Arama

Jean Paul Sartre

Güncelleme: 10 Aralık 2015 Gösterim: 17.459 Cevap: 6
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
12 Nisan 2006       Mesaj #1
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
SARTRE, Jean Paul:

Varoluşçuluğun kurucusu olan çagdas Fransız filozofu. 1905-1980 yılları arasında yaşamış olan Sartre'ın temel eserleri: L'Etre et le Neant (Varlık ve Hiçlik), La Transcendence de l'Ego (Benin Aşkınlığı), La Nausee (Bulantı), Les Chemins de la Liberte (Özgürlügün Yolları), L'Existentialisme est un humanisme (Varoluşçuluk), Critique de la Raison Dialectique (Diyalektik Aklın Eleştirisi)'dir. O, akademik bir kurumda profesyonel bir filozof olarak çalismak yerine, zaman zaman popüler birtakım eserlerle geniş halk kitlelerine ulaşmayı denemiş olan ünlü bir düşünürdür.
Sponsorlu Bağlantılar
Temeller: İnsanın kendi yazgısını belirlemedeki aktif rolünü vurgulayan ve Marks, Husserl ve Heidegger gibi düşünürlerden etkilenmiş olan Sartre'ın temel çikis noktası, insan varlığı ile öteki nesnelerin varlığı arasındaki farklılığın incelenmesinden oluşur. Başka bir deyişle, Descartes'ın yaptığı gibi, özneden yola çikan Sartre, Kant'ın problemini, yani şeylerin ya da nesnelerin nedensel olarak belirlenmiş dünyasında, insanın özgürlük ve sorumluluğunun nasıl açıklanabileceği problemini ortaya koyup, bu probleme bir çözüm getirmeye çalismistir.
Metafiziği: Ona göre, insanın doğası, insan tarafından üretilmis olan bir ürünü tanımladığımız tarzda açıklanamaz. Sartre'ın bu tezine göre, herhangi bir alet, nesne yapacak olsak, önce bu nesnenin nasıl olacağını tasarlarız. Örnegin, bir masayı ele alalım. Masa, kafasında bir masa fikrine sahip olan, masanın ne için kullanılacağını ve nasıl üretilecegini bilen bir insan tarafından imal edilmiştir. Buna göre, masa, meydana getirilmezden önce, belirli bir amacı olup, bir sürecin ürünü olan bir şey olarak tasarlanmıştır. Masanın özüyle, masanın meydana getiriliş sürecini ve onun yapılma amacını anlarsak eğer, masanın özü, onun varoluşundan önce gelir. Sartre'a göre, insanda durum böyle değildir.
İlk bakışta insanın da bir yaratıcının, Tanrı'nın eseri olduğunu düşünürüz. Tanrı'yı, masayı imal eden marangoz benzeri doğaüstü bir sanatkar olarak görür ve böylelikle, Tanrı'nın insanı yarattığı zaman, neyi yaratmış olduğunu bildiğine işaret ederiz. Oysa, Sartre Tanrı'nın varoluşunu inkar etmiş olan tanrıtanımaz bir düşünürdür. Tanrı var değilse, Sartre'a göre, insanın Tanrı tarafından önceden belirlenmiş bir özü de olamaz. İnsan, yalnızca vardır, kendinden önceki bir modele, bir taslağa, bir öze göre ve belli bir amaç gözetilerek yaratılmamıştır. İnsan öncelikle varolur ve kendisini daha sonra tanımlar. İnsan yalnızca vardır ve Sartre'a göre, kendisini nasıl yaparsa, öyle olur.
İnsanın önceden belirlenmiş bir özü olmasa da, o, Sartre'a göre, bir taş ya da sopa gibi, basit ve bilinçsiz bir varlık değildir. O, bir taş parçasının her ne ise o olduğunu söyler; taşin varlığı, kendi içine kapanık, kendisinden başka bir şey olamayan varlıktır. Söz konusu taş parçasının şöyle ya da böyle olmak imkanı yoktur; o, ne ise daima odur. Bu, Sartre'a göre, kendinde varlıktır. Buna karşin, insan, kendinde varlık (yani, taş parçasının var olduğu tarzda var) olmak dışında, kendisi için varlığa (yani, onu taş parçasından farklılaştıran varlık tarzına) sahiptir. Yani, insan bilinçli öznedir; insan, varolduğunun bilincindedir. İnsanın varlığı bilincinde, kendine dönmekte, kendini bilmektedir. Bundan dolayı, insana önceden verilmiş ve değişmeyen bir öz yüklemek söz konusu olamaz. Bilinçli bir varlık olan insan, 'ne değilse odur, ne ise o değildir.' Yani, bilinçli bir varlık olan insanda, sonsuzca değişme kapasitesi vardır. Onu şimdi olduğu şeyle tanımlayamazsınız, çünkü tanımladığınız anda, o başka bir şey, başka bir birey olma yoluna girmiştir. Bilinci insanı her zaman başka bir şeye , bir öteye götürür. Bilinçli bir özne, sürekli olarak bir gelecek önünde duran varlıktır. Ve bilinç, özgürlük ve bir geleceğe doğru yöneliştir.
Başka bir deyişle, insan doğası, başka herhangi bir gerçeklik türünden, bir bakıma hiç farklı değildir. İnsan başka herhangi bir şey gibi vardır, yalın bir biçimde oradadır. Bununla birlikte, insan diğer şeylerden ya da gerçekliklerden farklı olarak, bir bilince sahiptir. Bu nedenle, insan şeylerin dünyası ve başka insanlarla farklı ilişkiler içinde olur. Buna göre, bilinç her zaman bir şeyin bilincidir ki, bu, bilincin kendisini aşan bir nesnenin varoluşunu tasdik etmek suretiyle varolduğu anlamına gelir. Bilincin nesnesi, yalnızca 'orada olan' bir şey olarak dünya olabilir.
Tek bir katı kütle olarak dünya dışında, Sartre'a göre, sandalye, dağ benzeri belirli nesnelerden söz ederiz. Masa dediğimiz nesne, bilincin faaliyetiyle, dünyanın bütününden koparılarak şekillendirilir. Dış dünya yalnızca bilince, ayrı fakat karşilıklı ilişkiler içinde bulunan şeylerden meydana gelen anlaşilır bir sistem olarak görünür. Bilinç olmadan, dünya yalnızca vardır; o, kendinde varlıktır ve bu haliyle anlamdan yoksundur. Bilinçtir ki, dünyadaki şeylere, varlık vermese bile, anlam verir. Buna göre, bilinç herşeyden önce, dünyadaki şeyleri tanımlar ve onlara anlam yükler. İkinci olarak, bilinç kendisini aşar, yani kendisiyle nesneler arasına bir mesafe koyar ve bu şekilde nesneler karşisında bir bağımsızlık elde eder. Bilinçli ben, dünyadaki şeyler karşisında bu tür bir bağımsızlığa sahip olduğu için, şeylere farklı ya da alternatif anlamlar yüklemek, bilincin gücü içindedir. İnsan, Sartre'a göre, mühendis ya da işçi olmayı seçebilir, şu ya da bu proje veya tasarıya bağlanır; dünyadaki varlıklar da, insanın bu tercihlerine bağlı olarak anlam kazanırlar.
Ahlak Görüşü: Buna göre, insan öncelikle vardır, insanın varoluşu, onun ne olacağından önce gelir. İnsanın ne olacağı, bilincin belli bir mesafeden gördüğü dünya karşisında nasıl bir tavır alacağına bağlı olacaktır. İnsan, bu uzaklıktan, şeyler ve kişiler karşisındaki bu bağımsızlık hali içinde, bu şeylere ve kişilere nasıl bağlanacağıyla ilgili olarak bir tercihte bulunur. İnsan dünya karşisında bu tür bir özgürlüge sahip bulunduğu için, dünya insanın bilincini ve tercihlerini etkileyemez. Dünyayı aştığı, dünyaya yukardan ve uzaktan bakabildiği ve sürekli olarak tercihlerde bulunmak durumunda olduğu olgusunu değiştirmek, insan için asla söz konusu olamaz. Kısacası, Sartre'a göre, insan özgürlüge mahkumdur. İnsan özgür seçimleriyle kendisini tanımlar ve yaratır. Buna göre, insan, kendisini yoktan varetmez, fakat bir dizi seçim ve karar aracılığıyla, varoluşunu belli bir öze dönüştürür, yani kendi özünü oluşturur.
Başka bir deyişle, kendi kendisini sürekli olarak yeniden yaratmak durumunda olan insan, bir varoluş olarak, kendisini ilk anda terkedilmiş biri olarak bulur ve umutsuzluğa düşer. İnsan bu durumda geçmişine dönemez, şimdinin kendisi için boş bir imkan olduğu insan, geleceğe de güvenemez. İşte insan bundan dolayı, kendisini saçma bir dünya içinde hisseder. Doğmak, yaşamak, ölmek ve eylemek ona hep saçma gelir. İşte insan böyle bir anda başkalarını hisseder, ve kendisini bir merkez olmaktan çikarir. Bu ise onun varoluşunu özsel olarak yaşamasını önleyip, onu başkalarıyla birlikte olmaya, toplum içinde yaşadığı gerçeğine götürür. Böyle olunca da insan başkalarının sorumluluğunu duymaya başlar. Bu nedenle, Sartre'ın gözünde özgürlük ancak sorumluluk yüklenmekle mümkün hale gelir. Tüm eylemlerinin sorumluluğunu üzerine alabilmiş olan insan özgür olup, sadece böyle biri gerçek varoluşa sahip olabilir. Bu nedenle tek mutlak değer özgürlük olsa bile, sorumluluğa bağlanan bu özgürlük, katı bir ahlakı gerektirir. Onun gözünde doğru eylem, sorumluluğu özgürce yüklenilmiş olan eylemdir. Bununla birlikte, genel geçer ve mutlak bir doğruluğun da olmadığı unutulmamalıdır. Her çag kendi doğrusunu yaratırken, ahlaklılık da her çagda kendi doğrusunu kuran insanın özgür eyleminde ortaya çikar
Son düzenleyen Safi; 10 Aralık 2015 22:17
Biyografi Konusu: Jean Paul Sartre nereli hayatı kimdir.
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
3 Ağustos 2007       Mesaj #2
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
SARTRE

Sponsorlu Bağlantılar
Alman filozofu Heidegger ’in bezgin mirasçısı olan bu filozof, felsefesini, esas olarak Varlık ve Hiçlik adlı eserinde sergiler.
Nedir anlattığı orada?
Şu: İnsan, özgürlüğe mahkûmdur ve tek başınadır. İnsanın yaşamı kişinin ona verdiği anlama bağlıdır; ve olaylara gerçeklik ve anlam veren de, yine insan, o "bilinci geçici ve pusulasız insan"dır. Böyle bakıldığında, bilimsel bilgi ile nesnellik değerini yitirmekte ve varlıksal bir degere sahip olmaktadır.

Ancak, bir başka şey daha var Sartre 'ın düşüncesinde: Tarih genel ve nesnel anlamdan yoksundur; ve bu tarihi, gerek geçmişin ve gerek kendi yaşadığının tarihini tanımlamak da insana aittir.

Aslında, Varlık ve Hiçlik'te ortaya konan, felsefi yöntem olarak, diyalektiğin göz alıcı bir biçimde kullanılışıdır: İnsan yalnızdır ve hiçbir zaman yalnız değildir; insan özgürdür, ancak bir "duruma bağlı" ("en situation") olarak özgürdür. Marksist düşüncelerden soyutlanarak yapılmış bu insan ve onun eylemiyle ilgili görüş savaş sonrasının damgasını taşır: İçinde ne olursa olsun hiçbir aşkın (transandantal) ''ya da dinsel öğe yoktur; ne var ki, saçma ve anlamsız karşısında duyulan bunalımın bir umutsuzluğa dönüşüp soysuzlaşmasına da izin verilmez, tersine bunalım, eylem konusunda açık ve seçik bir seçime, kendi yazgısını ve içine atıldığı durumu ele almaya götürür insanı.

Sartre , öte yandan, 60'lı yılların başlarında yayımladığı Diyalektik Aklın Eleştirisi'nde, varoluşçulukla -"çağımız aşılmaz felsefi ufku" dediği- Marksizmi karşılaştıracak ve şunu söylemek dürüstlüğünü gösterecektir: "Tarihte Descartes ile Locke 'un dönemi olmuştur; Kant 'ın ve Hegel 'in dönemi olmuştur. Son olarak, içinde yaşadığımız Marx 'ın dönemi gelmiştir. Bu üç felsefenin üçü de, sırasıyla, bütün bir düşünceyi besleyen tarla ve bütün bir kültürün ufku oluyor. Daha önce söyledim, şimdi de tekrarlıyorum: İnsanlık tarihinin tek geçerli yorumu diyalektik maddeciliktir; ve çünkü, gerçekliğin kendisi Marksisttir ve Marksizm, hiç olmazsa zamanımız için aşılmaz durumdadır".

Yaşamının son yıllarında ise, üstünde hep durduğu bir soruna yeniden dönecektir: Kendi özgürlüğüm kadar başkasının özgürlüğünü de hangi koşullarda isteyebilirim?

Yüzyılların Gerçeği ve Mirası- Cilt VI.- Server Tanilli

MYDMR - avatarı
MYDMR
Ziyaretçi
12 Aralık 2007       Mesaj #3
MYDMR - avatarı
Ziyaretçi
Jean-Paul Sartre (tam adı: Jean-Paul Charles Aymard Sartre) (21 Haziran 1905, Paris - 15 Nisan 1980, Paris), ünlü Fransız yazar ve filozoftur. Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra, her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği Varoluşçu felsefesiyle de yer etmiş; bunların yanında Varoluşçu Marksizm şekillendirmesi ve siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıl'a damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur. O, her şeyden önce bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof ve eylemci olarak yalnızca Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir Entelektüel tanımlamasının da temsilcisi olmuştur.

Babasını küçük yaşta yitiren Sartre, annesinin ailesinin yanında büyüdü. Olgunluk sınavını Louis le Grand Lisesi'nde verdi. Daha sonraki eğitimini Ecole Normale Supérieure'de, İsviçre'deki Fribourg Üniversitesi'nde ve Berlin'deki Fransız Enstitüsü'nde sürdürdü. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı ve 1928'de Simone de Beauvoir'la tanıştı. II.Dünya savaşı sırasında Almanlar tarafından hapse atılmasının sonrasında Direniş hareketine katıldı. Sinekler adlı ünlü oyunu bu koşullarda yazıldı ve sahnelendi. Aynı sekilde, Varlık ve Hiçlik adlı kendi felsefesini açıkladığı ünlü yapıtı da bu sırada yazıldı.( 1943 )
1945 yılında öğretmenliği bıraktı ve " Les Temps Modernes " adlı edebi-politik dergiyi çıkarmaya başladı. Kitaplarının neredeyse tümü edebi ve politik sorunları işleyen kuramsal metinler olarak şekillendi. Sartre, savaş sonrası dönemde ise özellikle politik etkinlikleriyle öne çıkmaya başladı. Soğuk savaş dönemi boyunca birçok eleştirisine rağmen Sovyetler Birliği'ni desteklemiş, Fransa'nın Cezayir'e karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkmıştır. Çıkardığı dergi, bu bağlamda yoğun bir etkinlik göstermiştir.
Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Ödülünü geri çevirmiştir. Bunun hem yapıtlarına hem de politik konumuna zarar verecegini düşünmüştür. " 121'lerin Bildirgesi " olarak bilinen bildirgeyi imzalamış ve 1961-1962 yılındaki büyük gösterilere katılmıştır. Ayrıca, 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı'nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russel Mahkemesi'nin de başkanlığını yapmıştır. Politik etkinlikleri giderek yoğunlaşmış ve kendi iç-dönüşümleriyle birlikte şekillenmiştir. 1968 olayları Sartre'ın kendi fikirlerini ve geleneksel entellektüel konumlarını da sorguladığı bir dönem olmuştur. Sovyetler'in Prag'a müdahalesinin ve Fransa'daki öğrenci hareketlerinin üzerine, teorik politik alanı yeniden değerlendirmeye başlamış, 1973'te Liberation'u kurmuştur.
1974 yılında Sartre'ın gözleri büyük oranda görmez oldu. Bu nedenle politik etkinlikleri yavaşladı, ancak her zaman yine de Batı'nın Doğu üzerindeki baskılarına karşı etkinliklerde bulundu ve insan hakları konusunda her zaman duyarlı oldu. Bu tutumuyla, Aydınların yeri ve rolü konusunda hem teorik hem de pratik bir örnek oluşturdu.
180px Tombe de Sartre et Beauvoir
Sartre ve Beauvoir'in mezarı


Öte yandan siyasal aktifliğinin onun edebi ve felsefi yönünü gölgelediği söylenemez. Sartre her şeyden önce kendisinden iyi bir edebiyatçı ve yetkin bir filozof olarak söz ettirmeyi başardı. 15 Nisan 1980'de Paris'te öldüğünde geride felsefe ve edebiyat açısından büyük değerde metinler bıraktı. Kendi varoluşçu felsefesini işlediği yapıtları başlıca; Özgürlügün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvar olarak belirtilebilir.
Konu başlıkları

[gizle]
  • <LI class=toclevel-1>1 Sartre'ın Varoluşçuluğu <LI class=toclevel-1>2 Bulantı <LI class=toclevel-1>3 Varoluşçu Marksizm <LI class=toclevel-1>4 Sartre ve Aydın tavrı <LI class=toclevel-1>5 Kitapları <LI class=toclevel-1>6 Kaynak
  • 7 Dış bağlantılar
Sartre'ın Varoluşçuluğu [değiştir]

Varoluşçuluk, esas olarak 17. yüzyıldan beri var olmakla birlikte, gerçek ününü ve daha cok da popülaritesini Sartre ile birlikte kazanmıştır. 20.yüzyılda, Martin Heidegger gibi kendine özgü ve yetkin varoluşçu filozoflar sözkonusu olmakla birlikte, bir felsefe olarak varoluşçuluk asıl etkisini Albert Camus ve özellikle de Sartre ile birlikte göstermiştir. Sartre, varoluşçu felsefenin hem felsefi hem de siyasal alandaki taşıyıcısı, uygulayıcısı olmakla bir entellektüel ve filozof olarak ayrı bir yer edinmiştir.
Varoluşçuluğun, geriye doğru gidildiğinde Blaise Pascal'a kadar uzayan bir geçmişe sahip olduğu görülür; bu belli bir sekilde anlasilan varolusculuk anlaminda bir felsefe egilimiidr elbette, yoksa varolusculugun argümanlarinin bir kismini, nüve halinde ya da perspektif düzleminde de olsa cok daha öncelerde, örnegin Sokrates felsefesinde, kutsal metinlerde vb, de bulunmaktadir. Ama bir felsefe egilimi olarak Varolusculugu Pascal ile birlikte ele alip degerlendirmek yaygin bir tutumdur felsefe tarihi incelemelerinde.
Daha sonralari, Soren Kierkegard tam olarak belli bir sekil verir varolusculugun anlasilmasinda. Buna göre dünyadaki insanin varolusu bir problematiktir ve felsefenin sorusturulmasi bunun üzerine yürütülmelidir. ise, modern varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Varolusculuk öyleki hem edebiyat alaninda hem de felsefe alaninda etkili olmus ve cesitli sekillerde temsilcilerini bulmustur. Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Albert Camus, Dostoyevski varolusculuk dendiginde akla gelen ve modern varolusculugun temsilcileri olarak incelenen isimlerdir.
Sartre'ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanmamış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını, ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacagını belirler. Bu, "varoluş özden önce gelir" sözünün anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. Kahraman ya da alcak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak sekillendirildiği, ama bununda siyasalı yadsımayan bir etik oldugu görülür. İnsan belirli bir bütünlügün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır yaşamı boyunca. İşte bu kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre varoluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur bu felsefede, öyleki, insan kendi özgürlüğüne de mahküm edilmiştir, denilir. Kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlügünü gerçekleştirmek zorundadır.
Öte yandan varoluşçuluk belirtildigi gibi iyimser bir felsefedir ve özünde hümanisttir. Hümanizm Sartre'ın felsefesinde önemli bir yöndür. 20.yüzyılın ikinci yarısı özellikle Hümaizmin kuramsala ve felsefi olarak reddedilmesi ve eleştirilmesi olarak ortaya çıkmış olmasına ve bunların çoğunluğunun Fransa kaynaklı olmalarına rağmen, Sartre ısrarla, özgül bir şekilde anladığı anlamda Hümanizmi vurgular kendi felsefi konumunu ifade etmek için. Varoluşçuluk Hümanizmdir'der Sartre ve bu şekilde bir metni vardır.

Bulantı [değiştir]

Bulantı, Sartre'ın aynı adlı kitabı olmasının yanı sıra, terim olarak da Sarte'ın varoluşçu felsefesini ifade etmektedir. Dünyanın kendinde varlığı (" kendinde şey "), insana bulantı duygusu verir; cünkü gerceklik, yani varlıklar ne iseler o olarak orada öylece ve anlamsız bir şekilde dururlar. Bilinç ise, " kendi-için-şey " dir, ve o hiçlikle ortaya konur. Sartre, felsefi olarak "Varlık ve Hiçlik" kitabında bu noktaları açıklar. Daha sonra da Bulantı'da edebi bir metin olarak konuyu somut biçimde değerlendirir.
Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin'dir. İlk kez yerde gördügü bir taş parçasını eğilip almak istediğinde bunu yapamadığını farkeder; çünkü bu anda varolusun saçmalığına karşı bir bulantı duymaya başlar, varlıkların varoluşuna, doluluğuna karşı duyulan bir bulantı.Dünyanın özündeki kendinde anlamsız varlığı karşısında duyulan bir bulantı'dır bu. Sartre'a göre bu bulantı bizi varlıkların kendiliğinden varoluşlarından ve dolayısıyla anlamsızlıktan ayırır ve bilinçli bir varlık olma konumuna getirir.

Varoluşçu Marksizm [değiştir]

Sartre'a göre Marksizm esas itibariyle varoluşçu bir mantıkla değerlendirilebilir ve değerlendirilmelidir. Marksizm, yapısalcılık gibi kuramcı eğilimlerin iddialarının aksine özünde Hümanisttir; Marksizm hümanizmdir, der Sartre.
Diyalektik Aklın Eleştirisi'nde Sartre, varoluşçulukla Marksizmi karşılaştırarak değerlendirir ve Marksizmin, "çağımızın aşılmaz bir felsefi ufku olduğu" saptamasını yapar. Bir Descartes ve Locke dönemi, bir Kant ve Hegel dönemi, ve son olarak bir Marx dönemi söz konusudur Sartre'a göre. Bu temsilcilerin hepsi, bütün bir kültürün tarihsel ufkunu temsil ederler ve Marx bunların en yetkinleşmiş halidir. Tarihsel bir perspektif olarak Marksizmi kesin bir şekilde önerir ve "insanlık tarihinin tek geçerli yorumu"nun Marksizm ya da Diyalektik Materyalizm olduğunu söyler. "Hiç olmazsa zamanımız için"der Sartre, "marksizm aşılamazdır".

Sartre ve Aydın tavrı [değiştir]

Sartre, bir aydın ya da entelektüel olarak her zaman çok özel bir konumda durmuş, her zaman bu aydın konumu üzerinden tartışmalar yürütülemesine vesile olmuştur. Hem savunduğu hem de uyguladığı aydın tavrı, Sartre'ı entelektüeller arasında özel bir konumda tutar. Öyle ki, Sartre, hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız bir konumda bulunup hem de sıkı bağlanımları gerektiren pek çok politik tavrı, tereddüte ya da tutarsızlığa düşmeksizin sergileyebilmiş ve zamanının bütün sorunları konusunda neredeyse aktif bir tavir sergileyebilmiştir.
Bu bakımdan Sartre için, "çağının tanığı ve vicdanı" diye söz edilmesi yanlış olmaz. Sartre'ı Sartre yapan yalnızca felsefi çalışmalarının yetkinliği ve özgül varoluşçu kuramının ilgi çekiciliği değil, aynı zamanda sergiledigi aktif aydın tavrıdırda. Sartre, bu noktada kuram ve eylem adamı niteliklerini birleştirmiş durumdadır.
Sartre'ın anladığı ve savunduğu anlamda aydın, ister eylem alanında ister yazı masasında olsun, esasta aydını aydın yapan nitelik, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçekliklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyen tavrıdır.
Bu anlamda Sartre'ın bir bütün yaşam doğrultusu bu bakışın doğrulanmasıdır. Dolayısıyla da, Sarte'ın sergilediği aydın tavrı ve kişiliği, varoluşçuluğun edebiyattaki yetkin temsilcisi olarak kabul edilen Dostoyevski'nin sözünü onaylar niteliktedir; "her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur". Bu söz Sartre'ın anladığı ve örneğini sergilediği anlamda Aydının tavrının da iyi bir açıklanması gibidir.

Kitapları [değiştir]
  1. Varoluşçuluk, J.P.Sartre, Asım Bezirci, Say yayınları.
  2. Diyalektik Aklın Eleştirisi, Sartre.
  3. Edebiyat Nedir?, çeviren:Bertan Onaran, Payel yayınları.
  4. Sözcükler, çeviren:Bertan Onaran, Payel yayınları.
  5. Yazınsal Denemeler, Payel yayınları.
  6. Bulantı, çeviren selahattin Hilav, Can yayınları.
  7. İmgelem, çeviren:Alp Tümertekin, İthaki yayınları.
  8. Baudlaire, çeviren:Alp Tümertekin, İthaki yayınları.
  9. Ego'nun Aşkınlığı, çeviren serdar Rifat Kırkoğlu, Alkım yayınları.
  10. İş işten Geçti, çeviren:Zübeyir Bensen, Varlık yayınları.
  11. Varlık ve Hiçlik
  12. Duvar
  13. Akıl Çağı
  14. Tükeniş (bazıları Ruhun Ölümü bazıları da Yıkılış olarak çevirmiştir)
vikipedi alıntıdır..
Son düzenleyen Safi; 10 Aralık 2015 22:13
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
27 Kasım 2008       Mesaj #4
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Bulantı" Fransız yazar Jean Paul Sartre´ın en temel eserlerinden biridir. Sartre yüzyılın en önemli filozofu olarak gösterilir. Paris´te doğmuş, 1905-1980 yılları arasında yaşamıştır. Felsefi bir özgürlük peşinde olan Sartre, düşünce sistemine radikal değişiklikler getirmiştir. Temel eserleri şunlardır: L´Etre et le Neant (Varlık ve Hiçlik), La Transcendence de l´Ego (Benin Aşkınlığı), La Nausee (Bulantı),Les Chemins de la Liberte (Özgürlügün Yolları), L´Existentialisme (Varoluşçuluk), Critique de la Raison Dialectique (Diyalektik Aklın Eleştirisi)

p 0575 o

"Bulantı" adlı eserinde Varoluş çabası içindeki Antoine´ın Bouville´deki hayatını anlatırken, Sartre romanın her cümlesinde ayrı bir ruh zenginliği ve var olma arayışındadır. Antoine yalnız ve özgür bir insandır. Bayağılıktan ve bayağı insanlardan tiksinir. Çevresindeki her şey; eşyalar. cisimler ve insanlar onu etkiler. Hiçbir şey onu hayata bağlamak için yeterli değildir.

Felsefeyi sokağa indirmek niyetinde olan Sartre. Bulantı´da Akademik Bir anlatımdan kaçınarak, sıradan insanları ve onların yaşamlarını ele almış onların varoluş çabalarını ortaya koymuştur.

Sartre bütün düşüncelerini varoluşçuluk (existentialisme) diye bilinen akım üzerine yoğunlaştırmıştır. Sartre´a göre İnsan sadece vardır. Belli bir amaç gözetilerek yaratılmamıştır. İnsan oluşurken bir taslak belirlenmemiştir. Önce varolur sonra kendi kendini gerçekleştirir. Yani kendisini nasıl yaparsa, öyle olur. Bir pipo ya da taş gibi, basit ve bilinçsiz bir varlık değildir
Sartre insan sadece vardır derken, insanın aslında yalnız bir birey olduğunu diğer insanların da yalnız olduklarını vurgulamış, bu yalnızlık ona korku vermiştir. Yalnızlıktan ve yalnız insanlardan korktuğunu Bulantı´ da şöyle anlatıyor.

"Henüz sekiz yaşımdayken Lüxemburg parkına oynamaya giderdim. Bir adam vardı. Gelip Auguste-comte sokağı boyunca uzanan parmaklığın karşısındaki kulübenin içine otururdu. ...... Bizi korkutan bu adamın ne sefil hali nede boynunda çıkmış olan ve yakasına değen urdu. Bizi korkutan onun yalnızlığı idi."

Onun bu korkusu bizi insanların içinde yaşadığımız gerçeğine götürebilir. Eğer biz insanlar içinde yaşıyorsak insanlara karşı bir sorumluluğumuz var demektir. Bu yalnız insan sorumluluklarını yerine getiremediği için mi yalnızdır yoksa insanlara karşı bir suç mu işlemiştir? Ve korku...

Varoluşçuluk felsefesinde sonsuz bir yargılama genişliği olduğunu yadsınamaz. Çevredeki her şey yargılanabilir; hatta onlara kişilik bile kazandırılabilir. Çünkü varlar. Onları görebiliyoruz, dokunabiliyoruz; hayatımızın içindeler. Onları yok saymamız, var olduklarını görmezlikten gelmemiz bilimci için, felsefeci için hatta her insan için kendini ve çevresini sorgulamaktan kaçmak olur. Bulantı´nın kahramanı Antoine canlı olmayan nesnelerden nasıl etkilendiğini şöyle anlatıyor:
"Madem ki nesneler canlı değiller: İnsanları etkilememelidirler. Nesneler kullanılır, tekrar yerlerine konur, onların içinde yaşanır: Onlar aletten başka bir şey değildir. Ya ben, beni etkiliyorlar. Dayanılır şey değil. Onlarla yaşamaktan korkuyorum, sanki yaşayan hayvanlarmış gibi görüyorum onları."

Görüldüğü gibi Sartre daha da ileri giderek "sanki yaşayan hayvanlarmış gibi görüyorum onları" diyor. Onlardan etkileniyor. Cansız varlıklarında bir ruhu olduğunu, onlarında bu dünyada insanların içinde yaşadıklarını düşünüyor. Hatta bu cansız varlıkların insanları etkilediğini savunuyor.

"Şimdi anlıyorum; geçen gün deniz kıyısında bir taşı elimde tutarken, ne hissettiğimi daha iyi hatırlıyorum. Tatsız bir bulantı anıydı. Nede tatsız şeydi öyle! Ve taştan geliyordu, bundan eminim taştan ellerime geçiyordu. Evet böyleydi. Tamamiyle böyle. Ellerin içinde bir çeşit bulantı."

Derken, taştan ellerini bulantı denen şeyin geçtiğini zannediyor, ve onu sıfatlandırıyor, biçimlendiriyor. Antoine her şeyle birlikte yaşıyor herkesi her şeyi kendine arkadaş, dost olarak görüyor.

Nesnelerin her biri diğerlerine karşı varlar, gazeteyi bırakıyorum, ev fışkırıyor önüme; o da var önümde, uzayıp giden duvarı geçiyorum, uzayıp giden duvarla varım.

Antoine çevresindeki şeylerle birlikte var. Eğer onlar olmasa o da olmayacak, sanki yok olacak. Belki o çok acı çekerek yaptığı şeyi düşünmeyi bırakacak. Bir çok defalar düşünmemeyi denese de; başarılı olamayacak.

Örneğin şu ben varım diyen acı dolu geveleme: Onu çevreleyen benim. Varım, var olduğumu düşünüyorum. Ah bu var olma duygusu ne uzun bir şerit. Bende yavaş yavaş açıyorum onu. Düşünmeyi engelleyebilsem bari! Deniyorum, başarıyorum: Başım dumanla doldu gibime geliyor... Derken işte yeniden başlıyor.

Varlığını sorgulayarak geçirdiği Bouville´deki günlerini geride bırakmaya hazırlanırken Antoine´ın kafasında nesneler taşlar, pamaklıklar kadınlar, cafeler, çıplak ve ürkütücü yığınlar vardı.

Paris´e yerleşme planları yapıyordu ama belkide "Bulantı" duyduğu şeylerden kaçma niyetindeydi. Orada da var olacağını, çevresinde binaların, taşların ve kadınların olacağını biliyordu. Giderken:
"Ben de gerçek olarak kalan tek şey, var olduğumu hissettiren bir varoluş." diyordu...

Sartre´ın bulantısına birkaç cümle ile değinip onun genişliğini ve yoğunluğunu yakalamak çok zor. Aslında daha fazla kurcalamaktan kaçındım. Çünkü nereye varacağımı kestiremedim. Bulantıyı çevirirken yakalandığım o Bulantı krizlerine yakalanmaktan korktum. O günlerde bana da kitapta olduğu gibi zamansızca bulantı krizleri geliyordu. Bende Antoine gibi cisimlerden etkilenmeye başlamıştım. Arkadaş toplantılarında bir çok defalar onları anlamsız bulup, bulanıp yere yığıldığımı hatırlıyorum. Neyse ki kitap bitince onlarda bitti.

Bulantı´nın gerçek bir baş yapıt olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum, insanı nasılda sarsıyor...


NOT: Kapak resmi Picasso´dan bir ayrıntı
pesimist - avatarı
pesimist
Ziyaretçi
16 Mayıs 2011       Mesaj #5
pesimist - avatarı
Ziyaretçi
Jean Paul Sartre (1905 - 1980)


21 Haziran 1905'te Paris'te doğdu. Babası o çok küçük yaştayken öldü ve annesi de ailesinin yanına döndü. Sartre, hep örnek çocuk olarak gösterildi. La Rochelle Lisesi'ne devam etti, ama olgunluk sınavını Louis le Grand Lisesi'nde verdi. Eğitimini Ecole Normale Supérieure'de, İsviçre'deki Fribourg Üniversitesi'nde ve Berlin'deki Fransız Enstitüsü'nde sürdürdü.
1929 yılında Simone de Beauvoir'la tanıştı. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı. 2. Dünya Savaşı sırasında, Almanlar tarafından hapse atıldı; hapisten çıktıktan sonra Direniş Hareketi'ne katıldı. "Sinekler" adlı tiyatro oyunu, onun Direniş Hareketi'nde olduğunu bilmeyen Almanların izniyle oynandı (1943). Aynı durum, "Varlık ve Hiçlik" adlı oyununda da meydana geldi (1943). Oyunlarının her ikisi de baskı karşıtıdır; "Varlık ve Hiçlik"te Sartre, ilk kez felsefesini ortaya koydu.
1945 yılında öğretmenliği bırakarak "Les Temps Modernes" adlı edebi-politik dergiyi kurdu. Kitaplarının çoğunda edebi ve politik sorunları işledi. Savaş sonrası dönemde özellikle politik etkinlikleriyle öne çıkan Sartre, eleştirilerini saklamasa da SSCB'ye destek veriyor, Fransa'nın Cezayir'e karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkanların başında geliyordu;Les Temps Modernes, sömürgelerdeki savaşlara karşı 1953'ten başlayıp, 1957'de yoğunlaşan bir savaş yürüttü.
Sartre, "121'lerin Bildirgesi"ni imzaladı, 1961-62 yılındaki büyük gösterilere katıldı. 1964 yılında Nobel Ödülü'nü geri çevirdi; böylesi bir ödülün, yapıtlarının bütünlüğünü zedeleyeceğini düşünüyordu. 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı'nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russel Mahkemesi'nin de başkanlığını yaptı.
1968 yılında, Sovyetler'in Prag'a müdahalesinin ve Fransa'daki öğrenci hareketlerinin üzerine, Sovyet sosyalizmini ve kendi klasik aydın tutumunu sorgulamaya girişti. O dönemde Maocularla da bir yakınlaşması oldu. 1973 yılında Liberation'u kurdu.
1974 yılında gözleri büyük oranda görmez oldu, bu nedenle etkinliklerini yavaşlatarak, daha çok Doğu Ülkeleri üzerindeki baskıların sona erdirilmesi, insan haklarının korunması gibi konularda çalışmaya başladı. Pierre Victor'la (Benny Levy'nin takma adı), aydının rolü, bireyin tarihteki yeri, şiddet ve kardeşlik konuları hakkında "Pouvoir et liberté" adında bir yapıt hazırladı.
Siyasal etkinliklerinin, yazar tarafını bazen maskelemiş olmasına karşın, Sartre, son derece düzenli bir zihinsel çalışma yürüterek, gününün altı saatini yazmaya verdi. Edebi nesne Sartre'a göre "Yalnızca hareket halindeyken varolan bir topaçtır. Onu ortaya çıkarmak için, adına okumak denen somut bir eyleme ihtiyaç vardır." Yazmak, okurun özgürlüğüne çağrıda bulunmaktır. Sartre, 15 Nisan 1980'de Paris'te öldü. Sartre'ın önemli kitapları arasında Özgürlüğün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvar sayılabilir; bunun yanı sıra, yayınlanmış ya da bitirilemeyerek yayınlanmamış birçok yapıtı vardır.
Sartre'ın adıyla birlikte anılan varoluşçuluk, aslında 17. yüzyıldan beri vardır; Blaise Pascal'le başlar; ama Sokrates'in felsefesinde, hatta İncil'de varoluşçuluğun izlerinin bulunduğu düşünülürse, Pascal'i varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul etmek de doğru olmaz. Soren Kierkegard ise, modern varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Nietzsche, Heidegger ve tabii Sartre varoluşçudurlar. Camus ve Dostoyevski de, diğer çok ünlü varoluşçu yazarlardır.
Sartre, varoluşçuluğun iyimser bir felsefe olduğunu söyler; çünkü tüm insanlar birbirinin aynıdır; bir kahraman ya da bir alçak olmak tamamıyla onların elindedir; insan önceden-tanımlanmamıştır; ne bir kahraman olarak doğar, ne de bir alçak. Ama aynı felsefeye göre, insan varlığının durumuna da güvenmemelidir, çünkü o halde kalacağının hiçbir güvencesi yoktur. Özet olarak, Sartre insanın tek yazgısının, elinden geldiğince "bağımlı" olmak olduğunu söyler. Bu da, kendini bütünün içinde düşünebilmekten geçer.
Efulim - avatarı
Efulim
VIP VIP Üye
22 Ağustos 2012       Mesaj #6
Efulim - avatarı
VIP VIP Üye
Jean Paul Sartre (1905 Paris-1980 Paris)
MsXLabs.org & MORPA Genel Kültür Ansiklopedisi

Fransız yazar ve filozof. École Normale Supérieure'ü (Yüksek Öğretmen Okulu) bitirdikten sonra bir süre felsefe öğretmenliği (1929-1940), bu arada Berlin Üniversitesi'nde felsefe çalışmaları yaptı (1933-1934), II. Dünya Savaşı sırasında Almanlara esir düştü, sonra serbest bırakıldı. Direniş hareketinde aktif görev aldı. Öğretmenlikten ayrıldıktan sonra tümüyle felsefe ve edebiyat alanında çalışmaya başladı. 1945'te "Les Temps Modernes" (Çağdaş Zamanlar) dergisini çıkarmaya başladı. 1952'de Fransız Komünist Partisi'ne girdi; 1956'da Sovyetler Birliği'nin Macaristan'a müdahalesini şiddetle eleştirdikten sonra partiden ayrıldı. Edebiyat alanında, varoluşçu felsefesinin doğrultusunda ürünler verdi.

İlk romanı
"La Nausée"yi (Bulantı, 1938) öyküleri izledi: "Le Mur" (Duvar, 1939). Öteki edebiyat yapıtları: "Les Chemins de la Liberté" (Özgürlüğün Yolları) genel başlığı altında toplanan "L'Âge de Raison" (Akıl Çağı, 1943), "Le Sursis" (Yaşanmamış Zaman, 1945), "La Mort dans l'Âme" (Ruhta Ölüm, 1949);

Oyunlarının başlıcaları
:
  • "Les Mouches" (Sinekler, 1943),
  • "Huit Clos" (Gizli Oturum, 1944),
  • "Les Morts sans Sépulture" (Mezarsız Ölüler, 1946),
  • "La Putaine Respectieuse" (Saygılı Yosma, 1946),
  • "Les Jeux sont Faits" (İş İşten Geçti, 1947),
  • "Les Mains Sales" (Kirli Eller, 1948),
  • "Le Diable et le Bon Dieu" (Şeytan ve Yüce Tanrı, 1951)
  • "Kean" (1954), "Nékrassov" (1956),
  • "Les Séquestrés d'Altona" (Altona Mahpusları, 1960).

Eleştiri, deneme ve siyasî içerikli yapıtları da şunlardır:
  • "Réflexion sur la Question Juive" (Yahudi Sorunu Üzerine, 1946),
  • "Baudelaire" (1947),
  • "Saint Genet, Comédien et Martyre" (Saint Genet, Güldürü Oyuncusu ve İnanç Kurbanı, 1952),
  • "Situations" (Durumlar, 1947-1972),
  • "Les Mots" (Sözcükler, 1964), Sartre,

1960'lı yıllarda siyasî alanda da kendi düşüncesi doğrultusunda etkinlik gösterdi. Kendisine verilen Nobel Edebiyat Ödülü'nü kabul etmedi (1964). 1967 yılında Stockholm'de "Russell Mahkemesi" başkanlığı yaptı. Filozof olarak varoluşçu felsefenin tanrıtanımazlar kesiminde ve sol kanadında yer alır. Zaman zaman Marksçılığa yaklaşıp zaman zaman ona karşıt tutum almıştır, buna karşılık tanrıtanımazlığı her zaman savunmuştur. Felsefesini özellikle "L'Etre et les Néant" (Varlık ve Hiçlik) adlı yapıtında açıklamış olan Sartre'a göre varoluş olgusundan başka olgu yoktur, "varlık"ı bu varoluş olgusu oluşturur, bu "varlık"a temel olan başka bir "varlık"ın varolduğunu düşünemeyiz. Olgu, varoluşsal gerçekliği içinde, zihinsel sezgiye açık olan şeydir. Varoluşsal varlık, her şeyi kucaklayacak biçimde her yerdedir. Tektir ve her şeyi kapsar. Bu varoluşsal varlık, insana bulantı duygusu verir; bu duygu "varlık"ı bir kendinde şey olarak sezmemizi sağlar. Sartre, insan bilincini de bir kendi için şey olarak belirler.Düşünen özne ya da bilinç, "varlık"ın karşıtı olan "hiçlik"le ortaya konulur. Bilinçlenmek demek, tanımak demektir; bilen özneyi, bilinen nesneden ayırmak demektir. Ne var ki bilinç, bir boşlukta ayrılır nesneden. Bu anlamda o, olmadığı şeydir, hiçliktir, kendi kendinin "hiçlik"idir. Sartre'a göre insan, bu dünyada başkalarıyla zor da olsa ilişki içindedir. Her şeyden önce bir bedenimizin olması, dış dünyayla ilişkimizi olanaklı kılar. Başkasıyla ilişki, en yetkin biçimde, başkasının bakışıyla, bu bakışın bize verdiği utanma duygusuyla kurulur. Tek başına olmak, dingin durumda olmaktır; ama tek başımıza olamayız çok zaman, o durumda başkasının varlığı, daha doğrusu başkasının bakışı bizi nesneye indirgemeye çalışır. Biz de başkasının bakışı karşısında nesneye indirgenmemeye bakarız. "Cehennemdir başkaları" der Sartre. Kişi, yaşamda saçmayla yüz yüze gelir ve tiksintiye kapılır. Tiksinti, bir varoluş deneyidir. Sartre bilgi kuramını temellendirmeye çalışırken, klasik felsefenin bir yanlışına değinir: özün varoluşu öncelediği doğru değildir. Sartre varoluşun özden önce geldiğini bildirir. Buna göre, önce yaşam vardır, sonra yaşamın bilgisine ulaşılır. Bir şeyin dışıyla içi, oluşuyla görünümü aynı şeydir. Burada olgubilimci bakış açısı belirir: görünüm özü gizlemez, tersine açımlar onu, çünkü kendisi özdür. Bu görüşleriyle Sartre, son elli yılın en büyük filozoflarından biri olarak değerlendirilmiştir.

Felsefe konusundaki başlıca yapıtları:

  • "L'İmagination" (İmgelem, 1936),
  • "L'Etre et le Néant" (Varlık ve Hiçlik, 1943),
  • "Critique de la Raison Dialectique" (Diyalektik Usun Eleştirisi, 1960).
Sen sadece aynasin...
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
22 Eylül 2015       Mesaj #7
Safi - avatarı
SMD MiSiM
Ad:  444a9ddbbe8dd9d43136c5ee6ba1f878bc5f6c135161450.jpg
Gösterim: 736
Boyut:  65.3 KB

SARTRE
(Jean-Paul), fransız yazar ve filozof (Paris 1905 - ay. y. 1980). Deniz subayı olan babası 1906'da öldü. Annesi Anne-Marie Schvveitzer, akrabalarının yardımıyla oğlunu tek başına yetiştirdi. Annesi 1917'de yeniden evlenince, Sartre'ı La Rochelle'e götürdü. Sartre 1920'de Paris’e döndü ve orta öğrenimini tamamladı. Çocukluğu sırasında yaşadığı olayları 1964'te yazdığı Sözcüklpr (les Mots) adlı kitapta anlattı. 1924'te l'Ecole normale supörieure'e kabul edildi. Sartre burada okurken Simone de Beauvoir'la tanıştı; 1929'da ikisi de felsefe öğretmenliği sınavını kazandılar. Sartre askerlik görevini yaptıktan sonra 1931'de Havre'da, sonra da Paris'te felsefe öğretmenliğine atandı. 1944'te öğretmenlikten ayrıldı ve 1945’te les Temps modernes dergisini kurdu. Sartre'ın felsefesi, görüngübilimsel bir idealizmden yoja çıkarak bir praksis maddeciliğine varır, izlediği bu felsefi yolu, ede bi yapıtlarından ve siyasal etkinliğinden ayırmak olanaksızdır.
Sartre felsefesine klasik dünya ve ben ilişkileri görüşünün husserlci bir eleştirisiyle başlar Ego’nun aşkınlığı (La Transcen dance de l'ego) [1936] adlı yapıtıyla, yönel- mişliğin aynı zamanda olumsuzluk da olduğunu ileri sürerek, bilincin bir şeyin bilinci olduğu yolundaki husserlci düşünce ye ağırlık verir. Dolayısıyla bilinci nesnele rinden kurtararak ve bilinci dünyanın kurucu ilkesi olarak ele alarak, Husseri'i aşmak gerekir. Sartre'a göre transsendental özne bir bilinç verisi olmadığı gibi, bilincin konu edindiği bir düşünce nesnesi de değildir L'imagination (imgelem) [1936] ve l'imaginaire'de (imgelemsel) [1940], imgenin yönelimse! niteliği üzerinde durarak imgeyi bir şey olarak değil de bir edim olarak ele alır. İmgelemsel bilincin başlıca ayırtedici özelliği olumsuzluğudur Bökece yönelmişliğin radikalleştirilmesi, yaşantı görüngübiliminin bir özgürlük varoluşçuluğuna doğru aşılmasını sağlar. Bilinç dünyaya iki biçimde bakabilir: algı olarak dünyayı kendi gerçekliği içinde, imgelem olarak da, kendi ger- çeksizliği içinde ele alır. Bu sav, Esquisse düne thöorie des ömotions (Bir heyecanlar kuramının taslağı) [1939] adlı yapıtla daha da geliştirilir: Sartre'a göre tutku, Freud' un tersine, dürtü değil, yönelimsel bilinçtir. Bulantı" (la Nausöe) [1938], Duvar" (le Mur) ve Hürriyet yolları (les Chemins de la libertâ) [1945-1949] gibi yapıtlar bu bilinç ve özgürlük kuramı çerçevesinde yazılmıştır Bu yapıtlardaki kişiler, Bulantı’daki Ro- quentin ya da Bir önderin çocukluğu'ndaki (l'Enfance d’un ehef) [Duvar] Fleurier gibi, bir başına kalmış yapayalnız karşı kahramanlardır. Buna göre roman ve hikâyenin işi, bir özü ve özellikle seçkin burjuva aydının özünü ortaya koymaktır. Sartre, romanlarında "şeylerin kendine" dönerek, Husseri'i izler. Bunların hepsi, l'âtre et le Nöant'öa (Varlık ve hiçlik) [1943] kavramsallaştınlmıştır Bu yapıt, fenomenin, kendinden başka hiçbir şeye gönderme yapmadığı düşüncesine dayanan ve bir artdünya yanılmasını kesinlikle reddeden “bir görüngübilim denemesi"dir. Böylece bulantı da, varlığa ilişkin bir varlıkbilim-öncesi sezgi haline gelir. Sartre sistemini, varlığın saydamsızlığı olarak gördüğü kendinde varlık ile hiçleme gücü olarak ele aldığı kendi için varlık kavramlarına dayandırır. Bilincin kendi için varlığını sürekli bir aşkınlık olarak görür ve aşılan şey de ortada bulunan varlığın "olgusallığı"dır. Demek ki bilinç, tamamen özerktir ve özgürlüğün özünü de bilincin bu edimi belirler. Öyleyse "varoluş özden önce gelir” sözü, insan varlığını önceden belirleyen herhangi bir Tann ya da insan doğası olmadığı anlamına gelir. Yani insan, özgürlüğe mahkûmdur ve "kendini ne yapmışsa ancak odur” Özgürlüğün varlıkbilimsel temelini, kendiiçin’in zamansal yapısı sağlar. Kötü niyet, olgusallıkla aşkınlığın varlığını ileri sürerek özgürlükten, yani, özgürlüğün içerdiği bunalım duygusundan kaçan insanın tutumudur. Bir varlığın ne olduğu o varlığın kendisi olmadıkça bilinemez; varlık, onu tanıyan özne o varlığın kendisi olmadığı için tendi olduğu gibidir. Demek ki gerçek, ancak insansı bir gerçek olmaya mahkûmdur Dolayısıyla bilgi ya da söylemin tamamlanması diye bir şey söztonusu olamaz. Bütünselleştirici, bir aldatmaca olmaktan kurtulamaz, çünkü Tann'dan başka bir şey olmayan bir kendiiçin kendinde varlık düşüncesi, bir çelişmedir. Bilinç, varlığın varolduğuna kanıtsa, dolayısıyla Tann'nın varolmadığıha da kanıttır. Ama, olumsuzluğundan başka, bilinç aynı zamanda bedenseldir. Öznelliklerarası sorunu da kendini burada gösterir, başkası, kendiiçinin dünyasında, bir başka bedenleşmiş kendi için olarak ortaya çıkar. Bakış, başkasının aşkınlığını açığa vurur ve çatışma, başkasıyla ilişkiyi bir yapıya kavuşturur. Beden, hem biricik ruhsal nesne, hem de dünyadaki durumun temelidir.
Jean-Paul Sartre den dolayımıyla bilinebilir; çünkü kendi ve Simone de Beauvoir çin, başkasının bedenini de, tendi bede- (1967’de) nini de aynı zamanda kavrar, demek ki o aynı zamanda hem özne, hem de nesnedir. Öznelliklerarası sorunu böylece, "cehennem başkalarıdır" formülünün dile getirdiği bir "kapatma” kuramına varır. Denilebilir ki Sartre’ın tiyatrosu (Sinekler [les Mouches], 1943; Gizli oturum [Huis clos], 1944; Saygılı yosma [la Putain respectu- eusej, 1946; Kirli eller [les Mains sales], 1948; Şeytan ve yüce Tanrı [le Diable et la Bon Dieu], 1951; Nekrassov (1955), Altona mahkûmları [les Sdçueströs d’Alto- na], 1959), bütünüyle bu kuramın bir uygulamasıdır. Gerçekten de bu tiyatroda, olanaksız bir öznelliklerarası ilişkiden kaynaklanan bir trajediyi ve kendisiyle diyalektik değil de, dairesel bir ilişki içinde olduğumuz başkasının bakışı karşısındaki ezilmişliği buluruz. I'£tre et le Neant'da sergilenen varlıkbilim, bir ahlak anlayışı tasarısıyla tamamlanır ve Freudcu bilinçdışının yerine, belli bir durumdaki kişinin varoluşsal psikanalizi ele alınarak praksisle ilgili buyruklardan birtakım görüngübilimsel sonuçlar çıkanlır. Sartre’ın felsefesi, Varoluşçulukta (L'existentialisme est un humanisme) [1945-46] başlıklı konferansın ve Cahiers pour une morale'de (Bir ahlak için defterler [1983'te yayımlandı] görüldüğü gibi, Sartre’ın felsefesi descartesçı istenççiliği yeniden etkinleştiren idealist bir hümanizmdir. Bu öndayanakların tümü, sartrecı edebiyat görüşünü de etkiler (Edebiyat nedir? [Questce que la lit- töraturef?], 1947). Bütünselleştirici olanaksızlığından, edebiyat yapıtının tendi üzerine kapalı bir bütün oluşturamayacağı ortaya çıkar. Bununla birlikte yazar, her ne kadar tendi çağını seçemezse de, kendini o çağın bir insanı olarak seçebilir: Baudelalre (1947) adlı yapıtta savunulan tez de budur. 1952'deki Saint Genet, comddien et martyr incelemesi, varoluşsal bir davranış psikanalizine eklemlenen bir ahlak kitabıdır: "Deha bir yetenek değildir, umutsuz bir durumda keşfedilen bir kurtuluş yoludur." Ahlaksal istek, toplumsal bir kuramdan ayrılamaz. Varoluşçuluğu, "Çağımızın aşılması olanaksız felsefesi" olarak kabul ettiği marxçılık ile bağdaştırmaya çalıştığı Critique‘ de la raison dialectique''ır(Diyalektik aklın eleştirisi) [1960] anlamı da budur. Sartre bu yapıtta, tarihsel bir antropoloji kurmaya girişir. L'Etre et le Nöant'da bilincin bir etkinlik kuramını öneren Sartre, Flaubert üzerindeki incelemesinde (l'idıot de la famille [Ailenin delisi], 1971-72) bir edilgenlik kuramını ortaya koyar. Bu yapıt Sartre'ın düşüncesini bütün boyutlarıyla yansıtması bakımından önemlidir, çünkü hem yaşamöyküsel bir roman, hem tarihte özgürlüğü ele alan toplumbilimsel bir inceleme ve varoluşçuluğun antropolojik yönünü vurgulayan bir felsefi yapıttır.
Sartre’ın felsefesindeki kaypaklık militan davranışlarında da görülür 1966'da Sartre B. Russell’ın isteği üzerine Vietnam savaşı üzerine bir soruşturma komisyonu olan “Russell mahtecıesi"ne üye olmayı kabul etti. Bu savaşa karşı birçok protesto mitingine katıldı, mayıs 1968 itirazını destekledi ve “Prag ilkbaharı"ndan yana cephe aldı. 70'li yıllarda, transız maocu hareketler içinde savaşım verdi. Bu dönemde sırasıyla la Cause du peuple (Halkın davası) gazetesinin, Tout (En önemlisi!) dergisinin yönetimini üstlendi, 1973'te günlük Liberation (Kurtuluş) gazetesinin çıkarılmasına katkıda bulundu ve bu gazetenin ilk yöneticiliğini yaptı. 1974’te, her ikisi de maocu militan olan Ph. Gavi ve R Victor ile yaptığı bir dizi görüşmeyi On a raison de se rövolter (Başkaldırmakta haklılar) başlığıyla yayımladı. Ölünceye kadar Sartre birçok görüşme yaptı, birçok tavır koydu. İki de filme, A. Astruc ve M. Contat'ın Sartre parluimâme (Kendi görüşüyle Sartre) [1976] adlı filmleriyle Josöe Dayan ve Malka Rybovvska'nın Simon de Beauvoir (1978) adlı filmlerine katıldı. De nemeleri, makaleleri vb., 1947-1976 arasında Situations (Durumlar) adıyla yayımlanan 10 cilt içinde toplandı. Ölümünden sonra, les Carnets de la dröle de guerre (nov. 1939 - mars 1940) [Tuhaf savaşa ilişkin notlar (kasım 1939 - mart 1940)] ve Verite et Existance [Gerçek ve varoluş] adlı yapıtları ve başta Simone de Beauvoir'a gönderdiği mektuDİar olmak üzere, çeşitli mektupları yayımlandı (Lettres au Castor et â quelques autres [Cas- tor’a ve başka bazı kimselere mektuplar], 2 cilt, 1983).


Kaynak: Büyük Larousse

Benzer Konular

17 Aralık 2015 / Pollyanna Moda ww
27 Şubat 2011 / Daisy-BT Sinema ww
30 Aralık 2015 / CrasHofCinneT Siyaset ww
20 Aralık 2009 / ThinkerBeLL Edebiyat
15 Ekim 2015 / ThinkerBeLL Bilim ww