Arama

Georg Lukács

Güncelleme: 19 Ekim 2015 Gösterim: 4.344 Cevap: 5
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #1
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
György Lukács

d. 13 Nisan 1885, Budapeşte - ö. 4 Haziran 1971, Budapeşte, Macaristan, 20. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da komünist öğretim gelişmesini etkilemiş olan Macar Marksist düşünür ve edebiyat eleştirmeni. Sanatçıların siyasal denetim altına alınmasına karşı çıkarak hümanizme dayalı bir Marksist estetik kuramı geliştirmiş ve Marx’m sanayi toplumundaki yabancılaşmayla ilgili kuramına katkıda bulunmuştur.
Sponsorlu Bağlantılar



Varlıklı bir Yahudi ailesinden geliyordu. Budapeşte Üniversitesi’nde hukuk ve felsefe öğrenimi gördü. İlk eleştiri yazıları, tiyatro üzerineydi. Bir süre, Macaristan’ın Avrupa’ya açılması gerektiğini savunan Nyugat dergisinde yazdı. Eleştirmen olarak ün kazanmasını sağlayan, denemelerini topladığı A lélek és a Formák (Almanca bas. Die Seele und die Formen, 1911; Ruh ve Biçimler) 1910’da yayımlandı. Daha sonra Almanya’ya giden Lukács, 1910-14 arasında Berlin ve Heidelberg üniversitelerinde Yeni-Kantçı felsefecilerden Simmel Windelband ve Rickert’in derslerini izledi. Max Weber ve Ernst Bloch gibi düşünürlerle yakınlık kurdu. 1916’da, Hegel’in felsefi sisteminin etkisini taşıyan roman türünü destandan farklılığı temelinde inceleyen Die Theorie des Romans’ı (1920; Roman Kuramı, ) yazdı.

Sonraki yıllarda Marksizmi benimseyen Lukilcs 1918’de Macaristan Komünist Partisi’ne girdi. 1919’da Bela Kun’un önderliğinde kurulan kısa süreli Sovyet Macaristan Cumhuriyeti’nde kültür ve eğitim komiserliğini üstlendi. Sosyalist yönetimin yıkılmasının ardından Viyana’ya gitti. On yıl kaldığı Viyana’da Kommunismus dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı, aynı zamanda Macaristan yeraltı hareketiyle ilişkisini sürdürdü. Berlin’de yayımlanan Geschichte und Klassenbewusstsein (1923; Tarih ve Sınıf Bilinci) adlı yapıtında Marksist tarih felsefesi alanındaki özgün görüşlerini geliştirdi ve sanatta biçimin gelişimini sınıf mücadelesi tarihine bağlayarak edebiyat kuramının da temellerini oluşturdu. Blum takma adıyla yazdığı ve Macar toplumunun özelliklerinden yola çıkarak siyasal mücadele olanaklarının değerlendirdiği “Blum Tezleri” Macar Komünist Partisi’nin 1929’daki kongresi ve Komintern tarafından reddedilince, buradaki görüşlerinden vazgeçmek zorunda kaldı. Sonraki edebiyat eleştirilerinde de 19. yüzyılın önde gelen gerçekçi burjuva romancılarına duyduğu yakınlık nedeniyle resmi Sovyet öğretisi toplumcu gerçekçiliği savunanların eleştirilerine hedef oldu.

1929-33 arasında Berlin’de yaşadı. Bu ara da 1930-31’de kısa bir süre Moskova’daki Marx-Engels Enstitüsü’ne devam etti. 1933’te Berlin’den ayrılarak çalışmalarını Felsefe Enstitüsü’nde sürdürmek amacıyla yeniden Moskova’ya gitti. 1945’te Macaristan’a dönerek parlamento üyesi ve Budapeşte Üniversitesi’nde estetik ve kültür felsefesi profesörü oldu. 1956’da İmre Nagy hükümetinin kültür bakam olarak Macar Ayaklamnası’nın önemli kişilerinden biriydi. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra tutuklanarak Romanya’ya sürüldü. 1957’de önceki görev ve konumlarından uzaklaştırılmış olarak Budapeşte’ye dönmesine izin verildi. Daha sonra bütün zamanını felsefe ve eleştiri alanındaki çalışmalarına ayırdı. 30’dan fazla kitabı, yüzlerce deneme ve ders notu bulunmaktadır.

Lukács, döneminin siyasal gelişmeleri yüzünden sık sık eleştirilere uğramış ve görüşlerini reddetmek zorunda kalmışsa da, günümüzde Marksist felsefe ve estetik kuramını en önemli adlarından biri kabul edilir. Marksist edebiyat anlayışının temel yapıtlarından sayılan kitapları daha çok roman turu , özellikle de 19. yüzyılın gerçekçi romanları üzerinedir. Essays über Realismuz (1948; Gerçekçilik Üzerine Denemeler), Der russische Realismus in der Weltlite ratur (1952; Dünya Edebiyatında Rus Gerçekçiliği) ve Deutsche Realisten des 19. Jahr hunderts (1952; 19. Yüzyıl Alman Gerçekçileri) bunlar arasındadır. Lukács’ın öteki önendi yapıtları arasında Lenin (1924; Lenin’in Düşüncesi, 1979), A törttinelmi reg (1947; Almanca bas. Der historische Roman, 1955; Tarihsel Roman), Die Eigenart des Asthetischen (1962; Estetik, 1978, 1988) ve Der junge Marx (1965; Genç Marx) ile Goethe, Hegel ve Thomas Mann üzerine kitapları sayılabilir.

Lukács’ın 19. yüzyıl gerçekçi romancılarını inceleyen bazı yazıları Türkçede Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı (1969, 1986) ve Avrupa Gerçekçiliği (1977, 1987) adlı kitaplar içinde toplanmış, gerçekçilik üzerine incelemeleriyle siyasal yazılarını içeren bir derleme de Birey ve Toplum (1978) adıyla yayımlanmıştır



Biyografi Konusu: Georg Lukács nereli hayatı kimdir.
KisukE UraharA - avatarı
KisukE UraharA
VIP !..............!
28 Kasım 2006       Mesaj #2
KisukE UraharA - avatarı
VIP !..............!
Georg Lukács, 13 Nisan 1885'te Budapeşte'de doğdu; 4 Haziran 1971'de aynı yerde öldü. Lukacs, Batı Marksizminin ünlü isimlerinden Macar Marksist filozof ve edebiyat bilimcisidir. Marksizmi Hegelci anlamda yeniden degerlendirmiş ve geliştirmiştir. Ernst Bloch, Antonio Gramsci, Karl Korsch ile birlikte Lukacs, 20.yüzyılın ilk yarısında, Marksist felsefe ve Marksist teorinin yeniden oluşturulmasında en önemli isimlerden biri olmuştur.

Sponsorlu Bağlantılar
Lukacs belirgin bir şekilde Ortodoks Marksizm savunusu yapar, ancak metinleri bu anlamdaki Marksizm anlayışının her zaman sınırlarını aşmıştır. Özellikle Marksist sınıf kuramını ve bu kuramın bilinç ile ilgili yönünü geliştirmiş, sınıf bilinci teorisi ile her zaman konuşulan bir isim olmuştur. Bu konu İdeoloji teorisi bağlamında her zaman önemli bir alan olmuştur. Yabancılaşma ve meta fetişizmi konuları da Lukacs'ın özellikle belirli bir dönem esas konuları durumundadır. Öte yandan Lukacs bir edebiyat bilimcisi ve eleştirmenidir. Bu noktada etkili olacak ölcütler ve kavramlar geliştirmiştir.
Lukacs, varlıklı bir Yahudi ailesinden gelmektedir. Budapeşte Üniversitesi’nde hukuk ve felsefe eğitimini tamamladı. İlk yazıları tiyatro üzerine eleştiri yazılarıdır. Nyugat adlı bir dergide yazılarını yayınladı. 1910'da kendisini eleştirmen olarak ünlendirecek olan Ruh ve Biçimler adlı çalışmasını yayımlandı.

1910-1914 arasında Berlin ve Heidelberg üniversitelerinde Yeni-Kantçı felsefecilerden Simmel Windelband ve Rickert’in derslerinin izleyicisi oldu. Max Weber ve Ernst Bloch gibi düşünürlerle yakınlık kurduğu bilinmektedir. Kendisinde Hegel etkisi belirginleşmeye başladı. Roman Kuramı adlı çalışmasını, bu etkinin görüldüğü bir kitap olarak 1916’da yazdı. Giderek sanatta bicimin gelişmesini sınıf mücadelsi tarihine bağlayan edebiyat kuramının temellerini oluşturdu.

Daha sonraki yıllarda Lukacs'ın Marksizmi benimsemeye başladığı ve 1918’den itibaren Macaristan Komünist Partisi’ne girdiği bilinmektedir. 1919’da Bela Kun’un önderliğinde kurulan kısa süreli Sovyet Macaristan Cumhuriyeti’nde kültür ve eğitim komiserliğini üstlendi.Marksizmin kuramsal meseleri üzerine önemli metinler üretti.

Bu metinler zaman zaman Ortodoks Marksizmden tepkiler aldı ve Lukacs kimi zaman görüşlerinden vazgeçmek zorunda kaldı. Özellikle politik tezleri birçok kez sapma olarak değerlendirildi. Tarih ve Sınıf Bilinci adlı yapıtını 1923'te yayımladı ve burada Marksist tarih felsefesi alanındaki özgün görüşlerini geliştirdi. Bir tür Marksist ideoloji teorisinin açılımlarını ve yabancılaşma kavramının değerlendirmesini yapmaya çalıştı. Burada Hegelci anlamda bir Marksizm değerlendirilmesi ve Hegel üzerinden Markzimin yeniden geliştirilmesi çabası görülür.

Blum takma adıyla yazılar yazdığı ve Blum Tezleri olarak bilinen fikirlerin ona ait olduğu bilinmektedir.Ancak bu Tezler Komintern tarafından reddedildi ve ideolojik olarak yadsındı. O sıra sosyalist düsüncede egemen olan sanat fikri gereğince, edebiyatta toplumcu gerçekcilik denilen bir düşünce egemendi. Bu sürec boyunca yalnızca politik fikirleri değil, geliştirdigi estetik anlayışı da burjuva etkisinde kalmış olarak değerlendirildi. Sonradan Marksist edebiyat anlayışının temel yapıtlarından sayılan kitapları, özellikle roman türü ve 19. yüzyılın gerçekçi romanları üzerinedir:

* Gerçekçilik Üzerine Denemeler,1948 yılında
* Dünya Edebiyatında Rus Gerçekciliği, 1952 yılında
* 19.yüzyıl Alman Gerçekçileri, yine aynı yıl yayımlandı.

Bunlar sözkonusu gerçekçi roman anlayışının ürünleri olarak ortaya çıktı. Bunların yanı sira ve devamında Lukacs, hem Estetik üzerine Marksizm açısından temel sayılabilecek metinleri üretti, hem de Hegel, Geothe ve Thomas Mann gibi isimler üzerine çalışmalar ortaya koydu.

Sosyalist yönetimin yıkılmasının ardından Viyana’ya gitti. On yıl kaldığı Viyana’da Kommunismus dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı, aynı zamanda Macaristan yeraltı hareketiyle ilişkisini sürdürdü.

1929-1933 arasında Berlin’de yaşadı. Daha sonra çalışmalarını Felsefe Enstitüsü’nde sürdürmek amacıyla yeniden Moskova’ya gitti. 1945’te Macaristan’a dönerek parlamento üyesi ve Budapeşte Üniversitesi’nde estetik ve kültür felsefesi profesörü oldu. 1956’da kültür bakanıydı ve Macar Ayaklamnası’nın önemli kişilerinden biriydi. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra tutuklanarak Romanya’ya sürüldü. 1957’de Budapeşte’ye dönmesine izin verildi, ancak önceki konum ve mevkilerden yalıtılmış olarak.

Bu dönemden itibaren bütün zamanını felsefe ve eleştiri alanındaki çalışmalarına ayırmaya başladı. Lukács, döneminin siyasal atmosferi içinde sık sık eleştirilere uğramış ve görüşlerini reddetmek zorunda kalmıştır. Ancak buna rağmen günümüzde Marksist felsefe ve estetik kuramını en önemli adlarından biri kabul edilir. Bunun yanı sıra Marxizm konusunda da pek çok güncel teorik tartışma Lukacs'a bağlanacak sekilde önemli metinlerin sahibidir. Lukacs'ın 30 dan fazla kitabı ve yüzlerce deneme notları bulunduğu bilinmektedir.

Lukács'in düşüncesi
Lukacs, Tarih ve Sınıf bilinci adlı ünlü kitabında Marksizmi kavrayışını ve geliştirme yönünü ortaya koyar. Burada Bütünsellik, Dolayım, Sınıf bilinci, Şeyleşme, Devrimci özne türünde kavram ve kategorileri şekillendirir. Temel yaklaşımı özne-nesne özdeşliği üzerine kuruludur, ve aynı zamanda teori-pratik birliği olarak belirgindir.

Daha sonra Lukacs burada ortaya koyduğu kimi kavram ve perpektifleri yadsıyacaktir ya da değiştirecektir, ancak buna rağmen Lukacs'ın çalışması hem Marksizm içinde (özellikle Batı Marksizminde ) hem de Marksizm dışında (özellikle İdeoloji teorisi ve yabancılaşma tartışmalarında) etkili olmuştur.

Lukacs'da tüm düşünsel gelişim aşamalarında özne'ye ve pratik'e yapılan vurgu görülür. Hegel üzerinden Marksizmi yeniden degerlendirmeye çalışması da bir anlamda bu teori-pratik birliği ve bunun temeli olarak özne-nesne özdeşliğinin Hegel'de mevcut olması dolayısıyladır. Lukacs, Marks aracılığıyla Hegel'in tarih teorisini materyalist bir konuma sokmaya çalışır. Lukacs'ın teleolojik olmayan bir tarih anlayışını, özne kavramından vazgeçmeksizin kurmaya çalıştığını söylemek yanlış olmaz.

Tarih ve Sınıf bilinci'den sonra Lukacs, özellikle Marks'ın ekonomi politik eleştirisine odaklanır ve bunun üzerinden düşünmeye başlar. Özne-nesne özdeşliği konusundaki fikirlerini, 1960 larda bu kitaba yazdığı yeni bir önsezde yadsır, aşırı öznelcilik eğilimi gösterdiğini dile getirir. Temel argümanlarını öznel düşünmenin etkisinde olarak görür. Lukacs'ın daha materyalist ve nesnel bir düşünce yöneliminde olduğunu belirtilmektedir, ki 2000 sayfa cıvarında olmasına rağmen tamamlayamadığı kitabı Toplumsal Varlığın Ontolojisi adlı çalışması bu yönelimin bir işareti olarak değerlendirilir. Bu değişme ve özeleştirilerle birlikte, yine de özne'den vazgeçmeksizin bir teleolojik olmayan tarih düşüncesine ulaşmak çabasının, Lukacs'ın Marksizm-içi arayışının ana meselesi olduğunu belirtmek gerekir.

Şeyleşme ve Sınıf Bilinci
Lukacs'a göre, kapitalizmle birlikte, dünya tarihinde ilk kez, toplumsal yaşamı bütünü ya da bütünlüğü içinde, kendi amaçlı faaliyetinin nesnesi haline getirebilecek bir özne ortaya çıkmıştır. Bu özne proletaryadır ve bunu mümkün kılan, nesnel dünyanın, yani kapitalizmin yapısal nitelikleridir. Kapitalizm, genelleşmiş meta üretimi düzenidir ve Meta üretimi şeyleşmeye (reifıcation) yol açar, bu şeyleşme nesnel ve öznel yönleri olan bir şeyleşmedir. Kapitalist pazarın yasaları bu sürecin nesnel yönünü oluşturur. Emek bu sürecte salt bir nicelik konusu haline gelir, insan emeği rasyonelleştirilir.

Bu sürece, insanın kendi emeğine yabancılaşmasının eklenmesiyle, şeyleşmenin öznel boyutu ortaya çıkmış olur. Lukacs böylece, insan etkinliğinin, insandan bağımsızlaşarak kendi yolunda giden bir metaya dönüştüğünü belirtir. Üretimin ve ürünün organik birliğinin bu dağılmasının sonucu, insan düşüncesinin, toplumsal bilinçin parçalanmasıdır. Bu parçalanmanin sonucunda da bütünsel bakış olanaksızlaşır. Lukacs'a göre, mevcut ihtisaslaşma durumu, burjuva bilimlerinin bu parcalanmışlığın ürünleri olması dolayısıyladır. Bu şeyleşmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak özne- nesne kopukluğu gündeme gelmektedir Lukacs'a göre. Bu da teori ile pratik arasındaki bağların kopmasını getirir beraberinde. Böylece düşünce değiştiricilik niteliklerinden vazgeçer ve salt bir gözlemci konumuna itilir.

Lukacs tespit ettiği bu sorunlar kümesinin çözümünü Hegel'de aramaya girişir. Ona göre Hegel, özne-nesne özdeşliğini, teori-pratik birliğini kuran kişidir. Hegel'de özne, hem tarihin yapıcısı hem de tarih tarafından yapılan bir şeydir.Marx'ın özellikle başlangıç yapıtlarında bu görüşün belirgin bir yorumu vardır. Hegel burada tarihin öznesiyle nesnesini özdeş kılmaktadır ve bu Lukacas'a göre, toplumsal-tarihsel gerçekliği anlamanın tek yoludur. Özne, kendisini tarihin bir ürünü olarak görürken tarihi de kendi eylemi olarak görmelidir. Hegel'in öznesi bilindiği gibi Tin'dir. Lukacs bu noktadan itibaren Hegel'in aşılması ve onun teorisinin Marsist materyalist bir temelde degerlendirilmesine yönelmek ister.

Lukacs'a göre Marx'ın analiz ettiği kapitalist toplumsal yapı ve bu yapı içindeki işçi sınıfının konumu, Hegel'in tezini gerçek değerine kavuşturacak bir gelişmedir.İşçi sınıfının nesnel konumu tarihsel özne konumunun gerçekleştirilmesini olanaklı kılmaktadır. Elbette proletarya da şeyleşmenin hüküm sürdüğü dünyada yaşamaktadır ancak buna rağmen, o içinde bulunduğu koşulları bütünlüğü içinde görebilir.

Lukacs, bunun nasıl olabilidiğini tamamen açıklamaz, ancak bir şekilde işçi sınıfı dolaysız varoluşunu görebileceğini, yani gerçek varlığının olgular düzeyinde görünen yanının ötesinde gercekliğin bilgisine ulaşabileceğini varsayar. Öyleki bu durum, bizzat işçi sınıfının yaşadığı koşulların zorunlu bir sonucudur adeta. Bu koşullar, bir şekilde, işçi sınıfına bu dolaysız varoluşu aşmasını buyurur. İşçi sınıfı, bu bilince ulaşmasını mümkün kılan özgül dolayim kategorilerine de sahiptir.

Bilinç durumları böylece, sınıf konumları üzerinden kapitalist toplumsal yapının maddi gerğekligine götürülmüş ve Hegel'in idealist teorisi maddileştirilmiş olunur. Bu toplumsal süreç, genel olarak Bütünselik'in yitirilmesini getirirken beraberinde de, işçi sınıfı açısından Bütünsellik'in kavranabilme olanağını getirir. İşçi, emek gücünü satmak konumunda olduğundan dolayı, içinde bulunduğu yabancılaşmayı algılayabilecek ve kendi öznelliği ile nesnelliği arasındaki kopukluğun bilincine ulaşabilecek noktadadır Lukacs'a göre.

Bu noktada Lukacs'ın sınıf bilinci değerlendirmesine gelinebilir.Söylendiği gibi, proletarya kendini içinde bulduğu olumsuz koşullar icinde, bu koşulların olumsuzluğu ile ilintili olarak bütünsel bir bakış açısına sahip olma olanağı elde eder. İşte Lukacs'ın işçi sınıfına atfettiği devrimci bilinçin temeli bu olanaktır. Bu sınıf, toplumsalın bütünselliğini değiştirmeye yönelik pratiğin bilgisine sahiptir çünkü. Bu söylenenler bir bakıma Lukacs'ın "sınıf bilinci" anlayışının temel ögelerini vermektedir. Tarih ve Sınıf Bilinci adlı kitabinda Lukacs, Sınıf bilinci fikrini bu eksende şekillendirir.

Sınıf bilinci, tek tek bireylerin taşıdıkları bilincin bir toplamı degil, Lukacs'a göre sınıfın üretimdeki yerinden kaynaklanan ya da bu yere göre belirlenen bir bilinçtir. Lukacs burada "atfedilen bilinç" şeklinde bir tanımlama yapar. Üretimdeki konumu işçi sınıfına bütünsel gercekligi görmek anlamında sınıf bilinci atfettirme olanağı sağlar. Bu bilinç, hem proleteryanın nesnel koşullarının ürünüdür hem de onun çıkarlarına uygundur. Bu nesnel konum, özne-nesne özdeşliğini ve bunun devamında teori-pratik birliğini beraberinde getirir.

Türkçede Lukacs Kitapları
1. Tarih ve Sınıf Bilinci, Belge yayınları, çeviren;Yılmaz Öner
2. Marksist İmgelem, Yeni Hayat Kütüphanesi, çeviren: Veysel Atayman
3. Lenin'in Düşüncesi/Devrimin Güncelliği, Belge yayınları, çeviren: Ragıp Zarakolu
4. Roman Kuramı, Metis yayınları, çeviren: Cem Soydemir
5. Estetik I, Payel yayınları, çeviren: Ahmet Cemal
6. Estetik II, Payel yayınları, çeviren: Ahmet Cemal
7. Estetik III, Payel yayınları, çeviren: Ahmet Cemal.
8. Avrupa Gerçekciliği, Payel yayınları, çeviren: Mehmet H.Doğan
9. Aklın Yıkımı (1. Kitap), Payel yayınları, çeviren: Ayşe Tekşen Kapkın
Son düzenleyen KisukE UraharA; 7 Mart 2009 01:46
Gerçekçi ol imkansızı iste...
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
4 Ağustos 2007       Mesaj #3
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
György Lukács

d.13 Nisan 1885, Budapeşte - ö. 4 Haziran 1971, Budapeşte, Macaristan, 20. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da komünist öğretim gelişmesini etkilemiş olan Macar Marksist düşünür ve edebiyat eleştirmeni. Sanatçıların siyasal denetim altına alınmasına karşı çıkarak hümanizme dayalı bir Marksist estetik kuramı geliştirmiş ve Marx’m sanayi toplumundaki yabancılaşmayla ilgili kuramına katkıda bulunmuştur.




Varlıklı bir Yahudi ailesinden geliyordu. Budapeşte Üniversitesi’nde hukuk ve felsefe öğrenimi gördü. İlk eleştiri yazıları, tiyatro üzerineydi. Bir süre, Macaristan’ın Avrupa’ya açılması gerektiğini savunan Nyugat dergisinde yazdı. Eleştirmen olarak ün kazanmasını sağlayan, denemelerini topladığı A lélek és a Formák (Almanca bas. Die Seele und die Formen, 1911; Ruh ve Biçimler) 1910’da yayımlandı. Daha sonra Almanya’ya giden Lukács, 1910-14 arasında Berlin ve Heidelberg üniversitelerinde Yeni-Kantçı felsefecilerden Simmel Windelband ve Rickert’in derslerini izledi. Max Weber ve Ernst Bloch gibi düşünürlerle yakınlık kurdu. 1916’da, Hegel’in felsefi sisteminin etkisini taşıyan roman türünü destandan farklılığı temelinde inceleyen Die Theorie des Romans’ı (1920; Roman Kuramı, ) yazdı.

Sonraki yıllarda Marksizmi benimseyen Lukilcs 1918’de Macaristan Komünist Partisi’ne girdi. 1919’da Bela Kun’un önderliğinde kurulan kısa süreli Sovyet Macaristan Cumhuriyeti’nde kültür ve eğitim komiserliğini üstlendi. Sosyalist yönetimin yıkılmasının ardından Viyana’ya gitti. On yıl kaldığı Viyana’da Kommunismus dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı, aynı zamanda Macaristan yeraltı hareketiyle ilişkisini sürdürdü. Berlin’de yayımlanan Geschichte und Klassenbewusstsein (1923; Tarih ve Sınıf Bilinci) adlı yapıtında Marksist tarih felsefesi alanındaki özgün görüşlerini geliştirdi ve sanatta biçimin gelişimini sınıf mücadelesi tarihine bağlayarak edebiyat kuramının da temellerini oluşturdu. Blum takma adıyla yazdığı ve Macar toplumunun özelliklerinden yola çıkarak siyasal mücadele olanaklarının değerlendirdiği “Blum Tezleri” Macar Komünist Partisi’nin 1929’daki kongresi ve Komintern tarafından reddedilince, buradaki görüşlerinden vazgeçmek zorunda kaldı. Sonraki edebiyat eleştirilerinde de 19. yüzyılın önde gelen gerçekçi burjuva romancılarına duyduğu yakınlık nedeniyle resmi Sovyet öğretisi toplumcu gerçekçiliği savunanların eleştirilerine hedef oldu.

1929-33 arasında Berlin’de yaşadı. Bu ara da 1930-31’de kısa bir süre Moskova’daki Marx-Engels Enstitüsü’ne devam etti. 1933’te Berlin’den ayrılarak çalışmalarını Felsefe Enstitüsü’nde sürdürmek amacıyla yeniden Moskova’ya gitti. 1945’te Macaristan’a dönerek parlamento üyesi ve Budapeşte Üniversitesi’nde estetik ve kültür felsefesi profesörü oldu. 1956’da İmre Nagy hükümetinin kültür bakam olarak Macar Ayaklamnası’nın önemli kişilerinden biriydi. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra tutuklanarak Romanya’ya sürüldü. 1957’de önceki görev ve konumlarından uzaklaştırılmış olarak Budapeşte’ye dönmesine izin verildi. Daha sonra bütün zamanını felsefe ve eleştiri alanındaki çalışmalarına ayırdı. 30’dan fazla kitabı, yüzlerce deneme ve ders notu bulunmaktadır.

Lukács, döneminin siyasal gelişmeleri yüzünden sık sık eleştirilere uğramış ve görüşlerini reddetmek zorunda kalmışsa da, günümüzde Marksist felsefe ve estetik kuramını en önemli adlarından biri kabul edilir. Marksist edebiyat anlayışının temel yapıtlarından sayılan kitapları daha çok roman turu , özellikle de 19. yüzyılın gerçekçi romanları üzerinedir. Essays über Realismuz (1948; Gerçekçilik Üzerine Denemeler), Der russische Realismus in der Weltlite ratur (1952; Dünya Edebiyatında Rus Gerçekçiliği) ve Deutsche Realisten des 19. Jahr hunderts (1952; 19. Yüzyıl Alman Gerçekçileri) bunlar arasındadır. Luká
cs’ın öteki önendi yapıtları arasında Lenin (1924; Lenin’in Düşüncesi, 1979), A törttinelmi reg (1947; Almanca bas. Der historische Roman, 1955; Tarihsel Roman), Die Eigenart des Asthetischen (1962; Estetik, 1978, 1988) ve Der junge Marx (1965; Genç Marx) ile Goethe, Hegel ve Thomas Mann üzerine kitapları sayılabilir.

Lukács’ın 19. yüzyıl gerçekçi romancılarını inceleyen bazı yazıları Türkçede Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı (1969, 1986) ve Avrupa Gerçekçiliği (1977, 1987) adlı kitaplar içinde toplanmış, gerçekçilik üzerine incelemeleriyle siyasal yazılarını içeren bir derleme de Birey ve Toplum (1978) adıyla yayımlanmıştır.




Ana Britannica
JuNe - avatarı
JuNe
VIP WaMPiR
11 Şubat 2010       Mesaj #4
JuNe - avatarı
VIP WaMPiR
Georg Lukacs

Herhangi bir Sanat yapıtının biçemini belirleyen nedir? Niyet biçimi nasıl belirler? (Burada değindiğimiz, kuşkusuz, yapıtta gerçekleştirilmiş olan niyettir; dolayısıyla, yazarın bilinçli niyetiyle örtüşmeyebilir). Bizi ilgilendiren farklılıklar, biçemsel ’teknikler’ arasında olan farklılıklar değildir. Önemli olan dünya görüşü, yazarın yapıtında vurgulanan ideoloji ya da Weltanschaung-dır. Ve yazarın çabası ya da girişimi onun ’niyetini’ oluşturan ve herhangi bir yazının biçemini belirleyen biçimlendirici ilke olan bu dünya görüşünü yaşama geçirmektir. Bu açıdan bakılınca, biçemin biçimciliğinin artık sürmediği görülür. İçerikle bütünleşmiş, özel bir içeriğin özel bir biçimi olmuştur o.

Biçimi belirleyen içeriktir, fakat odak noktasını insanın kendisinin oluşturmadığı bir biçim de yoktur. Bununla birlikte, e-debiyatın çeşitli verileri (özel bir deneyim, öğretici bir amaç), temel sorunu oluşturan ve öyle de kalacak olan şey, insanın ne olduğudur.

Burada bir bölünme durumu söz konusudur: Tüm biçimsel değerlendirmeleri bir yana koyarak, sorunu soyut, felsefi açılardan ele alırsak, (gerçekçi yaklaşım için) Aristotelesçilikten kaynaklanan şu görüşe varırız (ki bu, aynı zamanda tümüyle estetik kaygıların dışındakilerce de varılan görüştür): insan bir toplumsal hayvandır (zoon politikm). Aristoteles’in genellemesi gerçekçi edebiyatın tümüne uygulanabilir. Akhilleus ve VVerther, Oedipus ve Tom Jones, Antigone ve Anna Karenina; Bunların varoluşu -Hegel’in deyişiyle, bunların Sein an sich’i; daha yaygın bir deyişle bunların varlıkbilimsel kimliği- toplumsal ve tarihsel çerçevelerinden soyutlanamaz. Bunların önemi, özgün bireyselliği yaratılmış oldukları ortamdan ayrı tutulamaz.

Önde gelen modernist yazarların yapıdarındaki insan imgesini niteleyen varlıkbilimsel görüş bunun tam tersidir. Bu yazarlara göre insan, doğası gereği diğer insanlarla ilişki kuramayan yalnız, topluma karşı soğuk, kayıtsız bir yaratıktır. [...]

Sonuncu durum, kuşkusuz, yenilikçi (modernist) felsefenin kuramı ve uygulamasının karakteristik yanıdır. Okuyucuyu felsefeye derinlemesine dalmaktan alıkoymak istiyorum bu çalışmada. Ne ki, okuyucunun dikkatini Heidegger’in insanı Var-lık’a-fırlatılmışlık’ (Gmotfenheit ins Dasein) olarak tanımlamasına çekmekten de kendimi alamıyorum. Bireyin varlıkbilimsel yalnızlığının çizgisel olarak anlatımını düşünmek oldukça zordur. İnsan ’varlığa fırlatılmıştır’. Bu değerlendirme, yalnızca insanın kendisi dışındaki şeylerle, diğer insanlarla ilişki kuramayışını değil, aynı zamanda insan yaşamının kaynağı ve amacını kuramsal biçimde belirlemenin olanaksızlığını da akla getirir.
Bu şekilde algılanan insan, tarihdışı bir varlıktır. [...]

İnsanın varoluşuna ilişkin bu görüş, belirli sonuçlar doğurur; özellikle başat kuramsal ve deneysel önemi olan bir kategoriyi göz önünde tutmamız açısından:gizilgüçselliğin önemi. Felsefe soyuth somut (HegePe göre ’gerçek’) gizilgüçselliği birbirinden ayırır. Bu iki kategoriyi ve bunların karşılıklı ilişkisi ve zıtlı-ğı yaşamın kendisine kök salmıştır. [...]

Soyut gizilgüçsellik tümüyle öznellik alanına ait olduğu halde, somut gizilgüçsellik bireyin öznelliğiyle nesnel gerçeklik arasındaki diyalektikle ilgilidir. Sonuncunun yazınsala sunumu böylece elle tutulur, tanımlanabilir bir dünyada yaşayan gerçek ya da güncel kişileri akla getirir. Belirli bir bireyin somut gizilgüçselliği, ancak karakter ve çevrenin karşılıklı etkileşimi çerçevesinde, tümüyle soyut gizilgüçselliğin ’kötü sonsuzluğu’ndan çekilip çıkarılabilir; ve bu, bireyin ancak gelişim aşamasında o-nun belirleyici gizilgüçselliği olarak ortaya çıkar. Başlı başına bu ilke, sanatçıya somut gizilgüçselliği sayısız soyudamalardan ayırma olanağı verir.

Ancak modernist edebiyattaki insan imgesinin dayanağını oluşturan varlıkbilim bu ilkeyi geçersiz kılar. Eğer ’insanın durumu’ (yani, insan anlamlı ilişkiler kuramayan yalnız bir varlıktır anlayışı) gerçekliğin kendisiyle özdeşkştirilirse, soyut ve somut gizilgüçsellik arasındaki ayrım geçersiz olur. Kategoriler kaynaşma eğilimi gösterir. [...] Eğer soyut ve somut gizilgüçsellik arasındaki ayrım kaybolursa, eğer insanın içedönüklüğü soyut öznellikle tanımlanırsa, insanın gizilgüçselliğinin kesinkes bozulması, parçalanması gerekir.

T.S. Eliot bu olguyu, insan kişiliğini betimleme biçimini şöyle anlatmıştır:
Şekilsiz biçim, renksiz boya Felçleşmiş güç, devinirnsiz tavır
Kişilik bozunumu dış dünyanın bozunumuyla uzlaşmakta, örtüşmektedir. Bir bakıma bu, yalnızca savladığımız şeyin daha belirgin bir sonucudur. Çünkü soyut ve somut insan gizilgüçselliğinin özdeşleştirilmesi, nesnel dünyanın doğallıkla açıklanamaz olduğu varsayımına dayanır, kuramsal bir özür bulma çabası içinde olan kimi öncü yazarlar, bunu büyük bir içtenlikle benimsemişlerdir. Çoğu kez, gerçekliği kavramanın kuramsal olanaksızlığı, öznelliğin yüceltilmesinden çok, çıkış noktasını oluşturur. Fakat her ne olursa olsun, ikisi arasındaki bağlantı a-çıktır. (...)
Gerçekliğin sulandırılması ve kişiliğin bozunumu birbirine bağımlıdır böylece: Birisi ne denli güçlüyse, diğeri de o denli güçlüdür. Her ikisinin altında yatan şeyse insanın doğasına ilişkin tutarlı bir görüşün bulunmayışıdır. İnsan birbiriyle ilintisiz deneysel parçalar dizisine indirgenmektedir: Kendisi için olduğu kadar, başkaları için de açıklanamaz bir varlıktır o.

[...] Belirtmeliyim ki (bu noktaya yine değineceğiz), çağdaş edebiyatta doğalcılıktan modernizme doğru günümüzde bir süreklilik söz konusudur -ideolojik ilkelerin altında yatan şeyle sınırlı bir süreklilik. Başlangıçta olan şey, 1914’ten sonra gelişen, yaklaşmakta olan afet üstüne belirsiz bir beklentiden başka bir şey değildir. Şunu da eklemeliyim ki, psikopatolojinin oynadığı gitgide artan rol, bu sürekliliğin ana özelliklerinden biriydi. Her bir dönemde -varolan toplumsal ve tarihsel koşullara bağlı olarak- psikopatolojiye yeni bir ağırlık, farklı bir önem ve sanatsal işlev verildi... Doğacılıkta psikopatolojiye ilgi estetik bir gereksinimden doğmuştur. Kapitalizmin pençesindeki mutsuz yaşamdan bir kaçış girişimiydi o. (...) Birkaç yıl sonra karşıtlık ahlaksal bir eğilim kazandı. Olumsuzluk tutkusu, gerçekliğin griliğine renk vererek, yalnızca süsleyici işlevini sürdürmez oldu ve kapitalizme karşı ahlaksal bir protestoya dönüştü.

Musil ve birçok diğer modernist yazarla başlayarak, psikopatoloji onların sanatsal girişimlerinin ereği, terminus ad auem’i durumuna geldi. Ancak onların amaçlarının altında yatan ülküyü izleyen ikili bir güçlük vardır. İlkin bir tanımlama eksikliği söz konusudur. Psikopatolojiye kayışla ifade edilen bu protesto soyut bir jesttir; onun gerçeği reddedişi, hiçbir somut eleştiri i-çermeyen bir toptanlıktır, özettir. Dahası hiçbir yere varmayan bir jest, hiçliğe doğru bir kaçıştır o. Dolayısıyla, bu ideolojinin yandaşları, böyle bir protestonun edebiyatta verimli olabileceğini düşünmekle yanılıyorlar. Belirli toplumsal koşullara karşı herhangi bir protestoda, bu koşulların kendilerinin önemli bir yeri olması gerekir. Feodal düzene karşı burjuvanın başkaldırısı, burjuvaziye karşı da proletaryanın başkaldırısı onların çıkış noktasını eski düzenin eleştirisine dönüştürmüştür. Her iki durumda da, karşı duruş -çıkış noktasının ötesine geçmekle- somut bir terminus ad guem’e dayandırılmıştır: yeni bir düzenin kurulması. Bu yeni düzenin yapısı ve içeriği ne denli belirsiz o-lursa olsun, onun kesin tanımını amaçlayan istenç eksik değildi. Musil gibi yazarların karşı duruşları ne denli farklıydı! Terminus ad quem (psikopatolojiye kaçış) salt bir soyudama olduğundan, terminus a quo (çağımızın yozlaşmış toplumu) kaçınılmaz olarak temel enerji kaynağı olmaktadır. Modern gerçekliğin yadsınması tümüyle özneldir. İnsanın çevresiyle ilişkisi açısından ele alındığında, hem içeriksizleşir hem de yönsüzleşir. Ve bu yoksunluk terminus ad auem’in özelliğince daha da çok abartılır. Çünkü protesto, baş dönmesi, rahatsızlık ve özlemi simgelediği için, boş bir tavırdır. Onun içeriği -ya da daha çok içeriksizliği- bu tür bir yaşam duygusunun bir yön duygusu yaratamayacağı gerçeğinden kaynaklanır. Bu yazarlar psikopatolojinin kendileri için en güvenli sığınağı, tarihsel duruşlarının i-deolojik tamamlayıcısı olduğuna inanmakla tümüyle yanılmış olmuyorlar.

Bu patolojik saplantı yalnızca edebiyatta görülmez. Freudcu psikanaliz onun en belirgin anlatımıdır. Hastalığın tedavisi, modern edebiyattakinden sadece yüzeysel olarak farklıdır. Bilindiği gibi, Freud’un çıkış noktası ’güncel yaşam’dı. Ne ki, ’kaymaları’, gündüz düşlerini açıklamak, yorumlamak için psikopatolojiye başvurmak zorunda kalmıştır. Derslerinde, direnç ve baskı konularına değinirken şunları söylüyor: ’Semptom oluşumuna ilişkin genel psikolojiye eğilişimizin patolojik koşulların normal zihinsel yetinin işleyişini ne denli aydınlatabildiğim anladığımız sürece artar5. Freud, sağlıksız kişinin psikolojisi bağlamında sağlıklı kişiliğin anlaşılmasına yarayan anahtarı bulduğuna inanıyordu. Bu inanış, psikolojik sağlıksızlıkların sağlıklı psikolojiyi açıklayabileceğini de varsayan, Kretschmer’in tiplemesinde yine de açıktır. Freud psikolojisini, ruhsal sağlıksızlığın normdan bir sapma olduğu yolundaki Hipokrat düşüncesini benimseyen Pavlov psikolojisiyle karşılaştırdığımız zaman, ancak onu gerçek aydınlığı içinde görebiliriz.

Açıkçası, bu kesinlikle bilimsel ya da yazınsal eleştirel bir sorun değil, insanın yalnızlığına ilişkin varlıkbilimsel dogmadan kaynaklanan ideolojik bir sorundur. [...]
Şimdi bu görüşü biraz daha irdeleyelim. Sanırım, şurası a-çıktır ki, modernizmin edebiyatı perspektifsizleştkmesi gerekir. Şaşırtıcı bir durum olmayacaktı bu: Kafka, Benn ve Musil gibi coşkulu modernistler okuyucularına bu tür bir şeyi sağlamayı hep reddetmişlerdir. Perspektif kavramının ideolojik sonuçlarına daha sonra döneceğim. Burada belirtmeliyim ki herhangi bir sanat yapıtında perspektifin büyük önemi vardır: Süreci ve içeriği belirler, öykülemenin bağlarını bir araya getirir; yazarın, ö-nemliyle önemsizi (yüzeysel) ve belirleyici ile öyküseli birbirinden ayırt edebilmesini olanaklı kılar. Karakterlerin geliştiği yön perspektifle belirlenir, yalnızca onların gelişmesine yarayan o ö-zellikler tanımlanmaktadır. Perspektif ne denli açık olursa -Moliere ya da Yunanlılarda olduğu gibi- seçim de o denli ekonomik ve çarpıcı olur.

Modernizm, bu seçimsel ilkeyi dışlar; onsuz yapabileceğini iddia eder ya da onu condition humaine (insani durum) doğmasıyla değiştirir. Doğalcı bir biçem, sonuç olmak durumundadır. Bu durum -ki bence, son elli yılın yenilikçi sanatının tümünü karakterize eder- yenilikçi akımı sistematik biçimde öven eleştirmenlerin elinde kılık değiştirir. Bu eleştirmenler, biçimsel öl-çütiere ağırlık vererek, tekniği içerikten soyudayarak ve onun önemini abartarak, konunun toplumsal ya da sanatsal önemi üstüne yargıya varmaktan geri dururlar. Sonuç olarak, bunlar
gerçekçilik ve doğalcılık arasında estetik bağlamda bir ayrım yapmazlar. Bu ayrım, sunulan durumlar ve karakterlerde, bir yapıttaki ’önem sırası’nın varlığına ya da yokluğuna bağlıdır. Bununla karşılaştırılınca, biçimsel kategoriler ikincil öneme sahiptir. İşte bu nedenledir ki modernist edebiyatın temelde doğacı özelliğinden söz etmek -ve burada ideolojik bir sürekliliğin yazınsala ifadesini görmek mümkündür. Bu, biçem değişikliklerinin toplumdaki değişiklikleri yansıttığı gerçeğini yadsımak değildir. Fakat modernist rasdantısallığa ilişkin bu ilkenin, bu hiyerarşik yapı yokluğunun bürünebileceği özel biçim kesin değildir. Onunla, modernizmin tüm belirleyici ’toplumsal koşulları’; simgeciliğin izlenimci yöntemleri ve onun, garip olanı işleyişi; fütürizm ve konstrüktivizmde ve Alman Neue Sachlichkeit bağlamında nesnel gerçekliğin parçalanması ya da yine, gerçeküstücülüğün bilinç akışı çerçevesinde karşılaşırız.
Bu akımlarda, gerçekliğe temelde durağan bir yaklaşım, ortak özelliktir. Bu, onların perspektifsizlikleriyle yalandan ilgilidir. [...]
Ne MUTLU TÜRKÜM Diyen !Türkiyem
Rower - avatarı
Rower
VIP MazessezaM
26 Temmuz 2012       Mesaj #5
Rower - avatarı
VIP MazessezaM
György Lukács
MsXLabs.org & MORPA Genel Kültür Ansiklopedisi

(1885 Budapeşte-1971 Budapeşte)
Macar filozofu ve yazarı. Hukuk öğrenimi gördü. 1918'de Macar Komünist Partisi'ne girdi. Bela Kun Hükümeti Zamanında, Eğitim Bakanlığı halk komiseri oldu. Devrimin ezilmesinden sonra 10 yıl Viyana'da yaşadı; "Kommunismus" (Komünizm) dergisini çıkardı ve Macar yeraltı hareketine katıldı. 1930-1934 yılları arasında Sovyetler Birliği'nde kaldı. 1945'te Macaristan'a dönüp tekrar siyasete atıldı. Budapeşte Üniversitesi'nde estetik ve felsefe profesörü oldu. Nagy Hükümeti zamanında, Millî Eğitim ve Kültür bakanlığı yaptı (1956). Macar ayaklanması bastırılınca, hapse girdi, bir süre sonra serbest bırakıldı ve kürsüsüne döndü. Yapıtlarını Macarca, Almanca ve Fransızca yazdı. 20. yüzyılın en önemli Marksist düşünürlerinden biridir.

Başlıca yapıtları:
"Die Theorie des Romans" (Roman Kuramı, 1914-1915), "Geschichte und Klassenbewusstsein" (Tarih ve Sınıf Bilinci, 1923), "Essays über Realismus" (Gerçekçilik Üzerine Denemeler, 1923), "Existenzialismus oder Maxismus" (Varoluşçuluk ya da Marksizm, 1948), "Die Zerstörung der Vernunft" (Aklın Yıkılışı, 1954), "Aesthetik" (Estetik, 1963). Sinema estetiğini ele alan yazılar da yazdı.
Gölgen misali yanındayım!Msn Thunder
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
19 Ekim 2015       Mesaj #6
Safi - avatarı
SMD MiSiM
Georg Lukács

Ad:  Georg Lukács.jpg
Gösterim: 463
Boyut:  48.8 KB

Benzer Konular

23 Eylül 2008 / BrookLyn Edebiyat ww
17 Ekim 2015 / ThinkerBeLL Felsefe ww
21 Mart 2009 / KisukE UraharA Tiyatro ww
11 Mayıs 2009 / HipHopRocK Siyaset ww
28 Haziran 2015 / _Yağmur_ Asker ww