulusal Özgürlük Birliğine katılır ve 1926'da Pencap Yasama Konseyine seçilir. Toprak gelirleri ve vergiden bahsedip, zorunlu eğitim ve köyler için daha iyi sağlık hizmetlerini savunan aktif bir üyedir. İkbal'in yazılarındaki açık pan-İslamizm, onun ulusal aktiviteleriyle daima örtüşmez. Çünkü bunlara ilaveten Müslüman Hindistan için bölgesel otonomi ve Müslümanlarla Hindular için ayrı seçimleri destekler. Bunun nedeni kısmen şiirinde tasavvur ettiği saf ideallerle İslam'ın dönüşünü görmesidir. Ayrıca Hindular'a oranla bir azınlık olan Müslümanlar'ın durumunda tüm inançları eşit olarak ele alacak bir Hindistan'ın var olabileceğine inanmadığından pragma- tiktir. İkbal, 1930'da İslam Birliğinin başkanı seçilir ve başkanlık ko¬nuşmasında Pakistan hayalini ortaya koyar. Londra'da sırasıyla 1931 ve 1932'de düzenlenen Pakistan'ın geleceğine ilişkin ikinci ve üçüncü yuvarlak masa toplantılarına katılır. 1932'de hizmetleri nedeniyle şö¬valye unvanı alır. İkbal'in yazıları sıklıkla çelişkili ve karmaşık gelebilir. Bazen demokrasi çağrısında bulunurken kimi zamanlarda insanları ondan uzak durmaları konusunda uyarır. Eşitçilikten bahseder ancak kime oy hakkı tanınacağı bağlamında elitisttir. Ayrıca yazılarında ya¬şamının sonraki bölümünün pan-İslamizmi yansıttığı görülür. Yine de enerjisini Hindistan'dan ayrı bağımsız bir İslam devletinin oluşumuna adamıştır. Tüm bu durumlarda İkbal'in bir ideal olarak İslam toplumu hayaliyle dönemindeki İslam'ın haline yönelik pragmatik tavrı arasında bir ayrım yapılması gereği söz konusudur. Yazılarından birinde tüm Müslüman toplumların tek ümmet çatısı altında birleşebilmelerinden önce, öncelikle bağımsız olmaları zorunluluğunu vurgular. O halde İkbal'in düşüncesi doğrudan ve uzun vadeli amaçlara ayrılmalıdır. Sı¬rasıyla Ali Cinnah ve Mevdudi'nin düşüncelerine ve sonrasında bağımsız Pakistan İslam Devletinin oluşumuna olan etkisi özellikle dikkate değerdir.
kaynak: İslamda 50 Önemli İsim