Ziyaretçi
Ütopya Nedir?
Ütopyayı tanımlamadaki güçlük, bir ölçüde bu kavramın oldukça farklı biçimlerde tanımlana bilmesinden kaynaklanmaktadır. Aslında, çok yanlı kültürel ve zihinsel bir olgu söz konusu dur. Utopya kavramının, örnek olmayı amaçlayan biçimler altında, toplumların, gerek tamamlanmış ve kusursuz gerekse bitmemiş ama geleceği parlak esin ya da düşlerini dile getiren düşünsel üretimler bütününü kapsadığı gözleminden yola çıkılacaktır. Ütopyacı anlatımlar için de, dinsel izlekler toplumsal görüşlere, felsefi ya da ideolojik inançlar yenileştirmeci ve siyasal izlencelere karışır. Kaldı ki, Ütopya anlayışı ve sorunları da, ne bir parçası oldukları uygarlığın kimi anlıksal değişmezlerinden ne de az çok örgensel bir biçimde içine katıldıkları farklı bağlamlardan ayrılırlar.
Her Ütopya bir tarih felsefesi ve topluma ilişkin genel bir bakışı varsayar; öte yandan kökene ilişkin bir mutluluk durumunun çağrıştırılmasıyla, toplum yaşamı ve mutlu bir gelecek özleminin yol açtığı gereksinimlerin zamandan bağımsız çözümü arasında bocalar. Bir bakıma, ütopyalar, siyasal sistemlerin ya da geleceği söylenen yeni zamanların beklentisi kadar söylencelerin [mit] de temelini oluşturur. Son derece zengin çeşitliliğinin ötesinde, genel olarak ütopyalar, kendilerini ortak bir düşünsel bir yaratım ya da oluşturum tipi içine kolayca katabilecek anlıksal ve yazınsal biçimleri üstlenirler. Bu da, ütopyaların seyrek olarak ya da yalnızca parçasal bir biçimde de olsa kahin işi olmasına engel oluşturmaz; çünkü, çoğu zaman kendilerine çeşitli oldukları denli görece bir kesinlik içeren, hatta somut kültürel, toplumsal ya da siyasal hedefler belirlerler.
Kuşkusuz, bunları belirten sözcüğün anlamı ve ütopyaların ortak biçimde algılanmasını sağlayan ışık, ütopyaların gerçekleştirilemez projelerin eşdeğerlisi ya da varolmayan toplumların görüntüsü durumuna getirirlerdi. Burada temel ve en azından kısmen bu türden bütün üretimlere içkin bir nitelendirme söz konusudur. Ama anlamlarındaki bulanıklık, tam olarak ütopyaların dolaysız ve yerleşik gerçekliklerden ancak, bazen son derece farklı bir toplumu hedefleyen, bazen de egemen olan ütopyanın köklü bir biçimde yenilenmesini veya devrimci dönüşümünü hedefleyen eğilimleri daha belirgin bir biçimde dile getirmek için uzaklaştıkları olgusu içinde yer alır.
Utopia başlıklı ünlü yapıtın yazarı Thomas More (1478-1535) ütopik olmaktan çok, sözcüğün yaygın anlamında ütopyacı olarak nitelendirilebilecek tutumu olağanüstü bir biçimde örneklendirmiştir. More bu kavrama anlambilimci damgasını vurmuştur; bunu da, hiçbir yerde var olmayan ideal bir toplumu Ütopya gibi sunarak gerçekleştirmiştir, ama yapıtının birinci bölümü, kendisini çağının Ingiltere’sinin toplumsal sistemini köklü bir biçimde tartışma konusu yapmaya iten güdüleri geniş bir biçimde sergiler.
Demek ki ütopik yapıtların özgül niteliği, az çok açık bir biçimde, örnek bir uzgörüşle kınanabilir değerlendirilen ortak durumları törel ya da dinsel, toplumsal ya da siyasal düzlemde yan yana getirmektir. Gerçekleşebilirle gerçekleşemez arasındaki karşıtlık, bu türden düşünsel oluşturumları ancak kısmen temellendirir. Utopyacı, ideal toplumu kendi gözünde dilediğince biçimlendirdiğinde kendine pek az sınır koyacağı kesindir, ama öte yandan yaklaşımı neredeyse hiçbir zaman mantıksız ya da oyunsu değildir. Ütopyacı yaklaşımın özü, sanki önemli olan bunları en titiz ve ve kesin biçimde tasarlamakmış gibi, önerilen çözümleri köktenleştirmek ve ille de yapılabilirliklerini göz önünde; bulundurmaya çalışmamaktır. Yine de, bir meslek ahlakım öne çıkarmak ve değerlendirmek gereği hiçbir zaman gözden yitmemiştir. Ütopyacı az çok dolaysız bir biçimde güdümlü bir yazardır; bu güdümlülük gerek kültürel, dinsel ve düşünsel, gerekse toplumsal ve sözcüğün ke sin anlamında siyasal düzlemde ortaya çıkar.
Ütopyacı yaklaşımların çeşitliliği, ve bunları Öteki düşünce biçimlerinden kolayca ayırabilmenin güçlüğü de buradan kaynaklanır. Öteki düşünce biçimleri: dinsel ya da siyasal yenileştirmecilerin, yalvaçların ve hatta medyum ya da düş kuranların ya da ütopyayı zaman zaman acı olay, yergi ve çelişkiyle birleşen bir edebiyat türü olarak kullanan yazarların düşünme biçimleridir. Birçok yapıtta bu öğelerin ortaya çıktığı tartışma götürmez; ama ütopya üretiminin iki temel biçimini birbirinden ayıran şeye dikkat etmek gerekir. ilki, bir eleştiri ya da, özellikle toplumsal ve siyasal bir güdülenme işlevini kendinde somutlaştırır; bunu da, şimdiki duruma uygun ve toplumun dışına çıkan bir örneğin oluşturulması ve neredeyse dizgeli bir biçimde sunulması sayesinde gerçekleştirir. Ama bu dolaysız ve düşünsel bakımdan iyi oluşturulmuş ütopya yönteminin yanısıra bir dizi dolaylı ya da henüz tamamlanmamış, ütopyaya ancak par çasal ya da kıyısından köşesinden bağlanan yöntem vardır; bunların ütopyaya, getirdikleri sorun ya da izlckler aracılığıyla bağlanmasına karşın bu durum geçerlidir. Işte böylece, kentbilimci olarak Leonardo da Vinci, Jonathan Swift, Restif de la Bretonne, Aldous Huxley ve daha birçokları farklı niteliklerle, ütopyanın yollarıyla özdeşleştirebileceğimiz yolları benimsemiştir. Ikinci türden ütopyaların etkileri ya da sonuçları bazen ilk türden ütopyalardan daha önemli olsa bile ilk tür ütopyaların çokluğu ve ağırlığı bizi ikinci türden ütopyalara çok daha az yer ayırmaya yönlendirecektir.
Yapısal Görünümler
Birçok ütopya metninin biçimsel sunuluşuna belirgin özellik kazandıran gerçekten kaçışın, sonunda, bunların temel öğesi olduğuna ya da böyle algılanmalarına yol açtığını vurguladık. Oysa incelenen olayın içinde temel bir çelişkinin bulunduğu tartışma götürmez. Gerçeklerden neredeyse kararlı bir biçimde sapan ya da bunlara karşı çıkan yaklaşımların bir arada bulunmasından ya da iç içe geçmesinden kaynaklanır; burada amaç, bunlar üstünde egemenlik kurmak, bunları biçimlendirmek ya da yine bu ütopik yol aracılığıyla altüst etmektir. Bu son yöntem, yine ie ve örneksemeli kültürel araca olduğu denli zihinsel desteklere de baş vurarak oldukça sık bir biçimde benzeri yollara sapmıştır. Bu değişmezler, ütopyaları benzersiz bir biçimde nitelendirir ve kuram düzleminde olduğu kadar, işlevsellik ve uygulama düzleminde de tüm güçlerini hem de zayıflıklarını gün ışığına çıkarırlar.
Ütopyanın genel olarak üstlendiği örnek biçim, usçul olmayı savlayan ve genellikle doktrine dayalı olan bir görüntüyle ortaya çıkar. İşleyişindeki önemli bozukluklar da buradan kaynaklanır. Çünkü, ütopyaların gereci ve dayanağı, söylenceler ya da düşlerce, törel ya da pek fazla usçul olmayan eğilimlerce, saymacalığa varan bakış açıları ya da izlencelerce oluşturulmuştur; ve de, aynı zamanda us burada mutlak bir egemenlik sürer.
Önerilen tasarıların ya da toplumsal-kültürel ve siyasal düzenlemelerin benzersiz esin kaynağı olarak kendini gösterir. Ama bu akıl yürütmenin, değiştirilemez ve tartışmasız ölçüt durumuna gelmek için gündelik yaşamın gerçekliğini ve gereklerini dikkate almaması nedeniyle, izlediği yol bir soyutlama durumuna düşer. Öyle ki, genellikle ne zaman ve nasıl somutlasabileceğinden başka bir şeyin peşinde koşmaz. Özellikle Antik Dönem ve Rönesans ütopyaları bu durumu örneklendirir. Bununla birlikte, ütopya töreler ve yaşam koşullarını somut biçimde dönüştürebilme yetisine daha fazla güven duysa bile, yakın ve ışıklı bir geleceğe duyulan inanç burada daha kesinleşmiş olduğunda, doktriner yanı gerek dinsel düzlem de gerekse siyasal düzlemde kendini gösterir. Ütopyanın hak ileri sürmek -bir başka deyişle usdışının egemen olduğu bir gereç- kadar Özlem ve beklentileri yönlendirip işletmesi nedeniyle, kavramsal ve çözümsel kesinliğini sağladığı ya da deneyimsel sağlamasını ortaya çıkaran programlama etkinliği içinde en azından kısmen eksikliğim duyurur.
Bu durum, kurum düzleminde ütopyaların ne türden olduğu belirginlik taşımasa da varlığı kesinleşmiş bir zayıflığını dile getirir; bu, düşüncelerin belirginliği ve olgular üzerinde bilimsel ya da uygulayımsal bir etki yapma konusundaki bir yeterlik koşulunun kurama dayatılması durumunda geçerlidir. Ütopya alanında karşılaşılan neredeyse bütün kavramlar, daha çok belirsiz, ortak duyguları ve ahlaki güçleri bölük pörçük değilse bile genellikle basmakalıp bir biçimde anıştırır. Bu türden kavramsal yetersizlikler özellikle ütopyalar dinsel duyguları ve sözcüğün geniş anlamında ahlak gereksinmelerini kapsadığında kitleleri çekmedeki etkisizlik ya da yetersizliklerini zorunlu olarak gündeme getirmez -tam tersi geçerlidir. Ne olursa olsun, eleştirel incelemelerden pek az, deneysel ya da tarihsel sağlamalardansa daha da az kaygı duyan usçullaşmanın ütopyacı tipinin yaklaşık, hatta baştan savma niteliklerini vurgulamak, gerekli gibi görünmektedir. Bir başka deyişle, ütopyacı yöntem dogmatik bir eğilim barındırır; çünkü, derinlemesine ele alındığında, hazır kavramlar ya da bilinçlerin özerk olmasından çok, toplu duyarlılıktan destek alır.
Ütopyacı yaklaşımın bu karakterinin ilk ve temel gösterimi, insanların doğasını kavrama biçimidir. Neredeyse bütün ütopyalar eğitimin kendilerini yalnızca biçimlendirmekle kalmayacağını, aynı zamanda bunları en kökleşmiş hatta en zararlı eğilimlerinden kurtarmaya da yarayacağını düşünür. Böylelikle, çok sayıda ütopyacı, çocukların eğitimini aileden alıp daha titiz ve bütün haklarıyla birlikte bir Devlet okuluna verme gereğini değerlendirme konusunda duraksamamıştır. Çok daha iyi ve neredeyse kusursuz bir toplumun yetkili yorumcusu konumuna yerleşerek, okul yeni insanlar, daha açık bir söyleyişle aynı kalıptan çıkmış, uysal, kendilerini yalnızca kamu çıkarına adamış ve düşünme ve karşı çıkma özgürlüğü bakımından nerdeyse yetersiz bireyler yetiştirebilir.
Modern ve çağdaş ütopyalarca önerilen eğitimcilerin neredeyse tümünün laik olmalarına karşın, Hıristiyanlığın ve Ortaçag’ın din adamları insanların en azından bir bölümünün dünyasal tutkularından el etek çekmeleri ve ilahi topluma girmeleri beklentisi içindeydi. Kültürel güdümcülükle dogmatik eğitimin aslında Ortaçag toplumları üzerinde olduğu gibi doktrin çabalarını bir sonuca ulaştırmak için bütün medya biçimlerini elinde bulunduran modern toplumlarda da büyük bir ağırlığı olduğunu vurgulamak gereksizdir.
İnsan doğasına ve bunu biçimlendirebilme olanaklarına ilişkin bu yaklaşım, içerdiği düşüncenin her zaman belli belirsiz ve varsayımsal kalması oranında ütopyacılarca kolaylıkla benimsenmiştir. Iyi tanımlanmış, bireylerinden her birinin doğallık içinde boyun eğip kendini adamaktan başka elinden bir şey gelmediği bir gerçeklik söz konusuyormuşcasına kullandıkları toplum kavramı söz konusu olduğunda ütopyacılar katılıklarını yitirirler. Bunu bir toplumdan çok, çıkarları düzenli ve mutlak bir biçimde bireylerin çıkarlarının üstünde geldiği cemaat gibi görürler. Utopyaların çoğunun karşı-bireysel tutumu, Hıristiyanlar için tartışmalı görünmekle birlikte, bunların temel karakterlerinden biri sidir. Gerçekten de, cennet toplumunda artık bireyler değil, etten kemikten bedenlerini yitirmiş, “tensel” hazların bile tinselleştiği ve yenilenmiş ruhların artık Tanrı’yla ilişki dışında bir şey istemediği varlıklar söz konusudur. Bunun bir mutlak olması gibi, çok sayıdaki ütopyacının dünya toplumu da bir mutlağı temsil eder: Bunun bir parçası olmak, an ve kusursuz olmayı başaran bireyler için de mutlak bir hazdır.
Hıristiyan bakış açısının ütopyacı özellikleriyle XIX. ve XX. yüzyıl kitlelerinin ütopyalarının dinsel temeli arasındaki yadsınamaz benzerlikler doğal olarak bunlar arasındaki ayrımları maskeleyemezdi. Ama kimi Hıristiyan ana örnekler ya da izleklerle Batı ütopyalarının birçoğunda yeniden kendini gösterenler arasındaki yakınlık kendini hemen ele verir.
Kuşkusuz Yunan Antik Çağı -Platon’dan Euemenos’a- yasa koyucu ya da örnek toplumların kurucusu olan tanrılaştırılmış hükümdar kişiliğini bilmekteydi; öyle ki, bazen antik geleneklerinkilerle Musa’nın ve Isa’nın etkileri arasında bir ayrım yapmak sorunlara yol açabilir. Kutsal Kitap ya da Incil’den karşılaştırma kaynaklarıyla birlikte, dolaysız ya da dolaylı biçimde XIX. yüzyılın ortalarına değin kendini hissettiren derin etki yine de tartışmasızdır. Ve, yine Ütopyacıların büyük bir bölümünün cennetsi toplumun hazlarının bakış açısıyla bizlere daha yakın kuşaklara söz verilen ışıklı yazgının bakış açısı arasındaki geçişi temsil ettikleri daha kesindir. Bu bakış açısından, Claude Henri de Saint-Simon’un (1760-1825) Nouveau Christianisme’indeki (“Yeni Hıristiyanlık”) geniş ütopyacı yanlarla Constantin Pecqueur’ün (1801-1887) Tanrı’nın Cumhuriyeti”nin ütopyacı yanlarını anmak yeterli olabilir.
Yine de, ilk Hıristiyan geleneğinkiyle sonrakilerin bakış açıları arasında son derece önemli bir sapma bulunur. Gerçekten de, sonuncular, Xll. yüzyıldan başlayarak yalnızca öbür dünyada değil, yeryüzünde de bulabilecekleri bir mutluluk sözünü giderek artan bir oranda ileri sürerler. Böylelikle, ütopyacı yöntem binyılcılık yöntemini izlemiş ve özellikle onunla birlikte ortaya çıkmıştır. Binyılcılık yaklaşımı; Ilk dönemlerin Hıristiyan ufuklarına ilişkin önemli bir çarpıtma üzerine kuruludur, çünkü, son mutluluk öncesinde, yeryüzünde toplu yaşamdan daha mutlu bir evrenin beklentisini ve hatta gerçekleştirilmesini önermiştir. Her ne denli binyılcılık gerçek anlamda bir Ütopya değilse de, buna oldukça yaklaşır. Kusursuz bir toplum örneği sunmaz ama Hıristiyan dindarların ya da laik kitlelerin gözleri önüne çekici bir görüntü, mutluluğa, ortaya çıkmakta gecikmeyecek gönence yakın bir evre sergiler.
Binyılcılıktan -bilinçli ilk belirimleri Joachim de Flore’a (-1130-1204) değin uzanan- önce, kökene ilişkin bir altın çağ söylencesi, Batı uygarlığının gelişimi boyunca birleştiği bir Ütopyaya oldukça yaklaşmıştır. Yine de bulanık, değerlendirilmesi oldukça güç bir çekicilik gücüyle donanmış bir anıştırma söz konusu olduğun dan, ütopyacı bileşen görevi ancak son derece kısıtlı bir biçimde hesaplanabilir. Ütopya içinde güçlü bir etki bırakmış olan ve onu bir kurucu- ya ya da bir yasa koyucuya başvurmaktan daha fazla nitelendiren yapısal öğe söz konusu olduğunda durum bambaşka bir nitelik edinir. Her ne denli alim çağ düşü ütopyanm ufkunda sık sık kendini gösterirse de, Ütopya, programlama ve planlama gereğini aralıksız doyurmaktan ve değerlendirmekten geri kalmaz.
Insanları aynı kalıba dökme düşüncesi de bu dayanılmaz isteğin ve ütopyanın, bütün toplumsal etkinlikleri kurala bağlama eğiliminin görünümlerinden ancak birisidir. Bu da, ütopyacıların bireysel ya da kişisel olan her şey karşısındaki alerjilerinin ya da ilgisizliğin bir başka kanıtıdır. Onlara göre planlamak, biçimlendirilebilen ya da daha önceden biçimlendirilmiş olarak kabul ettikleri yurttaşlar karşısında bulunmaları ölçüsünde kendiliğinden (aynı zamanda zorunlu) olarak kabul edilir. Programlamak, ütopyacı bir gereklilkdir: ekonomik bagıntılara olduğu denli cinsel ilişkilere, giyinme, beslenme, ya da oyun oynama biçimi... gibi kültürel ya da sanatsal üretimlere uygulanır. Kuşkusuz bu alanların her birinde bir yazardan ötekine birçok değişiklik olur, ama hiçbir zaman eksik olmayan şey gündelik yaşama ilişkin her olguda sistematik bir kamu müdahalesidir.
Demek oluyor ki, yönetmelik olmadan örnek toplumdan söz edilemez; çünkü, yalnızca doğanın ve aklın buyurduğu yasaların toplumun bireylerinin mutluluğunu güvence altına alacağı tartışılamazdı. Ütopyacı bunun yetkili yorumcusu ve bütün öğretilerini insanların boyun eğmekten başka bir şey yapamayacakları temel değerlere bağladığı için bu öğretilerin değiştirilmeleri olanaksız bakanıdır. Aydın olarak bu bi çimde davranır; nesneler ve bireylerin, kendi aklının koyduğu ilkelere benzerlerinin iyiliği için boyun eğmek zorunda olduklarına inanmıştır. Ütopya, mutlağın araştırısıdır ve bu niteliğiyle, bir dönemden ötekine hazırlamış olduğu planlara kolayca indirgenemeyen şeyle karşılaştığında bocalamaktan başka bir şey gelmez elinden.
Bununla birlikte, gerçeğe ve bireysele bu direniş, XV yüzyıl Tabor Bohemya’sından XVII. ve XVIII. yüzyıl Paraguay’ına ve XX. yüzyılın komünist devletlerine dünyanın geniş bölgelerinde ütopyanın daha uzun bir süre için yerleşmesine engel olamamıştır. Daha küçük ölçeklerde, özellikle XIX. yüzyılda, Charles Fourier’nin etkisiyle (1772-1837), her biri sırasıyla Amerika Birleşik Devletleri’nde başarısızlığa uğramaktan kurtulamayan “örnek” yerleşim birimleri kuran Etienne Cabet (1783-1856) ya da Robert Owen’ın (1771-1858) itkisiyle birçok Ütopya toplumu girişimlerinde bulunulmuştur.
Bununla birlikte kişisel özgürlükleri ve özellikle de teknik alanlarda ve özdeksel olarak yararlanabilecek buluşlarda yaratıcılığı savunan belli sayıda ütopyacı ortaya çıkmıştır. Programlamanın en göze batan yadsınması, yine de XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başı anarşistlerinin yadsıması olmuştur: Bunlara göre, insanın özgürlüğe duyduğu özlem, mutluluk özleminden çok daha güçlüydü. Ama, her ne denli Kropotkin’e (1842-1921) göre anarşi, bütün güçlerin ve bütün görüş ayrıntılarının özgürce dile getirilmesi, kişinin olguların denetimini elinde bulundurarak düşüncelerine ve yüreğinin sesine göre davranması biçiminde aktarılmak durumundadır; kaldı ki, Kropotkin’e göre de ortak çıkarları hiçbir zaman gözden yitirmemek gerekmektedir ve amaç da olabildiğinde hızlı bir biçimde kurumlarda bir değişimi gerçekleştirmektir. Bu anarşi, aslında bir felsefe ve toplumsal ilişkiler doktrini olarak kendini gösterir. Ortak gereksinimlerin incelenmesine yönelik bir eğitim sistemine başvurur; bunun sayesinde maddi bolluğu sağlamak için on beş yıl yeterli olacaktır. Bu koşullar altında, bu toplumu, en azından bu evrede katı bir biçimde güdümlü olmanın dışında nasıl düşünebiliriz; hele bu işe Devleti yıkmaya, yasalarını ve yürürlükteki bütün otoriteleri yıkmakla başlamak gerektiği düşünülürse.
Ütopyacı Yinelemeler ve Toplu Durumlar
Her ne denli ütopyanın düşünsel temelinde genel olarak doktrinci eğilim, dogmatizm ve tümleyici plancılık yer almaktaysa da, benimsenmiş çözümlerin birçoğunu bir dizi etik ve ekonomik tutum biçimlendirmiştir. Akla ve doğaya, ama aynı zamanda tanıklık ettikleri artık göze batacak denli belirli haksızlıklara gönderme yaparak çok sayıda ütopyacı bütün insanların eşit kabul edilmeleri ve dolayısıyla toplumsal eşitsizliklerin kökenlerini ortadan kaldırmak gerektiği sonucuna varmışlardır.
Platon’dan komünistlere ve XIX. yüzyıl anarşistlerine değin, özel mülkiyet bu bakımdan haksızlıkların, toplumsal olduğu denli bireysel yozlaşmaların da kaynağı olan ayrıcalıklı bir hedefi durumuna gelmiştir.
Kuşkusuz Fransız Devrimi sırasında büyük bir paylaşım söz konusu olmuştur: O ana degin hiçbir ya da da hemen hemen hemen hiçbir ütopyacı ekonomik eşitliği yaratmak için şiddete dayalı eylemi önermemişti; daha sonraları, birçoğu bu yolu benimsedi. Bu, Babeuf (1760- 1797) ve onun Manifeste des gaux’sundan (Eşitlerin Manifestosu) sonra her ütopyanın devrimci dayatmayı birincil düzleme yerleştirdiği anlamına gelmez; ama devrime başvurma bu dönemde geçer akçe olmuştur. Yine de yüz yıllar öncesinden kimi binyılcıların -özellikle 1419’dan başlayarak Bohemya’da Taborlular’ın ve 1525 ile 1535 arasında Almanya’da Anabatistler- ideal toplumlarını kurmak için şiddet içeren yöntemlere onay vermişlerdi.
Her ne denli özel mülkiyetin yok olması, hatta değerli metallerin para olarak kullanımının kaldırılmasında birçok ütopyacı elbirliği etmişlerse de bunları harekete geçiren nedenler aynı değildir. Genellikle orantısızlıklar gösterirler. Platon cumhuriyetinin bekçilerinin yoksul oldukları ve siteyi daha iyi savunmak için paradan kaçtıkları düşünülmektedir; böylece, Yunanlı felsefeciye göre yurttaşların yaşam düzeyinin, bütün toplumun ortak çıkarı doğrultusun da belirlenmesi gerekiyordu. Ilk Hıristiyanların ideal törelerine ilişkin söylence uzun süre boyunca, XIX. yüzyıla değin bunların mülkiyet toplumunun uygulayımını edinmelerini sağladı ve Ortaçağ manastır örgütleri, bireysel mülkiyet dışında örgütlenmiş benzeri bir varoluş biçimi sunmaya katkıda bulundular.
XVI. yüzyıldan başlayarak dinsel çekiciliğin azalmasıyla sefalet karşısında oluşan başkaldırı duygusu daha da güçlendi ve endüstri çağının başlamasıyla birlikte makinaların kullanılması bu duyguyu da ha da perçinledi. Böylece, XIX. ve XX. yüzyılın birçok ütopyacısında, toplumun, bütün zenginlikleri ve bireylerin sahiplendiği üretim araçlarını elinde bulundurması gerektiği düşüncesine tanık olunur: Bunlar arasında, doktrinini çevreleyen bilimsel önlemlere karşın, Karl Marx ’ı (1818-1883) anmak, kuşkusuz zorunludur.
Mülkiyet, ütopyacıların birçoğunca nasıl olumsuz bir değer, kötünün eşanlamlısı gibi görülmüşse, çalışma da doktrinlerinde aynı derecede değer kazanmıştır. Özellikle Thomas More ile birlikte her türlü asalaklıktan kurtulmak için bütün çalışma biçimlerinin zorunlu olması gerektiği vurgulanmıştır. XVI. yüzyıldan başlayarak XIX. yüzyıla değin neredeyse bütün yazarlar her şeye karşın el emeği gerektirmeyen etkinliklerin gereğine inanmışlardır; öyle ki, toplumun papazlıga ilişkin işlevlere yüklediği, eğitbilimsel ya da bilimsel görevler genellikle bunların dışında sayılmaktaydı. Söz gelimi 1823’teki Cathisme des industriels’inde (‘Sanayi Adamlarının Din Ögretisi”) Saint-Simon üyelerinin kamunun eğitiminde temel görevi yapacak genel doktrini biçimlendirip yetkinleştirdiği düşünülen bir yüksek bilim kolejinin kurulması önerisinde bulunur.
Nova Atlantis’inde (“Yeni Atlantis”) Francis Bacon (1561-1626) yönetimi”Süleyman’ın Evi”ni oluşturan bir bilim adamı topluluğuna bırakıyordu. Neredeyse her zaman eşitlikçi toplumun yönetici topluluğu, ayrıcalıklarla ve XX.yüzyılın “nomanklatura”larına değin giderek daha fazla güçlenen özel bir konumla donanmıştı. Modern ve çağdaş zamanların ütopya doktrinleri arasında kimileri, uzun çalışma saatlerinden kurtulmuş bir toplumun haberciliğini yapmaktaydı; çalışma bazen günde dört saatin altına hatta daha aza inmekteydi. Sanayi devriminden önce aynı amaca ulaşmak için ütopyacılar, doğanın gizli kolaylıklarıyla yenilenmiş bir toplumsal düzenin olumlu yanlarıyla rekabet içindeki insan buluşlarının inceliğine güveniyordu.
Daha sonraları, makinaların ortaya çıkmasının doğurduğu olumlu sonuçlara duyulan inanç, Etienne Cabet ’ye olduğu kadar Pierre-Joseph Prudhon’a (1809-1865) ya da William Morris’e (1834-1896) en ışıltılı bakış açıları sağladı. Morris başka birçok sosyalist, komünist ve anarşist tarafından düşlenen geleceğe ilişkin kestirimleri aşmayı bile denedi. Marx ve Engels üretim güçlerinin en iyi biçimde kullanılması sayesinde ortak zenginlik kaynaklarının her taraftan fışkıracağı kestiriminde bulunurlarken, News from Nowhere’da (“Olmayan Yerden Haberler”) Morris insanlığın bu bolluğu ve özgürlükle karşısına çıkacak boş zamanlan nasıl değerlendirebileceğini öngörmeyi dener. XVİI. ve XVIIİ. yüzyılın öteki ütopyacıları bu konuda ona öncülük etmişlerdir.
Aslında, XVI. yüzyıldan başlayarak örgütlenmenin olumlu sonuçlarının ve işbölümünün mantıksal dağılımının yüceltilmesinin estirdiği rüzgar içinde ütopya -o zamana değin yaptığı gibi- artık yalnızca adaletsizliğin kaldırılması ve örnek bir ortak rejim kurulmasını savunmakla yetinmemiştir; giderek daha fazla ilerleme söylencesine açılmıştır. İma edilen ya da dolaylı bir biçimde arzulanan şey -yeni bir toplumun doğuşu- mutluluğu doğru durdurulamaz yürüyüşe duyulan inanç kendini kabul ettirirken aşamalı ve zaman içinde gerçekleşmesinde giderek daha büyük bir yer tutmaya başladı. Kusursuz biçimler olarak, ütopya toplumları ilk başlarda zaman dışında ortaya çıkmışlardır; bunların yaratıcıları hem bu ütopyaların gerçekleşmesinde ortaya çıkacak güçlüklerin bilincindeydiler hem de ütopyaya değinmelerinin bile ortaya çıkarabileceği canlandırıcı etkiye güvenmekteydiler. Daha sonraları, doğmakta olan bilimsel ilerlemenin etkisiyle açılan bakış açılarını benimseyerek,ütopya ilerici, hem ekonomik hem de toplumsal ve siyasal yenilenmenin doğuracağı somut olanaklar konusundaki beklentisini perçinledi. XVII. yüzyıldan başlayarak, uluslararası, barışı sağlayabilecek ve savaşları ortadan kaldırabilecek düzenleyici kurumların düşünü kurmaya başladılar. Sık sık önerilen sınıf savaşlarının şiddet içermesine karşın, sanayi devrimi ve Fransız Devrimi bu beklentileri daha da güçlendirdi.
Ütopyanın Rolü
Böylece, özellikle Batı uygarlığı içinde ve bu uygarlıktan geniş ölçüde esinlenen ya da etkilenen uygarlıklarda ütopya giderek yayılmıştır. Hiçbir zaman çok kesin bir spekülatif doktrini temsil etmemiş, zihinsel bir yönteme ve yinelenen bir izlekler bütününe bağlanmaya yatkınlık göstermiştir.
Daha baştan belirlemiş olduğumuz gibi, XIX. ile XX. yüzyıl arasında tanık olunan kimi ender durumlar dışında işlemsel ilkelere egemen bir çekirdeğe bile sahip olmamıştır. Sonuçta ütopya, evrensel gerçekleri ya da kavramsal olarak geliştirilmiş sezgileri çok fazla gözler önüne sergilemeksizin kendine özgü, felsefe ve siyaset arasında yer alan bir zihinsel uzam içine çekilmiştir. En azından dönüşümleri, yetkinleşmesi ve sonuç olarak geri dönebilmesi amacıyla toplum üzerinde bir etki uyandırmayı yeğlemiştir.
Benimsenmiş olan çerçeve ne olursa olsun, ütopya toplumlarının birbiri ardına geliştirilen görünümleri birçok kereler öncü bakışlarla ortaya çıkmışlardır. Çalışma süresinin kısaltılması ve doğal kaynakların, sanayi kaynaklarının ya da teknolojik yöntemlerin toplumsal bakımdan örgütlü bir biçimde kullanılmasının yanısıra, bu toplumlar dinsel hoşgörü, kadınların özgürleşmesi, boşanma, ötanazi sorunlarını ele almışlardır; başlangıçta düşsel olan ama er ya da geç gerçekleşecek bir dizi buluşun habercisi olmuşlardır.
Ekonomi ve törelerin en azından kimi ülkelerde sonunda birbirine benzediği (ütopik bir düşten başka bir şey değil gibi gözüken) daha kesin bir toplumsal-siyasal düzlemde rolleri oldukça benzerlikler taşır.
Çağlar boyunca ütopya, kesintisiz biçimde yeryüzünde mutluluk özleminin temel biçimlerinden birisini -belki de en tipik olanı- ve bunu gerçekleştirebilecek yolları kendinde somutlaştırmıştır. Hem temelde yer alan hem de bulanıklık içeren bu bakış açısı yine de giderek daha k siyasal mteliğe bürünen çeşitli çözümlerin liştiri1mesinde tükenmez bir kaynak oluşturuştur ve son çözümde hem toplumsal hem de bir hak gibi görülmüştür. Hiç kuşku yok ki, burada da iki büyük evreyi: statik bir örneği yücelten Antik Çağ ve Orta Çağ evresiyle gönenç sitesine daha dinamik bir yaklaşım anlayışına yer veren modern ve çağdaş evreyi birbirinden ayırmak gerekir. Bu da, aşamalı bir biçimde ütopyaların donmuş görüntülerinden daha fazla sıyrılmalarına daha devimsel, ve özellikle de daha politik olmalarına açıklık getirir. Kuşkusuz bu evrimin dayanağı ve eşlikçisi Ba tı’nın anlayış ve düşüncelerinin bir bütün olarak gelişmesi ve bir o denli de uygarlıgmdaki yeni ekonomik ve teknolojik örgütlenmedir.
Genellikle, yeryüzünün şu ya da bu bölgesi ne uygulanamayacak denli gerçeklikten uzak görüntülerin söz konusu olmasına karşın, öyle görünüyor ki birçok önemli ütopya konusu, iç güdüsel bir biçimde zamanımızın Batılı toplumlarının beslediği gelecekçi bakışlara karışmaktadır. İleri uygarlıkların örgütlenmesinde bir tür kalıcı bir harca dönüşen ütopya, geleceği kapsayan ve onu biçimlendiren ütopyalar bütünü içinde çözülmekte olabilir ve belki de anlam değiştirebilir.
Aslında, her ne denli XVIII. yüzyılın ikinci yansında, Louis-S Mercier’nin (1740-1814) L’Andeux mille quatre cent quaran te’ında (İki Bin Dört Yüz Kırk Yılı”) sergilediği tablonun da gösterdiği gibi, geleceğin imgesel ya da düşsel toplum görüntüsü, XIX. yüzyılda baştan aşağı iyimserlikle doluydu, daha o dönemlerde düşsel ütopya gibi görünen şeyden kuşku duyuluyordu.
XX. yüzyılın ortasında, gelecekte olumsuz ya da kaygı uyandıran toplumların betimlenmesi yapıldı. Bu konuda, Aldous Huxley ’in (1894-1963) Brave New World’u (“Cesur Yeni Dünya”) ve George Orwell ’in (1903-1950) 1984’ü anımsatılabilir. Geleceğe yönelik bu eleştirel ya da karamsar sunuşlar, böylelikle ütopyanın, tersine ütopyalar olarak en yeni biçimlerini bir uyum içinde yansıtır.
Siyaset felsefesi açısından, ütopya böylece farklı paradigmalar içinden yansıyan ya da yansıtılan, birçoğunun ortak bir yöntemle tanındığı ve birbirlerine benzeyen ya da yinelenen izleklerden beslenen bir düşler galaksisi gibi ortaya çıkar. Verdiğimiz örneğin ve anımsattığımız kültürel başvuru kaynaklarının yanısıra, özellikle toplumbilimsel, psikanalitik ve hatta güdümlü siyasetin bakış açılarından başka yorum lama denemeleri de yapıldı.
Ütopyanın genellikle kalıplaşma eğilimi göstermesine ya da ideal toplum imge ve örneklerini zamanın dışında sunmasına karşın, içinde büyük bir gelişme gösterdiği Batı uygarlığının evrelerine ve büyük kavşak noktalarına duyarsız kalamazdı. Ama, aynı zamanda ütopyacı anlatım, sanki kusurların ve çeşitliliklerin ötesinde insan ve arzulan temelde aynıymışcasına, kalıcı düşlerin, vazgeçilemez evrensel özlemlerin yorumcusu olmayı denemiştir. Ama hedefledigi insan, özellikle toplumun bireyi, tek bir kalıba indirgenemez bireyden çok, bir bütünün öğesi olmuştur.
Bir başka ütopyacılar kuşağı özel bir ilgi uyandırmaktadır. Miletoslu Hippodamos’un siteleri işlevleri ve oluşumları bakımından olduğu gibi kentbilim anlayışı bakımından da yeniden biçimlendirmek isteyen mimarlar kuşağının başında geldiği tartışma götürmez. Bu Yunanlı, dünya şemasıyla uyum içinde olan bir toplu varoluş planı çizmeyi amaçlıyordu; bununla da, kökenlerin anlığına yaklaştırmayı hedefliyordu. Antik Çağ’dan bu yana akıp gitmiş olan yüzyıllara karşın, Ortaçağ’ın ütopyacı mimarları, XV. yüzyılın ortalarına doğru Antik Çağ düzeyinin ötesine hemen hemen geçememişlerdi.
Filarete denilen Antonio Averulino ’nun (1400-1465) yapıtı -Sforzinda’sında ideal bir sitenin kurulması aşamalarını baştan sona anlatan- bu durumu kanıtlar.
Ütopyanın kent ya da doğa uzamları tim düzenlenmesine duyduğu ilgiyi toplumsal karşı çıkmaya kaydıran yine Thomas More oldu.
Bundan sonra kentler, özellikle toplulukların bir araya gelmesinde kalıplaşmış bir uzlaşım alanları olarak ütopya düşüncesi içinde hep önemli bir rol oynadılar; yine de, kimi durumlarda (özellikle XIX. yüzyılda) ütopya, tersine, kentli çevrelerle kırsal kesim arasındaki geleneksel karşıtlığın aşılmasını savunmuş olsa bile bu durum geçerlidir.
Sponsorlu Bağlantılar
Her Ütopya bir tarih felsefesi ve topluma ilişkin genel bir bakışı varsayar; öte yandan kökene ilişkin bir mutluluk durumunun çağrıştırılmasıyla, toplum yaşamı ve mutlu bir gelecek özleminin yol açtığı gereksinimlerin zamandan bağımsız çözümü arasında bocalar. Bir bakıma, ütopyalar, siyasal sistemlerin ya da geleceği söylenen yeni zamanların beklentisi kadar söylencelerin [mit] de temelini oluşturur. Son derece zengin çeşitliliğinin ötesinde, genel olarak ütopyalar, kendilerini ortak bir düşünsel bir yaratım ya da oluşturum tipi içine kolayca katabilecek anlıksal ve yazınsal biçimleri üstlenirler. Bu da, ütopyaların seyrek olarak ya da yalnızca parçasal bir biçimde de olsa kahin işi olmasına engel oluşturmaz; çünkü, çoğu zaman kendilerine çeşitli oldukları denli görece bir kesinlik içeren, hatta somut kültürel, toplumsal ya da siyasal hedefler belirlerler.
Kuşkusuz, bunları belirten sözcüğün anlamı ve ütopyaların ortak biçimde algılanmasını sağlayan ışık, ütopyaların gerçekleştirilemez projelerin eşdeğerlisi ya da varolmayan toplumların görüntüsü durumuna getirirlerdi. Burada temel ve en azından kısmen bu türden bütün üretimlere içkin bir nitelendirme söz konusudur. Ama anlamlarındaki bulanıklık, tam olarak ütopyaların dolaysız ve yerleşik gerçekliklerden ancak, bazen son derece farklı bir toplumu hedefleyen, bazen de egemen olan ütopyanın köklü bir biçimde yenilenmesini veya devrimci dönüşümünü hedefleyen eğilimleri daha belirgin bir biçimde dile getirmek için uzaklaştıkları olgusu içinde yer alır.
Utopia başlıklı ünlü yapıtın yazarı Thomas More (1478-1535) ütopik olmaktan çok, sözcüğün yaygın anlamında ütopyacı olarak nitelendirilebilecek tutumu olağanüstü bir biçimde örneklendirmiştir. More bu kavrama anlambilimci damgasını vurmuştur; bunu da, hiçbir yerde var olmayan ideal bir toplumu Ütopya gibi sunarak gerçekleştirmiştir, ama yapıtının birinci bölümü, kendisini çağının Ingiltere’sinin toplumsal sistemini köklü bir biçimde tartışma konusu yapmaya iten güdüleri geniş bir biçimde sergiler.
Demek ki ütopik yapıtların özgül niteliği, az çok açık bir biçimde, örnek bir uzgörüşle kınanabilir değerlendirilen ortak durumları törel ya da dinsel, toplumsal ya da siyasal düzlemde yan yana getirmektir. Gerçekleşebilirle gerçekleşemez arasındaki karşıtlık, bu türden düşünsel oluşturumları ancak kısmen temellendirir. Utopyacı, ideal toplumu kendi gözünde dilediğince biçimlendirdiğinde kendine pek az sınır koyacağı kesindir, ama öte yandan yaklaşımı neredeyse hiçbir zaman mantıksız ya da oyunsu değildir. Ütopyacı yaklaşımın özü, sanki önemli olan bunları en titiz ve ve kesin biçimde tasarlamakmış gibi, önerilen çözümleri köktenleştirmek ve ille de yapılabilirliklerini göz önünde; bulundurmaya çalışmamaktır. Yine de, bir meslek ahlakım öne çıkarmak ve değerlendirmek gereği hiçbir zaman gözden yitmemiştir. Ütopyacı az çok dolaysız bir biçimde güdümlü bir yazardır; bu güdümlülük gerek kültürel, dinsel ve düşünsel, gerekse toplumsal ve sözcüğün ke sin anlamında siyasal düzlemde ortaya çıkar.
Ütopyacı yaklaşımların çeşitliliği, ve bunları Öteki düşünce biçimlerinden kolayca ayırabilmenin güçlüğü de buradan kaynaklanır. Öteki düşünce biçimleri: dinsel ya da siyasal yenileştirmecilerin, yalvaçların ve hatta medyum ya da düş kuranların ya da ütopyayı zaman zaman acı olay, yergi ve çelişkiyle birleşen bir edebiyat türü olarak kullanan yazarların düşünme biçimleridir. Birçok yapıtta bu öğelerin ortaya çıktığı tartışma götürmez; ama ütopya üretiminin iki temel biçimini birbirinden ayıran şeye dikkat etmek gerekir. ilki, bir eleştiri ya da, özellikle toplumsal ve siyasal bir güdülenme işlevini kendinde somutlaştırır; bunu da, şimdiki duruma uygun ve toplumun dışına çıkan bir örneğin oluşturulması ve neredeyse dizgeli bir biçimde sunulması sayesinde gerçekleştirir. Ama bu dolaysız ve düşünsel bakımdan iyi oluşturulmuş ütopya yönteminin yanısıra bir dizi dolaylı ya da henüz tamamlanmamış, ütopyaya ancak par çasal ya da kıyısından köşesinden bağlanan yöntem vardır; bunların ütopyaya, getirdikleri sorun ya da izlckler aracılığıyla bağlanmasına karşın bu durum geçerlidir. Işte böylece, kentbilimci olarak Leonardo da Vinci, Jonathan Swift, Restif de la Bretonne, Aldous Huxley ve daha birçokları farklı niteliklerle, ütopyanın yollarıyla özdeşleştirebileceğimiz yolları benimsemiştir. Ikinci türden ütopyaların etkileri ya da sonuçları bazen ilk türden ütopyalardan daha önemli olsa bile ilk tür ütopyaların çokluğu ve ağırlığı bizi ikinci türden ütopyalara çok daha az yer ayırmaya yönlendirecektir.
Yapısal Görünümler
Birçok ütopya metninin biçimsel sunuluşuna belirgin özellik kazandıran gerçekten kaçışın, sonunda, bunların temel öğesi olduğuna ya da böyle algılanmalarına yol açtığını vurguladık. Oysa incelenen olayın içinde temel bir çelişkinin bulunduğu tartışma götürmez. Gerçeklerden neredeyse kararlı bir biçimde sapan ya da bunlara karşı çıkan yaklaşımların bir arada bulunmasından ya da iç içe geçmesinden kaynaklanır; burada amaç, bunlar üstünde egemenlik kurmak, bunları biçimlendirmek ya da yine bu ütopik yol aracılığıyla altüst etmektir. Bu son yöntem, yine ie ve örneksemeli kültürel araca olduğu denli zihinsel desteklere de baş vurarak oldukça sık bir biçimde benzeri yollara sapmıştır. Bu değişmezler, ütopyaları benzersiz bir biçimde nitelendirir ve kuram düzleminde olduğu kadar, işlevsellik ve uygulama düzleminde de tüm güçlerini hem de zayıflıklarını gün ışığına çıkarırlar.
Ütopyanın genel olarak üstlendiği örnek biçim, usçul olmayı savlayan ve genellikle doktrine dayalı olan bir görüntüyle ortaya çıkar. İşleyişindeki önemli bozukluklar da buradan kaynaklanır. Çünkü, ütopyaların gereci ve dayanağı, söylenceler ya da düşlerce, törel ya da pek fazla usçul olmayan eğilimlerce, saymacalığa varan bakış açıları ya da izlencelerce oluşturulmuştur; ve de, aynı zamanda us burada mutlak bir egemenlik sürer.
Önerilen tasarıların ya da toplumsal-kültürel ve siyasal düzenlemelerin benzersiz esin kaynağı olarak kendini gösterir. Ama bu akıl yürütmenin, değiştirilemez ve tartışmasız ölçüt durumuna gelmek için gündelik yaşamın gerçekliğini ve gereklerini dikkate almaması nedeniyle, izlediği yol bir soyutlama durumuna düşer. Öyle ki, genellikle ne zaman ve nasıl somutlasabileceğinden başka bir şeyin peşinde koşmaz. Özellikle Antik Dönem ve Rönesans ütopyaları bu durumu örneklendirir. Bununla birlikte, ütopya töreler ve yaşam koşullarını somut biçimde dönüştürebilme yetisine daha fazla güven duysa bile, yakın ve ışıklı bir geleceğe duyulan inanç burada daha kesinleşmiş olduğunda, doktriner yanı gerek dinsel düzlem de gerekse siyasal düzlemde kendini gösterir. Ütopyanın hak ileri sürmek -bir başka deyişle usdışının egemen olduğu bir gereç- kadar Özlem ve beklentileri yönlendirip işletmesi nedeniyle, kavramsal ve çözümsel kesinliğini sağladığı ya da deneyimsel sağlamasını ortaya çıkaran programlama etkinliği içinde en azından kısmen eksikliğim duyurur.
Bu durum, kurum düzleminde ütopyaların ne türden olduğu belirginlik taşımasa da varlığı kesinleşmiş bir zayıflığını dile getirir; bu, düşüncelerin belirginliği ve olgular üzerinde bilimsel ya da uygulayımsal bir etki yapma konusundaki bir yeterlik koşulunun kurama dayatılması durumunda geçerlidir. Ütopya alanında karşılaşılan neredeyse bütün kavramlar, daha çok belirsiz, ortak duyguları ve ahlaki güçleri bölük pörçük değilse bile genellikle basmakalıp bir biçimde anıştırır. Bu türden kavramsal yetersizlikler özellikle ütopyalar dinsel duyguları ve sözcüğün geniş anlamında ahlak gereksinmelerini kapsadığında kitleleri çekmedeki etkisizlik ya da yetersizliklerini zorunlu olarak gündeme getirmez -tam tersi geçerlidir. Ne olursa olsun, eleştirel incelemelerden pek az, deneysel ya da tarihsel sağlamalardansa daha da az kaygı duyan usçullaşmanın ütopyacı tipinin yaklaşık, hatta baştan savma niteliklerini vurgulamak, gerekli gibi görünmektedir. Bir başka deyişle, ütopyacı yöntem dogmatik bir eğilim barındırır; çünkü, derinlemesine ele alındığında, hazır kavramlar ya da bilinçlerin özerk olmasından çok, toplu duyarlılıktan destek alır.
Ütopyacı yaklaşımın bu karakterinin ilk ve temel gösterimi, insanların doğasını kavrama biçimidir. Neredeyse bütün ütopyalar eğitimin kendilerini yalnızca biçimlendirmekle kalmayacağını, aynı zamanda bunları en kökleşmiş hatta en zararlı eğilimlerinden kurtarmaya da yarayacağını düşünür. Böylelikle, çok sayıda ütopyacı, çocukların eğitimini aileden alıp daha titiz ve bütün haklarıyla birlikte bir Devlet okuluna verme gereğini değerlendirme konusunda duraksamamıştır. Çok daha iyi ve neredeyse kusursuz bir toplumun yetkili yorumcusu konumuna yerleşerek, okul yeni insanlar, daha açık bir söyleyişle aynı kalıptan çıkmış, uysal, kendilerini yalnızca kamu çıkarına adamış ve düşünme ve karşı çıkma özgürlüğü bakımından nerdeyse yetersiz bireyler yetiştirebilir.
Modern ve çağdaş ütopyalarca önerilen eğitimcilerin neredeyse tümünün laik olmalarına karşın, Hıristiyanlığın ve Ortaçag’ın din adamları insanların en azından bir bölümünün dünyasal tutkularından el etek çekmeleri ve ilahi topluma girmeleri beklentisi içindeydi. Kültürel güdümcülükle dogmatik eğitimin aslında Ortaçag toplumları üzerinde olduğu gibi doktrin çabalarını bir sonuca ulaştırmak için bütün medya biçimlerini elinde bulunduran modern toplumlarda da büyük bir ağırlığı olduğunu vurgulamak gereksizdir.
İnsan doğasına ve bunu biçimlendirebilme olanaklarına ilişkin bu yaklaşım, içerdiği düşüncenin her zaman belli belirsiz ve varsayımsal kalması oranında ütopyacılarca kolaylıkla benimsenmiştir. Iyi tanımlanmış, bireylerinden her birinin doğallık içinde boyun eğip kendini adamaktan başka elinden bir şey gelmediği bir gerçeklik söz konusuyormuşcasına kullandıkları toplum kavramı söz konusu olduğunda ütopyacılar katılıklarını yitirirler. Bunu bir toplumdan çok, çıkarları düzenli ve mutlak bir biçimde bireylerin çıkarlarının üstünde geldiği cemaat gibi görürler. Utopyaların çoğunun karşı-bireysel tutumu, Hıristiyanlar için tartışmalı görünmekle birlikte, bunların temel karakterlerinden biri sidir. Gerçekten de, cennet toplumunda artık bireyler değil, etten kemikten bedenlerini yitirmiş, “tensel” hazların bile tinselleştiği ve yenilenmiş ruhların artık Tanrı’yla ilişki dışında bir şey istemediği varlıklar söz konusudur. Bunun bir mutlak olması gibi, çok sayıdaki ütopyacının dünya toplumu da bir mutlağı temsil eder: Bunun bir parçası olmak, an ve kusursuz olmayı başaran bireyler için de mutlak bir hazdır.
Hıristiyan bakış açısının ütopyacı özellikleriyle XIX. ve XX. yüzyıl kitlelerinin ütopyalarının dinsel temeli arasındaki yadsınamaz benzerlikler doğal olarak bunlar arasındaki ayrımları maskeleyemezdi. Ama kimi Hıristiyan ana örnekler ya da izleklerle Batı ütopyalarının birçoğunda yeniden kendini gösterenler arasındaki yakınlık kendini hemen ele verir.
Kuşkusuz Yunan Antik Çağı -Platon’dan Euemenos’a- yasa koyucu ya da örnek toplumların kurucusu olan tanrılaştırılmış hükümdar kişiliğini bilmekteydi; öyle ki, bazen antik geleneklerinkilerle Musa’nın ve Isa’nın etkileri arasında bir ayrım yapmak sorunlara yol açabilir. Kutsal Kitap ya da Incil’den karşılaştırma kaynaklarıyla birlikte, dolaysız ya da dolaylı biçimde XIX. yüzyılın ortalarına değin kendini hissettiren derin etki yine de tartışmasızdır. Ve, yine Ütopyacıların büyük bir bölümünün cennetsi toplumun hazlarının bakış açısıyla bizlere daha yakın kuşaklara söz verilen ışıklı yazgının bakış açısı arasındaki geçişi temsil ettikleri daha kesindir. Bu bakış açısından, Claude Henri de Saint-Simon’un (1760-1825) Nouveau Christianisme’indeki (“Yeni Hıristiyanlık”) geniş ütopyacı yanlarla Constantin Pecqueur’ün (1801-1887) Tanrı’nın Cumhuriyeti”nin ütopyacı yanlarını anmak yeterli olabilir.
Yine de, ilk Hıristiyan geleneğinkiyle sonrakilerin bakış açıları arasında son derece önemli bir sapma bulunur. Gerçekten de, sonuncular, Xll. yüzyıldan başlayarak yalnızca öbür dünyada değil, yeryüzünde de bulabilecekleri bir mutluluk sözünü giderek artan bir oranda ileri sürerler. Böylelikle, ütopyacı yöntem binyılcılık yöntemini izlemiş ve özellikle onunla birlikte ortaya çıkmıştır. Binyılcılık yaklaşımı; Ilk dönemlerin Hıristiyan ufuklarına ilişkin önemli bir çarpıtma üzerine kuruludur, çünkü, son mutluluk öncesinde, yeryüzünde toplu yaşamdan daha mutlu bir evrenin beklentisini ve hatta gerçekleştirilmesini önermiştir. Her ne denli binyılcılık gerçek anlamda bir Ütopya değilse de, buna oldukça yaklaşır. Kusursuz bir toplum örneği sunmaz ama Hıristiyan dindarların ya da laik kitlelerin gözleri önüne çekici bir görüntü, mutluluğa, ortaya çıkmakta gecikmeyecek gönence yakın bir evre sergiler.
Binyılcılıktan -bilinçli ilk belirimleri Joachim de Flore’a (-1130-1204) değin uzanan- önce, kökene ilişkin bir altın çağ söylencesi, Batı uygarlığının gelişimi boyunca birleştiği bir Ütopyaya oldukça yaklaşmıştır. Yine de bulanık, değerlendirilmesi oldukça güç bir çekicilik gücüyle donanmış bir anıştırma söz konusu olduğun dan, ütopyacı bileşen görevi ancak son derece kısıtlı bir biçimde hesaplanabilir. Ütopya içinde güçlü bir etki bırakmış olan ve onu bir kurucu- ya ya da bir yasa koyucuya başvurmaktan daha fazla nitelendiren yapısal öğe söz konusu olduğunda durum bambaşka bir nitelik edinir. Her ne denli alim çağ düşü ütopyanm ufkunda sık sık kendini gösterirse de, Ütopya, programlama ve planlama gereğini aralıksız doyurmaktan ve değerlendirmekten geri kalmaz.
Insanları aynı kalıba dökme düşüncesi de bu dayanılmaz isteğin ve ütopyanın, bütün toplumsal etkinlikleri kurala bağlama eğiliminin görünümlerinden ancak birisidir. Bu da, ütopyacıların bireysel ya da kişisel olan her şey karşısındaki alerjilerinin ya da ilgisizliğin bir başka kanıtıdır. Onlara göre planlamak, biçimlendirilebilen ya da daha önceden biçimlendirilmiş olarak kabul ettikleri yurttaşlar karşısında bulunmaları ölçüsünde kendiliğinden (aynı zamanda zorunlu) olarak kabul edilir. Programlamak, ütopyacı bir gereklilkdir: ekonomik bagıntılara olduğu denli cinsel ilişkilere, giyinme, beslenme, ya da oyun oynama biçimi... gibi kültürel ya da sanatsal üretimlere uygulanır. Kuşkusuz bu alanların her birinde bir yazardan ötekine birçok değişiklik olur, ama hiçbir zaman eksik olmayan şey gündelik yaşama ilişkin her olguda sistematik bir kamu müdahalesidir.
Demek oluyor ki, yönetmelik olmadan örnek toplumdan söz edilemez; çünkü, yalnızca doğanın ve aklın buyurduğu yasaların toplumun bireylerinin mutluluğunu güvence altına alacağı tartışılamazdı. Ütopyacı bunun yetkili yorumcusu ve bütün öğretilerini insanların boyun eğmekten başka bir şey yapamayacakları temel değerlere bağladığı için bu öğretilerin değiştirilmeleri olanaksız bakanıdır. Aydın olarak bu bi çimde davranır; nesneler ve bireylerin, kendi aklının koyduğu ilkelere benzerlerinin iyiliği için boyun eğmek zorunda olduklarına inanmıştır. Ütopya, mutlağın araştırısıdır ve bu niteliğiyle, bir dönemden ötekine hazırlamış olduğu planlara kolayca indirgenemeyen şeyle karşılaştığında bocalamaktan başka bir şey gelmez elinden.
Bununla birlikte, gerçeğe ve bireysele bu direniş, XV yüzyıl Tabor Bohemya’sından XVII. ve XVIII. yüzyıl Paraguay’ına ve XX. yüzyılın komünist devletlerine dünyanın geniş bölgelerinde ütopyanın daha uzun bir süre için yerleşmesine engel olamamıştır. Daha küçük ölçeklerde, özellikle XIX. yüzyılda, Charles Fourier’nin etkisiyle (1772-1837), her biri sırasıyla Amerika Birleşik Devletleri’nde başarısızlığa uğramaktan kurtulamayan “örnek” yerleşim birimleri kuran Etienne Cabet (1783-1856) ya da Robert Owen’ın (1771-1858) itkisiyle birçok Ütopya toplumu girişimlerinde bulunulmuştur.
Bununla birlikte kişisel özgürlükleri ve özellikle de teknik alanlarda ve özdeksel olarak yararlanabilecek buluşlarda yaratıcılığı savunan belli sayıda ütopyacı ortaya çıkmıştır. Programlamanın en göze batan yadsınması, yine de XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başı anarşistlerinin yadsıması olmuştur: Bunlara göre, insanın özgürlüğe duyduğu özlem, mutluluk özleminden çok daha güçlüydü. Ama, her ne denli Kropotkin’e (1842-1921) göre anarşi, bütün güçlerin ve bütün görüş ayrıntılarının özgürce dile getirilmesi, kişinin olguların denetimini elinde bulundurarak düşüncelerine ve yüreğinin sesine göre davranması biçiminde aktarılmak durumundadır; kaldı ki, Kropotkin’e göre de ortak çıkarları hiçbir zaman gözden yitirmemek gerekmektedir ve amaç da olabildiğinde hızlı bir biçimde kurumlarda bir değişimi gerçekleştirmektir. Bu anarşi, aslında bir felsefe ve toplumsal ilişkiler doktrini olarak kendini gösterir. Ortak gereksinimlerin incelenmesine yönelik bir eğitim sistemine başvurur; bunun sayesinde maddi bolluğu sağlamak için on beş yıl yeterli olacaktır. Bu koşullar altında, bu toplumu, en azından bu evrede katı bir biçimde güdümlü olmanın dışında nasıl düşünebiliriz; hele bu işe Devleti yıkmaya, yasalarını ve yürürlükteki bütün otoriteleri yıkmakla başlamak gerektiği düşünülürse.
Ütopyacı Yinelemeler ve Toplu Durumlar
Her ne denli ütopyanın düşünsel temelinde genel olarak doktrinci eğilim, dogmatizm ve tümleyici plancılık yer almaktaysa da, benimsenmiş çözümlerin birçoğunu bir dizi etik ve ekonomik tutum biçimlendirmiştir. Akla ve doğaya, ama aynı zamanda tanıklık ettikleri artık göze batacak denli belirli haksızlıklara gönderme yaparak çok sayıda ütopyacı bütün insanların eşit kabul edilmeleri ve dolayısıyla toplumsal eşitsizliklerin kökenlerini ortadan kaldırmak gerektiği sonucuna varmışlardır.
Platon’dan komünistlere ve XIX. yüzyıl anarşistlerine değin, özel mülkiyet bu bakımdan haksızlıkların, toplumsal olduğu denli bireysel yozlaşmaların da kaynağı olan ayrıcalıklı bir hedefi durumuna gelmiştir.
Kuşkusuz Fransız Devrimi sırasında büyük bir paylaşım söz konusu olmuştur: O ana degin hiçbir ya da da hemen hemen hemen hiçbir ütopyacı ekonomik eşitliği yaratmak için şiddete dayalı eylemi önermemişti; daha sonraları, birçoğu bu yolu benimsedi. Bu, Babeuf (1760- 1797) ve onun Manifeste des gaux’sundan (Eşitlerin Manifestosu) sonra her ütopyanın devrimci dayatmayı birincil düzleme yerleştirdiği anlamına gelmez; ama devrime başvurma bu dönemde geçer akçe olmuştur. Yine de yüz yıllar öncesinden kimi binyılcıların -özellikle 1419’dan başlayarak Bohemya’da Taborlular’ın ve 1525 ile 1535 arasında Almanya’da Anabatistler- ideal toplumlarını kurmak için şiddet içeren yöntemlere onay vermişlerdi.
Her ne denli özel mülkiyetin yok olması, hatta değerli metallerin para olarak kullanımının kaldırılmasında birçok ütopyacı elbirliği etmişlerse de bunları harekete geçiren nedenler aynı değildir. Genellikle orantısızlıklar gösterirler. Platon cumhuriyetinin bekçilerinin yoksul oldukları ve siteyi daha iyi savunmak için paradan kaçtıkları düşünülmektedir; böylece, Yunanlı felsefeciye göre yurttaşların yaşam düzeyinin, bütün toplumun ortak çıkarı doğrultusun da belirlenmesi gerekiyordu. Ilk Hıristiyanların ideal törelerine ilişkin söylence uzun süre boyunca, XIX. yüzyıla değin bunların mülkiyet toplumunun uygulayımını edinmelerini sağladı ve Ortaçağ manastır örgütleri, bireysel mülkiyet dışında örgütlenmiş benzeri bir varoluş biçimi sunmaya katkıda bulundular.
XVI. yüzyıldan başlayarak dinsel çekiciliğin azalmasıyla sefalet karşısında oluşan başkaldırı duygusu daha da güçlendi ve endüstri çağının başlamasıyla birlikte makinaların kullanılması bu duyguyu da ha da perçinledi. Böylece, XIX. ve XX. yüzyılın birçok ütopyacısında, toplumun, bütün zenginlikleri ve bireylerin sahiplendiği üretim araçlarını elinde bulundurması gerektiği düşüncesine tanık olunur: Bunlar arasında, doktrinini çevreleyen bilimsel önlemlere karşın, Karl Marx ’ı (1818-1883) anmak, kuşkusuz zorunludur.
Mülkiyet, ütopyacıların birçoğunca nasıl olumsuz bir değer, kötünün eşanlamlısı gibi görülmüşse, çalışma da doktrinlerinde aynı derecede değer kazanmıştır. Özellikle Thomas More ile birlikte her türlü asalaklıktan kurtulmak için bütün çalışma biçimlerinin zorunlu olması gerektiği vurgulanmıştır. XVI. yüzyıldan başlayarak XIX. yüzyıla değin neredeyse bütün yazarlar her şeye karşın el emeği gerektirmeyen etkinliklerin gereğine inanmışlardır; öyle ki, toplumun papazlıga ilişkin işlevlere yüklediği, eğitbilimsel ya da bilimsel görevler genellikle bunların dışında sayılmaktaydı. Söz gelimi 1823’teki Cathisme des industriels’inde (‘Sanayi Adamlarının Din Ögretisi”) Saint-Simon üyelerinin kamunun eğitiminde temel görevi yapacak genel doktrini biçimlendirip yetkinleştirdiği düşünülen bir yüksek bilim kolejinin kurulması önerisinde bulunur.
Nova Atlantis’inde (“Yeni Atlantis”) Francis Bacon (1561-1626) yönetimi”Süleyman’ın Evi”ni oluşturan bir bilim adamı topluluğuna bırakıyordu. Neredeyse her zaman eşitlikçi toplumun yönetici topluluğu, ayrıcalıklarla ve XX.yüzyılın “nomanklatura”larına değin giderek daha fazla güçlenen özel bir konumla donanmıştı. Modern ve çağdaş zamanların ütopya doktrinleri arasında kimileri, uzun çalışma saatlerinden kurtulmuş bir toplumun haberciliğini yapmaktaydı; çalışma bazen günde dört saatin altına hatta daha aza inmekteydi. Sanayi devriminden önce aynı amaca ulaşmak için ütopyacılar, doğanın gizli kolaylıklarıyla yenilenmiş bir toplumsal düzenin olumlu yanlarıyla rekabet içindeki insan buluşlarının inceliğine güveniyordu.
Daha sonraları, makinaların ortaya çıkmasının doğurduğu olumlu sonuçlara duyulan inanç, Etienne Cabet ’ye olduğu kadar Pierre-Joseph Prudhon’a (1809-1865) ya da William Morris’e (1834-1896) en ışıltılı bakış açıları sağladı. Morris başka birçok sosyalist, komünist ve anarşist tarafından düşlenen geleceğe ilişkin kestirimleri aşmayı bile denedi. Marx ve Engels üretim güçlerinin en iyi biçimde kullanılması sayesinde ortak zenginlik kaynaklarının her taraftan fışkıracağı kestiriminde bulunurlarken, News from Nowhere’da (“Olmayan Yerden Haberler”) Morris insanlığın bu bolluğu ve özgürlükle karşısına çıkacak boş zamanlan nasıl değerlendirebileceğini öngörmeyi dener. XVİI. ve XVIIİ. yüzyılın öteki ütopyacıları bu konuda ona öncülük etmişlerdir.
Aslında, XVI. yüzyıldan başlayarak örgütlenmenin olumlu sonuçlarının ve işbölümünün mantıksal dağılımının yüceltilmesinin estirdiği rüzgar içinde ütopya -o zamana değin yaptığı gibi- artık yalnızca adaletsizliğin kaldırılması ve örnek bir ortak rejim kurulmasını savunmakla yetinmemiştir; giderek daha fazla ilerleme söylencesine açılmıştır. İma edilen ya da dolaylı bir biçimde arzulanan şey -yeni bir toplumun doğuşu- mutluluğu doğru durdurulamaz yürüyüşe duyulan inanç kendini kabul ettirirken aşamalı ve zaman içinde gerçekleşmesinde giderek daha büyük bir yer tutmaya başladı. Kusursuz biçimler olarak, ütopya toplumları ilk başlarda zaman dışında ortaya çıkmışlardır; bunların yaratıcıları hem bu ütopyaların gerçekleşmesinde ortaya çıkacak güçlüklerin bilincindeydiler hem de ütopyaya değinmelerinin bile ortaya çıkarabileceği canlandırıcı etkiye güvenmekteydiler. Daha sonraları, doğmakta olan bilimsel ilerlemenin etkisiyle açılan bakış açılarını benimseyerek,ütopya ilerici, hem ekonomik hem de toplumsal ve siyasal yenilenmenin doğuracağı somut olanaklar konusundaki beklentisini perçinledi. XVII. yüzyıldan başlayarak, uluslararası, barışı sağlayabilecek ve savaşları ortadan kaldırabilecek düzenleyici kurumların düşünü kurmaya başladılar. Sık sık önerilen sınıf savaşlarının şiddet içermesine karşın, sanayi devrimi ve Fransız Devrimi bu beklentileri daha da güçlendirdi.
Ütopyanın Rolü
Böylece, özellikle Batı uygarlığı içinde ve bu uygarlıktan geniş ölçüde esinlenen ya da etkilenen uygarlıklarda ütopya giderek yayılmıştır. Hiçbir zaman çok kesin bir spekülatif doktrini temsil etmemiş, zihinsel bir yönteme ve yinelenen bir izlekler bütününe bağlanmaya yatkınlık göstermiştir.
Daha baştan belirlemiş olduğumuz gibi, XIX. ile XX. yüzyıl arasında tanık olunan kimi ender durumlar dışında işlemsel ilkelere egemen bir çekirdeğe bile sahip olmamıştır. Sonuçta ütopya, evrensel gerçekleri ya da kavramsal olarak geliştirilmiş sezgileri çok fazla gözler önüne sergilemeksizin kendine özgü, felsefe ve siyaset arasında yer alan bir zihinsel uzam içine çekilmiştir. En azından dönüşümleri, yetkinleşmesi ve sonuç olarak geri dönebilmesi amacıyla toplum üzerinde bir etki uyandırmayı yeğlemiştir.
Benimsenmiş olan çerçeve ne olursa olsun, ütopya toplumlarının birbiri ardına geliştirilen görünümleri birçok kereler öncü bakışlarla ortaya çıkmışlardır. Çalışma süresinin kısaltılması ve doğal kaynakların, sanayi kaynaklarının ya da teknolojik yöntemlerin toplumsal bakımdan örgütlü bir biçimde kullanılmasının yanısıra, bu toplumlar dinsel hoşgörü, kadınların özgürleşmesi, boşanma, ötanazi sorunlarını ele almışlardır; başlangıçta düşsel olan ama er ya da geç gerçekleşecek bir dizi buluşun habercisi olmuşlardır.
Ekonomi ve törelerin en azından kimi ülkelerde sonunda birbirine benzediği (ütopik bir düşten başka bir şey değil gibi gözüken) daha kesin bir toplumsal-siyasal düzlemde rolleri oldukça benzerlikler taşır.
Çağlar boyunca ütopya, kesintisiz biçimde yeryüzünde mutluluk özleminin temel biçimlerinden birisini -belki de en tipik olanı- ve bunu gerçekleştirebilecek yolları kendinde somutlaştırmıştır. Hem temelde yer alan hem de bulanıklık içeren bu bakış açısı yine de giderek daha k siyasal mteliğe bürünen çeşitli çözümlerin liştiri1mesinde tükenmez bir kaynak oluşturuştur ve son çözümde hem toplumsal hem de bir hak gibi görülmüştür. Hiç kuşku yok ki, burada da iki büyük evreyi: statik bir örneği yücelten Antik Çağ ve Orta Çağ evresiyle gönenç sitesine daha dinamik bir yaklaşım anlayışına yer veren modern ve çağdaş evreyi birbirinden ayırmak gerekir. Bu da, aşamalı bir biçimde ütopyaların donmuş görüntülerinden daha fazla sıyrılmalarına daha devimsel, ve özellikle de daha politik olmalarına açıklık getirir. Kuşkusuz bu evrimin dayanağı ve eşlikçisi Ba tı’nın anlayış ve düşüncelerinin bir bütün olarak gelişmesi ve bir o denli de uygarlıgmdaki yeni ekonomik ve teknolojik örgütlenmedir.
Genellikle, yeryüzünün şu ya da bu bölgesi ne uygulanamayacak denli gerçeklikten uzak görüntülerin söz konusu olmasına karşın, öyle görünüyor ki birçok önemli ütopya konusu, iç güdüsel bir biçimde zamanımızın Batılı toplumlarının beslediği gelecekçi bakışlara karışmaktadır. İleri uygarlıkların örgütlenmesinde bir tür kalıcı bir harca dönüşen ütopya, geleceği kapsayan ve onu biçimlendiren ütopyalar bütünü içinde çözülmekte olabilir ve belki de anlam değiştirebilir.
Aslında, her ne denli XVIII. yüzyılın ikinci yansında, Louis-S Mercier’nin (1740-1814) L’Andeux mille quatre cent quaran te’ında (İki Bin Dört Yüz Kırk Yılı”) sergilediği tablonun da gösterdiği gibi, geleceğin imgesel ya da düşsel toplum görüntüsü, XIX. yüzyılda baştan aşağı iyimserlikle doluydu, daha o dönemlerde düşsel ütopya gibi görünen şeyden kuşku duyuluyordu.
XX. yüzyılın ortasında, gelecekte olumsuz ya da kaygı uyandıran toplumların betimlenmesi yapıldı. Bu konuda, Aldous Huxley ’in (1894-1963) Brave New World’u (“Cesur Yeni Dünya”) ve George Orwell ’in (1903-1950) 1984’ü anımsatılabilir. Geleceğe yönelik bu eleştirel ya da karamsar sunuşlar, böylelikle ütopyanın, tersine ütopyalar olarak en yeni biçimlerini bir uyum içinde yansıtır.
Siyaset felsefesi açısından, ütopya böylece farklı paradigmalar içinden yansıyan ya da yansıtılan, birçoğunun ortak bir yöntemle tanındığı ve birbirlerine benzeyen ya da yinelenen izleklerden beslenen bir düşler galaksisi gibi ortaya çıkar. Verdiğimiz örneğin ve anımsattığımız kültürel başvuru kaynaklarının yanısıra, özellikle toplumbilimsel, psikanalitik ve hatta güdümlü siyasetin bakış açılarından başka yorum lama denemeleri de yapıldı.
Ütopyanın genellikle kalıplaşma eğilimi göstermesine ya da ideal toplum imge ve örneklerini zamanın dışında sunmasına karşın, içinde büyük bir gelişme gösterdiği Batı uygarlığının evrelerine ve büyük kavşak noktalarına duyarsız kalamazdı. Ama, aynı zamanda ütopyacı anlatım, sanki kusurların ve çeşitliliklerin ötesinde insan ve arzulan temelde aynıymışcasına, kalıcı düşlerin, vazgeçilemez evrensel özlemlerin yorumcusu olmayı denemiştir. Ama hedefledigi insan, özellikle toplumun bireyi, tek bir kalıba indirgenemez bireyden çok, bir bütünün öğesi olmuştur.
Bir başka ütopyacılar kuşağı özel bir ilgi uyandırmaktadır. Miletoslu Hippodamos’un siteleri işlevleri ve oluşumları bakımından olduğu gibi kentbilim anlayışı bakımından da yeniden biçimlendirmek isteyen mimarlar kuşağının başında geldiği tartışma götürmez. Bu Yunanlı, dünya şemasıyla uyum içinde olan bir toplu varoluş planı çizmeyi amaçlıyordu; bununla da, kökenlerin anlığına yaklaştırmayı hedefliyordu. Antik Çağ’dan bu yana akıp gitmiş olan yüzyıllara karşın, Ortaçağ’ın ütopyacı mimarları, XV. yüzyılın ortalarına doğru Antik Çağ düzeyinin ötesine hemen hemen geçememişlerdi.
Filarete denilen Antonio Averulino ’nun (1400-1465) yapıtı -Sforzinda’sında ideal bir sitenin kurulması aşamalarını baştan sona anlatan- bu durumu kanıtlar.
Ütopyanın kent ya da doğa uzamları tim düzenlenmesine duyduğu ilgiyi toplumsal karşı çıkmaya kaydıran yine Thomas More oldu.
Bundan sonra kentler, özellikle toplulukların bir araya gelmesinde kalıplaşmış bir uzlaşım alanları olarak ütopya düşüncesi içinde hep önemli bir rol oynadılar; yine de, kimi durumlarda (özellikle XIX. yüzyılda) ütopya, tersine, kentli çevrelerle kırsal kesim arasındaki geleneksel karşıtlığın aşılmasını savunmuş olsa bile bu durum geçerlidir.
Siyaset Felsefesi Sözlüğü - Alberto Tenenti
Çev: Necmettin Kamil Sevil - İletişim Yayınları
Çev: Necmettin Kamil Sevil - İletişim Yayınları