Arama

Tanrı Kavramı

Güncelleme: 27 Kasım 2012 Gösterim: 3.099 Cevap: 1
y_bahtiyar - avatarı
y_bahtiyar
Ziyaretçi
24 Kasım 2010       Mesaj #1
y_bahtiyar - avatarı
Ziyaretçi
Tanrı: Her şeye gücü yeten, olması için dilemesi yeten… Evreni ve everenin içinde var olan her şeyi yarattığı düşünülen… İnsan: Tanrı tarafından yaratılan ve ondan bir şeyler taşıyan… Ölümlü, her şeye gücü yetmeyen, kısıtlı bir varlık…

Sponsorlu Bağlantılar
Peki, ya gerçek böyle mi? Tanrı mı insanı yaratmıştır, yoksa gerçekte insan mı tanrıyı yaratmıştır?

Doğaya bakarsak eğer bir tanrı kavramına rastlayamayız. İnsanın var oluşuyla tanrı kavramı doğmuştur. Tanrıyı düşünce dünyasında var etmiş ve doğaya yansıtmıştır onu… Daha sonraları doğaüstüleştirip, kendinde olan vasıfların kusursuz, mükemmel hallerini ona yüklemiştir… Doğmamış - doğurmamış olan, ölümsüz, her şeye gücü yeten, ol dedi mi olan, her şeyi gören, her şeyi bilen vs. Tanrı insanda kusurlusu, daha aşağısı olmayan hiçbir vasfa sahip değildir. Buda tanrıyı insanın yarattığının göstergelerinden biridir bence.

Peki, insan neden tanrıya ihtiyaç duymuş ve yaratmıştır onu? İnsanı bir yaratılmış olmaya, kulluğa iten neydi?

Doğa karşısında acizdi insan… Ve doğal güçlere yani fırtına, deprem, yanardağ, vahşi hayvanlar vs. onlara korkudan kaynağını alan saygı duymasıyla başladı tanrılaştırma… İlk başlarda bu güçlerin her biri cisimleştirilmiş ve onların hiddetinden sakınmak için onlara yalvarılmış, hatta kurbanlar kesilmiştir… Cisimlendirilen bu güçler daha sonra tanrı kavramına evirilmiştir… Ve tek bir tanrıdan kaynaklanan, etkisini doğada gösteren, öfkesinden kaynaklanan afetler, iyiliğinden kaynaklanan bereket ve bolluk… Diğer yandan insan yaratıcıydı da, araç ve gereçler, silahlar, barınaklar, sanat eserleri vs. yapabiliyordu… Onun dünyasında her şey bir zanaatkârın, bir sanatçının, bir var edenin ellerinden çıkmaydı… Bunun yansıması olarak kendisinin de bir var edeninin olması gerekliğini düşündü… Ve bu yaratıcı ancak tanrı olabilirdi. Ama günümüz bilimi insanın büyük bir yanılgıya düştüğünü ortaya koyuyor… İnsan doğal bir sürecin, evrimin eseriydi. Buna rağmen günümüz insanlarının büyük çoğunluğu tanrı tarafından yaratılmışlığa inanmaya devam ediyorlar. Kendiliğinden, doğal bir süreç sonucu var olmuşluğa inanmayan, bunu saçma bulan insanlar, insandan daha üstün, daha güçlü ve kudretli bir varlığın kendiliğinden ve hiçbir şeyden kaynaklanmayarak var olduğuna inanıyorlar ve bu onlara nedense saçma gelmiyor… İşte insanın gerçekler karşısındaki acizliğidir bu acizlikleri içinden… Çünkü onlara tanrıları dinler göndermiş ve o dinlerde onlara eylemleri karşılığında vaatleri olmuştur… İyilik cennetle ödüllendirilecek, kötülük cehennemle cezalandırılacak… Her ikisinin de ortak noktası en nihayetinde sonsuz bir hayattır… Ölümden, yani yok oluştan kaçınan, korkan insan, tanrının vaat ettiği sonsuz hayatla teselli buluyor… Tanrıya kör bir tutkuyla bağlanışın gerekçelerinden beklide en önemlisidir bu…

UYGAR
taklım - avatarı
taklım
Ziyaretçi
27 Kasım 2012       Mesaj #2
taklım - avatarı
Ziyaretçi
FELSEFEDE TANRI KAVRAMI
Biyolojik açıdan diğer canlılardan farklı olmayan insanoğlunun temel niteliklerinden birisi dünya-içeriliğidir. Bu yetisi ile, nesneleri simgesel olarak dönüştürür ve dış dünyayı bir bilinç varlığı haline getirerek, bir evren tasarımına yönelir. Bu durumda ise iki gerçekliğin içinde yaşar. Birisi fiziksel gerçeklik diğeri de kültürel gerçekliktir. Bu nedenle insan, organik yaşamın sınırlarını aşan bir canlı olarak, farklı bir varlık alanına açılır. İşte bu noktada da varoluşunun özünü, yarattığı bu kültürel evrenin içerisinde kurar ve tanrı kavramını orada bulur. Sonuç olarak oluşturduğu bu “simgeler evreni” içerisinde zihinsel edinimlerde bulunan insan, inandığını bilir, bildiğine de inanır. Bu durum ilk bakışta bir paradoks olarak gözükebilir ancak unutulmamalıdır ki inanç “anlamak için inanıyorum”diyebilen Agustinus gibi birçok düşünüre göre bilmenin başlangıcını oluşturan ilk basamaktır. Öyleyse inançla bilgiyi arayan insan hem nesnel hem de simgesel evrenindeki yolculuğunda bilgiyi anlamaya çalışmış, ona ulaşmak istemiştir. İşte bu bilgi arayışı da felsefi düşüncenin ortaya çıkmasına uygun zemini hazırlamıştır.
Sponsorlu Bağlantılar
Bilgelik sevgisi anlamına gelen “philosophie”Yunanca bir kelimedir ve insanın hakikate ulaşmak için çaba göstermesi anlamına gelmektedir. Felsefenin bu metafizik disiplinin yanında, öteden beri, bir de “ahlak” disiplini bulunur. Metafizik varolanı bilmek ister. Ahlak ise olanı değil olması gerekeni araştırır. Kısaca şöyle de denilebilir: Evrenin kaynağını bilmek isteyen teorik felsefenin yanında, bir de insanın yürüyeceği yolu gösteren pratik felsefe yani ahlak vardır. Ancak felsefenin iki ana prensibi olan metafizik ve ahlakın yanında bir üçüncü disiplini daha bulunmaktadır: bu da “Mantık” tır. Mantık doğru olan bilginin bilimidir. Metafizik ve ahlakta dahil her bilgi mutlaka hakikate ulaşmak ister ve her bilim sürekli olarak doğru bilginin peşindedir. Burada ise kaçınılmaz bir şekilde “hakikat nedir ve nasıl elde ederiz” problemi ortaya çıkmaktadır. İşte felsefede, sözü edilen bu ana problemlerden oluşan bir dokumaya benzemektedir.
İlk felsefi yaklaşımlar Brahma dininin Rigveda denilen en eski bölümlerinde bile karşımıza çıkmaktadır. Rigveda da “Tanrılar ve insanlar yokken bu evrende acaba ne vardı” sorusu sorulmaktadır. Bu türden düşünceler ilk felsefi açıklamalar olarak kabul edilebilir. Fakat felsefe nerede ve ne zaman başlamıştır sorusunun cevabı esasında felsefenin kurallarından dolayı belki de şöyle verilebilir: “İnsan nerede kendi düşüncesiyle dogmalara karşı bir reaksiyon göstermiş ve inancın dışına çıkmak gereksinimini duymuşsa, o anda orada felsefi düşünce, saf ve gerçek anlamda başlamış olur” İşte bu yüzden insanlığın bilinen kültür tarihinin başlangıcını oluşturan Sümer, Mısır ve Hint felsefeleri kendini hiçbir zaman dogmalardan soyutlayamamış ve bir tür rahip felsefeleri olarak kalmıştır. Kendisini bu anlamda soyutlayarak tamamen bilimsel bir biçimde gelişebilen ilk felsefe ise, Mısırdan geometriyi, babilden astronomiyi almış olduğu gibi ussal düşünce tarihinin öncesinden etkilenmiş olmasına rağmen, yine de eski “Yunan” felsefesidir denilebilir.
İşte bu Çağlarda yaşayan ve bir din yenilikçisi olarak tanınan Ksenofanes (M.Ö.575-490), daha 100 yıl geçmeden kökleri Homer ve Hesiod’a kadar inen antik Ege Mitolojisinin tanrı kavramı ile savaşır ve Tanrıların insanlaştırıldığını söyler. Bir yazısında Homer’den şikayet bile eder. Çünkü Homer tanrılara insanların çirkin ve kötü davranışlarını yüklemiştir. Ksenofanes Tanrı kavramına ahlaki bir temel kazandırmak ister. Ayrıca o tanrıların insan biçiminde tasarlanmasına da karşıdır. Ona göre Tanrı birdir, her şeyi görür, her şeyi işitir, değişmez, ölümsüzdür ve soyut gücü ile evrendeki tüm davranışları ve değişimleri düzenler. Ksenofanes bu düşünceleri ile daha sonraları Eflatun ve Aristo’daki tanrı kavramının da hazırlayıcısı olmuştur. Görüldüğü gibi Ksenofanes monoteisttir. Ancak ondaki monoteizm Hıristiyanlık ve Müslümanlıktan farklıdır. Çünkü onun tanrı kavramı aynı zamanda panteisttir. Yani tanrı bir yaratıcı olmayıp evren ile özdeştir, evrene eşittir.
Eserlerini özellikle güç anlaşılacak biçimde yazan Efesli Heraklit ise ilk kez rastlanan önemli bir düşünüşe ulaşır. Heraklit, “görünüş evreni” ile “gerçek evren”in birbirinden ayırma gerekliliğinden bahseder. Görünüş evreni duyularımızla algıladığımız evrendir. Bu evrenin gerisinde gizlenen gerçek evren ise ancak akıl ile kavranılabilecek bir olgudur. Bu yüzden de ona göre her zaman akla uymalı ve duyumlarımızın bizi aldatmasına kendimizi kaptırmamamız gerekmektedir. Bu evrendeki sonsuz değişimler içinde tek sabit kalan şey, bu değişimleri yöneten yasadır. Heraklitde de panteist yaklaşım vardır ancak o Ksenofanes’in aksine, Tanrının değişmeyen sabit bir varlık değil, evrendeki tüm değişmelerin düzenleyici yasası olduğunu savunur.
Ksenofanes’in kurduğu Elea okulunun ünlü temsilcilerinden olan Parmenides ise Heraklit ile ciddi görüş ayrılıklarına düşmüştür. Bu durum felsefedeki ilk ve bilinçli görüş çatışması olarak kabul edilmektedir. Parmenides, evren konusundaki düşüncelerini yalnızca akıl yolu ile elde etmeyi deneyen ilk düşünürdür. O felsefe tarihinin ilk rasyonalist filozofudur. Parmenides felsefesinin temeline “Varlık varlıktır, yokluk yokluktur” kuramını yerleştirmiştir. Ona göre varolmayan bir şeye var demeye kalkışmak çelişkilidir ve bu konuda Herakliti de açıktan suçlamıştır. Aslında her iki düşünür gerçek evreni akıl yolu ile kavradığımız evren olarak görmüşlerdir. Ancak iki evrenden hangisinin gerçek olduğu konusunda birbirlerinden kesinlikle farklıdırlar. Parmenides’e göre aldatıcı olan değişme halinde bulunan evrendir. Değişmeyen, sabit duran ve bir olan evren gerçek evrendir. İşte bu “BİR” tanrıdır yada tanrı ile özdeştir.
İkinci dönemin önemli filozoflarından olan Anaksogoras ise “bir kaostan nasıl oldu da bir kozmos oluştu” sorusunu sormuş ve Evrendeki düzeni oluşturan sebepleri araştırmıştır. Ona göre nasıl bir taş yığınından ev, bir çamur yığınından heykel oluşamazsa, kaosta kozmosa kendiliğinden dönüşemez. Bunun için bir plana göre çalışan yaratıcı zekaya gereksinim vardır. Anaksagoras evrenin bir tür mimarı olarak değerlendirdiği bu güce “Nus” adını vermiştir. Ona göre Nus bir tanrıdır. Yalnız, onun Tanrısı, sadece Evrenin bir mimarı ve yapıcısı olup, yaratıcısı değildir. Nus bir vuruş ile evreni oluşturmuş ve sonra sahneden çekilerek evrenin oluşunu kendi haline bırakmıştır (Deizm). Anaksagoras, felsefede evreni dinsel bir görüşle veya teolojik yaklaşımla açıklayanların ilki sayılır. Bu durum ise, evrenin başlangıcından günümüze kadar belli bir amaç doğrultusunda hareket ettiğini kabul etmek demektir.
Demokrit ise teolojik görüşün zıddı bir evren açıklamasının tipik temsilcisidir. Çok ünlü bir sözü vardır: “Bu evrenden iki şeyi kaldırmak gerekir, onlarda amaç ve rastlantı’dır” Demokrit kendisine kadar olan filozofların en maddecisi(materyalisti)dir. Çünkü ona göre gerçek, madde olan atomlardan oluşur.
Sofistlerde (M.Ö. 500) özellikle insan konusuyla ilgilenmişlerdir. Onlara göre şimdiye kadar ki felsefe, evren konusunda tutarlı bir anlayış elde edememiştir. Sofistlere göre: “Ne kadar filozof varsa, evrenin yapısı hakkında o kadar görüş vardır” Sofistlerin en ünlülerinden olan Protagoras daha da ileri gitmiş ve “Tanrılar var mı yok mu bilemeyiz” demiştir. Onun çok ünlü bir kuralının olduğu söylenir. “İnsan her şeyin ölçüsüdür” . Protagoras için tümel bir gerçek yoktur. Olsa olsa her insanın kendisine ait inançları vardır. O halde her görüşün karşıtı olabilir ve hangisinin doğru olduğunu göstermek için tek yol vardır. Bu da karşıdakini inandırabilme gücüdür. İşte hitabetbu noktada asıl olandır. Nitekim sofistler gramerbilimini ilk kez ortaya koyanlardır.
Sokrat ile de Yunan felsefesi en önemli aşamasına ulaşmıştır. Bundan sonraki felsefe akımlarının en önemli konusu erdem ve erdemin nitelikleri olmuştur. Sokrat temelde dindar bir insandır. O yaşamın yüksek bir gücün kontrolünde olduğuna sağlam bir inanç ve bilinçle inanır. İçinden gelen sese “benim diamon’um” diyerek o kutsal gücün dışında değil içinde olduğunu belirtmiştir. Onun mutluluğa verdiği cevap kendisiyle gösterebildiği uyumu, erdeme verdiği cevap ise bilgidir. Peki öyleyse “bilgi” nedir. Ona göre bu noktada önemli olan dışarıyı yani evreni bilmek değil insanın kendi kendini bilmesidir. Belki de bu yüzden Sokratın eğitim metodolojisinde ve oluşturduğu diyaloglarda nihai bir son yoktur. Sorular sonu oluşturur ve sentez kişinin kendisine bırakılır. Sokrat’ın yolunu takip eden sonraki düşün akımları da “kendini bil” varsayımını rehber edinmişlerdir.
Kendisini Sokratın mantıksal devamı sayan Eflatun (Platon M.Ö 427-347) içinse iki evren vardır. Bu iki evren gerçek evrendir. Biri; sürekli var olan ve yok olan, algılanabilen, nesnelerin sürekli değişmek zorunda olduğu evren; ötekisi başlangıcı ve sonu olamayan idelerin ya da ideallerin evreni. Eflatun’a göre bilmek, ideler evrenini ve bu evrende hüküm süren yasaları tanımaktır. Duyular evrenini de ancak ideler evrenine katıldığı ölçüde bilmek mümkündür. Eflatundan sonra Yunan felsefesinin klasik dönemindeki ikinci büyük düşünürü olan Aristo (M.Ö 384-322) iki bin yıl boyunca batı uygarlığına hakim olmuş ve dönemin temel görüşlerini oluşturmuştur. Ona göre bilmek, objeleri tek tek tanımak olmayıp, bu objeleri bir de “genel bir kavram altında toplamak” demektir. Eflatunun tersine, Aristo’ya göre genel kavramlar tek objelerin kendisinde gizlidir. Aristo’nun deyimiyle doğa yada canlı güç “bir mimardır” çünkü doğa yaratabilendir. Bu benzetmenin aslında özel bir anlamı da vardır; ki o da mimarın belli bir plan ve amaca göre çalışmasından dolayıdır.
Romalı Philon (M.Ö 25-M.S.50?) ise Platonun idelerini “Tanrının ruhunda gizli olan” şeklinde yorumlamıştır. Philon, Platocu felsefeyle Tanrının elçisi olan Musa’nın hermetik kökenli öğretisini birleştirmiş ve böyle bir denemeyle din ile felsefeyi aynı potada eritmek istemiştir (yeni Eflatunculuk). Bu girişim daha sonraları üç semitik din içinde benimsenip irfan yada gnosis öğretisi olarak yer almıştır. Hermetik öğretininPhilon sonrası döneminde İbrani kabalası yazıya dökülmüştür. Ayrıca bu dönem, Museviliği olduğu kadar İslam Tasavvufunu da derinden etkilemiş, özellikle İbn-Arabi, varlık birliği yada vahdet-i vücut kuramı ve yöntemiyle hem felsefe, hem de tasavvuf da önemli bir etki oluşturmuştur.
Antik Ege uygarlığının ardından felsefe, genelde yeni dünya dini Hıristiyanlığın etkisi altına girmiştir. Bu dönemde felsefenin işlevi, dinin dogmalarını temellendirmek ve savunmak olmuştur. Antik çağın iki düşünürü Platon ve Aristotelesin düşünceleri bir yandan resmi ideolojiye dönüşürken, diğer yandan da ilginç bir şekilde yasaklanmıştır. Orta çağdaki bu Skolastik felsefe anlayışı, tek ve asıl gerçeğin Tanrı olduğunu, Dünyanın ise gerçek olmayan bir gölge olduğu savını egemen kılmıştır. Dolayısıyla dogmalar, tanrısal düşüncenin mantıksal sonuçlarıdır. Bir başka deyişle inanç akılla doğrulanmalıdır. Dönemin düşünürlerinden Scottus Eriugena’ya (833-880) göre tanrı real töz yani asıl gerçekliktir. Olgusal ve evrenseldir. St. Anselmus (1033-1109)’un “Monologion” adlı yapıtında Tanrı, adalet, iyilik, bilgelik ve mutluluğun kendisidir. Gerçek üstüne (De Veritate) adlı yapıtında ise Tanrının varlığında yoğunlaştığını ve birliğe ulaştığını ileri sürmüş, çoklukta tekliğin bulunduğunu ortaya atmıştır. Aquino’lu Thomas’a göre ise Tanrının düşünceleri en son olgusal nesnelerin kendileridir ve bu durumda Tanrı kendinde gerçekliktir. Fakat Thomas’a cevap çok geçmeden İskoçyalı Duns Scotus (1224-1274)’dan gelmiştir; “Felsefenin aracı olan us, vahiyle gelen Tanrı bilgisini doğrulayamaz”. İşte bu tutum Tanrıbilimi’ni yada Teolojiyi bir “bilim” olmaktan çıkarmış ve skolastik dönemin kapanışını hazırlamıştır. Bu durum ise Tanrıbilimin ussal verilerle temellendirilme çabalarının başarısız kalışının kabulü anlamına gelmiş ve Yeniçağ yada Rönesans’ın ussal ve bilimsel düşünceyi öne çıkardığı dönemin başlamasına neden olmuştur.
Bu dönemde Descartes “Kuşkulandığım hiç bir şey gerçek değildir, ancak kuşkulanıyor olmamdan kuşkulanamam, bunun için kuşku düşüncemin kaynağıdır” diyerek, ilk gerçek düşüncenin “kuşku edimi” olduğu sonucuna varmıştır (Septizm). Ona göre kuşku üzerine kuşkulanmak bilinçlenmektir. Bilinçlenmiş kuşku ise özünde bir eleştiridir ve giderek yargıları oluşturur. Kant ise kuramsal usun eleştirisinde, gerçeğin yalnızca fenomenler düzeyinde bilinebileceği sonucuna varmış ve ancak böyle bir bilginin güvenilir olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre bundan ötesi metafiziktir ve inancın konusu olur.
Hegel’de eleştirinin eleştirisini yapar ve eleştiriyi aşmak için senteze gitmek gerektiğini söyler. Ona göre bir nesneyi bilmek, onun oluş süreçlerini, bir kavramı bilmek ise onun kültür süreçlerini bilmektir. Akıl ile doğa, ya da bilen ile bilinen özdeştir, çünkü her ikisi de akıldır ve aynı yasalarla devinirler. İşte bu nedenle, aklın dış dünyayı kavraması aslında kendini kavraması, kendini bilmesidir. O halde gerçek ussal olandır ve ussal olan da gerçektir. Bu söylem ise şu sonucu doğurur; “Algılarımız, tasarımlarımız ve kuramlarımız nesnel gerçeğe uygun oldukları oranda hakikat olurlar
Rönesans’la başlayan teolojiden arınma uğraşısı, Aydınlanma sürecinde felsefenin yeniden kendi bağımsızlığını kazanmasıyla sonuçlanmıştır. Deistlerle birlikte ortaya çıkan sekülerizm ise 16.yy’da Romantik deistlerin elinde dinsel yaşamın eleştirisine dönüşmüştür. Onlar tanrının yalnız akıl yoluyla bilinebileceğini söylemişlerdir. Aydınlanmanın içeriğinde “insan nedir” sorusuna verilen yanıtlar ise Hümanizm, akılcılık ve evrenselcilik evrelerini ortaya çıkartmıştır.
Felsefe ile teoloji arasındaki problem, aslında farklı tasarımların sonucunda oluşan tanrı kavramlarının çatışması değildir. Kuralcı inanan ile filozofun din üzerine farklı şeyler söylemeleri; tanrı kavramına farklı bakmalarından değil, insanın tanrı ile ilişkisini nasıl yapılandıracağına dairdir. Felsefe tanrıya aklın yetileri içinde bakmaya çalışır. Kimi zaman bilgiyi anlamak için inancı sorgular, kimi zaman ise bilgiyi sorgulayarak bilinçli bir inancı arzular. Kısacası özünde felsefe tanrıyı istemektedir.
Görüleceği gibi Antik Ege (Grek) felsefesinin temel problemleri bugünde felsefenin temel problemlerini oluşturmaktadır. İnsan hala bir yandan evren karşısındaki konumunu belirlemeye çalışırken; bir yandan da, kamusal yaşam içinde birey olarak varlığını tanımlayıp, varoluşunu anlamlandırmaya çalışmaktadır. Referansları nereden alırsa alsın, kavramları kuran gene insan zihnidir. İşte bu zihin soruları sorabilmiş olmasına rağmen tüm çağlarda süregelen o arayışına devam etmekte ve yanıtları hala aramaktadır.

Benzer Konular

18 Nisan 2013 / GusinapsE Mitoloji
4 Şubat 2013 / fullmoon Soru-Cevap
11 Nisan 2016 / yüksel2 X-Sözlük
 Tanrı
14 Kasım 2006 / Misafir Mitoloji
20 Kasım 2008 / HerHangiBiri Mitoloji