ZAMANIMIZDA MARKSİZM Lev Troçki
Bu kitap, Marx’ın ekonomik öğretisinin temellerini Marx’ın kendi sözleriyle özlü bir biçimde ortaya koymaktadır. Her şeyden önce, halen hiç kimse emek değer teorisini Marx’tan daha iyi açıklayamamıştır.
Kapital’in birinci cildinin –Marx’ın tüm ekonomik sisteminin temeli– özeti bay Otto Rühle tarafından, büyük bir dikkatle ve derin bir görev bilinciyle yapılmış. İlk elenmesi gerekenler, zamanı geçmiş örnekler ve göstergelerdi; daha sonra, bugün sadece tarihi bir ilginin konusu olabilecek yazılardan alıntılar, unutulmuş yazarlarla polemikler ve son olarak da, verili dönemi anlamaktaki önemi her ne olursa olsun, tarihi olmaktan ziyade teorik hedefler güden özlü bir açıklamada yeri olmayan sayısız belge –Parlamento Yasaları, fabrika müfettişlerinin raporları vb.– geliyordu. Aynı zamanda bay Rühle, özetin bütünlüğünü olduğu kadar bilimsel analizin gelişimindeki sürekliliği de korumak için herşeyi yaptı. Mantıksal çıkarımlar ve diyalektik düşünce geçişleri, inanıyoruz ki hiçbir noktada ihlâl edilmemiş. Bu özet, dikkatle ve ciddi olarak ele alınmayı hak ediyor. Bay Rühle okuyucuya yardımcı olabilmek için metne kısa kenar başlıkları eklemiş.
Marx’ın özellikle ilk ve en zor bölümdeki bazı muhakemeleri, yeni başlayan okura çok fazla daldan dala atlayan, kılı kırk yaran veya “metafizik” muhakemelermiş gibi gelebilir. İşin gerçeği, bu izlenim, son derece alışılmış olgulara bilimsel olarak yaklaşma alışkanlığının olmayışından kaynaklanmaktadır. Meta, gündelik varoluşumuzun öylesine her yanına sinmiş, geleneksel ve alışılmış bir parçası haline gelmiştir ki, ayakta uyuyan bizler, insanın, herhangi bir dünyevi kullanımı olmayan minnacık altın veya gümüş sikkeler karşılığında, yaşamını sürdürmek için ihtiyaç duyduğu önemli nesnelerden neden vazgeçtiği üzerine kafa patlatmayı denemeyiz bile. Mesele sadece metayla da sınırlı değil. Pazar ekonomisinin kategorilerinin (temel kavramlarının) hepsi, sanki besbelliymiş gibi, sanki insan ilişkilerinin doğal temelleriymiş gibi irdelenmeksizin kabul edilmiş görünürler. Ancak, insan emeği, hammadde, aletler, makineler, işbölümü, bitmiş ürünleri emek süreci katılımcıları arasında dağıtma zorunluluğu, vs. ekonomik sürecin gerçekleri iken, “meta”, “para”, “ücret”, “sermaye”, “kâr”, “vergi” ve benzeri böylesi kategoriler, insanların anlamadıkları ve kontrollerinde de olmayan ekonomik bir sürecin çeşitli yönlerinin kafalardaki yarı-mistik yansımalarıdırlar. Onları deşifre etmek için mükemmel bir bilimsel analiz zorunludur.
Birleşik Devletler’de, bir milyona sahip birinin bir milyon değerinde görüldüğü bu ülkede, pazar kavramları herhangi bir başka yerde olduğundan çok daha derinlere işlemiştir. Çok yakın tarihe kadar Amerikalılar ekonomik ilişkilerin doğasını anlamaya pek az çaba göstermişlerdi. En güçlü ekonomik sistemin toprağında ekonomik teori son derece kısır kalmayı sürdürdü. Ancak Amerikan ekonomisinin derinleşen mevcut krizi, kamuoyunu birden bire kapitalist toplumun temel sorunlarıyla yüz yüze getirdi. Herhangi bir olayda, ekonomik gelişimin hazırlop ideolojik yansımalarını eleştirmeksizin kabul etme alışkanlığını yenemeyen ve Marx’ın ayak izlerinden giderek, metanın esas doğasını kapitalist organizmanın temel hücresi olarak çözümleyemeyen herkes, çağımızın en önemli ve en şiddetli belirtilerini bilimsel olarak kavramaktan aciz olduğunu daima kanıtlayacaktır.
Marx’ın Yöntemi
Doğadaki nesnel tekerrürlerin kavranışı olarak bilimi inşa eden insanoğlu, kendisi için, doğaüstü güçlerle farazi ilişkiler (din) veya zaman dışı ahlâki hükümler (idealizm) biçiminde özel ayrıcalıklar yaratarak, inatla ve ısrarla kendisini bilimden dışlamaya çabaladı. Marx, insanoğluna, maddi doğanın evrim süreci içerisinde doğal bir halka; insan toplumuna, üretimin ve dağıtımın örgütü; kapitalizme de, insan toplumunun gelişiminde bir aşama gözüyle bakarak, onu bu iğrenç ayrıcalıklardan kesinkes ve sonsuza kadar mahrum etti.
Ekonominin “ebedi yasalarını” keşfetmek, Marx’ın amacı değildi. Böylesi yasaların varlığını reddetti. İnsan toplumunun gelişim tarihi, her biri kendi yasalarına uygun olarak işleyen çeşitli ekonomik sistemlerin birbirini izlemesinin tarihidir. Bir sistemden diğerine geçiş daima üretici güçlerin –yani tekniğin ve emeğin örgütlenmesinin– gelişimi tarafından tayin edilir. Belli bir noktaya kadar, toplumsal değişimler nicel karakterdedirler ve toplumun temellerini –yani hüküm süren mülkiyet biçimlerini– değiştirmezler. Ancak, ne zaman ki, olgunlaşan üretici güçlerin artık eski mülkiyet biçimlerine sığmadığı bir noktaya ulaşılır; ardından, toplumsal düzende sarsıntıların eşlik ettiği radikal bir değişim gelir. Kölelik ilkel komünün yerini aldı veya onu tamamladı; serflik kendi feodal üstyapısıyla birlikte köleliğin yerini aldı; şehirlerin ticari gelişimi, Avrupa’ya on altıncı yüzyılda –takiben birçok aşamadan geçen– kapitalist düzeni getirdi. Marx
Kapital’inde genel olarak ekonomiyi değil, kendi özgül yasalarına sahip olan kapitalist ekonomiyi irdeler. Diğer ekonomik sistemlere, kapitalizmin özelliklerini aydınlatmak için sadece geçerken değinir.
İlkel köylü ailesinin kendine yeterli ekonomisi, bir “politik ekonomi”ye ihtiyaç duymaz, çünkü bir yandan doğa güçlerinin, diğer yandan geleneklerin egemenliği altındadır. Yunanlıların ve Romalıların köle emeğine dayanan kendi içine kapalı doğal ekonomileri, köle sahiplerinin, “plan”ı doğrudan doğa ve alışkanlıklar tarafından belirlenen iradesi tarafından yönetiliyordu. Aynı şey Ortaçağ devletiyle onun köylü serfleri için de söylenebilir. Tüm bu örneklerde ekonomik ilişkiler ilkel kabalıkları içinde açık ve şeffaftırlar. Ancak çağdaş toplumun durumu tümüyle farklıdır. O, tüm eski kendi içine kapalı bağlantıları ve miras kalan emek biçimlerini yıktı. Yeni ekonomik ilişkiler şehirleri ve köyleri, eyaletleri ve ulusları birbirine bağladı.
İşbölümü, gelenek ve alışkanlıkları paramparça ederek tüm gezegeni sardı, bu ilişkiler kendilerini belirli bir plana göre oluşturmadı, tersine insan bilinci ve önsezisinden ayrı olarak oluştu ve sanki insanın çok gerisindeymiş gibi göründü. İnsanların, grupların, sınıfların, ulusların, işbölümünden doğan karşılıklı bağımlılığı hiç kimse tarafından yönetilmedi veya idare edilmedi. İnsanlar, kim olduklarını bilmeksizin, onların ihtiyaçları hakkında bilgi edinmeksizin diğerleri için çalışırlar. Ve bunu genel olarak, ilişkilerinin nasıl olsa kendilerini bir düzene sokacağı umudu ve hatta güveniyle yaparlar ya da daha ziyade yapma alışkanlığındadırlar.
Kapitalist toplumun tekerrürlerinin nedenlerini, bu toplumun üyelerinin öznel bilincinde –niyet veya planlarında– aramak düpedüz imkânsızdır. Kapitalizmin nesnel tekerrürleri, bilim onun hakkında ciddi olarak düşünmeye başlamadan önce formüle edilmişti. Bugüne kadar da insanların büyük çoğunluğu kapitalist ekonomiye hükmeden yasalar hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Marx’ın yönteminin tüm gücü, ekonomik olgulara, belirli insanların öznellikleri açısından değil, tam da deneyci bir doğa bilimcisinin bir arı kovanına ya da karınca yuvasına yaklaştığı gibi, bir bütün olarak toplumun nesnelliği açısından yaklaşmasındadır.
Ekonomi bilimi için belirleyici önemi olan şey, insanların neyi nasıl yaptığıdır, kendilerinin kendi eylemleri hakkında ne düşündükleri değil. Toplumun kökeninde yatan din ve ahlâk değil, emek ve doğadır. Marx’ın yöntemi materyalisttir, çünkü varlıktan bilince ilerler, başka bir yoldan değil. Marx’ın yöntemi diyalektiktir, çünkü doğaya ve topluma, evrimleri içinde ve evrimin kendisine de, karşıt güçlerin süre giden mücadelesi olarak bakar.
Marksizm ve Resmi Bilim
Marx’ın öncelleri vardı. Klasik politik ekonomi –Adam Smith, David Ricardo– en verimli dönemine, kapitalizm eskimeden, henüz yarınlarından korku duymaya başlamadan önce ulaştı. Marx, her iki büyük klasikçiye de çok derin minnettarlığının eksiksiz bir saygısını gösterdi. Yine de, klasik ekonominin temel hatası, kapitalizmi, toplumun gelişiminde yalnızca tarihsel bir aşama olarak değil, insanlığın her zamanki normal yaşayış biçimi olarak görmesiydi. Marx, bu politik ekonominin eleştirisiyle işe başladı, onun hatalarının yanı sıra kapitalizmin çelişkilerini de sergiledi ve çöküşünün kaçınılmazlığını gösterdi. Rosa Luxemburg’un tam da yerinde gözlemlediği gibi, Marx’ın ekonomik öğretisi klasik ekonominin çocuğudur, doğumu annesinin yaşamına malolan bir çocuk.
Bilim, dış etkilere kapalı bir okul çalışmasında değil, kanlı-canlı toplumda amacına ulaşır. Toplumu parçalara ayıran çıkar ve tutkular, bilimin –özelikle politik ekonominin, zenginlik ve yoksulluğun biliminin– gelişimi üzerinde de etkilerini gösterir. İşçilerin kapitalistlere karşı mücadelesi, burjuvazinin teorisyenlerini, sömürü sisteminin bilimsel analizine sırtlarını dönmeye ve kendilerini ekonomik olguların salt tanımlanmasıyla, ekonomik geçmişin incelenmesiyle oyalamaya, ve çok daha kötüsü, kapitalist rejimi temize çıkarma amacında olduklarından olguları büsbütün çarpıtmaya zorladı. Bugünlerde resmi eğitim kurumlarında okutulmakta olan ve burjuva basında da vaaz edilen ekonomik doktrin, önemli olgusal materyallerin kıtlığını çekmemektedir, ama yine de bir bütün olarak ekonomik süreci kavramakta ve onun yasalarını ve perspektiflerini keşfetmekte düpedüz yetersizdir, üstelik bunu yapmaya niyeti de yoktur. Resmi politik ekonomi ölmüştür. Kapitalist toplumun gerçek bilgisi ancak Marx’ın
Kapital’i aracılığıyla elde edilebilir.
Emek Değer Yasası
Çağdaş toplumda insanın temel ilişkisi mübadeledir. Mübadele sürecine giren her emek ürünü meta haline gelir. Marx, incelemesine meta ile başladı ve kapitalizmin bu temel hücresinden, insan iradesinden bağımsız bir şekilde kendisini nesnel olarak mübadele temelinde biçimlendiren toplumsal ilişkileri çıkarttı. Temel bilmecenin –herkesin kendisini düşündüğü ve kimsenin kimseyi düşünmediği kapitalist toplumda, yaşam için vazgeçilmez olan ekonominin çeşitli dallarının nispi oranlarının nasıl oluştuğu– çözülmesi, sadece bu yolun takip edilmesiyle mümkün olabilir.
İşçi emek gücünü satar, çiftçi ürettiğini pazara götürür, tefeci banker borç verir, dükkâncılar bir mal türünü satar, sanayici bir fabrika kurar, spekülatör bono ve senet alıp satar; her birinin ücret veya kâr hakkında kendi tasarımları, kendi özel planları, kendi kaygıları vardır. Bununla birlikte, bu bireysel uğraşılar ve eylemler kaosundan belli bir ekonomik bütün doğar. Doğrudur, bu bütün uyumlu değil çelişkilidir, ama yine de topluma sırf varolma olanağını değil, aynı zamanda gelişme olanağını da sunar. Bu, her şeyden önce, kaosun pek de kaos olmadığı, eğer bilinçli olarak değilse bile bir şekilde otomatik olarak düzenlendiği anlamına gelir. Ekonominin pek çok yönünü göreli bir denge durumuna getiren mekanizmayı anlamak, kapitalizmin nesnel yasalarının keşfedilmesi demektir.
Açıkçası, kapitalist ekonominin çeşitli alanlarına –ücretler, fiyat, toprak, rant, kâr, faiz, kredi, borsa– hükmeden yasalar, sayısız ve karmaşıktır. Ancak son tahlilde, Marx’ın bulduğu ve sonuna kadar dikkatle incelediği tek bir yasaya indirgenirler; gerçekte kapitalist ekonominin temel düzenleyicisi olan emek-değer yasasına. Bu yasanın anlamı basittir. Toplumun elinin altında belirli bir canlı emek gücü rezervi vardır. Bu güç, doğaya uygulandığında insan ihtiyaçlarının giderilmesi için gerekli ürünleri üretir. Bağımsız üreticiler arasındaki işbölümünün sonucu olarak, ürünler meta halini alır. Metalar bir diğer metayla, belirli bir oran karşılığında, başlangıçta dolaysız olarak ve en sonunda da altın veya gümüş aracılığıyla mübadele edilirler. Belirli bir ilişki içerisinde onları bir diğerine eşit kılan, metaların temel özelliği, onlara harcanan insan emeğidir; soyut emek, genel olarak emek. İşte bu insan emeği, değerin ölçüsü ve temelidir. Milyonlarca dağınık üretici arasındaki işbölümü toplumun dağılmasına yol açmaz, çünkü metalar onlara harcanan toplumsal olarak gerekli emek zamanına göre mübadele edilirler. Mübadele sahası olarak pazar, metaları kabul veya reddederek, onların kendi içlerinde toplumsal olarak gerekli emeği içerip içermediklerine karar verir, böylece toplum için gerekli çok çeşitli metaların oranlarını ve sonuç olarak da emek gücünün çeşitli işkollarına göre dağılımını belirler.
Pazarın gerçek işleyişi, burada sadece birkaç satırla ortaya konulandan karşılaştırılmaz ölçüde daha karmaşıktır. Bu nedenle, emek değeri etrafında salınan fiyatlar önemli ölçüde değerlerinin altında ve üstünde dalgalanırlar. Bu dalgalanmaların nedenleri Marx tarafından, “bir bütün olarak değerlendirilen kapitalist üretim süreci”ni tasvir eden
Kapital’in üçüncü cildinde tam olarak açıklanmıştır.
Bununla birlikte, tekil durumlarda metaların fiyatları ile değerleri arasındaki farklılık ne kadar büyük olursa olsun, tüm fiyatların toplamı tüm değerlerin toplamına eşittir, çünkü son tahlilde sadece insan emeği tarafından yaratılmış olan değerler toplumun hizmetindedir ve fiyatlar, tröstlerin tekel fiyatları da dahil, bu sınırlamayı kıramazlar; emeğin yeni bir değer yaratmadığı yerde, Rockefeller bile hiçbir şey elde edemez.
Eşitsizlik ve Sömürü
Peki metalar diğer metalarla içerdikleri emek miktarına göre mübadele ediliyorlarsa, eşitlikten eşitsizlik nasıl doğuyor? Marx bu bilmeceyi, tüm diğer metaların kökeninde yatan metalardan birinin, yani emek gücünün özgün doğasını sergileyerek çözdü. Üretim araçlarının sahibi, kapitalist, emek gücünü satın alır. Tüm diğer metalar gibi, ona da içerdiği emek miktarına göre, yani işçinin yeniden üretimi ve yaşamını devam ettirmesi için gerekli geçim araçları kadar değer biçilir. Ancak bu metanın –emek gücünün– tüketimi çalışmaktan, yani yeni değerler yaratmaktan ibarettir. Bu yeni değerlerin miktarı işçinin kendisinin aldığından ve kendisine bakmak için harcadığından daha fazladır. Kapitalist emek gücünü onu sömürmek için alır. Eşitsizliğin kaynağı olan şey de bu sömürüdür.
Marx, ürünün, bizzat işçinin varlığını korumaya giden kısmını, gerekli-ürün olarak adlandırdı; işçinin bunun üzerinde ürettiği kısım ise artı-üründür. Artı-ürün köle tarafından üretilmek zorundaydı, aksi halde köle sahibi hiçbir köleyi elinde tutmazdı. Artı-ürün serf tarafından üretilmek zorundaydı, aksi halde serfliğin arazi sahibi efendiler için hiçbir yararı olmazdı. Artı-ürün, aynı şekilde, çok daha büyük ölçüde, ücretli işçi tarafından üretilmektedir, aksi taktirde kapitalist, emek gücünü satın alma gereksinimi duymazdı. Sınıf mücadelesi artı-ürün için verilen mücadeleden başka bir şey değildir. Artı-ürüne sahip olan durumun hakimidir; zenginliğe sahiptir, devlete sahiptir, kilisenin, mahkemenin, bilimin ve sanatın anahtarını elinde tutar.
Rekabet ve Tekel
İşçileri sömüren kapitalistlerin kendi aralarındaki ilişkiler, uzun zamandır kapitalist gelişimin ana zembereği işlevini gören rekabet tarafından belirlenir. Büyük teşebbüsler, küçükler üzerinde teknik, mali, örgütsel, ekonomik ve en sonu –ancak en önemsizi değil– politik avantajların keyfini sürerler. Sermaye büyüdükçe, daha büyük sayılardaki işçileri sömürme imkânına kavuşarak, kaçınılmaz olarak yarışmadan muzaffer olarak çıkar. Sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme sürecinin değişmez temelidir bu.
Rekabet, tekniğin ilerici gelişimini teşvik ederken, sadece orta katmanları değil, aynı zamanda kendisini de tedricen tüketir. Küçük ve orta kapitalistlerin cesetleri ve yarı-cesetleri üzerinde, her zamankinden daha güçlü, hep daha azalan sayıda kapitalist lordlar yükselir. Böylece, “dürüst”, “demokratik”, “ilerici” rekabet, “zararlı”, “asalak”, “gerici” tekeli kaçınılmaz olarak büyütür. Tekel, egemenliğini geçen yüzyılın seksenli yıllarında dayatmaya başladı ve kesin şeklini bu yüzyıla geçerken aldı. Şimdiyse tekelin zaferi burjuva toplumun en resmi temsilcileri tarafından açıkça onaylanmaktadır. Birleşik Devletler’in ilk Başsavcısı bay Homer S. Cummings, rekabetin engelleyici bir etki olarak derece derece kaybolduğundan ve pek çok alanda sadece “bir zamanlar varolan koşulların hayal meyal bir hatırlatıcısı” olarak varolduğundan şikayet ediyor. Ama Marx, teşhisi esnasında, tekeli ilkin kapitalizmin tabiatında varolan eğilimlerden türettiğinde, burjuva dünyası henüz rekabete doğanın ebedi bir yasası olarak bakıyordu.
Rekabetin tekel tarafından bertaraf edilmesi, kapitalist toplumun dağılmasının başlangıcına işaret eder. Rekabet kapitalizmin yaratıcı zembereği ve kapitalistin de tarihsel aklanışıdır. Rekabetin bertaraf edilmesi de aynı şekilde, borsacıların toplumsal parazitlere dönüşümüne işaret eder. Rekabet, belirli özgürlüklere, liberal bir atmosfere, demokratik bir rejime, bir ticari kozmopolitlik rejimine sahip olmak zorundaydı. Tekel ise mümkün olduğu kadar otoriter bir hükümete, gümrük duvarlarına, “kendine ait” hammadde kaynaklarına ve pazar alanlarına (sömürgeler) ihtiyaç duyar. Tekelci sermayenin dağılmasındaki son söz faşizmdir.
Zenginliğin Yoğunlaşması ve Sınıf Çelişkilerinin Büyümesi
Kapitalistler ve onların savunucuları, zenginliğin yoğunlaşmasının gerçek boyutlarını vergi memurlarının gözlerinden olduğu kadar halkın gözlerinden de her yolla saklamayı deniyorlar. Her şey meydanda olmasına rağmen, burjuva basın hâlâ kapitalist yatırımın “demokratik” dağılımı hayalini sürdürmeye çalışıyor.
New York Times, Marksistleri yalanlayarak üç ilâ beş milyon arasında ayrı işveren olduğuna işaret ediyor. Doğru, anonim ortaklıklar, üç ilâ beş milyon ayrı işverenden daha büyük sermaye yoğunlaşmasını temsil ediyor, yine de Birleşik Devletler’de “yarım milyon tüzel kişilik” vardır. Yığınsal toplamlarla ve ortalama sayılarla bu çeşit bir oyalanmaya, olguları oldukları gibi ifşa etmek için değil, onların üstünü örtmek için başvurulmaktadır.
Savaşın başlangıcından 1923’e kadar, Birleşik Devletler’deki fabrika ve işletmelerin endeks göstergesi 100’den 98,7’ye düşerken sanayi üretiminin ağırlığı 100’den 156,3’e yükselmiş. Herkesin zenginleşir göründüğü sansasyonel refah dönemi (1923-1929) sırasında bile, üretim 100’den 113’e yükselirken, kuruluşların sayısı 100’den 93,8’e düştü. Ticari kuruluşların hantal maddi gövdelerini birleştirerek yoğunlaşması, ruhlarının, yani mülkiyetin yoğunlaşmasının henüz çok gerisindedir. 1929’da Birleşik Devletler gerçekten de,
New York Times’ın doğru gözlemlediği gibi 300.000’den fazla tüzel kişiliğe sahipti. Ancak eklemek gerekir ki, bunların 200 tanesi, yani tüm sayının yüzde 0,07’si tüm tüzel kişiliklerin mal varlığının doğrudan doğruya yüzde 49,2’sini kontrol ediyordu, dört yıl sonra bu oran çoktan yüzde 56’ya yükselmişti ve Roosevelt’in yönetimi boyunca daha da yükseldiği şüphe götürmez. Önde gelen bu 200 tüzel kişilik içinde gerçek egemenlik küçük bir azınlığa aittir. 1937 Şubatında bir Senato komitesi, geçen yirmi yıl boyunca en büyük tüzel kişiliklerin on iki tanesinin kararlarının, Amerikan endüstrisinin büyük bir kesimi için direktif anlamına geldiğini ortaya çıkardı. Bu tüzel kişiliklerin yönetim kurullarının başkanlarının sayısı, cumhuriyet hükümetinin yürütme kolu olan Birleşik Devletler Başkanının kabinesinin üye sayısı ile aynıdır. Ancak yönetim kurullarının bu başkanları, kabine üyelerinden karşılaştırılamaz ölçüde daha güçlüdür.
Aynı süreçler banka ve sigorta sistemlerinde de gözlemlenebilir. Birleşik Devletler’deki sigorta şirketlerinden en büyük beşi, yalnızca diğer şirketleri değil, pek çok bankayı da yuttu. Bankaların toplam sayısı, en çok sözde “birleşmeler” biçiminde, işin aslında ise yutularak azaltıldı. Cirolar büyük bir hızla artıyor. Bankaların üzerinde süper-bankalar oligarşisi yükseliyor. Banka sermayesi, sanayi sermayesiyle, mali süper-sermaye içinde kaynaşıyor. Sanayi ve bankaların yoğunlaşmasının yüzyılın son çeyreğindeki hızla ilerleyeceği bile kabul edilse –işin gerçeği, yoğunlaşma temposu yükseliştedir– hemen önümüzdeki çeyrek yüzyıl sürecinde, tekeller, geriye dulun kefen parasından başka pek bir şey bırakmayarak tüm ülke ekonomisini kendi ellerinde toplayacaklardır.
Burada Birleşik Devletler’in istatistiklerine başvurulmasının nedeni, sadece daha kesin ve daha çarpıcı oldukları içindir. Aslında yoğunlaşma süreci uluslararası niteliktedir. Kapitalizmin çeşitli aşamaları boyunca, konjonktürel döngü evrelerinden, her tür politik rejimden, barış dönemlerinden olduğu kadar silahlı çatışma dönemlerinden de geçerek, tüm büyük servetlerin giderek daha az sayıda elde yoğunlaşması süreci devam etti ve bitmeksizin sürecek de. Büyük Savaş yılları sırasında, uluslar kan içinde can çekişirken, burjuvazinin tüm politik aygıtı ulusal borçların ağırlığı altında ezilmiş yatarken, hazine sistemleri orta sınıfları da peşinden sürükleyerek uçuruma yuvarlanmışken, tekeller bu kan ve pisliğin içinden eşi görülmemiş kârlar elde ediyorlardı. Birleşik Devletler’in en güçlü şirketleri mal varlıklarını savaş yılları sırasında ikiye, üçe, dörde ve hatta daha da fazlasına katladılar ve kâr hisselerini yüzde 300, 400, 900 ve daha fazla arttırdılar.
1840’ta,
Komünist Parti Manifestosu’nun Marx ve Engels tarafından yayınlanmasından sekiz yıl önce, ünlü Fransız yazarı Alexis de Tocqueville, kitabında Amerika’daki demokrasi üzerine şöyle yazıyordu: “Büyük zenginlik kaybolma eğiliminde, küçük servetlerin sayısı artıyor”. Bu düşünce sayısız kez tekrarlandı, ilk başlarda referans Birleşik Devletler’di, sonraları buna diğer genç demokrasiler, Avustralya ve Yeni Zelanda da katıldı. Şüphesiz, de Tocqueville’in düşüncesi kendi zamanında da zaten yanlıştı. Buna rağmen, zenginliğin gerçek yoğunlaşması, ancak de Tocqueville’in hemen arifesinde öldüğü Amerikan İç Savaşının sonrasında başladı. Yaşadığımız yüzyılın başında, Amerikan nüfusunun yüzde ikisi tüm ülke zenginliğinin yarısından fazlasına sahipti; 1929’da ise aynı yüzde iki ulusal zenginliğin beşte üçüne sahipti. Aynı zamanda 36.000 zengin aile, 11.000.000 orta halli ve fakir aileden daha büyük gelire sahipti. 1929-1933 krizi sırasında tekelci kuruluşların hayır kurumlarına yalvarmaya ihtiyacı yoktu, tam tersine onlar ulusal ekonominin genel düşüşünün üzerinde, hiçbir zaman olmadığı kadar yükseklere çıktılar. Sanayinin ağır aksak canlanışı sırasında, tekeller,
New Deal pastasının üstündeki kremanın yine oldukça yüklü kısmını sıyırdılar. İşsizlerin sayısı en iyi durumda 20.000.000’dan 10.000.000’a düştü; aynı zamanda kapitalist toplumun üst kabuğu –6000 yetişkinden fazla değildir– inanılmaz kârlar elde etti; Avukat General Robert H. Jackson’ın, Anti-Tröst Genel Yardımcı Vekili olarak görevde kaldığı süre boyunca rakamlarla kanıtladığı şey tam da budur.
Bilgiç insaflılığından dolayı daha ziyade tutucu bir ekonomist olan Ferdinand Lunberg, bir hayli karışıklık yaratan kitabında şöyle yazıyor: “Birleşik Devletler bugün, nispeten daha az mal varlığına sahip doksandan az aile tarafından desteklenen, en zengin altmış ailenin hiyerarşisinin sahipliği ve egemenliği altındadır”. Belki buna bir üçüncü olarak, yıllık geliri yüz bin doların üzerinde olan bir diğer üç yüz elli aile eklenebilir. Burada asıl egemen konum, yalnızca pazara değil, ancak hükümetin tüm kademelerine de hakim olan altmış ailelik ilk gruba aittir. Onlar gerçek hükümettir, “dolar demokrasisinde paranın hükümeti.”
Böylece “tekelci kapitalizm” soyut kavramı bizim açımızdan ete kemiğe bürünmüş oluyor. Bunun anlamı, seçkin bir kapitalist oligarşiye ortak çıkar ve akrabalık bağlarıyla bağlı bir avuç ailenin, büyük bir ulusun ekonomik ve politik kaderini elinden aldığıdır. Teslim edilmelidir ki, Marksist yoğunlaşma yasası mükemmel bir şekilde işlemiştir!
Marx’ın Öğretisinin Modası Geçti mi?
Rekabet, zenginliğin yoğunlaşması ve tekel sorunları, doğal olarak, günümüzde Marx’ın ekonomi teorisinin –örneğin, Adam Smith’in teorisi gibi– sadece tarihsel bir merak konusu mu olduğu, yoksa güncel önemini taşımaya devam mı ettiği sorusunu gündeme getiriyor. Bu soruya verilecek cevabın ölçütü basittir: Eğer teori gelişimin rotasını doğru bir biçimde kestirebiliyor ve geleceği öngörebiliyorsa, isterse binlerce yıl yaşında olsun, zamanımızın en ileri teorisi olarak kalır.
Kariyerinin başlangıcında bir Marksist olan, ancak sonrasında Marx’ın öğretisinin en devrimci yanlarını, özellikle de burjuvazi açısından en yenmez yutulmaz olanları revize eden ünlü Alman iktisatçı Werner Sombart, kariyerinin sonlarında, 1928’de, Marx’ın
Kapital’ine, birçok dile çevrilen ve burjuvazinin ekonomik savunusunun belki de günümüzdeki en bilinen dışavurumu olan kendi
Kapitalizm’i ile karşılık verdi.
Kapital’in yazarının inançlarına duyduğu platonik minnettarlık borcunu ödedikten sonra Sombart şöyle yazıyor: “Karl Marx’ın kehanetleri şunlardır: İlkin, ücretli emekçilerin artan sefaleti; ikincisi, zanaatkâr ve köylü sınıfının yok oluşuyla birlikte genel ‘yoğunlaşma’; üçüncüsü, kapitalizmin felâketvari çöküşü. Buna benzer hiçbir şey gerçekleşmedi.” Bu yanlış teşhisin karşısına Sombart kendi “kesin bilimsel” teşhisini koyuyor. Ona göre, “Kapitalizm, kendisini –çoktan dönüştürmeye başladığı yönde– içsel olarak dönüştürmeye devam edecek, doruk noktasında, yaşlandıkça, giderek daha sakin, daha ağır başlı, daha makul hale gelecektir.” En azından temel çizgi itibariyle, şu ikisinden hangisinin haklı olduğunu saptamaya çalışalım; felâket teşhisi ile Marx mı, yoksa tüm burjuva ekonomisi adına işlerin “sakin, ağırbaşlı, makul” halledileceğini vaat eden Sombart mı? Okuyucu, sorunun dikkate değer olduğuna katılacaktır.
Artan Sefalet Teorisi
Marx, Sombart’tan altmış yıl önce, “bir kutupta zenginliğin birikimi” diyordu, “böylece, aynı zamanda, zıt kutupta, yani sermaye biçimindeki ürünü üreten sınıfın tarafında, sefaletin, çalışma ıstırabının, köleliğin, cehaletin, yabaniliğin, zihinsel gerilemenin birikimidir”. Marx’ın bu tezi, “artan sefalet teorisi” adı altında, özellikle 1896-1914 döneminde kapitalizmin hızla geliştiği ve işçilere, özellikle de onların üst tabakalarına belirli tavizler verdiği sırada aralıksız saldırılara konu olmuştu. Dünya Savaşından sonra, kendi cinayetlerinden ve Ekim Devriminden korkan burjuvazi, enflasyon ve işsizlik tarafından aynı anda bir paçavraya dönüştürülen toplumsal reformlar ilân etme yolunu tuttuğu zaman, kapitalist toplumun ilerici dönüşümü teorisi reformculara ve burjuva profesörlerine tamamen güvencelenmiş göründü. 1928’de Sombart bizi temin ediyordu ki, “ücretli emeğin satın alma gücü, kapitalist üretimin genişlemesi ile doğru orantılı olarak artmıştır.”
İşin aslı, emekçilerin belli bir tabakasının yaşam standartlarında bazen oldukça geniş ölçülere varan yükselişin, proletaryanın ulusal gelirden aldığı payın düşüşünü dikkatsiz gözlerden sakladığı kapitalist gelişimin en müreffeh dönemleri boyunca, proletarya ile burjuvazi arasındaki ekonomik çelişki ağırlaşmıştır. Bu nedenle, tam da durgunluğa sürüklenmesinden hemen önce Birleşik Devletler’in sanayi üretimi, 1920 ve 1930 yılları arasında yüzde 50 artarken ücretlere ödenen toplam sadece yüzde 30 artıyordu. Bu, Sombart’ın vaatlerine rağmen ulusal gelirde emeğin payının muazzam ölçüde düştüğü anlamına gelir. 1930’da işsizlikte hayra alamet olmayan bir artış baş gösterdi ve 1933’te, ücretler biçiminde kaybetmiş olduklarının ancak yarısından biraz fazlasını yardım biçiminde alan işsizlere, hemen hemen sistematik bir yardım yapılmaya başlandı. Tüm sınıfların kesintisiz “ilerlemesi” hayalinin zerresi bile kalmadı. Kitlelerin yaşam standartlarının göreli düşüşünün yerini mutlak düşüş aldı, önce yarım yamalak eğlencelerinden başlayan işçiler, sonra giyeceklerinde ve sonra da yiyeceklerinde kesintiye gittiler. Orta kalitedeki ürün ve eşyaların yerini kalitesiz olanlar ve kalitesizlerin de yerini en kötüleri aldı. Sendikalar, hızla aşağı inen bir yürüyen merdivene sımsıkı yapışmış bir adama benzemeye başladılar.
Dünya nüfusunun yüzde altısına sahip Birleşik Devletler, dünya zenginliğinin yüzde kırkını elinde tutar. Halen, nüfusun üçte biri, Roosevelt’in kendisinin de kabul ettiği gibi, yeterince beslenememekte, giyinememekte ve insanlık dışı koşullarda yaşamaktadır. Öyleyse çok daha az ayrıcalıklı ülkelere ne demeli? Son savaştan beri kapitalist dünya tarihi, söylenegeldiği haliyle “artan sefalet teorisini” çürütülemeyecek şekilde doğrulamıştır. Toplumun sosyal kutuplaşmasındaki artış bugün yalnızca bütün ehil istatistikçiler tarafından değil, aritmetiğin basit kurallarını hatırlayan her devlet adamı tarafından da itiraf ediliyor.
Kapitalizmin yozlaşması, proletaryanın yaşam standardındaki bir yükselişe dair hayalleri sürdürme olanağını tamamen yok ettiği zaman, emperyalist kapitalizmin doğasında varolan gerilemenin ve gericiliğin sadece en son sınırına indirgenmiş hali olan faşist rejim kaçınılmaz hale gelir. Faşist diktatörlük, daha zengin emperyalist demokrasilerin halen gizlemeye çalıştıkları yoksullaşma eğiliminin açık itirafıdır. Mussolini ve Hitler’in Marksizme böylesine kesin bir nefretle zulmetmesi, tam da onların rejiminin Marksist kehanetin en dehşet verici kanıtı olmasındandır. Göring, cellât edasıyla ve kendine özgü bir soytarılıkla, silahların tereyağından daha önemli olduğunu açıkladığında veya Cagliostro-Casanova-Mussolini İtalyan işçilerine kara gömleklerinin üzerindeki kemerlerini daha da sıkmayı öğrenmeleri tavsiyesinde bulunduğunda, uygar dünya öfkeden kudurmuş ya da kendisine bu süsü vermişti. Ancak, emperyalist demokrasilerde de özü itibariyle aynı şeyler yaşanmıyor mu? Tereyağı her yerde silahları yağlamak için kullanılır. Fransa’nın, İngiltere’nin ve Birleşik Devletler’in işçileri, kara gömlekleri olmaksızın kemerleri sıkmayı öğreniyorlar. Dünyanın en zengin ülkesinde milyonlarca işçi, federal, devlet, belediye veya özel hayır kurumları hesabına yaşayan sefillere dönüştü.
Yedek İşçi Ordusu ve İşsizlerin Yeni Alt-Sınıfı
Yedek sanayi ordusu da, fabrika depolarındaki hammadde ve makine stoku veya mağazalardaki mamul madde stoku kadar kapitalizmin toplumsal mekanizmasının vazgeçilmez bir bileşenini oluşturur. Yedek bir emek gücü olmaksızın, ne üretimin genel genişlemesi, ne de sermayenin sınai döngülerin gelgitlerine uyarlanması mümkün olurdu. Marx, kapitalist gelişimin genel eğiliminden –sabit sermayenin (makine ve hammaddeler) değişken sermaye (emek gücü) pahasına artışı– şu sonuca ulaşıyordu: “Toplumsal zenginlik ne kadar büyürse; yedek sanayi ordusu da o kadar büyür; pekişmiş bir artı-nüfus kitlesi de o kadar büyür; resmi yoksulluk da o kadar büyür. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır.”
“Artan sefalet teorisi”ne ayrılmaz bağlarla bağlı olan ve uzun yıllar boyunca “abartılmış”, “maksatlı” ve “demagojik” olarak suçlanan bu tez, şimdi, olguların oldukları haliyle teorik tasviri haline gelmiştir. Mevcut işsizler ordusuna artık bir “yedek ordu” gözüyle bakılamaz, çünkü onun asli kütlesi artık işe dönmek için hiçbir umut besleyemez: tam tersine, eklenen işsizlerin kesintisiz akışı tarafından şişirilmeye mahkûmdur. Dağılmakta olan kapitalizm daha önce hiçbir işe sahip olmamış ve olma umuduna da sahip olmayan tüm bir genç insan kuşağını beraberinde getirdi. Proletarya ve yarı-proletarya arasındaki bu yeni alt-sınıf, toplum pahasına yaşamaya zorlanıyor. Dokuz yıl boyunca (1930-1938) işsizliğin, 43.000.000’dan fazla iş-yılını Birleşik Devletler ekonomisinin dışına attığı tahmin edilmektedir. 1929 yılında, refahın doruğunda, Birleşik Devletler’de iki milyon işsizin olduğu ve bu dokuz yıl süresince potansiyel işçilerin sayısının beş milyona çıktığı göz önüne alındığında, kayıp iş-yılı karşılaştırılamayacak kadar yüksek olmalıdır. Böylesi bir veba tarafından tahrip edilen toplumsal rejim ölümcül derecede hastadır. Bu illetin doğru teşhisi, seksen yıl kadar önce, henüz hastalığın kendisi sadece tohum halindeyken yapılmıştı.
Orta Sınıfların Gerilemesi
Sermayenin yoğunlaşmasını sergileyen rakamlar böylece göstermektedir ki, küçük mülkler büyükler tarafından bütünüyle yutulurken ya da katlanılmaz bir çalışmanın ve ümitsiz bir yoksulluğun basit bir simgesi haline gelerek küçültülürken ve bağımsızlıklarından mahrum edilirken, orta sınıfların üretimdeki özgül ağırlığı ve ulusal gelirden aldıkları pay sürekli olarak gerilemiştir. Aynı zamanda, kapitalizmin gelişimi, teknisyenler, yöneticiler, hizmetliler, kâtipler, avukatlar, doktorlar, vs. –tek kelimeyle sözde “yeni orta-sınıflar”– ordusunda gözle görülür bir artış yaratmış görünüyor, bu doğru. Ancak zaten gelişimi Marx için bile bir sır olmayan bu tabakanın, kendi üretim araçlarının mülkiyetinde somut bir ekonomik bağımsızlık garantisine sahip olan eski orta sınıflarla ortak noktası pek yoktur. “Yeni orta sınıf”, büyük ölçüde amiri durumunda olduğu işçilere göre kapitalistlere çok daha doğrudan bağımlıdır, üstelik onun saflarında da, toplumun gözünde itibardan düşmesinin kötü sonuçlarının yanı sıra hatırı sayılır bir aşırı üretim dikkati çekmektedir.
Daha önce andığımız Genel Başsavcı Homer S. Cummings kadar Marksizme uzak olan biri, “güvenilir istatistiksel bilgiler, pek çok sınai birimin tamamen yok olduğunu ve yaşanılanın, küçük işadamının Amerikan yaşamında bir faktör olarak adım adım tasfiyesi olduğunu göstermektedir” diyor.
Ancak, pek çok selefleri ve halefleri arasından Sombart, yine de, Marx’a rağmen “zanaatçı ve köylü sınıfların yok oluşu ile birlikte genel yoğunlaşma”nın henüz gerçekleşmediği itirazını yükseltiyor. Böylesi bir argümanda neyin daha ağır bastığını söylemek zor, sorumsuzluk mu kötü niyet mi? Marx da, her teorisyen gibi, temel eğilimleri en sade biçimleriyle soyutlamakla işe başladı; aksi takdirde, kapitalist toplumun alınyazısını anlamak tümden imkânsız olurdu. Ne var ki, Marx’ın kendisi, somut analiz ışığında, hayatın görüngülerini farklı tarihsel etkenlerin yoğunlaşmasının bir ürünü olarak mükemmelen gösterme yeteneğindeydi. Kuşkusuz, Newton’un yasaları, düşen cisimlerin hız artışının farklı koşullar altında değişiklik göstermesiyle veya gezegenlerin yörüngelerinin bozulmalara maruz kalmasıyla geçersiz hale gelmez.
Orta sınıfların sözde “inadı”nı anlamak için, şu iki eğilimin, orta sınıfların yıkıma uğraması ve bu yıkıma uğrayanların proleterlere dönüşmesi eğiliminin, eşit bir hızla ya da aynı menzilde gelişmediğini akılda tutmak isabetli olur. Makinenin emek gücü üzerindeki artan üstünlüğünden şu sonuç çıkmaktadır; orta sınıfların yıkım süreci ne kadar ilerlerse, bu süreç onların proleterleşme süreçlerini o kadar geride bırakır; gerçekten de, belirli bir durumda sonuncusu büsbütün durmak ve hatta gerilemek zorundadır.
Tıpkı fizyolojik yasaların işleyişinin büyümekte olanla ölmekte olan bir organizmada farklı sonuçlar vermesi gibi, Marksist ekonomi yasaları da, gelişmekte veya dağılmakta olan bir kapitalizmde, otoritelerini farklı şekilde kurarlar. Bu farklılık, kent ve kırın karşılıklı ilişkilerinde özel bir açıklıkla görülür. Birleşik Devletler’in toplam nüfusla karşılaştırıldığında daha az artan kırsal nüfusu, 32.000.000’u geçtiği 1910 yılına kadar kesin rakamlarla yükselmeyi sürdürdü. Müteakip yirmi yıl süresince, ülkenin toplam nüfusunun hızla artmasına rağmen 30,4 milyona düştü, yani 1,6 milyon azaldı. Ancak 1935’te, 1930 ile karşılaştırıldığında 2,4 milyon artarak yeniden 32,8 milyona yükseldi. Çarkın ilk bakışta şaşırtan bu dönüşü, kentli nüfusun kırsal nüfus pahasına artma eğilimini ya da orta sınıfların atomize olma eğilimini zerre kadar çürütmediği gibi, aynı zamanda bir bütün olarak kapitalist sistemin dağıldığını da en anlamlı şekilde sergilemektedir. 1930-1935 şiddetli kriz dönemi sırasında kırsal nüfustaki artış, basitçe yaklaşık iki milyon kentli nüfusun, veya asıl anlamıyla, iki milyon aç işsizin taşraya –toplum tarafından reddedilen emek güçlerini, tümden açlıktan ölmek yerine topraktan yarı-aç bir yaşam çıkartabilmek için doğal üretken ekonomiye uygulamak üzere, çiftçiler tarafından terk edilen arazi parçalarına veya hısım akrabalarının çiftliklerine– taşınması olgusu ile açıklanır.
Bu nedenle sorun, küçük çiftçilerin, zanaatkârların ve dükkâncıların istikrarı değil, daha çok onların durumunun sefil çaresizliği sorunudur. Geleceğin bir garantisi olmak şöyle dursun, orta sınıf, geçmişin talihsiz ve trajik bir kalıntısıdır. Onu toptan yok edemeyen kapitalizm, küçülmenin en alt derecesine ve ıstıraplara düşürmeyi başarmıştır. Çiftçi yalnızca küçük arazisinin kirasından ve yatırdığı sermayenin kazancından değil, aynı zamanda ücretinin yüklü bir bölümünden bile mahrum edilmektedir. Şehirdeki küçük akranları da ekonomik yaşam ile ölüm arasında kendilerine ayrılan mesafeyi benzer şekilde kat ettiler. Orta sınıf sadece fakirleştiği için proleterleşmemektedir. Bu noktada, kapitalizm lehine bir şeyler bulmak, Marx’a karşı bir argüman bulmak kadar zordur.
Sınai Kriz
Geçen yüzyılın sonları ve bu yüzyılın başları, kapitalizm tarafından öylesi ezici bir ilerlemeyle damgalandı ki, döngüsel krizler artık “rastlantısal” sıkıntılardan öte bir şey olarak görülmüyordu. Hemen hemen evrensel olan kapitalist iyimserlik yılları boyunca, Marx’ı eleştirenler, tröstlerin, sendikaların ve kartellerin ulusal ve uluslararası gelişiminin pazarın planlı kontrolünü başlattığını ve kriz üzerindeki nihai zaferi müjdelediğini temin ediyorlardı. Sombart’a göre, krizler savaştan önce kapitalizmin kendi mekanizması tarafından zaten “ortadan kaldırılmıştı”, böylece de “kriz sorunu bugün bizi fiilen ilgilendirmiyor”du. Şimdi, yalnızca on yıl sonra, Marx’ın teşhisi trajik sağlamlığının tüm ölçüleriyle tam da günümüzde karşımıza dikilmişken, bu sözler kof maskaralık gibi geliyor. Kanı zehirlenmiş bir organizmada, her rastlantısal hastalık kronik bir karaktere bürünme eğilimindedir; aynı şekilde, krizler, tekelci kapitalizmin kokuşmuş organizmasında özellikle öldürücü bir biçime bürünür.
Tekellerin gerçek varlığını yarım yamalak inkâr etmeye çalışan kapitalist basının, kapitalist anarşiyi de yarım yamalak inkâr etmek için bu aynı tekellere başvurması vurgulanmaya değer. Eğer altmış aile Birleşik Devletler’in ekonomisini kontrol ediyorsa, diye ironik bir biçimde gözlemliyor
New York Times, “bu, Amerikan kapitalizminin bırakın plansız olmasını, muazzam bir ustalıkla örgütlenmiş olduğunu gösterir.” Bu argüman hedefi ıskalıyor.
Kapitalizm, eğilimlerinden bir tekini bile nihai sonuna kadar geliştirme yeteneğinde olmamıştır. Tıpkı zenginliğin yoğunlaşması orta sınıfları ortadan kaldırmadığı gibi, tekel de rekabeti ortadan kaldırmaz, ancak hızla onun üstüne yürür ve onu ezer. Altmış ailenin her birinin “plan”ından az olmamak üzere bu planların türlü çeşitlemeleri de, ekonominin farklı dallarını koordine etmekle en küçük bir şekilde bile ilgilenmeyip, diğer kliklerin ve tüm ulusun pahasına kendi tekelci kliklerinin kârlarını arttırmakla ilgilenmektedir. Bu planların kesişmesi, ulusal ekonomideki anarşiyi son tahlilde yalnızca derinleştirir. Tekelci diktatörlük ve kaos birbirini dışlamaz; bilâkis birbirlerini besler ve tamamlar.
Sombart, kendi “biliminin”, kriz sorunuyla düpedüz ilgisiz olduğunu ilân ettikten bir yıl sonra, Birleşik Devletler’de 1929 krizi patlak verdi. Birleşik Devletler ekonomisi görülmemiş refahın doruklarından korkunç bir takatsizlik uçurumuna yuvarlandı. Marx’ın zamanında hiç kimse böylesi şiddetli sarsıntıları tasavvur edemezdi! Birleşik Devletler’in ulusal geliri ilk kez 1920’de, altmış dokuz milyar dolara yükseldi, ancak hemen arkasından gelen birkaç yılda elli milyar dolara düştü, yani yüzde 27’lik bir düşüş. Ulusal gelir sonraki birkaç yıllık refahın sonucu olarak, 1929’da tekrar seksen bir milyar dolarlık en yüksek seviyesine yükseldi, ancak 1932’de kırk milyar dolara düştü, yani yarıdan da fazla! “Sadece” iki milyon işsizin var olduğu 1929 yılının emek ve gelir normlarını alırsak, 1930-1938 arası dokuz yıl boyunca, yaklaşık olarak kırk üç milyon iş-yılı ve 133 milyar dolarlık ulusal gelir kaybedildi. Eğer tüm bunlar anarşi değilse, bu sözcüğün anlamı nedir?
“Çöküş Teorisi”
Orta sınıf aydınlarının ve sendika bürokratlarının kalpleri de, kafaları da, Marx’ın ölümü ile Dünya Savaşının patlak vermesi arasındaki dönemde, kapitalizmin başarıları tarafından neredeyse bütünüyle fethedilmişti. Devrim fikri barbarlığın yalnızca bir kalıntısı gibi görünürken, tedrici ilerleme (“evrim”) fikri, her zaman için sağlam bir fikir olarak görülüyordu. Marx’ın, sermayenin artan yoğunlaşması, sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi, derinleşen krizler ve kapitalizmin felâketvari çöküşü ile ilgili teşhisleri, kısmen düzeltilerek ve daha kesin bir hale getirilerek ıslah edilmedi, tersine, ulusal gelirin daha dengeli dağılımı, sınıf çelişkilerinin yumuşaması ve kapitalist toplumun aşamalı ıslahı ile ilgili, nitelik olarak tam ters teşhislerle karşılandı. Klasik dönem sosyal demokratlarının en yeteneklisi Jean Jaurés, politik demokrasiyi tedrici bir biçimde toplumsal bir içerikle dolduracağını umuyordu. Reformizmin özü burada yatmaktadır. Alternatif teşhis buydu. Bundan geriye ne kaldı?
Zamanımızda tekelci kapitalizmin yaşamı bir krizler zinciridir. Her kriz bir felâkettir. Bu kısmi krizlerden gümrük tarifeleri, enflasyon, hükümet harcamalarının ve borçlarının artışı vasıtasıyla kurtulma gerekliliği, katmerli, daha derin ve daha yaygın krizler için zemin hazırlar. Pazar için, hammadde için, sömürgeler için verilen mücadeleler, askeri felâketleri kaçınılmaz kılar. Ve en önemlisi, devrimci felâketleri hazırlar. Yaşlanan kapitalizmin giderek daha “sakin, ağırbaşlı ve makul” hale geleceği düşüncesinde Sombart’a katılmak gerçekten de kolay değil. Onun son akıl kırıntılarını da kaybetmekte olduğunu söylemek daha yerinde olur. “Çöküş teorisinin” barışçıl gelişim teorisine karşı, her olayda zafer kazandığına dair şüphe duyulamaz.
Kapitalizmin Çürümesi
Pazarın denetimi toplum için her ne kadar pahalıya patlasa da, belirli bir safhaya kadar, yaklaşık olarak Dünya Savaşına kadar, insanoğlu, kısmi ve genel krizlerden geçerek büyüdü, gelişti ve kendisini zenginleştirdi. Üretim araçlarının özel mülkiyeti, bu dönemde göreli olarak ilerici bir etken olmayı sürdürdü. Ancak şimdi değer yasasının kör denetimi daha fazla hizmet etmeyi reddediyor. İnsanın ilerlemesi çıkmaz bir sokakta sıkışıp kalmıştır. Teknik düşüncenin son zaferlerine rağmen, maddi üretici güçler artık gelişmiyor. Ekonominin temel dallarındaki yeni yatırımların tıkanmasının bir sonucu olarak dünya inşaat sanayisindeki durgunluk, gerilemenin en belirgin ve hatasız belirtisidir. Kapitalistler kendi sistemlerinin geleceğine artık kolayca inanamıyorlar. Hükümet tarafından teşvik edilen yatırımlar, vergilerin yükselmesi ve “serbest” ulusal gelirin daralması anlamına gelir, özellikle de hükümetin yeni yatırımlarının ana bölümü doğrudan savaş hedefleri için tasarlandığı sürece.
Kuruma, insanın en temel yaşamsal gereksinimlerine sıkı sıkıya bağlı olan, insan faaliyetinin en antik alanında –tarım alanında– özellikle ölümcül ve alçaltıcı bir niteliğe bürünmüştür. Özel mülkiyetin en gerici biçimi olan küçük toprak sahipliğinin tarımın gelişiminin önüne diktiği engellerle artık tatmin olmayan kapitalist hükümetler, hiç de ender olmayan bir şekilde, üretimi, gerileme döneminde loncalardaki zanaatkârları ürküten yasal ve idari önlemler yardımıyla, yapay bir biçimde sınırlamak zorunda kaldılar. En güçlü kapitalist ülke hükümetinin, çiftçilere fidelerini kesmeleri için, yani zaten düşmekte olan ulusal geliri suni olarak azaltmak için prim dağıtması tarihe geçecektir. Sonuç kendiliğinden görülüyor: Deneyim ve bilim tarafından sağlanan muazzam üretici olanaklara rağmen, açların, yani insanoğlunun büyük çoğunluğunun sayısının gezegenimizin nüfusundan daha hızlı artmaya devam ettiği bir dönemde, tarım ekonomisi çürümüş bir krizden çıkmıyor. Muhafazakârlar, böylesi yıkıcı çılgınlıklara batmış toplumsal düzeni savunmayı duyarlı politika olarak görüyorlar ve bu çılgınlığa karşı sosyalist savaşımı yıkıcı ütopyacılık olarak mahkûm ediyorlar.