Arama

Yaratılmış Bir Varlık Olarak İnsan - Sayfa 2

Güncelleme: 24 Nisan 2016 Gösterim: 38.050 Cevap: 18
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Nisan 2006       Mesaj #11
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İnsanın Yaratılışı

Sponsorlu Bağlantılar
Kur'ân-ı Kerim insanın yaratılmasını şöyle dile getirmektedir: "O (Allah) dur ki her şeyin yaratılışını güzel yaptı. Ve insanı yaratmaya çamurdan başladı." (es-Secde, 32/7) Çamur, balçık ya da yeryüzündeki minarallerden meydana getirilmiş bulamaç, insanın menşe-i aslîsidir. İnsan vücudunda ne varsa hemen hepsi toprakta da vardır. Allah (cc) yeryüzünü teşkil eden elementlerden meselâ azot, karbon, hidrojen, oksijen, kükürt vb. gibi maddelerin karışımını canlı varlıkların temel unsurları olarak kullanmıştır. Evet o, bu karışım, adeta bir protein çorbası haline getirmiş, sonra da bu bulamacı şekillendirip ondan insanları yaratmıştır. Başka bir âyette, insanın yaratılışıyla alakalı olarak şöyle denilmektedir: "And olsun biz insanı pişmemiş (sulu bir) çamurdan, değişmiş, cıvık (ve kokmuş bir) balçıktan yarattık." (el-Hicr, 15/26) (Not: Bu ayete diğer meallerde "And olsun biz insanı, pişmiş kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık" şeklinde mana verilmiştir.) Hilkat ve hayat adına suyun önemini vurgulama sadedinde de: "Biz her canlı şeyi sudan yarattık." (el-Enbiyâ, 21/30. "Allah her canlıyı sudan yarattı; onlardan kimi karnı üzerinde (sürünerek) yürür; kimi iki ayak üstünde, kimi de dört (ayak) üstünde yürür. Allah, daha dilediklerini de yaratır; zira Allah, her şeye kadirdir." (en-Nur, 24/45) Ayetleri de farklı bir üslupla bu gerçeği ifade ederler.

İnsanın Madde-i Asliyesi

İnsanın madde-yi asliyesinin büyük bir kısmı sudur. En basit hücreden o upuzun Kalifornia çamlarına kadar her canlı cismin mahiyetindeki su, onların temel moleküllerinden kat kat fazladır. Vücudun ¾'ü sudur. Hücrelerin içindeki parçacıklar, bütün asit çeşitleri, moleküller, aminoasitlerin hepsi bir mâyi içinde yüzmekte ve bir mâyi içinde hareket etmektedirler. Meseleye bu açıdan bakıldığında en küçük hücreden en büyük varlıklara kadar bütün canlılarda temel moleküllerinin hepsinden fazla mâyiatın hakim olduğu görülecektir. Su, kâinatta da bir esastır. İlk canlılar suların kenarlarında yaratılmışlardır. Hayatın temel kaynağının su olduğunu Kur'an çok erken dönemde ifade etmiştir. Modern ilim onu henüz hecelemektedir. Evet Kur'ân, yukarıda zikredilen ayetlerden de açıkça anlaşılacağı üzere tam 14 asır önce bu hakikati hem de dupduru bir üslupla ifade etmiştir.

"Her Canlıyı Sudan Yarattık"

Hasılı hayatın hangi safhası ele alınırsa alınsın, tek hücrelilerden en kompleks varlıklara kadar her şeyde suyun hakim unsur olduğu görülecektir. Kur'ân'ın bu koca gerçeği bir cümlecikte ifade etmesi ise hem ilginç hem de mânidardır. Zira 1400 sene öncesinin insanı ne hücre bilgisinden ne de varlığın anatomisindeki su oranından haberdardır. Allah (cc) Kur'ân-ı Kerim'de, "her canlıyı sudan yarattık", "Allah, her canlıyı sudan yarattı", "And olsun biz insanı pişmemiş (sulu bir) çamurdan, değişmiş, cıvık (ve kokmuş bir) balçıktan yarattık" buyurarak canlıların yaratılışlarındaki aslî unsurları nazara vererek genel manada ilimlere rehberlik yapmakta, ayrıntı ve teferruatı zaman ve geleceğin ilim adamlarına bırakmaktadır.
Güneş, dünyamızın da içinde bulunduğu gök sisteminin merkezi durumunda olup, çevresindeki gezegenlere ve dolaştığı alana, ısı ve ışık yayan büyük bir gök cismidir. Dünyadan 105 bin kat daha büyük ve takriben 4,6 milyar yaşında olan güneşin içindeki sıcaklık 15 milyon dereceye kadar varmaktadır. Ondan uzaya doğru fışkıran sıcak gaz sütunlarının uzunluğu 400 bin km.yi bulduğu söylenmektedir. Onu teleskoplarla gözlemleyenlerin onun ihtişam ve heybeti karşısında dehşete kapıldıkları da bir gerçektir. Güneşe, onu emrine musahhar kılan ve zimamını elinde bulunduran Yüce Allah'ın musahhariyeti noktasından bakıldığında bu kadar dehşetli ve celalli olan güneşin yeryüzünde oldukça zayıf, hakir ve insanoğlunun hizmetine musahhar bir hizmetçi olduğu görülecektir. O, ısı ve ışık yayarken, bir taraftan yeryüzünü ısıtıp aydınlatmakta, diğer taraftan ise bitkilere fotosentez yaptırarak yeryüzünde hayatın beka ve devamına hizmet etmektedir.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
7 Nisan 2006       Mesaj #12
arwen - avatarı
Ziyaretçi
VÜCUDUNUZDA, 20 DAKİKADA BİR MİLYON SAYFA DOLUSU BİLGİYİ KOPYALAMA YETENEĞİNE SAHİP BİR MAKİNA OLDUĞUNU BİLİYOR MUYDUNUZ?

dnakgtlBilindiği gibi hücreler bölünerek çoğalırlar. Bu bölünme sırasında, hücrenin çekirdeğinde bulunan DNA'nın da yeni hücre için bir kopyasının alınması gerekir. Bu kopyalanma sırasında, üzerinde düşünülmesi gereken son derece çarpıcı bir olay gerçekleşir.
Sponsorlu Bağlantılar
DNA, 3 milyar harften oluşan, canlı ile ilgili tüm bilgileri saklayan muazzam büyüklükte bir bilgi bankasıdır. DNA'daki bilgileri yazılı hale getirirsek, toplam 1 milyon sayfadan oluşan yaklaşık 1000 ciltlik bir ansiklopedi serisi elde ederiz. Öyle ise DNA'nın kopyalanması, 1 milyon sayfalık yazının veya diğer bir ifadeyle 1000 cilt ansiklopedinin kopyalanması ile aynı şeydir.
Peki bu kopyalama işlemi ne kadar sürer biliyor musunuz?
20 ile 80 dakika arasında.

Dikkat edin, bu, 1 milyon sayfa dolusu yazının 20 ila 80 dakika arasındaki bir sürede, hiçbir hata ve eksiklik olmadan kopyasının alınması demektir. Bugün bilinen hiçbir fotokopi makinası veya teknolojik ürün, bu kadar kısa sürede bu kadar hatasız ve eksiksiz bir kopyalama işlemi gerçekleştirememektedir. Ve dikkat edin DNA'daki bilgileri kopyalayan teknolojik aletler değil, gözle dahi göremediğimiz hücrelerimizdir. Şimdi düşünelim:
Her hücre bölündüğünde DNA'nın bir kopyasının alınması gerektiğini düşünen, DNA'nın en hızlıve en kusursuz şekilde kopyalanması işlemini yürüten, hatalı işlemlerin derhal düzeltilmesi için müthiş bir organizasyon yapan güç, akıl, irade ve ilim kime aittir?
Böylesine kompleks, kusursuz ve hatasız bir düzenin tesadüfen geliştiğini söylemek kesinlikle akıl ve mantık dışıdır. Evrendeki tüm atomları ve gerekli tüm koşulları bir araya getirseniz, DNA'nın kopyalanmasını gerçekleştiren sistemi tesadüfen oluşturamazsınız.
Çok açıktır ki, bu kadar kusursuz bir sistemi yaratan ve milyonlarca senedir yaratmaya devam eden sonsuz ilim, akıl ve güç sahibi olan Allah'tır.
Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, herşeyi kuşatandır.
(Nisa Suresi, 126)

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Nisan 2006       Mesaj #13
Misafir - avatarı
Ziyaretçi




gulan001



O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir.
(Haşr Suresi, 24)





gulan001

ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
7 Nisan 2006       Mesaj #14
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
İnsan bedeni, yeryüzündeki en karmaşık makinadır. Hayatımız boyunca bu bedenle görür, işitir, nefes alır, yürür, koşar ve zevk alırız. Bedenimiz kemikleri, kasları, damarları, iç organları ile mükemmel bir düzen ve tasarıma sahiptir. Bu tasarımın detayına inildiğinde ise daha da şaşırtıcı gerçeklerle karşılaşılır. Birbirinden farklı gibi görünen vücut parçalarının tamamı aynı malzemelerden oluşmaktadır. Hücrelerden…
Vücudumuzdaki herşey milimetrenin binde biri büyüklüğündeki hücrelerden oluşur. Bu hücrelerin kimi biraraya gelerek kemikleri, kimi sinirleri, kimi karaciğeri, kimi midemizin iç yapısını, kimi derimizi, kimi ise gözümüzün kornea tabakasını oluşturur. Hücreler vücudun hangi parçasını oluşturuyorlarsa bu bölgede ihtiyaç duyulan boyuta ve şekle sahip olurlar.
Bu kadar farklı görevler üstlenmiş olan hücreler nasıl ve ne zaman meydana gelmişlerdir?
İşte bu soruya verilecek cevap, bizi her anı mucizelerle dolu olan bir olaya götürecektir. Bugün sizin bedeninizi oluşturan yaklaşık 100 trilyon hücrenin tamamı, tek bir hücreden çoğalarak meydana gelmişlerdir. Şu an sahip olduğunuz hücrelerle aynı yapıya sahip olan bu tek hücre de, annenizin yumurta hücresi ile babanızın sperm hücresinin birleşimiyle ortaya çıkmıştır.
Allah, Kuran'da insanlara, kimi zaman göklerdeki ve yerdeki, kimi zaman da canlılardaki yaratılış mucizelerini, Kendi varlığının delilleri olarak örnek gösterir. Bu delillerin en önemlilerinden biri de, sözünü ettiğimiz konu, bir diğer ifadeyle insanın kendi yaratılışındaki mucizelerdir.
Birçok ayette insanın, ibret almak için, bizzat kendi yaratılışına dönüp bakması öğütlenir. İnsanın nasıl var olduğu, var olurken hangi aşamalardan geçtiği detaylı olarak tarif edilir. Vakıa Suresi'ndeki ayetlerde, insanın yaratılışı şöyle anlatılmaktadır:
Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı Biz miyiz? (Vakıa Suresi, 57-59)
İnsan bedenini oluşturan 60-70 kiloluk et ve kemik kütlesinin özü başlangıçta bir damla suda toplanmıştır. Akıl sahibi, duyan, gören, işiten ve vücut yapısı olarak oldukça karmaşık bir yapıda olan insanın bir damla sudan meydana gelmesi şüphesiz ki olağanüstü bir gelişimin sonucudur. Bu gelişim ise, elbette başıboş bir sürecin, rastgele oluşan tesadüflerin değil, ancak bilinçli bir Yaratılışın sonucunda gerçekleşmektedir.


Bu sitede yeryüzünde her insan ile birlikte hiç durmaksızın yaşanan "insanın yaratılış mucizesi"nin detayları anlatılmaktadır. Şunu belirtmek gerekir ki, bu sitede anlatılan olaylar, insanın yaratılışındaki detayların yalnızca bir bölümüdür. Öyleki burada anlatıldığı kadarı bile, insana, Yaratıcısı'nın sonsuz kudretini, tüm evreni sarıp kuşatan sınırsız ilmini ve aklını bir kez daha göstermektedir. Ve Yüce Allah'ın, "yaratıcıların en güzeli" olduğunu tüm insanlara tekrar hatırlatmaktadır:

Andolsun, Biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir su damlası olarak savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir alak (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir. (Müminun Suresi, 12-14)
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Nisan 2006       Mesaj #15
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İnsan, dünyadaki en baskın canlı türüdür. Kendilerini biyolojik, sosyal ve ruhsal yönleri ile tanımlarlar. İnsanın bilimsel ismi Homo sapienstir, Latince "akıllı adam" anlamına gelir.
İnsan, alet kullanabilmesini sağlayan, kolların serbest olduğu dik bir vücuda sahiptir. Beyni soyut düşünme, anlam verme, konuşma ve kendini gözleyebilme yeteneklerine sahiptir. Alet kullanabilmesi ve zihninin özellikleriyle insan diğer canlılardan ayrılır. İnsan doğaya uyum sağlamak zorunda olmayan tek canlıdır. Doğayı anlayabilir, denetimi altına alabilir ve kendi amaçları doğrultusunda doğanın güçlerini kullanabilir.
İnsan; maymun, şempanze, goril ve orangutan ile birlikte, Hominioidea üstfamilyasında bulunan çift ayaklı primattır. Evrim teorisine göre bu canlılar ile ortak bir atadan evrilmiştir.
İnsanlar, gelişmiş sosyal yapılar kurmuşlardır. Bu yapılar duruma göre aynı amaca yönelik birlik veya rakip olabilirler. Aile en temel sosyal yapı sayılabilir. Güvenlik ve adalet için devletler kurmuşlardır. Aynı dili konuşanlar milletleri oluşturmuşlardır.

İnsanlar, dünyayı anlamak ve denetlemek için bilim ve teknolojiyi geliştirdiler. İnançlar, efsaneler, gelenekler, değerler ve toplumsal kurallar insanın hayatında önemli bir etken olan kültürü oluştururlar.

İnsan zihninin temel özelliği bilinçtir. Bilinç ile birlikte, kendini gözleyebilme, zamanı algılayabilme ve özgür irade insanda bulunan özel niteliklerdir. Psikoloji bilimsel bakış açısı ile insan zihnini incelerken, dinler değer yargıları ile insanı inceler. Yapılan davranışın iyi veya kötü olması ile ilgilenir.



Biyoloji

İnsan çok hücreli ve ökaryot bir canlıdır. Ama hücrelerindeki prosesler, tek hücreli bir prokaryot canlının hücresindeki proseslerle nerdeyse aynıdır. Hücreler arası organizasyon ile hücreler dokuları, dokular organları ve organlar sistemleri oluşturmuşlardır. İnsan vücudundaki temel sistemler:
  • Bağışıklık Sistemi
  • Boşaltım Sistemi
  • Dolaşım Sistemi
  • Endokrin Sistemi
  • Hareket Sistemi
  • Sindirim Sistemi
  • Üreme Sistemi

Anatomi ve Fizyoloji

İnsanların vücud yapıları çok çeşitlidir. Bu çeşitliliğin sebebleri genetik ve çevresel etkenlerdir. Vücudun büyüklüğü büyük ölçüde genlerle belirlense de, beslenme ve hareketlilik de büyük etkendir. Genellikle erkek vücudu, kadın vücudundan daha iridir.

İnsanın saç ve deri rengi, melanin pigmentinin varlığı ile belirlenir. İnsan derisinin rengi koyu kahverengiden açık pembeye kadar değişir. Saç rengi ise sarı, kahverengi veya siyah olabilir. Derinin güneş ışığı altında bronzlaşması, evrim sonucu vücudun kendini ultraviyole ışınlarına karşı koruma tepkisidir. Bu nedenle dünyada yoğun ışık alan bölgelerde koyu renk derili insanlar, az ışık alan bölgelerde açık deri renkli insanlar uyum sağlamış ve buralara yerleşmişlerdir.

İnsanlar da, fotosentez yapamayan diğer canlılar gibi enerjisini dışarıdan besin olarak almak zorundadır. Vücutta özellikle yapı maddesi olarak protein, özellikle enerji için karbonhidrat ve yağ, düzenleyici olarak da vitamin düzenli olarak alınmalıdır. Boşaltım, dolaşım ve sindirim gibi sistemlerin işlevi içinde su gereklidir. Bunlar yeterli alınmadığı zaman insan ölebilir. Dünyada bazı bölgeler açlık sorunu yaşarken, bazı bölgeler obezite sorunu ile uğraşmaktadır.

Uyku da insan için zorunlu bir ihtiyaçtır. Bir insanın ihtiyacı olan uyku zamanı, yaklaşık olarak günde 7-9 saattir. Bu süre çocuklarda ve yaşlılarda değişebilir.

Genetik, Evrim ve Akıllı Tasarım

İnsan, ökaryotik bir canlı türüdür. Her hücre, iki parça halinde 23 kromozom bulundurur. Bunların 22 çifti otozom, 1 çifti cinsiyet kromozomlarıdır. Diğer memeliler gibi insanlar da XY kromozom sistemi vardır. Kadınlarda XX, erkeklerde XY cinsiyet kromozom çiftleri bulunur.
İnsanın evrimi oldukça tartışmalı bir konudur. Sadece bilimsel alanda tartışılmakla kalmayıp, siyasal ve inançsal olarak da tartışılmaktadır. Evrim teorisine göre insan 60 milyon yıl önce ortaya çıkan primattan evrilmiştir. Dünyada sadece tek türü kalan Homo cinsinin diğer türleri günümüzde tükenmiştir ve sadece Homo sapiens kalabilmiştir. Diğer bir Homo türü Neandertallerin pek çok fosili bulunmuştur.

Akıllı tasarım teorisi ise insanın bir zeka ürünü olduğunu söyler. Dinlerin insanın yaratılışı ile ilgili söylevlerine de uyumlu olduğu için özellikle dindar kesimlerde büyük kabul görmüştür.

Hayat Döngüsü

Diğer memeliler gibi insan da, dişi yumurtanın, erkek spermler tarafından döllenmesi sonucu oluşan kök hücre ile oluşur. Kök hücre bölünerek çoğalmaya başlar ve embriyoyu oluşturur. Embriyo oluşumundan sonra, hücreler özelleşmeye başlar ve sistemleri oluşturur. 9 ay 10 gün sonra anne karnında gelişen cenin, bu sürenin sonunda hayata başlar. İnsan doğumu, diğer canlılara göre oldukça zordur, bebeğin veya annenin ölümü ile sonuçlanabilir. Günümüzde teknolojik gelişmeler ve yeni tıp yöntemleri ile ölüm oranı oldukça azalmıştır. Ama pek çok gelişmekte olan ülkede doğum anında ölüm oranı hala çok yüksektir.

İnsan ömrünü, bir kaç döneme ayırabiliriz. Bu dönemler bebeklik, çocukluk, ergenlik, yetişkinlik ve yaşlılıktır. İnsan ömrü, genlerle belirlendiği gibi çevresel koşullarda büyük etkendir. Dünyada gelişmiş ülkelerde ortalama insan ömrü 90 yıl civarında iken, bazı geri kalmış ülkelerde 50'ye kadar düşmüş durumdadır.

Zeka

İnsanlar, diğer hayvanlara göre daha zeki kabul edilir. Bazı hayvan türleri basit aletleri kullanabilse ve yapılar inşa edebilse de, insan teknolojisi çok karmaşıktır ve sürekli gelişmektedir. İlk insanların oluşturduğu yapılar bile bugünkü hayvanlarınkinden oldukça gelişmiştir.

Akıl

İnsan aklının temeli bilinçtir. Bu bilinç insanın kendisi ve çevresi ile ilişkisini düzenlemesini sağlar.
İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özellik olarak bilinci kabul edebiliriz. İnsan ayrıca özgür iradeye ve zaman bilincine de sahiptir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Nisan 2006       Mesaj #16
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İNSAN YARATILDIĞINI BİLİR,ÖLÜCEĞİNİ BİLİR,YARADANI BİLİR AMA HİÇ YARADAN YOKMUŞ GİBİ YAŞAR VE DAVARANIR.SEBEBLERİMİZİ BİLMEMİZ GEREKİR DÜNYADA HİÇ DE O KADAR RAHAT DEĞİLİZ
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Haziran 2006       Mesaj #17
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
yaradılmış varlıklar arasında en nankörüdür insan...
kendine verilen nimetlerin kıymetini bilmez,
kıymetini bilmediği gibi hep daha fazlasını ister...
şükretme kavramı yoktur,elindekinden hep daha fazlasını ister...
allah tarafından yaratılan en üstün varlık olan insan,
sanki en üstün olan kendisi değilmiş gibi
yaptıklarıyla yaratılanlar arasında en düşüğü durumuna gelir...
değer bilmez,kıymet bilmez,şükür bilmez,
kendine verilen zekayı hep kullanmaması gereken şekilde kullanır...
hep hainlik hep üstün olmak düşünceleri gibi şeylerde
kullanır zekasını...
vardır bundada bir hikmet...
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
29 Temmuz 2006       Mesaj #18
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
YARADILMIŞ BİR VARLIK OLAN İNSANDA Kİ EN BÜYÜK EKSİKLİK>>>GÜVEN


HERŞEYİN BAŞI GÜVEN
Çağımızın en içinden çıkılmaz sorunlarından biri, bir arada yaşamak, bir arada varolmak (co-existence) sorunu. Sorunu yaratan nedenler, çağımızın toplumsal-kültürel-ahlaksal yapısından kaynaklanıyor. İnsan, en fazla gereksinimi duyduğu birlikte varoluşu başaramıyor.
Güvenin insanın başına dert oluşunun ardında bulunan etkenlerden biri de bu birlikte varoluşu gerçekleştirememek. Belki, biraz yanıltıcı ama o oranda düşündürücü olabilecek bir savla başlayabiliriz : İnsan, güvene güvenmiyor. Güveni anlayamıyor. Önemini göremiyor, değerini değerlendiremiyor.
Güven üzerine çalışanların bir bölümü din adamları, ahlak düşünürleri, ruhbilimciler. Çağımızda yaşamı yoğun biçimde avuçları arasına almış, teknoloji teknolojiyle dallı budaklı ilişkiler ağını kurmuş, "ticaret", satış, pazarlama, işyerleri yönetimi, müşteri ilişkileri.... güveni pragmatik sorunların çözümünde önemli bir yere koyuyor. Patron, işçisine, işçi patronuna, üretici müşterisine, müşterisi işçisine güvenecektir. Yöneten yönetilene, yönetilen yönetene, topluluklar, uluslar, birarada yaşayan insanlar birbirine güvenecektir. Güvenmeyi öğrenmek, yaşamayı başarabilmek için zorunlu. Birey olarak kendini gerçekleştirip, varolabilmek için de kendine güven baş koşul.
Bu çalışma, güveni metafizik anlamıyla kısaca irdelemeyi, felsefe etkinliğindeki yerini tartışmayı amaçlıyor. Dile getirilen savlar açısından düşünce tarihi ya da bilim tarihi ile hesaplaşmayı öngörmüyor. Güvenin insan varoluşundaki canalıcı önemini betimlemeye çabalayarak, insan açısından varolmanın güven yoğun özelliğini ortaya koyacak. Elbette, bu çalışmada ortaya atılan savlar uzun uzadıya gerekçelendirmelerle desteklenmeliydi. Amaçları açısından böyle bir ayrıntılı çaba, bu çalışmada öngörülmüyor. Buradaki savlarla ilgilenen okur, ayrıntılı çalışmaları kendisi gerçekleştirebilir.
GÜVENİN ANLAM KAYNAĞI
Güven, insanın kendisiyle, bir diğer insanla kurduğu ilişkilerde ortaya çıkan bir duygu değil yalnızca. Güveni sadece bu görünüşüyle ele almak, büyük bir yorumlama eksikliği olarak karşımıza çıkıyor. İki önemli noktayı vurgulamak gerekiyor :
Güven, salt insana özgü değil !
İnsanda duygu olarak ortaya çıksa da, ruhsal bir duygulanımla sınırlanamaz.
Güven, biz, bilinç sahibi insanlara, sinir sistemi gelişmiş hayvanlara bir "duygu" olarak yansıyor. Güvenin kozmik anlamı var. Varlığın kendini ortaya koyuşunda, varlığa çıkarışında güvenin yeri var. Güvenin ontik özelliği diyebiliriz buna.
Tek tek varlıklar kendi kendilerine yetmez. Evrende hiçbir varlık kendi kendisiyle sınırlı, gücü kendi içinde, diğer varlıklardan yalıtılmış değildir. Bir bütün içindedir. Bu bütünlüğün önceden işleyiş yasaları konmuş, hedefi belirlenmiş değildir (Elbette, bilgilerimizin ışığı altında, çizmeye çalıştığımız güvenle ilgili felsefe resmi çerçevesi içinde konuşuyoruz !) Tek tek varlıkların bu bütünlüğe çıkabilmeleri, oluşabilmeleri, oluşamamaları tehlikesiyle birlikte gider. Var olmanın altında yatan temel bir güvence yoktur. Yokluktan varlığa çıkış, bir anlamıyla doğuş, varlık için bir göze almadır. Var olabilecek midir, var olacaksa ne süre varlığını sürdürecek, ne süre diğer varlıklarla etkileşim içinde dönüşüme uğrayacaktır ? Ne zaman yok olacaktır? Varlık, yokluğa direndiği, kendini sürdürdüğü sürece bütünlük içinde, bütünlüğün düzenleri içinde olacaktır. Önceden konulmuş bir düzen (örneğin Leibnitz'de olduğu gibi) olduğu için, varlıklar belli bir düzenlilik gösteriyor değildir. Belli bir düzenlilik gösterdikleri için düzen vardır. Bu düzenliliğin ise ne kadar süreceği koşullara bağlıdır. Evrendeki düzenlilikler, ise düzenlilikleri, koşullu düzenliliklerdir. Sürüyor ise, düzen vardır. Düzenin ebedi olduğu sezgisi yanıltıcıdır. Düzen, düzensizliğe, düzeni bozucu etkenlere, güçlere karşı direnebiliyor ise, direnebildiği sürece düzendir. Bütün bu düzenleri içine alan bütünlüğün düzeni, düzenlerin düzeni var mıdır? Böyle bir düzenlerin düzeni de sürdüğünce düzen olacaktır. Yol, önümüzde değil, arkamızdadır. Yürüdüğümüzce yoldur.
Neden böyledir? İnsan, önceden çizilmiş, değişmez düzenlere inanmak, güvenmek istiyor. Güven duygusu olarak insana yansıyan, var oluşun temel bir özelliğidir : "Varlık alanındayım, ayaklarımın dayandığı güvencem yok. Varlık alanı bana bu güvenceyi ermiyor. İşte, örneğin, varoluşçu düşünürlerin keşfettikleri buydu : Angst, bu güvencesizliğin insan varlığında kendini dayanılmaz bir ontik duygu ya da existenz duygusu olarak göstermesiydi. Varolmak serüvendir. Yalnız insan için değil, tüm var olanlar da böyle olduğunu, evrendeki olasılıklar düzeni konusundaki şu anki bilgilerimizden, mikrobiyolojideki gelişmelerden, belli yorumlar altında çıkarabiliriz.
Evrendeki güvencesizliğin, insan varlığı olarak çaresizliğimin sonucu : Güvenmek. Nasıl başedebiliriz yoksa, bu güvencesizlikle. Din böyle bir güveni sunuyor insana. Dünya görüşleri, ideolojiler, bu belirsiz akışa belirli resimler çiziyorlar. Çaresizliğimiz karşısında tek çaremiz var varlık alanında tutunmak için : Güvenmek. Peki neyimize güveneceğiz ? Güvenmenin güvencesi yok! İnsanın eko-biyolojik yapısı süreklilikler, düzenlilikler arayarak, felsefede geleneksel adıyla endüktif yollarla kendine güven arıyor. Emniyetli, güvenceli, başı sonu belli, tehlikelerden uzak bir yaşamın ardına düşüyor. Oysa baştaki varoluşsal çaresizlik, doğrusu, biz insanların çoğu kez çaresizlik olarak algıladığı varoluşsal özellik, varolmanın açık uçluluğu, tümüyle belirlenememişlik, boşlukta, muallakta oluş, unutuluveriyor!
Hıristiyanların düşme inanışlarının ardında da varoluşsal çaresizliğimize karşı geliştirilmiş bir savunma mekanizması var. Cennette idik. Bu güvenilmez dünyaya düştük. Platon'da olduğu gibi "idealar" dünyasında idik. Unuttuk. Unuttuğumuz, böyle bir güvencenin hiçbir zaman olmadığıdır. Olsun istiyoruz. Güvenmek istiyoruz. İlke, şöyle özetlenebilir : Çaresizim, demek ki güveneceğim. Güvenmediğim sürece varolamıyorum. Varlık alanıyla girdiğim an temel ilişki o : Güven. Ya güven ya yok ol !
Herakleitos haklı mıydı? Varlık alanı kavgaların alanı. Sürekli akışın. Bu güvencesizlik, ontik olarak varlığı yoklukla karşı karşıya getirir : Yokluk, varolmanın oluşturucusudur. Var oluş, yokluğa karşı varoluştur. Varlığa sinmiş yokluk, kendini anlam düzeyinde, hiçlik olarak gösterir. Anlamın olmayışı, anlamsızlıktır hiçlik. Yaşamak, hiçlikle savaşmak, hiçliğe anlam yüklemektir. İnsan varlığı başarabiliyor bunu. Nasıl? Ardına güveni alarak. Güvencesiz güveni. Güvenin ardına "güvenler", "güvenceler" koyarak.
Yokluktan çıkışın tek yolu güven. Ontik olarak, bir varoluş enerjisi, gücü. İnsana güven duygusu olarak yansıyor. Beden güvenerek yaşıyor. Güven yitimi, varlıktan vazgeçmeye götürüyor. Bugünkü bilgimizle cansız dediğimiz varlıklar da güvenle mi varoluyor? Bunu savlamak eski metafiziklerin tuzağına düşmek olur. Şu kadarı ihtiyatla söylenebilir: Varlıkları ortaya çıkaran, varlık alanını olanaklı kılan gücün, yokluğa karşı direnen gücün, insan duygusunda ortaya çıkışı olabilir güven !
Güvencesizlik, yoklukla varolmaktan, yokluğa karşı varolmaktan kaynaklanıyor. Doğu bilgeliği değişik biçimlerde bunu sezdiler. Çare, yokluğa dönüş değil, güvenme cesaretindedir! (Tillich'in "Courage to be" si bu söylediğimin bir diğer anlatımı olabilir!) Güvenme, yürek ister, tehlikelidir. Güvenmenin güvencesi yoktur, çünkü. İpine sarılarak yukarı doğru tırmanan dağcının ipin kopmayacağına güveninden öte bir çaresi yoktur. İp kopmadığı sürece, ip kopmaz ise, çıkabilir doruğa. (Elbette diğer etmenleri, dağcının bilgisi, becerikliliği, hava koşullarının, tırmanma arkadaşlarının durumu da önemli!) Yokluğa, anlamsızlığa direnme, varolmanın, kültürler yaratmanın pınarıdır. Oysa, yaşamadaki alışkanlıklarımız bu güvenilmezliği, güvenli biçimlere dönüştürüyor. Bu yalancı güvenin yol açtığı gaflet, insanı edilgenliğe, tembelliğe, korkaklığa itiyor.
Sürerse düzen var. Sürmüyor. Değişim başlıyor. Yokluğun direncini yenebilmek, güven desteği ile değişime hazırlıklı olmayı gerektiriyor. Değişim ölümü getirebilir. Ölüm de varlık alanı için bir oluşumdur. Bitiş değildir. Bitiş yoktur çünkü. Herakleitos'un akıp giden oluşumlar evreninde yokluğa karşı her var olma atılımı (Bergson'un alan vital'ini andırıyor!) güvenle yola çıkıyor. Doğuş, güvenle olanaklıdır. Elbette güvenin güvencesi yoktur, organizma içinde bulunduğu düzene güvenmekle kendini öldürebilir. Ölü doğumlar olabilir. Yokluktan geldiğimiz boşlukta, (Varoluşçular fırlatılmışlık diyorlar!) ayağa kalkabilmemiz, varlık alanına geçebilmemiz yaşama güvenle olanaklı. Güven, bu anlamda, daha bedensel düzeyde, organizmanın bir anlamda duyumsadığı bir yaşantı. Atılımını bu duyumsamadan aldığı güçle yapıyor. Yokluktan, boşluğa, boşluktan güvenle varlığa. Oluşum içinde yokluğu, boşluğu ve varlığı taşır. Düzen, bunlar arasındaki etkileşimle süren işleyişle sürer. Sürebildiğince. Yokluk ya da anlam katında hiçlik, kapıdadır. Düzen biter. Yokluk ve hiçlik değişim olanaklarıdır. Parmenidas, yokluğu "varettiği" için, değişimi yadsıdı.
Böylesine güvensiz bir varlık alanı, sizi rahatsız ediyor mu? Etmemeli. Güvenin kaynağı bu güvensizlikte yatıyor. Güvenme cesaretinde. Güvenme riskinde. Tehlikesinde. Bu tehlikeye karşı tek çaremiz yine güvenme.
GÜVEN NERELERDE?
Hiçlikten, yokluktan, boşluktan doğrulmak, çıkabilmek için insan varlığının içinde taşıdığı gizil güce güven diyoruz. Güvenin kozmik, bir anlamıyla metafizik yorumudur bu.
Güven, insanın varlık alanına erişmesiyle farklı biçimlerde kendini gösteriyor. Bir duygu, bir davranış biçimi, bir tutum olarak yaşanıyor.
Güven en yoğun en alışılmış biçimiyle insan ilişkilerinde ahlak alanında görünüyor. Ethosa, ahlak alanına güvensiz girilmiyor. Buyruklarla başlamıyor ahlak, güvenle başlıyor. Ötekiyle karşılaşabilmem, yüzyüze gelebilmem, ötekiyle üleşebilmem, birlikte var olabilmem güvenle sağlanıyor. Bir ise yaşantısı olarak güvenle çıkıyorum ötekinin önüne, ötekinin hiçliğine direnmeye çalışarak, yaklaşıyorum ona. Bu direnişim belki tekrar tekrar direnişim boşa çıkabilir. Öteki yok olup gidebilir, ona ulaşma çabama karşın. Güven, paylaşımdır, ötekiyle. Bir başıma varamam ötekine.
Güvenirim, uzatırım kendimi. “Ben emanetim sana beni al” derim. “Buyur beni”. “Ben buyum, beni kabul et, bana güven” “Kendimi sana emanet ediyorum” (Bir yorumuyla bu düşüncelerimi K.E.Lgstrop’ün The Ethical Demand adlı kitabından devşirdim : University of Notre Dame Press, Notre Dame, 1997). İçimdeki güven, birlikte varolmak için yetmiyor. Öteki insanın güvenine de güven duymalıyım. Güvenim, diğer insanların bana güvenleriyle gelişiyor. Güven desteğine, güven yardımıyla, güven imecesine zorunluyum. Evet, boşluktan geldim, ama duramıyorum bir başıma, çıkıyorum ortaya, varlık alanına; özel bir varlık alanına, toplum alanına; ahlak alanına, metafizik deyimlerle söylersek. Bu alanda, ethosta, kalabilmem öteki insanların güveniyle olanaklı. Kendi kendime güven, ötekilerin güvenine bağlı bir ölçüde, ethosta tutunabilmem için.
Öteki insanı emanet almak : Güvenden üstlenmeye geçiş demek. Üstlenmek, bir sorumluluk, emanete hiyanet etmeme sorumluluğu. “Gözüm gibi” bakmalı, “üstüne titremeliyim” ötekinin. Mıncıklamadan, sıkıştırmadan, yönlendirmeden, yönetmeden, elimin altına almadan. Okşayabilirim yalnızca ! (Levinas!) Emanet çünkü. Boşluktan, dinelip geldiğim varlık alanı da emanet. Yaşamak, varlığı emanet almak demek. Ölüm, emanetin sonu, öldürme, intihar, emanete hiyanet.
Öyleyse, yaşamak yaşam denilen emanete gözümüz gibi bakmak demek. Emanete güvenmek. Bu güvenle emaneti üstlenmek. Ben bana emanetim, bedenim bana emanet! Yaşam emanet, yaşamı üleştiklerim. Emaneti üstlenme yine güvenle gerçekleşiyor. Emanet aldığım bana zarar vermeyecek, yaşamımı elimden almayacak. Emanet edilen, emanet, ellerine bırakıldığı insana güvenecek. Beni üstlendi, bana zarar vermeyecek, yaşamımı elimden almayacak.
Oysa, böyle mi yaşanıyor güven dünyamızda ? Güven yerine korku var. Sakınma. Korunma. Güven yerine, kurallar, buyruklar, yasaklar, cezalar, ödüller var!
Ethos güven kirlenmesine uğramış. Artık temizlenmesi çok zor görünüyor. Sakınarak, zırhlarla, korkularla, kuşkularla, kaygılarla, şişirilmiş yalancı güven duygularıyla, gafletle, uyur gezer biçimde ya da tam öteki uçta, uykusuz yaşıyoruz.
Güvenle, hiçlik perdesi kalkıyor, anlam dünyasına giriliyor, değerler oluşuyor. “İyi”, “kötü” diyorum; kimi değerleri yüceltiyor kimilerini küçümsüyorum. Güven zayıflığı, yetersizliği, cılızlığı yaşayanların bağlanacakları, üstlenecekleri değerleri olmuyor.
Bilgi alanında, anlam alanında çıkış güvenle yapılabiliyor. Husserl’in bilinci yönelirken (intentio) güveni yaşıyor önce. Husseil, bu görüşüme karşı çıkıp “psikolojizm” yaptığımı söyleyebilirdi. Oysa, yazımın başındaki kozmik anlamıyla, metafizik anlamıyla güven, psikolojinin konusu değil. Psişik, ruhsal bir süreç değil çünkü Msn Star. Güven bilmeden önce geliyor! Bilgiden önce, güven. Güvenle, sanki, bilinecekler “önceden” gözden geçirilip, “bilinmesin de sakınca yoktur” onayından geçiriliyor. Bilinmeye “değer” olmak, bilgiden çıkar ummak de güvenden sonra geliyor.
Bir ise yaşantısı olan güvenle varsayımlar oluşuyor, kuramlar ortaya çıkıyor. Yunanlıların o çalkantılarla dolu toplumsal yaşamı, theoria yapabilecek güveni içeriyordu. Bir uzaktan “seyir”, “nazar” (teori: Nazariye!) olan teorik tutum güven yoğun bir düşünme ortamı içinde gerçekleşiyordu. Doğu bilgeliğinin “meditasyon”ları, yoğun düşünme etkinliği ile “huzur”, “sükun”, dinginlik arayışlarının ardında da güvenden yola çıkarak, “kesintisiz”, “ebedi bir güven”e özlem vardı. Nirvana’ya ulaşmakla, bu güvenilmez dünyanın acılarından arınmayı deniyordu Doğulu. Güvenmenin güvensizlikten başladığını yer anımsasa da, boşluğa geri dönerek huzur aramak, varolma yolculuğundan vazgeçme anlamına geliyor. Emanete hiyanettir. Yola çıkılmıştır ve dönüş yoktur. Hiçliğe teslimiyet değildir kurtuluş. Kurtuluş hiçliğe direnmek, hiçlikten anlamlar devşirebilmektir.
Bilim güvenin önemli başarısıdır, güvenle yaşayan insanın. Ele aldığı sorunları, belli düzenler, düşünme, sorgulama biçimleri içinde ısrarla çözmeye çalışıp, adıma adım ilerleme sabrını gösterme, insanın kendine, emanet aldığı varlığa, elde etmeye çalıştığı bilgisine güvenmesiyle gerçekleşiyor. Oysa, bilimin “kuşkuyla” yola çıktığından söz edilir. Elbette. Alışagelen, gözümüzü kör eden aşırı güveni yıkarak, yeni güven arayışlarına güvenerek yola çıkılıyor. Felsefi, bilimsel kuşku, güvensizlik demek değildir. Tersine, güven olmadan kuşku duyamazsınız!
İnsan nedense güvene güvenmekte zorlanıyor, güvenin altına destekler koymaya çalışıyor. Koysun. Bu çaba, insanca bir serüvendir. Garantili güven arayışı, yaşam ufkunu genişletiyor, birarada nitelikli yaşam olanaklarını gerçekleştirmesini sağlıyorsa, hiçliğe karşı anlamlı bir savaştır, saygındır. Güveni bir varoluş atılımı olarak görme uğraşı ise, “emanet”, “üstlenme” eylemleriyle ortaya çıkan, diri, taze bir güven ahlakını gündeme getiriyor. Emanet almayı bilmediği yaşamını, türlü beceriksizlik ve sığlıklarla yaşayıp, güvenmeyi başaramadığı için günlük kaygıların cenderesinde mutsuz olan insan çıkıyor karşımıza.
Güven, özetlersek, ahlak alanında değerlerin oluşmasına, emanet ahlakının gelişmesine, bilgi alanında anlamın, gözlemin,araştırmanın kuramların ortaya çıkmasına yol açıyor. Kozmik anlamıyla, yokluktan, boşluğa, varlığına çıkışı sağlıyor.
İnsanın estetik yaşantısında da baş köşesinde duruyor. Sanatın adımları, ifade olanağı onunla geliyor. Varlıkla girişilen estetik ilişkinin ardında durarak, algılamanın, anlamanın, dile getirmenin, üretmenin, tavır almanın, eylemenin, kısaca yaşamanın tadını çıkarmasına destek veriyor insanın.
Herşeyin başı güven. Çok mu abartılı? Peki ne olmuş, güven herşeyin başı olmuş da? Ne söylüyor bize? Zaten öyle değil mi? Herşeyin başı “kaygı”i herşeyin başı “öfke”, herşeyin başı “inanç” deseydik ne olurdu? Kimi felsefe çevrelerinin kullandığı deyimle, “totoloji” mi bu söylediğim, herşeyin başı gibi bir söz mü? Güveni abartarak ele almama güveniyor musunuz?
GÜVEN YAŞANTISININ FARKLI BOYUTLARI

Güven, ruhsal yaşayışımız içinde kendini deyim yerindeyse bir kök duygu olarak gösteriyor. Duygusal yaşam onun değişik katmanları, tonları, renkleriyle yaşanıyor.
Güven, bir varoluş atılımı en derinde, çekirdek güven, temel güven zeminini oluşturuyor. Bu zeminin kırılması, çatlaması, parçalanması yaşamı olanaksız kılıyor. Güven zeminini yitirmiş bir organizma düzeninden vazgeçiyor. Varlığın hiçliğe dönmesi söz konusu değil, boşluğa düşüyor, önceki varoluş düzenini bırakıyor, dağılıyor, temel güven zeminini yitirince. Örneğin varoluş düzenini bırakıyor, dağılıyor, temel güven zeminini yitirince. Örneğin, insan bedeni ölüyor. Temel güven zeminine dayandığı sürece insan bedeni en azından “bitkisel yaşamı”nı sürdürebiliyor.
Güvenin zemin üzerinde yükselebilmesi, güven destekçileriyle gerçekleşebiliyor. Bir güven tektoniğinden söz edebiliriz. Güven katmanlarının dizilişinden. Değişik güçler tarafından değişime uğratılmalarından. Temel güven zemini üstüne, insanlarla ilişkilerimiz, eğitimimiz, deneyimlerimiz, bilgi ve görgülerimiz sonucunda güven katmanları oluşturuyoruz. Eski katmanlar ortadan kalkabiliyor, yenileri oluşabiliyor. Katmanlarda güven alanları var, tehdit altında olduğumuzda oralara kaçabiliyoruz. Güven alanları, dostlarla, arkadaşlarla, kurumlara, topluluklara bağlılıklarımızla, sahip olduğumuz toplumsal, siyasal, kültürel, ekonomik güçle pekiştirilebiliyor.
Güven yapımızı desteklemek ya da yıkmak için aklımızı, gözlem gücümüzü, ölçüm, hesap yapma yetilerimizi kullanabiliyoruz. “Neden güveniyorsun ona?” sorusunu destekleyici gerekçeler bulmak, güvenimizi ussal (akli) dayanaklara dayandırmak istiyoruz. Unutmayalım ki güven gerekçelendirmeleri, güven doğrulamaları, güven pekiştirmeleri ya da çürütmeleri, temel güven zemini ve onun üstünde bu gerekçelere güveni destekleyen katmanlar olmadan gerçekleşemez. Güvenmek, hiçliğe karşı yola çıkmaktır, güvencesizdir. Akıl elbette kullanılmalıdır, insanın anlam ve bilgi gücüdür çünkü. Aklın tam güven sağlayacağını sunmak, güven zeminini destekleyen en büyük güç olduğunu düşünmek, bence akılsızlıktır. Bununla, alışılmış anlamıyla, irrasyonalizmi, akıldışı olmayı savunduğum sanılmasın. Akıl, akılsa haddini bilir. Sınırım. Kant, göstermedi mi bize aklın sınırlarını? Akla güvenirken de ihtiyatı elden bırakmamak gerek. Biz insanın gücüne inanıyoruz. Güçsüzlüğünü, sınırlarını bilme gücüne. Çaresizliğini görüp, çare arama gücüne. Ne demiştik? Çaresizsin, o halde güveneceksin. Neye? Güvene. İnsana. Varlığa. Kendine. Ya güvenim boşa çıkarsa? Çıkabilir. Çıkmadığı sürece güveneceğiz. Yeni durumlar, yeni güven düzenlerini oluşturacak. Hiçliğe, boşluğa karşı.
Güven kök duygudur demiştik. Hemen hemen duygusal yaşantımızın her diliminde yerini alır. Bileşenlerin biri güvenin artı, eksi derecelerinden oluşmamış duygu hali, duygulanım yoktur. Güven, katmanlarının ve katmanlarındaki güven alanlarının gücü oranında bir şiddete sahiptir. (Burada şiddet, büyüklük, yoğunluk, derece anlamında!) Gerekli katmanlarının eksikliği, onda “eksi güven” diyebileceğimiz bir şiddeti oluşturur. Güvenenin şiddeti (magnitude) ne kadar? Güven dalgalanmaları, eksiden artıya değişen güven sekmelerinden, sıçramalarından, pekiştirmelerinden ya da kırılmalarından söz edebiliriz.
Kök duygu olarak, kaygıda, kaygının her türlüsünde eksi güven olarak kendini gösterir. Kuşkuda, farklı dalgalanmalarıyla vardır; öfkede de öyle, belki bir güven kırılması yol açmış olabilir öfkeye. Ağır depresyonlarda, “melankolik” diyebileceğimiz ruh durumlarında, sıkışıp kaldığımız umutsuzluk çıkmazlarında güven, eksi değerleriyle duyurur varlığını. Hınçta, nedenli nedensiz korkularda, güven etkili bileşeniyle yer alır.
Duygularımızın kökünde bulunan güvenin ayarlanması, duruma göre uygun dereceleriyle yaşanması gerekiyor. Güzel bir yaşam, güven ölçüsünün diğer duygularla birlikte uyum içine girebildiği bir yaşamdır. Çatışmaları, inişleri, çıkışlarıyla.
Hiçlikle karşılaşmayı bilmeden, güvenin temel zeminindeki boşluğa görmeden güven sağlığının gerçekleştirilebileceğini düşünüyorum. İşte çağımız insanının iki temel sorunu burada : Güven Ahlakı ve Güven Sağlığı.
Güven, hiçlikle karşılaşmayı, temelsizlikle yüzleşmeyi bilmeyen insanın başına büyük bir bela olarak çıkıyor. Bu temelsizlik özelliğinin Tanrı tanımazlıkla hiçbir ilgisi yoktur. Bizi bir nihilizme, hiçliğe de götürmez. Tanrı aranacaksa bu boşlukta aranmalıdır. Bu arayış sürekli diri kalmayı, uyanıklığı, büyük bir emeği, çalışmayı, düşünmeyi gerektirir.
Burada, belki biraz şakayla, kimi insanlık durumlarının güvenle ilişkisini birkaç sözcükle dile getirebiliriz:
Değişim : Güvenin hiçliğe açılması
Umut : Güvenin hiçliğe meydan okuması
Düşünme : Güvendeki hiçliği, hiçlikteki güveni arama.
Ölüm : Son güven
İman : Hiçliği kuşatma, avucumuza alıp güvene bağlama
Güven ahlakı, hiçlikten kaçmamayı, güvene güvenmeyi, varlığı emanet almayı, emaneti üstlenmeyi, emanetin sorumluluğunu almayı söylüyor. Elbette hiçlikle karşılaşan insanın, varlığı üstlenmesi sonucunda ulaştığı temel ilke şu oluyor : Güveni kokuşturma.
Güven sağlığı, diri, taze, sürekli yenilenen, yenilerle gittikçe hiçliğe açılan güven yaşantılarının yaşanabilme yollarını yürümeyi başarabilmekle olanaklı.
Bu birkaç sözcükle dile getirmeye çalıştıklarımın, yaşamdan örneklerle zenginleştirilmesi gerekli. Düşünce, sanat, siyaset, dinler, bilim tarihiyle.
Kokuşmamış, sağlıklı güvenlere nasıl ulaşılabilir? “Nasıl yaşamalıyız?” sorusunun bir diğer anlatımı bu soru. İnsan, güven tüketici, güveni kokuşturucusu; güveni sorumsuzluğa, kolaycılığıyla, tembelliğe, hareketsizliğe dönüştürücü bir varlık. Güven, kolayca, insanın hiçlikle karşılaşmasını engelleyici perdeler yaratabiliyor. Kör edebiliyor insanı. Sigorta güvence, teminat, emniyet arayan insan, bu arayışında, güveni tanımadığı için kolayca tuzağa düşebiliyor.
Öbür uçta, sağlıksız güvenmezlik insanı yiyip bitiriyor. Kozmik anlamından iyice kopmuş, ruhsal bir hastalık haline gelmiş güvensiz yaşantılar, alışkanlıklarla yozlaşmış kendini tazelemeyen, kokuşmuş düzenlerin içinde yaşamaktan ileri geliyor.
Güveni bilmiyoruz. Güveni. Güven, hazır buluverdiğimiz bir yaşantı değil. Güveni inşa etmek, kurmak, yapılandırmak gerekiyor.
İnsanların birbirini aldattığı, aldatmanın kurallara, “hukuk” a bağlandığı bir yaşam düzeninde, insanlar yalnızca kurallarla uğraşıyor, onlarla yaşıyor. Güvenin temel zemini, emanet ahlakı unutuluyor. Güven kokuşup yok oluyor. Yozlaşmış bir varlık ortamında, insanlar güç kullanarak, sindirerek, bunun adına da çoğu kez “uzlaşma” diyerek güven yoksulu bir yaşamın boyunduruğu altında, yaşamlarındaki boşluktan kurtulmaya çalışıyor.
Birbirini kollayarak, ihtiyatı elden bırakmayarak, anlaşmaların, sözleşmelerin yazılı yazısız yaşama kurallarının ardına saklanarak, unuttukları güveni bulmaya çabalıyorlar.
Güveni içlerinde, hiçlikle, boşlukla kesiştiği yerlerde duyabilseler, güven sağlığına, güven ahlakına kendilerini açabilseler dünyadaki yaşam daha güvenli, canlı heyecanlı, güzel, anlamlı, lezzetli olabilirdi. Daha dolu, boşluğu tatmış bir dolulukla daha dolu.
FELSEFE VE GÜVEN

Güven felsefe açısından, insanın varlıkla yüzleşmesini hiçlikle karşılaşabilmesini olanaklı kılan temel bir haldir (Stimmung!). Kendini güvenceye alma gereksinimiyle güveni unutması, bu hali yaşayamamasına yol açıyor. Bir ölçüde Heidegger felsefesi ufkunda söylediğim bu sözler, güven haline güvenemeyen insanın, karşı karşıya olduğu hiçliği ve varlığı anlayamayacağı sonucuna götürüyor beni. Heidegger’in has (eigentlich, authentic) insanı, Angst yaşantısıyla sarsılan biriydi. Angst bana, güveni tersine çevirme olarak görünüyor, bir açıdan. Angst, can sıkıntısı, kaygı, bunaltı gibi kavramlar, güven zemininin “eksikliği”, sağlıksızlığı ile ilgili. İnsan belki de güveni Angst’sız anlamayacaktı. Güvenin “görüntülerinden” biridir, Angst. İnsan, unuttuğu güveni Angst’la yakalamaya çalıştı. Angst’ın bile yaşanması için temel güven zeminine gerek vardır. İnsanın kendisini uzak, yabancı yurtsuz (unheimlich!) duyması, çağındaki güvene güvenmemesidir ki, bu onu yeni güven arayışlarının ufkuna itebilir. Yurt özlemi, güven özlemidir ki, “insanca, çok insanca”dır. Güvenin güvencesi olmadığı için, bulunduğu sanılan yurtların hepsi geçicidir, şimdiliktir, “muvakkat”tır (insanın zamansallık-zeitlichkeit-özelliği!). Novalis’in felsefeyi yurt özlemi, sıla özlemi (heimweh) olarak görmesi, güven özleminden öte bir şey değildir. Güven sürdüğü sürece güven, yol yüründüğü, yürünebildiği sürece yoldur. Özlem, kavuşması olmayan özlem, özlem olarak kalacak özlemdir.
Varlıkla hale girip, onunla dönüşerek, olarak, oluşarak, varlığın anlaşılmasında kaçınılmaz önemi olan güvenin temel bir hal olarak keşfine çalışılması, yeni güven ufuklarının aranması, gelecekteki düşüncenin temel sorunları arasında yer alıyor.
Felsefe taze güven arayışıdır. Bu anlamıyla güven sağlığı etkinliklerinden birisidir. Sorgulama duyarlılığı, kokuşmuş güveni duydukça gelişir. Sokrates, yaşadığı toplumun değerlerine elbette saygılıydı. O değerle yaratılan güven düzeninden rahatsızdı. En azından iki durumdan : Aşırı güvenin sağladığı, tembellikten doğan bilgi sanılarından ve belli bir düzene oturtulamamış karmaşık ve kargaşık düşünme ve yaşama biçimlerinden. Çağının güven yaşantısından rahatsızdı.
Felsefede kuşku, güvensizlikten, çekingenlikten, kararsızlıktan, korkaklıktan kaynaklanmıyor. Descartes, Husseil örneğinde gördüğümüz günlük yaşamın güvenine güvenmemekten, güveni diğer alanlarda, doğrusu, farklı güven alanlarında arama çabasından ortaya çıkıyor. “Çağımın güvenine güven duymuyorum. Yeni güven alanları arıyorum. Bu arayışımda gördüklerim bunlardır” diyor, felsefeci.
Elbette çağımın felsefesi, akademik sıkıştırılmışlığın, daraltılmışlığın sonucunda büyük ölçüde güven arayışını unutmuş; güveni bir takım "“ussal” (akli) kurallarla sağlayabileceğini düşünerek, güven sağlığını bozan bir yola girmiştir. Felsefenin akademik yapılanmada bir meslek haline gelmesi sonucu, felsefe-ci, öğrendiği alışkanlıklarla sorgulama, düşünme taklidi yapar olmuştur. Dayandığı güven zemini, güven katmanları onu ilgilendirmemektedir. Güvenle bir alışveriş kalmamıştır.
Bilimi izleyerek, güveni oradan alarak, dilsel, mantıksal çözümlemeler ışığında otorite olarak gördüğü düşünürlere muhakkak göndermeler yaparak ya da kendini felsefenin geçmişine gömerek soluk almaya çalışmaktadır.
Elbette felsefeyi, çağımda büyük ölçüde yaşanan biçimiyle, bir kalemde silip atmak değil amacım. Abartılarımın ayırdındayım.
Varoluşçu düşüncenin, Doğu Bilgeliği ile ilişkiye girmeye çalışan atılımların güven araştırmaları dikkat çekici, umut verici. Felsefenin bir uygulama alanına sokulup, danışmanlık göreviyle görevlendirilmesi güven ahlakını ve sağlığını göz önüne almadığımız sürece yozlaşmayı önleyemeyecektir.
Taze güven arayışlarının eksilmeyeceği umuduyla, felsefeye kokuşmamış bir güvenle bakabilmenin yollarını bulabileceğimize güveniyorum.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Ağustos 2006       Mesaj #19
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Pleiades Bilgileri
İnsan Realitesi

İNSANLIK
İnsanlık, yaşamaya evrendeki bütün varlıklarla birlikte başladı – içinde varolan her bir bireyin vasıtasıyla niyetin ortaya çıkmasıyla başladı. İnsanlık, bütün nesneler ve varlıklar evrensel kaynaktan ortaya çıkmış / yaratılmıştır – bilim bu kaynağı ‘Sıfır Noktası Enerjisi’ olarak adlandırır - bu kaynak, bütün yaşam formlarının yaratıldığı bir potansiyel enerji havuzudur. O, saf ışık kaynağıdır; Işık her şeyin başlangıç noktasıdır.

YAŞAM
Bütün yaşam, evrensel kaynakta başlar. Yaşam, ilk önce, bir deneyimi kişiselleştirmek ve yaratmak için evrensel enerjinin bir halinin niyeti ile başlar; bu deneyim madde esaslı ya da enerji esaslı (belirli bir şekli olmadan) olabilir. Şekil alma (bir forma bürünme) niyeti inşa etme işlemiyle başlar – diğer bir ifadeyle kavrama (fikir). Atomlar oluşmaya başlar ve sonuç olarak hücreler ve tamamen fiziksel formla sonuçlanırız.
Her hangi bir formdaki varoluşun amacı, basit anlamda, yaratmak ve yarattıklarımızı deneyimlemekdir. Bununla tamamlandığımızda, tamamıyla başka bir şey tasarlamaya doğru ilerleriz. Yaşayan her varlık varolmaya başladığında aklında sanat vardır. Hepimiz yaratmayı ve vasıtasıyla kendimizi ifade edebildiğimiz hayatın değişik çeşitlerdeki yapılarını inşa etmeyi çok severiz. Yaratma mutluluk (zevk) verir, ve neşe bütün yaşam formlarının amacıdır. İnsanlar bu, insana ilişkin boyutun asıl amacını unutmuş durumda. Onlar şu anda insan deneyiminden çıkıp başka bir varoluş tercihine geçmeyi yapamaz durumda. Sadece, aynı insan deneyimi döngüsünü tekrar ve tekrar yaşamakta; neler olduğunu farketmeden ve de yaşamın oluşumunu anlamadan.

YAŞAMIN KAYNAĞI OLARAK EVRENSEL KAYNAK
Yaratmanın bütün gücü fiziksel formun zekasında bulunmaktadır. Niyeti içeren fiziksel form değildir elbette (bir insan beyni mesela); formu yaratan zekadır. Zihin (akıl) adını verdiğimiz zeka.
Her bir insanın aklı, evrensel kaynağın içine yerleştirilmiştir; sonradan aklımızın seçtiği düşünceler halini alan sonsuz bir enerji deposu olan evrensel kaynağın. Zeka, insan gibi yaratıcı bir macerayı yöneten düşünceleri seçen bir bilinç halidir. Zeka sadece bir dizi düşünceyi seçmekle kalmaz, onunla ne yapacağına da karar verir. Düşünceler saklanmalı mıdır (barındırılmalı mıdır) yoksa amaçlarına hizmet ettikten sonra bırakılmalı mıdırlar? Bizim zekamız, akıl, bütün bu işlemi yönetmektedir.
Biz her zaman bu evrensel kaynağın bir parçasıyız. O, hücresel yapımızı yenilediğimiz kaynaktır. Doğadaki her şey aynı şeyi yapmaktadır. Her şey kendi zekası tarafından oluşturulmuştur. Doğada ölü olan hiçbir şey yoktur. Kaya gibi nesneler, cansız gibi görünürler; bu, yaşam ve deneyimi oluşturan sınırlı insan algısından kaynaklanır. Bir şeyin formu var ise eğer, atomik yapı niyet sayesinde birarada tutulduğu için, o canlıdır. Bozulma / Çözülme (ölüm) sürecine giren herhangi bir şey, zekası tarafından yeni bir yaradılış döngüsüne başlamaya bırakılmış demektir. Çürüme geride hiçbir orijinal şekil bırakmaz, yani doğadaki hiçbir şeyin ölü olduğu söylenemez. Çürüme / Çözülme, orijinal formun parçalanıp kaynağına geri dönüşü olarak da tercüme edilebilir.

DENEYİM
Yaşamaya niyet ettiğimiz zaman, sürekli olarak yeni hücreleri canlandırırız. Yaşamımızda ortaya çıkmasını arzu ettiğimiz diğer her şey, niyetimizle, düşüncelerimizle başlar. Evrenimizi oluşturan evrensel kaynak, düşüncelerimize, arzularımızı tasarlayarak cevap verir.
Biz insanlar, görülebilen son ürünlerimizi harici (dışsal) izdüşüm yoluyla deneyimleriz. İnsan beyni, düşünce formunda bir hologram yaratır ve biz de onu deneyimleriz. Bir sinema (film) yolculuğu, mesela, zihinde başlar ve içte değil ama dışta deneyimlenir. Çevremizdeki her şey, başka biri ya da başka bir yaşam formu tarafından yaratılmış bir hologramdır. Sinemada bir yolculuğu düşündüğümüzde, diğer insanların holografik yaratımlarıyla bir bağ kurarız ve yaratıcı ifadeyi deneyimleriz.
Olayları içsel olarak deneyimlemek, diğer zeki varlıkların tercih ettiği yaratıcı opsiyonlardır. Sadece diğer boyutlardaki varlıklar değil, burada da. Ağaçlar, çiçekler, ve bitkiler, mesela, yarattıkları deneyimleri fiziksel olarak yansıtmazlar (maddesel olarak gerçekleştirmezler). Bunun yerine, onların yoluyla ilerlemek için karşılaşmak istedikleri enerjik deneyimlere izin verirler. İnsanlar bu yöntemi, şifa amacı ile deneyimler imgeledikleri zaman kullanırlar. Sakin denizler ve çiçekli kırlar (resimleri gözünde canlandırmak) imgelemek, stresli fiziksel bedenlere huzur duygusu verebilir.

UNUTMAK
Uzun yetki verme işlemi boyunca, insanlar, bütün hayatın ve ortaya çıkışın kaynağının kendi içlerinde başladığını unuttular. Çünkü insanlar, varlıklarını dışsal olarak yansıtırlar, ve artık onlar için kendi realitelerini kendilerinin yarattıklarını görmek çok zor. Sinemaya yolculuk ile; sinema olmasaydı eğer bütün yaratıcı macerayı deneyimleyemeyeceğimize inanma eğilimindeyiz. Bu bize güçsüz olma duygusu veriyor. Çok zaman önce, anında fiziksel yapılar yaratabildiğimiz zamanları unuttuk, zihnimizi tamamen odakladığımızda, evrensel varlıklar olarak bunun bizim doğal yeteneğimiz olmasına rağmen.
Kendi realitemizi kendimizin yarattığı fikri ile bağlantı / ilişki kurmadaki yetersizlik, insan zekasınınn farklı seviyelere bölünmüş olduğu faktörü ile de birleşmiştir. Bizler artık odaklanmış varlıklar değiliz. Bu bölünmeler, insanlar kendi hayatlarının sorumluluğundan vazgeçtiklerinde ortaya çıktı. Psikologlar, aklın bölümlerini, deneyimlediğimiz realiteyi yaratan düşünceleri içeren bilinç, bilinçaltı, bilinçsizlik olarak tanımlar. Çünkü, bilinçaltımıza ve bilinçsizliğe gömdüğümüz düşüncelerimizin farkında değiliz, ayrıca hayatımız üzerindeki güçlü etkilerinin de farkında değiliz. Bilinçli düşüncelerimiz günlük realitelerimizi yaratırken (Bunu geçen her an karar verdiğimizde görüyoruz) bilinçaltı ve bilinçsizliğimiz, hayat oyunumuzun fonunu / zeminini yaratarak, kristalleşmiş olarak yatmaktadır. Şifalandırma işlemiyle, bize eski gücümüzü veren işlemle, bütün insanlar kendi hayatlarının sorumluluğunu üstlenmek zorunda. Bu zihnin her bir köşesini araştırıp düşünme mekanizmasının kontrolünü ele almak demektir. Bunu etkili bir biçimde yapmamızın tek yolu, düşüncelerimizin yansıması oldukları için, yansıtma işlemi adı da verilen, dış hallerimizi incelemekle olur.

İNSANIN TOPLU YARDIM ÇIĞLIĞI
İnsanlar kendi güçlerine sahip oldukları duygusunu kaybettiler. Bilinçsizce güçlerini dış kuvvetlere teslim ettiler, kollektif düşünme ve yaratma işlemlerini dikte eden dış güçlere. Artık insanlar seçtikleri hayatı ortaya çıkaracak gücün kendi varlıklarının merkezinde olduğunu bilmiyorlar. Ayrıca fiziksel bedenin - beyinin - bilinçli zihin olduğuna inanıyorlar. İçsel benliğin reddedilmesinin sonucunda, bu güçsüz yaşamın küçük düşürücü halinin acısını çekiyorlar. Hastalık, ölüm, vahşet, ve sosyal adaletsizlik, insan boyutunda yaşamı oluşturan trajedilere örnek teşkil ediyor.
İnsanlar yardım çığlığı attıklarında, bunu genellikle dua yoluyla yapıyorlar. Sıklıkla, dünyamıza ve onun bize sunmak zorunda olduğu güçsüzlük duygusuna olan nefretlerini, hüsranlarını ve saf korkularını, kılık değiştirmiş çaresiz yakarışlarla gönderiyorlar. Bu kollektif yardım çağrısının enerjisi, evrensel enerjide insanlık için bir yardım havuzu yaratan elektromanyetik bir çekim yaratıyor.

İNSANLIĞA DESTEK: ANDROMEDA GALAKSİSİ
İnsanlığın kollektif olarak ortaya koymuş olduğu bu yardım havuzu, belirli bir insan formu olmayan bir zekadır. Onunyerine, insan ırkının kollektif inançları tarafından yansıtılan bir enerji kütlesi ortaya çıkarmaktadır. Andromeda enerjisi insanların kötü haldeyken destek alma niyetlerinin bir ürünüdür. Bu enerji, ıssız adada kalmış birinin şişeyle denize SOS mesajı atmasıyla aynıdır. Bu enerji bedenleri, herkese ve her şeye uygulanan evrensel kanunlarınn ve insanlığın zorluklarının her ikisinin de bilgisini içerir. O, insanlık zihninin kollektif bilinçaltının başka bir alt bölümüdür. Bu bölüm, tanrısal kaynaklara yardım çağrısı yapan düşüncelerin barındırıldığı yerdir.
Biliyoruz ki bu enerji Andromeda olarak ‘kümelenmiştir’. Gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz, içimizdeki yaşamın ve zekanın yansımasından başka bir şey değildir. Gece gökyüzüne bakıp da gördüğümüz yıldız kümeleriyle dolu uzay, her bir yaşam formunun içinde varolan evrensel ‘boşluğun’ iç dünyasının yansımasıdır. Andromeda Galaksisi, dış destek sağlayan insanın bilinçaltının fiziksel ortaya çıkış halidir.

Benzer Konular

29 Nisan 2016 / Ziyaret Tıp Bilimleri
18 Mart 2012 / Misafir Cevaplanmış
22 Mart 2014 / nurugur26 Soru-Cevap