Arama

Marksizm

Bu Konuya Puan Verin:
Güncelleme: 3 Nisan 2009 Gösterim: 8.103 Cevap: 4
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Eylül 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Marksizm

Sponsorlu Bağlantılar
Marksizm, bilimsel sosyalizm olarak bilinen ideolojinin kurucu isimlerinden Karl Marx'ın görüşlerini temel alan öğretinin genel adı. Marksizm bir ögreti olarak siyasal, ekonomik ve felsefi bir bütünsellik içerir.
Maksizm, ideolojik alanda, esas olarak sınıflar savaşımı teorisini ortaya atan ve bu savaşımın zorunlu sonucu olarak proletarya diktatörlüğüne ve oradan da toplumsal eşitlik ve özgürlük dünyası komünizme varılacağını öngören bir ögreti olarak tanımlanır. Marksizmin farklı türleri olmakla birlikte, bu türlerin ortak öğeleri bulunmaktadır. Ancak Marksizm türleri, bu öğelerin tanımlanmasinda da farklılıklar gösterir.
Örnegin, kullanılan yöntem, aynı zamanda Marksist felsefi düşüncenin tanımlamasını da veren ve bilimsel bir yöntem olarak sunulan diyalektik materyalizmdir. Marx bu yöntemi Hegel'den almış ve kendi ifadesiyle, Hegel'in başaşağı duran yöntemini ayakları üzerine doğrultmuştur. Öte yandan Feuerbach'tan da materyalizmi almış ve yeniden değerlendirerek kullanmaya başlamıştır. Diyalektik materyalizm bu bileşimin bir ürünüdür. Diyalektik materyalizmin toplumsal-tarihsel alana uyarlanmak üzere uyarlanmasıyla da ortaya yeni bir bilim oldugu varsayılan "Tarihsel Materyalizm" çıkmıştır.
Diyalektik ve tarihsel materyalizm sayesinde, insanlık tarihinin başlangıcından itibaren açıklanması ve özellikle sınıflı toplumun kuruluşu, İlkel Komünal Toplumdan Komünizme gelişmesi ve varacağı aşamaların maddi toplumsal yapıdan çıkarılması amacıyla çalışmalar yapılmıştır. Bu toplumsal-tarihsel gelişme temelde maddi bir süreçtir, yani her tür iradeden bağımsız olarak, kendi iç yasaları gereği bu süreç ilerlemektedir. Bununla birlikte Marksizm'de iradenin yadsındığı söylenemez, aksine belirgin bir sekilde iradeye yer verilir. Bu irade bireylerin ya da belirli bir gurubun iradesi değil, işçi sınıfının iradesidir. Burada Marx'ın teorisi, toplumsal maddi kosullar ile işçi sınıfının iradesinin çakışmakta olduğunu öne sürer. Bu şekilde Marx, kapitalist toplumsal yapının çözümlemesine, maddi çelişkilerinin ortaya konulmasına ve bunların değiştirilmesinin yöntemlerinin bulunmasına yönelir. Çünkü, Marksizmin düsturlarından ilki, aslolanın dünyayı anlamak değil onu değiştirmek olduğudur.
Marksizm siyasal, toplumsal ve kuramsal/felsefi alanda son iki yüzyılın ana akımlarından birisi olmuştur. Ekonomiden siyasete, ideoloji teorisinden edebiyat kuramlarına, bilim felsefesinden estetiğe kadar pek çok alanda Marksizm önemli bir çığır açmıştır. Bu eğilimlerin başat özellikleri ise, materyalizmde ısrar ve mevcut olanın eleştirisi olarak belirtilebiliebilir. Gerçi Sovyetler Birliği gibi bazı örneklerde, Marksizm, mevcut olanın savunulması konumuna geçmiştir, ama bu tutuculuğun eleştirisini yapan Marksizm yorumları da olmuştur.
Bu bakimdan Marksizm yalnızca Marks ve Engels gibi teorisyenlere ya da Lenin ve Mao gibi Marksist siyasetçilere ait bir şey degildir; aksine, Marksizm, Marksist düşüncenin doğumundan bugüne kadar, teorik ve politik alanda Marksist olarak etkinlik gösterenlerin tümünü kapsamaktadır.

Karl Marx

200px Karl Marx

Karl Heinrich Marx (okunuşu: Karl Marks ) (5 Mayıs 1818 Trier - 14 Mart 1883Londra), Alman filozof, devrimci, ekonomist ve siyasetçidir. Üniversitede okuduğu dönemlerde ünlü Alman düşünür Hegel'den etkilenmiştir ve genç Hegelciler akımının içinde yer almıştır. Öğrencisi olduğu Hegelci öğretiyi keskin bir eleştiri süzgecinden geçirmiştir. Diyalektik yöntemin yaratıcısı sayılabilecek Hegel'in diyalektik yöntemi kullanış biçimini eleştirmiştir. Marx'a göre Hegel'in öğretisi başaşağı duruyordu. Çünkü Hegel'in öğretisinin temelinde idealizm vardı ve bu yüzden tez-antitez-sentez sarmalında bilinç asıl öğe idi. Dr. Karl Marx ise maddenin bilinci belirlediğini ileri sürdüğünden, sarmalın ilk aşamasında maddenin varolması gerektiğini, maddenin bilinci ortaya çıkardığını savunuyordu. Hegel'in öğretisine materyalist bir eleştiri getirerek Diyalektik Materyalizm gibi bir kavramın ortaya çıkmasında etkin bir rol oynadı. Felsefede, Diyalektik Materyalizm akımının, ekonomik-siyasi-felsefi bir sistem olarak da komünizmin teorisyenlerindendir. Marx'ın düşüncesinin temelini klasik Alman felsefesi, Fransız sosyalist akımı ve İngiltere'nin ekonomi-politiği oluşturmaktadır. Artı-değer teorisi ile kapitalizmin sömürü sistemini bir belirsizlikten kurtarmış; kapitalizmin eleştirisine bir bilimsellik kazandırmıştır. Bu nedenle bilimsel sosyalizmin kurucuları arasında sayılır.
En yakın yoldaşı Engels ile birlikte ekonomi, felsefe ve siyaset alanında pek çok eser vermiş ve neredeyse bütün Avrupa'da ve Amerika'da, Alman, Fransız, Hollandalı, Belçikalı, Rus, Amerikalı, İngiliz devrimcilerle örgütlenme çalışmasında bulunmuştur. Türkçeye tamamı çevrilmemiş olmakla birlikte, Engels ile birlikte kaleme aldıkları bütün eserlerinin (Marx-Engels Werke) İngilizce baskısı 50 kalın cilt tutar.

Eserleri
  • El yazmaları (1844)
  • Kutsal Aile (1845)
  • Feuerbach Üzerine Tezler ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu (1845)
  • Alman İdeolojisi (1845-1846)
  • Felsefenin Sefaleti (1847)
  • Komünist Manifesto (1847-1848)
  • Ücretli Emek ve Sermaye (1848-1849)
  • Fransa'da Sınıf Savaşımları (1850)
  • Louis Bonaparte'in 18 Brumaire'i (1852)
  • Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (1859)
  • Kapital I. cilt (1867) (ikinci ve üçüncü ciltleri Marx'ın taslaklarına uygun olarak onun ölümünden sonra Engels tarafından düzenlenerek yayımlanmıştır)
  • Fransa'da İç Savaş (1871)
  • Gotha Programının Eleştirisi (1875)

Rosa Luxemburg

RosaLuxemburg

Rosa Luxemburg, (5 Mart, 1871-15 Ocak, 1919) Polonya doğumlu Alman marksist politika teorisyeni, filozof ve devrimci.

Hayatı
1871 yılının (bazı kaynaklara göre 1870) 5 Mart'ında Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Polonya'da doğmuştur. Daha genç yaşlarında sosyalizmle tanıştı ve dönemin solcu gruplarında yer aldı. Sadece 18 yaşındayken içinde bulunduğu gruplar ve politik görüşü yüzünden İsviçre'ye kaçmak zorunda kaldı. 1889'da Zürih Üniversitesi'ne girdi. Burada felsefe, tarih, politika, ekonomi ve matematik öğrenimi gördü, hayatında büyük etki bırakacak isimlerle tanıştı. 1890 yılında Bismarck'ın sosyal demokrasiyi yasaklayan kanunu lağvedilip, sosyalistntoya girdi. Parlamentoya giriş dönemin sosyal demokratlarının devrimci uçtan uzaklaşmasına ve parlamentoda daha etkin olabilmek için çalışmasına neden oldu. Bu Rosa Luxemburg'un da dahil olduğu devrimci görüş bağlılarını rahatsız etmekteydi. Bu sırada Zürih'te öğrenim görmeye devam eden Rosa 1898 yılında doktorasını tamamladı. Özgür bir Polonya için çalışmalarına devam etse de, onun kafasındaki tabloda Almanya, Avusturya ve Rusya'da devrim gerçekleştiği taktir de Polonya özgür olabilirdi. Bu tablo milliyetçi bir çizgi çizen Polonyalı sosyalist grupların ve Polonya Sosyalist Partisi'nin ondan daha da uzaklaşmasını sağladı. Daha sonra bu görüşleri Rus sosyalist çevrelerle de ilişkisinin bozulmasını sağlayacaktı.
1898 yılında Gustav Lübeck ile evlenerek Berlin'e taşındı, Alman vatandaşlığı kazandı. SPD'nin (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) aktif bir üyesi oldu. 1900 yılına gelindiğinde Luxemburg'un fikirleri tüm Avrupa'da sosyalist çevrelerde büyük yankı uyandırmakta, yazdığı makaleler ilgi görmekteydi. Özellikle Eduard Bernstein'in düşüncelerine getirdiği eleştiriler ile öne çıkıyordu. Alman militarizminin yükselen değer olması Luxemburg'u ziyadesiyle rahatsız ediyordu, bu konuda partiyle de ters düşmüştü. 1904 ile 1906 yılları arasında siyasi faaliyetleri ve görüşleri yüzünden üç kez hapse girdi. Bu hapis cezalarının hiçbiri onu yıldırmadı faaliyetlere devam etti. SPD'nin eğitim merkezlerinde Ekonomi ve Marksizm öğretmeye başladı.
Savaşın başlamasıyla esen milliyetçi rüzgar SPD'nin de milliyetçi bir davranışa girmesine neden oldu, bu Luxemburg'un fikirlerine karşıydı ve partiyle olan tüm ilişkisini kesti. 5 Ağustos 1914'de Karl Liebknecht ile beraber Internationale grubunu kurdu. 1 Ocak 1916'da bu grubun adı Spartaküs Birliği (Spartakistler - Almanca Spartakusbund) oldu. Grubun devlete karşıt tutumu yüzünden 28 Haziran 1916'da Luxemburg hapis cezasına çarptırıldı. Hapiste geçirdiği yıllarda birçok makale kaleme aldı. Özellikle Rus devrimi üzerine yazdıkları ve Bolşeviklere getirdiği eleştiriler çarpıcıdır.
1918 Kasım'ında Luxemburg hapisten çıktı. Faaliyetlerine devam eti ve Liebknecht ile birlikte Alman Komünist Parti'sini kurdu. 15 Ocak 1919'da Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve Wilhelm Pieck, Freikorps tarafından tutuklandılar, Pieck kaçmayı başarırken Luxemburg ile Liebknecht yedikleri darbelerle bilinçlerini kaybettiler. Aynı gün, Luxemburg ölene kadar dövülmüş ve ölü vücudu nehre atılmış, Liebknecht de başından yediği kurşunlarla öldürülmüştü.

180px RosaLuxemburg2

Eserleri
  • Gesammelte Werke ("Toplu Çalışmaları"), 5 cilt, Berlin 1970-1975.
  • Gesammelte Briefe ("Toplu Mektupları"), 6 cilt, Berlin 1982-1997.
  • Politische Schriften ("Politik Yazıları"), 3 cilt, Frankfurt am Main 1966.

Son düzenleyen Blue Blood; 31 Mart 2007 20:18
*TeoDora* - avatarı
*TeoDora*
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #2
*TeoDora* - avatarı
Ziyaretçi
ZAMANIMIZDA MARKSİZM
Lev Troçki
Sponsorlu Bağlantılar

Bu kitap, Marx’ın ekonomik öğretisinin temellerini Marx’ın kendi sözleriyle özlü bir biçimde ortaya koymaktadır. Her şeyden önce, halen hiç kimse emek değer teorisini Marx’tan daha iyi açıklayamamıştır. Kapital’in birinci cildinin –Marx’ın tüm ekonomik sisteminin temeli– özeti bay Otto Rühle tarafından, büyük bir dikkatle ve derin bir görev bilinciyle yapılmış. İlk elenmesi gerekenler, zamanı geçmiş örnekler ve göstergelerdi; daha sonra, bugün sadece tarihi bir ilginin konusu olabilecek yazılardan alıntılar, unutulmuş yazarlarla polemikler ve son olarak da, verili dönemi anlamaktaki önemi her ne olursa olsun, tarihi olmaktan ziyade teorik hedefler güden özlü bir açıklamada yeri olmayan sayısız belge –Parlamento Yasaları, fabrika müfettişlerinin raporları vb.– geliyordu. Aynı zamanda bay Rühle, özetin bütünlüğünü olduğu kadar bilimsel analizin gelişimindeki sürekliliği de korumak için herşeyi yaptı. Mantıksal çıkarımlar ve diyalektik düşünce geçişleri, inanıyoruz ki hiçbir noktada ihlâl edilmemiş. Bu özet, dikkatle ve ciddi olarak ele alınmayı hak ediyor. Bay Rühle okuyucuya yardımcı olabilmek için metne kısa kenar başlıkları eklemiş.

Marx’ın özellikle ilk ve en zor bölümdeki bazı muhakemeleri, yeni başlayan okura çok fazla daldan dala atlayan, kılı kırk yaran veya “metafizik” muhakemelermiş gibi gelebilir. İşin gerçeği, bu izlenim, son derece alışılmış olgulara bilimsel olarak yaklaşma alışkanlığının olmayışından kaynaklanmaktadır. Meta, gündelik varoluşumuzun öylesine her yanına sinmiş, geleneksel ve alışılmış bir parçası haline gelmiştir ki, ayakta uyuyan bizler, insanın, herhangi bir dünyevi kullanımı olmayan minnacık altın veya gümüş sikkeler karşılığında, yaşamını sürdürmek için ihtiyaç duyduğu önemli nesnelerden neden vazgeçtiği üzerine kafa patlatmayı denemeyiz bile. Mesele sadece metayla da sınırlı değil. Pazar ekonomisinin kategorilerinin (temel kavramlarının) hepsi, sanki besbelliymiş gibi, sanki insan ilişkilerinin doğal temelleriymiş gibi irdelenmeksizin kabul edilmiş görünürler. Ancak, insan emeği, hammadde, aletler, makineler, işbölümü, bitmiş ürünleri emek süreci katılımcıları arasında dağıtma zorunluluğu, vs. ekonomik sürecin gerçekleri iken, “meta”, “para”, “ücret”, “sermaye”, “kâr”, “vergi” ve benzeri böylesi kategoriler, insanların anlamadıkları ve kontrollerinde de olmayan ekonomik bir sürecin çeşitli yönlerinin kafalardaki yarı-mistik yansımalarıdırlar. Onları deşifre etmek için mükemmel bir bilimsel analiz zorunludur.

Birleşik Devletler’de, bir milyona sahip birinin bir milyon değerinde görüldüğü bu ülkede, pazar kavramları herhangi bir başka yerde olduğundan çok daha derinlere işlemiştir. Çok yakın tarihe kadar Amerikalılar ekonomik ilişkilerin doğasını anlamaya pek az çaba göstermişlerdi. En güçlü ekonomik sistemin toprağında ekonomik teori son derece kısır kalmayı sürdürdü. Ancak Amerikan ekonomisinin derinleşen mevcut krizi, kamuoyunu birden bire kapitalist toplumun temel sorunlarıyla yüz yüze getirdi. Herhangi bir olayda, ekonomik gelişimin hazırlop ideolojik yansımalarını eleştirmeksizin kabul etme alışkanlığını yenemeyen ve Marx’ın ayak izlerinden giderek, metanın esas doğasını kapitalist organizmanın temel hücresi olarak çözümleyemeyen herkes, çağımızın en önemli ve en şiddetli belirtilerini bilimsel olarak kavramaktan aciz olduğunu daima kanıtlayacaktır.

Marx’ın Yöntemi

Doğadaki nesnel tekerrürlerin kavranışı olarak bilimi inşa eden insanoğlu, kendisi için, doğaüstü güçlerle farazi ilişkiler (din) veya zaman dışı ahlâki hükümler (idealizm) biçiminde özel ayrıcalıklar yaratarak, inatla ve ısrarla kendisini bilimden dışlamaya çabaladı. Marx, insanoğluna, maddi doğanın evrim süreci içerisinde doğal bir halka; insan toplumuna, üretimin ve dağıtımın örgütü; kapitalizme de, insan toplumunun gelişiminde bir aşama gözüyle bakarak, onu bu iğrenç ayrıcalıklardan kesinkes ve sonsuza kadar mahrum etti.

Ekonominin “ebedi yasalarını” keşfetmek, Marx’ın amacı değildi. Böylesi yasaların varlığını reddetti. İnsan toplumunun gelişim tarihi, her biri kendi yasalarına uygun olarak işleyen çeşitli ekonomik sistemlerin birbirini izlemesinin tarihidir. Bir sistemden diğerine geçiş daima üretici güçlerin –yani tekniğin ve emeğin örgütlenmesinin– gelişimi tarafından tayin edilir. Belli bir noktaya kadar, toplumsal değişimler nicel karakterdedirler ve toplumun temellerini –yani hüküm süren mülkiyet biçimlerini– değiştirmezler. Ancak, ne zaman ki, olgunlaşan üretici güçlerin artık eski mülkiyet biçimlerine sığmadığı bir noktaya ulaşılır; ardından, toplumsal düzende sarsıntıların eşlik ettiği radikal bir değişim gelir. Kölelik ilkel komünün yerini aldı veya onu tamamladı; serflik kendi feodal üstyapısıyla birlikte köleliğin yerini aldı; şehirlerin ticari gelişimi, Avrupa’ya on altıncı yüzyılda –takiben birçok aşamadan geçen– kapitalist düzeni getirdi. Marx Kapital’inde genel olarak ekonomiyi değil, kendi özgül yasalarına sahip olan kapitalist ekonomiyi irdeler. Diğer ekonomik sistemlere, kapitalizmin özelliklerini aydınlatmak için sadece geçerken değinir.

İlkel köylü ailesinin kendine yeterli ekonomisi, bir “politik ekonomi”ye ihtiyaç duymaz, çünkü bir yandan doğa güçlerinin, diğer yandan geleneklerin egemenliği altındadır. Yunanlıların ve Romalıların köle emeğine dayanan kendi içine kapalı doğal ekonomileri, köle sahiplerinin, “plan”ı doğrudan doğa ve alışkanlıklar tarafından belirlenen iradesi tarafından yönetiliyordu. Aynı şey Ortaçağ devletiyle onun köylü serfleri için de söylenebilir. Tüm bu örneklerde ekonomik ilişkiler ilkel kabalıkları içinde açık ve şeffaftırlar. Ancak çağdaş toplumun durumu tümüyle farklıdır. O, tüm eski kendi içine kapalı bağlantıları ve miras kalan emek biçimlerini yıktı. Yeni ekonomik ilişkiler şehirleri ve köyleri, eyaletleri ve ulusları birbirine bağladı.

İşbölümü, gelenek ve alışkanlıkları paramparça ederek tüm gezegeni sardı, bu ilişkiler kendilerini belirli bir plana göre oluşturmadı, tersine insan bilinci ve önsezisinden ayrı olarak oluştu ve sanki insanın çok gerisindeymiş gibi göründü. İnsanların, grupların, sınıfların, ulusların, işbölümünden doğan karşılıklı bağımlılığı hiç kimse tarafından yönetilmedi veya idare edilmedi. İnsanlar, kim olduklarını bilmeksizin, onların ihtiyaçları hakkında bilgi edinmeksizin diğerleri için çalışırlar. Ve bunu genel olarak, ilişkilerinin nasıl olsa kendilerini bir düzene sokacağı umudu ve hatta güveniyle yaparlar ya da daha ziyade yapma alışkanlığındadırlar.
Kapitalist toplumun tekerrürlerinin nedenlerini, bu toplumun üyelerinin öznel bilincinde –niyet veya planlarında– aramak düpedüz imkânsızdır. Kapitalizmin nesnel tekerrürleri, bilim onun hakkında ciddi olarak düşünmeye başlamadan önce formüle edilmişti. Bugüne kadar da insanların büyük çoğunluğu kapitalist ekonomiye hükmeden yasalar hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Marx’ın yönteminin tüm gücü, ekonomik olgulara, belirli insanların öznellikleri açısından değil, tam da deneyci bir doğa bilimcisinin bir arı kovanına ya da karınca yuvasına yaklaştığı gibi, bir bütün olarak toplumun nesnelliği açısından yaklaşmasındadır.

Ekonomi bilimi için belirleyici önemi olan şey, insanların neyi nasıl yaptığıdır, kendilerinin kendi eylemleri hakkında ne düşündükleri değil. Toplumun kökeninde yatan din ve ahlâk değil, emek ve doğadır. Marx’ın yöntemi materyalisttir, çünkü varlıktan bilince ilerler, başka bir yoldan değil. Marx’ın yöntemi diyalektiktir, çünkü doğaya ve topluma, evrimleri içinde ve evrimin kendisine de, karşıt güçlerin süre giden mücadelesi olarak bakar.

Marksizm ve Resmi Bilim

Marx’ın öncelleri vardı. Klasik politik ekonomi –Adam Smith, David Ricardo– en verimli dönemine, kapitalizm eskimeden, henüz yarınlarından korku duymaya başlamadan önce ulaştı. Marx, her iki büyük klasikçiye de çok derin minnettarlığının eksiksiz bir saygısını gösterdi. Yine de, klasik ekonominin temel hatası, kapitalizmi, toplumun gelişiminde yalnızca tarihsel bir aşama olarak değil, insanlığın her zamanki normal yaşayış biçimi olarak görmesiydi. Marx, bu politik ekonominin eleştirisiyle işe başladı, onun hatalarının yanı sıra kapitalizmin çelişkilerini de sergiledi ve çöküşünün kaçınılmazlığını gösterdi. Rosa Luxemburg’un tam da yerinde gözlemlediği gibi, Marx’ın ekonomik öğretisi klasik ekonominin çocuğudur, doğumu annesinin yaşamına malolan bir çocuk.

Bilim, dış etkilere kapalı bir okul çalışmasında değil, kanlı-canlı toplumda amacına ulaşır. Toplumu parçalara ayıran çıkar ve tutkular, bilimin –özelikle politik ekonominin, zenginlik ve yoksulluğun biliminin– gelişimi üzerinde de etkilerini gösterir. İşçilerin kapitalistlere karşı mücadelesi, burjuvazinin teorisyenlerini, sömürü sisteminin bilimsel analizine sırtlarını dönmeye ve kendilerini ekonomik olguların salt tanımlanmasıyla, ekonomik geçmişin incelenmesiyle oyalamaya, ve çok daha kötüsü, kapitalist rejimi temize çıkarma amacında olduklarından olguları büsbütün çarpıtmaya zorladı. Bugünlerde resmi eğitim kurumlarında okutulmakta olan ve burjuva basında da vaaz edilen ekonomik doktrin, önemli olgusal materyallerin kıtlığını çekmemektedir, ama yine de bir bütün olarak ekonomik süreci kavramakta ve onun yasalarını ve perspektiflerini keşfetmekte düpedüz yetersizdir, üstelik bunu yapmaya niyeti de yoktur. Resmi politik ekonomi ölmüştür. Kapitalist toplumun gerçek bilgisi ancak Marx’ın Kapital’i aracılığıyla elde edilebilir.

Emek Değer Yasası

Çağdaş toplumda insanın temel ilişkisi mübadeledir. Mübadele sürecine giren her emek ürünü meta haline gelir. Marx, incelemesine meta ile başladı ve kapitalizmin bu temel hücresinden, insan iradesinden bağımsız bir şekilde kendisini nesnel olarak mübadele temelinde biçimlendiren toplumsal ilişkileri çıkarttı. Temel bilmecenin –herkesin kendisini düşündüğü ve kimsenin kimseyi düşünmediği kapitalist toplumda, yaşam için vazgeçilmez olan ekonominin çeşitli dallarının nispi oranlarının nasıl oluştuğu– çözülmesi, sadece bu yolun takip edilmesiyle mümkün olabilir.
İşçi emek gücünü satar, çiftçi ürettiğini pazara götürür, tefeci banker borç verir, dükkâncılar bir mal türünü satar, sanayici bir fabrika kurar, spekülatör bono ve senet alıp satar; her birinin ücret veya kâr hakkında kendi tasarımları, kendi özel planları, kendi kaygıları vardır. Bununla birlikte, bu bireysel uğraşılar ve eylemler kaosundan belli bir ekonomik bütün doğar. Doğrudur, bu bütün uyumlu değil çelişkilidir, ama yine de topluma sırf varolma olanağını değil, aynı zamanda gelişme olanağını da sunar. Bu, her şeyden önce, kaosun pek de kaos olmadığı, eğer bilinçli olarak değilse bile bir şekilde otomatik olarak düzenlendiği anlamına gelir. Ekonominin pek çok yönünü göreli bir denge durumuna getiren mekanizmayı anlamak, kapitalizmin nesnel yasalarının keşfedilmesi demektir.

Açıkçası, kapitalist ekonominin çeşitli alanlarına –ücretler, fiyat, toprak, rant, kâr, faiz, kredi, borsa– hükmeden yasalar, sayısız ve karmaşıktır. Ancak son tahlilde, Marx’ın bulduğu ve sonuna kadar dikkatle incelediği tek bir yasaya indirgenirler; gerçekte kapitalist ekonominin temel düzenleyicisi olan emek-değer yasasına. Bu yasanın anlamı basittir. Toplumun elinin altında belirli bir canlı emek gücü rezervi vardır. Bu güç, doğaya uygulandığında insan ihtiyaçlarının giderilmesi için gerekli ürünleri üretir. Bağımsız üreticiler arasındaki işbölümünün sonucu olarak, ürünler meta halini alır. Metalar bir diğer metayla, belirli bir oran karşılığında, başlangıçta dolaysız olarak ve en sonunda da altın veya gümüş aracılığıyla mübadele edilirler. Belirli bir ilişki içerisinde onları bir diğerine eşit kılan, metaların temel özelliği, onlara harcanan insan emeğidir; soyut emek, genel olarak emek. İşte bu insan emeği, değerin ölçüsü ve temelidir. Milyonlarca dağınık üretici arasındaki işbölümü toplumun dağılmasına yol açmaz, çünkü metalar onlara harcanan toplumsal olarak gerekli emek zamanına göre mübadele edilirler. Mübadele sahası olarak pazar, metaları kabul veya reddederek, onların kendi içlerinde toplumsal olarak gerekli emeği içerip içermediklerine karar verir, böylece toplum için gerekli çok çeşitli metaların oranlarını ve sonuç olarak da emek gücünün çeşitli işkollarına göre dağılımını belirler.
Pazarın gerçek işleyişi, burada sadece birkaç satırla ortaya konulandan karşılaştırılmaz ölçüde daha karmaşıktır. Bu nedenle, emek değeri etrafında salınan fiyatlar önemli ölçüde değerlerinin altında ve üstünde dalgalanırlar. Bu dalgalanmaların nedenleri Marx tarafından, “bir bütün olarak değerlendirilen kapitalist üretim süreci”ni tasvir eden Kapital’in üçüncü cildinde tam olarak açıklanmıştır.

Bununla birlikte, tekil durumlarda metaların fiyatları ile değerleri arasındaki farklılık ne kadar büyük olursa olsun, tüm fiyatların toplamı tüm değerlerin toplamına eşittir, çünkü son tahlilde sadece insan emeği tarafından yaratılmış olan değerler toplumun hizmetindedir ve fiyatlar, tröstlerin tekel fiyatları da dahil, bu sınırlamayı kıramazlar; emeğin yeni bir değer yaratmadığı yerde, Rockefeller bile hiçbir şey elde edemez.

Eşitsizlik ve Sömürü

Peki metalar diğer metalarla içerdikleri emek miktarına göre mübadele ediliyorlarsa, eşitlikten eşitsizlik nasıl doğuyor? Marx bu bilmeceyi, tüm diğer metaların kökeninde yatan metalardan birinin, yani emek gücünün özgün doğasını sergileyerek çözdü. Üretim araçlarının sahibi, kapitalist, emek gücünü satın alır. Tüm diğer metalar gibi, ona da içerdiği emek miktarına göre, yani işçinin yeniden üretimi ve yaşamını devam ettirmesi için gerekli geçim araçları kadar değer biçilir. Ancak bu metanın –emek gücünün– tüketimi çalışmaktan, yani yeni değerler yaratmaktan ibarettir. Bu yeni değerlerin miktarı işçinin kendisinin aldığından ve kendisine bakmak için harcadığından daha fazladır. Kapitalist emek gücünü onu sömürmek için alır. Eşitsizliğin kaynağı olan şey de bu sömürüdür.

Marx, ürünün, bizzat işçinin varlığını korumaya giden kısmını, gerekli-ürün olarak adlandırdı; işçinin bunun üzerinde ürettiği kısım ise artı-üründür. Artı-ürün köle tarafından üretilmek zorundaydı, aksi halde köle sahibi hiçbir köleyi elinde tutmazdı. Artı-ürün serf tarafından üretilmek zorundaydı, aksi halde serfliğin arazi sahibi efendiler için hiçbir yararı olmazdı. Artı-ürün, aynı şekilde, çok daha büyük ölçüde, ücretli işçi tarafından üretilmektedir, aksi taktirde kapitalist, emek gücünü satın alma gereksinimi duymazdı. Sınıf mücadelesi artı-ürün için verilen mücadeleden başka bir şey değildir. Artı-ürüne sahip olan durumun hakimidir; zenginliğe sahiptir, devlete sahiptir, kilisenin, mahkemenin, bilimin ve sanatın anahtarını elinde tutar.

Rekabet ve Tekel

İşçileri sömüren kapitalistlerin kendi aralarındaki ilişkiler, uzun zamandır kapitalist gelişimin ana zembereği işlevini gören rekabet tarafından belirlenir. Büyük teşebbüsler, küçükler üzerinde teknik, mali, örgütsel, ekonomik ve en sonu –ancak en önemsizi değil– politik avantajların keyfini sürerler. Sermaye büyüdükçe, daha büyük sayılardaki işçileri sömürme imkânına kavuşarak, kaçınılmaz olarak yarışmadan muzaffer olarak çıkar. Sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme sürecinin değişmez temelidir bu.

Rekabet, tekniğin ilerici gelişimini teşvik ederken, sadece orta katmanları değil, aynı zamanda kendisini de tedricen tüketir. Küçük ve orta kapitalistlerin cesetleri ve yarı-cesetleri üzerinde, her zamankinden daha güçlü, hep daha azalan sayıda kapitalist lordlar yükselir. Böylece, “dürüst”, “demokratik”, “ilerici” rekabet, “zararlı”, “asalak”, “gerici” tekeli kaçınılmaz olarak büyütür. Tekel, egemenliğini geçen yüzyılın seksenli yıllarında dayatmaya başladı ve kesin şeklini bu yüzyıla geçerken aldı. Şimdiyse tekelin zaferi burjuva toplumun en resmi temsilcileri tarafından açıkça onaylanmaktadır. Birleşik Devletler’in ilk Başsavcısı bay Homer S. Cummings, rekabetin engelleyici bir etki olarak derece derece kaybolduğundan ve pek çok alanda sadece “bir zamanlar varolan koşulların hayal meyal bir hatırlatıcısı” olarak varolduğundan şikayet ediyor. Ama Marx, teşhisi esnasında, tekeli ilkin kapitalizmin tabiatında varolan eğilimlerden türettiğinde, burjuva dünyası henüz rekabete doğanın ebedi bir yasası olarak bakıyordu.

Rekabetin tekel tarafından bertaraf edilmesi, kapitalist toplumun dağılmasının başlangıcına işaret eder. Rekabet kapitalizmin yaratıcı zembereği ve kapitalistin de tarihsel aklanışıdır. Rekabetin bertaraf edilmesi de aynı şekilde, borsacıların toplumsal parazitlere dönüşümüne işaret eder. Rekabet, belirli özgürlüklere, liberal bir atmosfere, demokratik bir rejime, bir ticari kozmopolitlik rejimine sahip olmak zorundaydı. Tekel ise mümkün olduğu kadar otoriter bir hükümete, gümrük duvarlarına, “kendine ait” hammadde kaynaklarına ve pazar alanlarına (sömürgeler) ihtiyaç duyar. Tekelci sermayenin dağılmasındaki son söz faşizmdir.

Zenginliğin Yoğunlaşması ve Sınıf Çelişkilerinin Büyümesi

Kapitalistler ve onların savunucuları, zenginliğin yoğunlaşmasının gerçek boyutlarını vergi memurlarının gözlerinden olduğu kadar halkın gözlerinden de her yolla saklamayı deniyorlar. Her şey meydanda olmasına rağmen, burjuva basın hâlâ kapitalist yatırımın “demokratik” dağılımı hayalini sürdürmeye çalışıyor. New York Times, Marksistleri yalanlayarak üç ilâ beş milyon arasında ayrı işveren olduğuna işaret ediyor. Doğru, anonim ortaklıklar, üç ilâ beş milyon ayrı işverenden daha büyük sermaye yoğunlaşmasını temsil ediyor, yine de Birleşik Devletler’de “yarım milyon tüzel kişilik” vardır. Yığınsal toplamlarla ve ortalama sayılarla bu çeşit bir oyalanmaya, olguları oldukları gibi ifşa etmek için değil, onların üstünü örtmek için başvurulmaktadır.

Savaşın başlangıcından 1923’e kadar, Birleşik Devletler’deki fabrika ve işletmelerin endeks göstergesi 100’den 98,7’ye düşerken sanayi üretiminin ağırlığı 100’den 156,3’e yükselmiş. Herkesin zenginleşir göründüğü sansasyonel refah dönemi (1923-1929) sırasında bile, üretim 100’den 113’e yükselirken, kuruluşların sayısı 100’den 93,8’e düştü. Ticari kuruluşların hantal maddi gövdelerini birleştirerek yoğunlaşması, ruhlarının, yani mülkiyetin yoğunlaşmasının henüz çok gerisindedir. 1929’da Birleşik Devletler gerçekten de, New York Times’ın doğru gözlemlediği gibi 300.000’den fazla tüzel kişiliğe sahipti. Ancak eklemek gerekir ki, bunların 200 tanesi, yani tüm sayının yüzde 0,07’si tüm tüzel kişiliklerin mal varlığının doğrudan doğruya yüzde 49,2’sini kontrol ediyordu, dört yıl sonra bu oran çoktan yüzde 56’ya yükselmişti ve Roosevelt’in yönetimi boyunca daha da yükseldiği şüphe götürmez. Önde gelen bu 200 tüzel kişilik içinde gerçek egemenlik küçük bir azınlığa aittir. 1937 Şubatında bir Senato komitesi, geçen yirmi yıl boyunca en büyük tüzel kişiliklerin on iki tanesinin kararlarının, Amerikan endüstrisinin büyük bir kesimi için direktif anlamına geldiğini ortaya çıkardı. Bu tüzel kişiliklerin yönetim kurullarının başkanlarının sayısı, cumhuriyet hükümetinin yürütme kolu olan Birleşik Devletler Başkanının kabinesinin üye sayısı ile aynıdır. Ancak yönetim kurullarının bu başkanları, kabine üyelerinden karşılaştırılamaz ölçüde daha güçlüdür.

Aynı süreçler banka ve sigorta sistemlerinde de gözlemlenebilir. Birleşik Devletler’deki sigorta şirketlerinden en büyük beşi, yalnızca diğer şirketleri değil, pek çok bankayı da yuttu. Bankaların toplam sayısı, en çok sözde “birleşmeler” biçiminde, işin aslında ise yutularak azaltıldı. Cirolar büyük bir hızla artıyor. Bankaların üzerinde süper-bankalar oligarşisi yükseliyor. Banka sermayesi, sanayi sermayesiyle, mali süper-sermaye içinde kaynaşıyor. Sanayi ve bankaların yoğunlaşmasının yüzyılın son çeyreğindeki hızla ilerleyeceği bile kabul edilse –işin gerçeği, yoğunlaşma temposu yükseliştedir– hemen önümüzdeki çeyrek yüzyıl sürecinde, tekeller, geriye dulun kefen parasından başka pek bir şey bırakmayarak tüm ülke ekonomisini kendi ellerinde toplayacaklardır.

Burada Birleşik Devletler’in istatistiklerine başvurulmasının nedeni, sadece daha kesin ve daha çarpıcı oldukları içindir. Aslında yoğunlaşma süreci uluslararası niteliktedir. Kapitalizmin çeşitli aşamaları boyunca, konjonktürel döngü evrelerinden, her tür politik rejimden, barış dönemlerinden olduğu kadar silahlı çatışma dönemlerinden de geçerek, tüm büyük servetlerin giderek daha az sayıda elde yoğunlaşması süreci devam etti ve bitmeksizin sürecek de. Büyük Savaş yılları sırasında, uluslar kan içinde can çekişirken, burjuvazinin tüm politik aygıtı ulusal borçların ağırlığı altında ezilmiş yatarken, hazine sistemleri orta sınıfları da peşinden sürükleyerek uçuruma yuvarlanmışken, tekeller bu kan ve pisliğin içinden eşi görülmemiş kârlar elde ediyorlardı. Birleşik Devletler’in en güçlü şirketleri mal varlıklarını savaş yılları sırasında ikiye, üçe, dörde ve hatta daha da fazlasına katladılar ve kâr hisselerini yüzde 300, 400, 900 ve daha fazla arttırdılar.

1840’ta, Komünist Parti Manifestosu’nun Marx ve Engels tarafından yayınlanmasından sekiz yıl önce, ünlü Fransız yazarı Alexis de Tocqueville, kitabında Amerika’daki demokrasi üzerine şöyle yazıyordu: “Büyük zenginlik kaybolma eğiliminde, küçük servetlerin sayısı artıyor”. Bu düşünce sayısız kez tekrarlandı, ilk başlarda referans Birleşik Devletler’di, sonraları buna diğer genç demokrasiler, Avustralya ve Yeni Zelanda da katıldı. Şüphesiz, de Tocqueville’in düşüncesi kendi zamanında da zaten yanlıştı. Buna rağmen, zenginliğin gerçek yoğunlaşması, ancak de Tocqueville’in hemen arifesinde öldüğü Amerikan İç Savaşının sonrasında başladı. Yaşadığımız yüzyılın başında, Amerikan nüfusunun yüzde ikisi tüm ülke zenginliğinin yarısından fazlasına sahipti; 1929’da ise aynı yüzde iki ulusal zenginliğin beşte üçüne sahipti. Aynı zamanda 36.000 zengin aile, 11.000.000 orta halli ve fakir aileden daha büyük gelire sahipti. 1929-1933 krizi sırasında tekelci kuruluşların hayır kurumlarına yalvarmaya ihtiyacı yoktu, tam tersine onlar ulusal ekonominin genel düşüşünün üzerinde, hiçbir zaman olmadığı kadar yükseklere çıktılar. Sanayinin ağır aksak canlanışı sırasında, tekeller, New Deal pastasının üstündeki kremanın yine oldukça yüklü kısmını sıyırdılar. İşsizlerin sayısı en iyi durumda 20.000.000’dan 10.000.000’a düştü; aynı zamanda kapitalist toplumun üst kabuğu –6000 yetişkinden fazla değildir– inanılmaz kârlar elde etti; Avukat General Robert H. Jackson’ın, Anti-Tröst Genel Yardımcı Vekili olarak görevde kaldığı süre boyunca rakamlarla kanıtladığı şey tam da budur.

Bilgiç insaflılığından dolayı daha ziyade tutucu bir ekonomist olan Ferdinand Lunberg, bir hayli karışıklık yaratan kitabında şöyle yazıyor: “Birleşik Devletler bugün, nispeten daha az mal varlığına sahip doksandan az aile tarafından desteklenen, en zengin altmış ailenin hiyerarşisinin sahipliği ve egemenliği altındadır”. Belki buna bir üçüncü olarak, yıllık geliri yüz bin doların üzerinde olan bir diğer üç yüz elli aile eklenebilir. Burada asıl egemen konum, yalnızca pazara değil, ancak hükümetin tüm kademelerine de hakim olan altmış ailelik ilk gruba aittir. Onlar gerçek hükümettir, “dolar demokrasisinde paranın hükümeti.”
Böylece “tekelci kapitalizm” soyut kavramı bizim açımızdan ete kemiğe bürünmüş oluyor. Bunun anlamı, seçkin bir kapitalist oligarşiye ortak çıkar ve akrabalık bağlarıyla bağlı bir avuç ailenin, büyük bir ulusun ekonomik ve politik kaderini elinden aldığıdır. Teslim edilmelidir ki, Marksist yoğunlaşma yasası mükemmel bir şekilde işlemiştir!

Marx’ın Öğretisinin Modası Geçti mi?

Rekabet, zenginliğin yoğunlaşması ve tekel sorunları, doğal olarak, günümüzde Marx’ın ekonomi teorisinin –örneğin, Adam Smith’in teorisi gibi– sadece tarihsel bir merak konusu mu olduğu, yoksa güncel önemini taşımaya devam mı ettiği sorusunu gündeme getiriyor. Bu soruya verilecek cevabın ölçütü basittir: Eğer teori gelişimin rotasını doğru bir biçimde kestirebiliyor ve geleceği öngörebiliyorsa, isterse binlerce yıl yaşında olsun, zamanımızın en ileri teorisi olarak kalır.

Kariyerinin başlangıcında bir Marksist olan, ancak sonrasında Marx’ın öğretisinin en devrimci yanlarını, özellikle de burjuvazi açısından en yenmez yutulmaz olanları revize eden ünlü Alman iktisatçı Werner Sombart, kariyerinin sonlarında, 1928’de, Marx’ın Kapital’ine, birçok dile çevrilen ve burjuvazinin ekonomik savunusunun belki de günümüzdeki en bilinen dışavurumu olan kendi Kapitalizm’i ile karşılık verdi. Kapital’in yazarının inançlarına duyduğu platonik minnettarlık borcunu ödedikten sonra Sombart şöyle yazıyor: “Karl Marx’ın kehanetleri şunlardır: İlkin, ücretli emekçilerin artan sefaleti; ikincisi, zanaatkâr ve köylü sınıfının yok oluşuyla birlikte genel ‘yoğunlaşma’; üçüncüsü, kapitalizmin felâketvari çöküşü. Buna benzer hiçbir şey gerçekleşmedi.” Bu yanlış teşhisin karşısına Sombart kendi “kesin bilimsel” teşhisini koyuyor. Ona göre, “Kapitalizm, kendisini –çoktan dönüştürmeye başladığı yönde– içsel olarak dönüştürmeye devam edecek, doruk noktasında, yaşlandıkça, giderek daha sakin, daha ağır başlı, daha makul hale gelecektir.” En azından temel çizgi itibariyle, şu ikisinden hangisinin haklı olduğunu saptamaya çalışalım; felâket teşhisi ile Marx mı, yoksa tüm burjuva ekonomisi adına işlerin “sakin, ağırbaşlı, makul” halledileceğini vaat eden Sombart mı? Okuyucu, sorunun dikkate değer olduğuna katılacaktır.

Artan Sefalet Teorisi

Marx, Sombart’tan altmış yıl önce, “bir kutupta zenginliğin birikimi” diyordu, “böylece, aynı zamanda, zıt kutupta, yani sermaye biçimindeki ürünü üreten sınıfın tarafında, sefaletin, çalışma ıstırabının, köleliğin, cehaletin, yabaniliğin, zihinsel gerilemenin birikimidir”. Marx’ın bu tezi, “artan sefalet teorisi” adı altında, özellikle 1896-1914 döneminde kapitalizmin hızla geliştiği ve işçilere, özellikle de onların üst tabakalarına belirli tavizler verdiği sırada aralıksız saldırılara konu olmuştu. Dünya Savaşından sonra, kendi cinayetlerinden ve Ekim Devriminden korkan burjuvazi, enflasyon ve işsizlik tarafından aynı anda bir paçavraya dönüştürülen toplumsal reformlar ilân etme yolunu tuttuğu zaman, kapitalist toplumun ilerici dönüşümü teorisi reformculara ve burjuva profesörlerine tamamen güvencelenmiş göründü. 1928’de Sombart bizi temin ediyordu ki, “ücretli emeğin satın alma gücü, kapitalist üretimin genişlemesi ile doğru orantılı olarak artmıştır.”

İşin aslı, emekçilerin belli bir tabakasının yaşam standartlarında bazen oldukça geniş ölçülere varan yükselişin, proletaryanın ulusal gelirden aldığı payın düşüşünü dikkatsiz gözlerden sakladığı kapitalist gelişimin en müreffeh dönemleri boyunca, proletarya ile burjuvazi arasındaki ekonomik çelişki ağırlaşmıştır. Bu nedenle, tam da durgunluğa sürüklenmesinden hemen önce Birleşik Devletler’in sanayi üretimi, 1920 ve 1930 yılları arasında yüzde 50 artarken ücretlere ödenen toplam sadece yüzde 30 artıyordu. Bu, Sombart’ın vaatlerine rağmen ulusal gelirde emeğin payının muazzam ölçüde düştüğü anlamına gelir. 1930’da işsizlikte hayra alamet olmayan bir artış baş gösterdi ve 1933’te, ücretler biçiminde kaybetmiş olduklarının ancak yarısından biraz fazlasını yardım biçiminde alan işsizlere, hemen hemen sistematik bir yardım yapılmaya başlandı. Tüm sınıfların kesintisiz “ilerlemesi” hayalinin zerresi bile kalmadı. Kitlelerin yaşam standartlarının göreli düşüşünün yerini mutlak düşüş aldı, önce yarım yamalak eğlencelerinden başlayan işçiler, sonra giyeceklerinde ve sonra da yiyeceklerinde kesintiye gittiler. Orta kalitedeki ürün ve eşyaların yerini kalitesiz olanlar ve kalitesizlerin de yerini en kötüleri aldı. Sendikalar, hızla aşağı inen bir yürüyen merdivene sımsıkı yapışmış bir adama benzemeye başladılar.
Dünya nüfusunun yüzde altısına sahip Birleşik Devletler, dünya zenginliğinin yüzde kırkını elinde tutar. Halen, nüfusun üçte biri, Roosevelt’in kendisinin de kabul ettiği gibi, yeterince beslenememekte, giyinememekte ve insanlık dışı koşullarda yaşamaktadır. Öyleyse çok daha az ayrıcalıklı ülkelere ne demeli? Son savaştan beri kapitalist dünya tarihi, söylenegeldiği haliyle “artan sefalet teorisini” çürütülemeyecek şekilde doğrulamıştır. Toplumun sosyal kutuplaşmasındaki artış bugün yalnızca bütün ehil istatistikçiler tarafından değil, aritmetiğin basit kurallarını hatırlayan her devlet adamı tarafından da itiraf ediliyor.

Kapitalizmin yozlaşması, proletaryanın yaşam standardındaki bir yükselişe dair hayalleri sürdürme olanağını tamamen yok ettiği zaman, emperyalist kapitalizmin doğasında varolan gerilemenin ve gericiliğin sadece en son sınırına indirgenmiş hali olan faşist rejim kaçınılmaz hale gelir. Faşist diktatörlük, daha zengin emperyalist demokrasilerin halen gizlemeye çalıştıkları yoksullaşma eğiliminin açık itirafıdır. Mussolini ve Hitler’in Marksizme böylesine kesin bir nefretle zulmetmesi, tam da onların rejiminin Marksist kehanetin en dehşet verici kanıtı olmasındandır. Göring, cellât edasıyla ve kendine özgü bir soytarılıkla, silahların tereyağından daha önemli olduğunu açıkladığında veya Cagliostro-Casanova-Mussolini İtalyan işçilerine kara gömleklerinin üzerindeki kemerlerini daha da sıkmayı öğrenmeleri tavsiyesinde bulunduğunda, uygar dünya öfkeden kudurmuş ya da kendisine bu süsü vermişti. Ancak, emperyalist demokrasilerde de özü itibariyle aynı şeyler yaşanmıyor mu? Tereyağı her yerde silahları yağlamak için kullanılır. Fransa’nın, İngiltere’nin ve Birleşik Devletler’in işçileri, kara gömlekleri olmaksızın kemerleri sıkmayı öğreniyorlar. Dünyanın en zengin ülkesinde milyonlarca işçi, federal, devlet, belediye veya özel hayır kurumları hesabına yaşayan sefillere dönüştü.

Yedek İşçi Ordusu ve İşsizlerin Yeni Alt-Sınıfı

Yedek sanayi ordusu da, fabrika depolarındaki hammadde ve makine stoku veya mağazalardaki mamul madde stoku kadar kapitalizmin toplumsal mekanizmasının vazgeçilmez bir bileşenini oluşturur. Yedek bir emek gücü olmaksızın, ne üretimin genel genişlemesi, ne de sermayenin sınai döngülerin gelgitlerine uyarlanması mümkün olurdu. Marx, kapitalist gelişimin genel eğiliminden –sabit sermayenin (makine ve hammaddeler) değişken sermaye (emek gücü) pahasına artışı– şu sonuca ulaşıyordu: “Toplumsal zenginlik ne kadar büyürse; yedek sanayi ordusu da o kadar büyür; pekişmiş bir artı-nüfus kitlesi de o kadar büyür; resmi yoksulluk da o kadar büyür. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır.”

“Artan sefalet teorisi”ne ayrılmaz bağlarla bağlı olan ve uzun yıllar boyunca “abartılmış”, “maksatlı” ve “demagojik” olarak suçlanan bu tez, şimdi, olguların oldukları haliyle teorik tasviri haline gelmiştir. Mevcut işsizler ordusuna artık bir “yedek ordu” gözüyle bakılamaz, çünkü onun asli kütlesi artık işe dönmek için hiçbir umut besleyemez: tam tersine, eklenen işsizlerin kesintisiz akışı tarafından şişirilmeye mahkûmdur. Dağılmakta olan kapitalizm daha önce hiçbir işe sahip olmamış ve olma umuduna da sahip olmayan tüm bir genç insan kuşağını beraberinde getirdi. Proletarya ve yarı-proletarya arasındaki bu yeni alt-sınıf, toplum pahasına yaşamaya zorlanıyor. Dokuz yıl boyunca (1930-1938) işsizliğin, 43.000.000’dan fazla iş-yılını Birleşik Devletler ekonomisinin dışına attığı tahmin edilmektedir. 1929 yılında, refahın doruğunda, Birleşik Devletler’de iki milyon işsizin olduğu ve bu dokuz yıl süresince potansiyel işçilerin sayısının beş milyona çıktığı göz önüne alındığında, kayıp iş-yılı karşılaştırılamayacak kadar yüksek olmalıdır. Böylesi bir veba tarafından tahrip edilen toplumsal rejim ölümcül derecede hastadır. Bu illetin doğru teşhisi, seksen yıl kadar önce, henüz hastalığın kendisi sadece tohum halindeyken yapılmıştı.

Orta Sınıfların Gerilemesi

Sermayenin yoğunlaşmasını sergileyen rakamlar böylece göstermektedir ki, küçük mülkler büyükler tarafından bütünüyle yutulurken ya da katlanılmaz bir çalışmanın ve ümitsiz bir yoksulluğun basit bir simgesi haline gelerek küçültülürken ve bağımsızlıklarından mahrum edilirken, orta sınıfların üretimdeki özgül ağırlığı ve ulusal gelirden aldıkları pay sürekli olarak gerilemiştir. Aynı zamanda, kapitalizmin gelişimi, teknisyenler, yöneticiler, hizmetliler, kâtipler, avukatlar, doktorlar, vs. –tek kelimeyle sözde “yeni orta-sınıflar”– ordusunda gözle görülür bir artış yaratmış görünüyor, bu doğru. Ancak zaten gelişimi Marx için bile bir sır olmayan bu tabakanın, kendi üretim araçlarının mülkiyetinde somut bir ekonomik bağımsızlık garantisine sahip olan eski orta sınıflarla ortak noktası pek yoktur. “Yeni orta sınıf”, büyük ölçüde amiri durumunda olduğu işçilere göre kapitalistlere çok daha doğrudan bağımlıdır, üstelik onun saflarında da, toplumun gözünde itibardan düşmesinin kötü sonuçlarının yanı sıra hatırı sayılır bir aşırı üretim dikkati çekmektedir.
Daha önce andığımız Genel Başsavcı Homer S. Cummings kadar Marksizme uzak olan biri, “güvenilir istatistiksel bilgiler, pek çok sınai birimin tamamen yok olduğunu ve yaşanılanın, küçük işadamının Amerikan yaşamında bir faktör olarak adım adım tasfiyesi olduğunu göstermektedir” diyor.

Ancak, pek çok selefleri ve halefleri arasından Sombart, yine de, Marx’a rağmen “zanaatçı ve köylü sınıfların yok oluşu ile birlikte genel yoğunlaşma”nın henüz gerçekleşmediği itirazını yükseltiyor. Böylesi bir argümanda neyin daha ağır bastığını söylemek zor, sorumsuzluk mu kötü niyet mi? Marx da, her teorisyen gibi, temel eğilimleri en sade biçimleriyle soyutlamakla işe başladı; aksi takdirde, kapitalist toplumun alınyazısını anlamak tümden imkânsız olurdu. Ne var ki, Marx’ın kendisi, somut analiz ışığında, hayatın görüngülerini farklı tarihsel etkenlerin yoğunlaşmasının bir ürünü olarak mükemmelen gösterme yeteneğindeydi. Kuşkusuz, Newton’un yasaları, düşen cisimlerin hız artışının farklı koşullar altında değişiklik göstermesiyle veya gezegenlerin yörüngelerinin bozulmalara maruz kalmasıyla geçersiz hale gelmez.

Orta sınıfların sözde “inadı”nı anlamak için, şu iki eğilimin, orta sınıfların yıkıma uğraması ve bu yıkıma uğrayanların proleterlere dönüşmesi eğiliminin, eşit bir hızla ya da aynı menzilde gelişmediğini akılda tutmak isabetli olur. Makinenin emek gücü üzerindeki artan üstünlüğünden şu sonuç çıkmaktadır; orta sınıfların yıkım süreci ne kadar ilerlerse, bu süreç onların proleterleşme süreçlerini o kadar geride bırakır; gerçekten de, belirli bir durumda sonuncusu büsbütün durmak ve hatta gerilemek zorundadır.

Tıpkı fizyolojik yasaların işleyişinin büyümekte olanla ölmekte olan bir organizmada farklı sonuçlar vermesi gibi, Marksist ekonomi yasaları da, gelişmekte veya dağılmakta olan bir kapitalizmde, otoritelerini farklı şekilde kurarlar. Bu farklılık, kent ve kırın karşılıklı ilişkilerinde özel bir açıklıkla görülür. Birleşik Devletler’in toplam nüfusla karşılaştırıldığında daha az artan kırsal nüfusu, 32.000.000’u geçtiği 1910 yılına kadar kesin rakamlarla yükselmeyi sürdürdü. Müteakip yirmi yıl süresince, ülkenin toplam nüfusunun hızla artmasına rağmen 30,4 milyona düştü, yani 1,6 milyon azaldı. Ancak 1935’te, 1930 ile karşılaştırıldığında 2,4 milyon artarak yeniden 32,8 milyona yükseldi. Çarkın ilk bakışta şaşırtan bu dönüşü, kentli nüfusun kırsal nüfus pahasına artma eğilimini ya da orta sınıfların atomize olma eğilimini zerre kadar çürütmediği gibi, aynı zamanda bir bütün olarak kapitalist sistemin dağıldığını da en anlamlı şekilde sergilemektedir. 1930-1935 şiddetli kriz dönemi sırasında kırsal nüfustaki artış, basitçe yaklaşık iki milyon kentli nüfusun, veya asıl anlamıyla, iki milyon aç işsizin taşraya –toplum tarafından reddedilen emek güçlerini, tümden açlıktan ölmek yerine topraktan yarı-aç bir yaşam çıkartabilmek için doğal üretken ekonomiye uygulamak üzere, çiftçiler tarafından terk edilen arazi parçalarına veya hısım akrabalarının çiftliklerine– taşınması olgusu ile açıklanır.
Bu nedenle sorun, küçük çiftçilerin, zanaatkârların ve dükkâncıların istikrarı değil, daha çok onların durumunun sefil çaresizliği sorunudur. Geleceğin bir garantisi olmak şöyle dursun, orta sınıf, geçmişin talihsiz ve trajik bir kalıntısıdır. Onu toptan yok edemeyen kapitalizm, küçülmenin en alt derecesine ve ıstıraplara düşürmeyi başarmıştır. Çiftçi yalnızca küçük arazisinin kirasından ve yatırdığı sermayenin kazancından değil, aynı zamanda ücretinin yüklü bir bölümünden bile mahrum edilmektedir. Şehirdeki küçük akranları da ekonomik yaşam ile ölüm arasında kendilerine ayrılan mesafeyi benzer şekilde kat ettiler. Orta sınıf sadece fakirleştiği için proleterleşmemektedir. Bu noktada, kapitalizm lehine bir şeyler bulmak, Marx’a karşı bir argüman bulmak kadar zordur.

Sınai Kriz

Geçen yüzyılın sonları ve bu yüzyılın başları, kapitalizm tarafından öylesi ezici bir ilerlemeyle damgalandı ki, döngüsel krizler artık “rastlantısal” sıkıntılardan öte bir şey olarak görülmüyordu. Hemen hemen evrensel olan kapitalist iyimserlik yılları boyunca, Marx’ı eleştirenler, tröstlerin, sendikaların ve kartellerin ulusal ve uluslararası gelişiminin pazarın planlı kontrolünü başlattığını ve kriz üzerindeki nihai zaferi müjdelediğini temin ediyorlardı. Sombart’a göre, krizler savaştan önce kapitalizmin kendi mekanizması tarafından zaten “ortadan kaldırılmıştı”, böylece de “kriz sorunu bugün bizi fiilen ilgilendirmiyor”du. Şimdi, yalnızca on yıl sonra, Marx’ın teşhisi trajik sağlamlığının tüm ölçüleriyle tam da günümüzde karşımıza dikilmişken, bu sözler kof maskaralık gibi geliyor. Kanı zehirlenmiş bir organizmada, her rastlantısal hastalık kronik bir karaktere bürünme eğilimindedir; aynı şekilde, krizler, tekelci kapitalizmin kokuşmuş organizmasında özellikle öldürücü bir biçime bürünür.
Tekellerin gerçek varlığını yarım yamalak inkâr etmeye çalışan kapitalist basının, kapitalist anarşiyi de yarım yamalak inkâr etmek için bu aynı tekellere başvurması vurgulanmaya değer. Eğer altmış aile Birleşik Devletler’in ekonomisini kontrol ediyorsa, diye ironik bir biçimde gözlemliyor New York Times, “bu, Amerikan kapitalizminin bırakın plansız olmasını, muazzam bir ustalıkla örgütlenmiş olduğunu gösterir.” Bu argüman hedefi ıskalıyor.

Kapitalizm, eğilimlerinden bir tekini bile nihai sonuna kadar geliştirme yeteneğinde olmamıştır. Tıpkı zenginliğin yoğunlaşması orta sınıfları ortadan kaldırmadığı gibi, tekel de rekabeti ortadan kaldırmaz, ancak hızla onun üstüne yürür ve onu ezer. Altmış ailenin her birinin “plan”ından az olmamak üzere bu planların türlü çeşitlemeleri de, ekonominin farklı dallarını koordine etmekle en küçük bir şekilde bile ilgilenmeyip, diğer kliklerin ve tüm ulusun pahasına kendi tekelci kliklerinin kârlarını arttırmakla ilgilenmektedir. Bu planların kesişmesi, ulusal ekonomideki anarşiyi son tahlilde yalnızca derinleştirir. Tekelci diktatörlük ve kaos birbirini dışlamaz; bilâkis birbirlerini besler ve tamamlar.

Sombart, kendi “biliminin”, kriz sorunuyla düpedüz ilgisiz olduğunu ilân ettikten bir yıl sonra, Birleşik Devletler’de 1929 krizi patlak verdi. Birleşik Devletler ekonomisi görülmemiş refahın doruklarından korkunç bir takatsizlik uçurumuna yuvarlandı. Marx’ın zamanında hiç kimse böylesi şiddetli sarsıntıları tasavvur edemezdi! Birleşik Devletler’in ulusal geliri ilk kez 1920’de, altmış dokuz milyar dolara yükseldi, ancak hemen arkasından gelen birkaç yılda elli milyar dolara düştü, yani yüzde 27’lik bir düşüş. Ulusal gelir sonraki birkaç yıllık refahın sonucu olarak, 1929’da tekrar seksen bir milyar dolarlık en yüksek seviyesine yükseldi, ancak 1932’de kırk milyar dolara düştü, yani yarıdan da fazla! “Sadece” iki milyon işsizin var olduğu 1929 yılının emek ve gelir normlarını alırsak, 1930-1938 arası dokuz yıl boyunca, yaklaşık olarak kırk üç milyon iş-yılı ve 133 milyar dolarlık ulusal gelir kaybedildi. Eğer tüm bunlar anarşi değilse, bu sözcüğün anlamı nedir?

“Çöküş Teorisi”

Orta sınıf aydınlarının ve sendika bürokratlarının kalpleri de, kafaları da, Marx’ın ölümü ile Dünya Savaşının patlak vermesi arasındaki dönemde, kapitalizmin başarıları tarafından neredeyse bütünüyle fethedilmişti. Devrim fikri barbarlığın yalnızca bir kalıntısı gibi görünürken, tedrici ilerleme (“evrim”) fikri, her zaman için sağlam bir fikir olarak görülüyordu. Marx’ın, sermayenin artan yoğunlaşması, sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi, derinleşen krizler ve kapitalizmin felâketvari çöküşü ile ilgili teşhisleri, kısmen düzeltilerek ve daha kesin bir hale getirilerek ıslah edilmedi, tersine, ulusal gelirin daha dengeli dağılımı, sınıf çelişkilerinin yumuşaması ve kapitalist toplumun aşamalı ıslahı ile ilgili, nitelik olarak tam ters teşhislerle karşılandı. Klasik dönem sosyal demokratlarının en yeteneklisi Jean Jaurés, politik demokrasiyi tedrici bir biçimde toplumsal bir içerikle dolduracağını umuyordu. Reformizmin özü burada yatmaktadır. Alternatif teşhis buydu. Bundan geriye ne kaldı?

Zamanımızda tekelci kapitalizmin yaşamı bir krizler zinciridir. Her kriz bir felâkettir. Bu kısmi krizlerden gümrük tarifeleri, enflasyon, hükümet harcamalarının ve borçlarının artışı vasıtasıyla kurtulma gerekliliği, katmerli, daha derin ve daha yaygın krizler için zemin hazırlar. Pazar için, hammadde için, sömürgeler için verilen mücadeleler, askeri felâketleri kaçınılmaz kılar. Ve en önemlisi, devrimci felâketleri hazırlar. Yaşlanan kapitalizmin giderek daha “sakin, ağırbaşlı ve makul” hale geleceği düşüncesinde Sombart’a katılmak gerçekten de kolay değil. Onun son akıl kırıntılarını da kaybetmekte olduğunu söylemek daha yerinde olur. “Çöküş teorisinin” barışçıl gelişim teorisine karşı, her olayda zafer kazandığına dair şüphe duyulamaz.

Kapitalizmin Çürümesi

Pazarın denetimi toplum için her ne kadar pahalıya patlasa da, belirli bir safhaya kadar, yaklaşık olarak Dünya Savaşına kadar, insanoğlu, kısmi ve genel krizlerden geçerek büyüdü, gelişti ve kendisini zenginleştirdi. Üretim araçlarının özel mülkiyeti, bu dönemde göreli olarak ilerici bir etken olmayı sürdürdü. Ancak şimdi değer yasasının kör denetimi daha fazla hizmet etmeyi reddediyor. İnsanın ilerlemesi çıkmaz bir sokakta sıkışıp kalmıştır. Teknik düşüncenin son zaferlerine rağmen, maddi üretici güçler artık gelişmiyor. Ekonominin temel dallarındaki yeni yatırımların tıkanmasının bir sonucu olarak dünya inşaat sanayisindeki durgunluk, gerilemenin en belirgin ve hatasız belirtisidir. Kapitalistler kendi sistemlerinin geleceğine artık kolayca inanamıyorlar. Hükümet tarafından teşvik edilen yatırımlar, vergilerin yükselmesi ve “serbest” ulusal gelirin daralması anlamına gelir, özellikle de hükümetin yeni yatırımlarının ana bölümü doğrudan savaş hedefleri için tasarlandığı sürece.

Kuruma, insanın en temel yaşamsal gereksinimlerine sıkı sıkıya bağlı olan, insan faaliyetinin en antik alanında –tarım alanında– özellikle ölümcül ve alçaltıcı bir niteliğe bürünmüştür. Özel mülkiyetin en gerici biçimi olan küçük toprak sahipliğinin tarımın gelişiminin önüne diktiği engellerle artık tatmin olmayan kapitalist hükümetler, hiç de ender olmayan bir şekilde, üretimi, gerileme döneminde loncalardaki zanaatkârları ürküten yasal ve idari önlemler yardımıyla, yapay bir biçimde sınırlamak zorunda kaldılar. En güçlü kapitalist ülke hükümetinin, çiftçilere fidelerini kesmeleri için, yani zaten düşmekte olan ulusal geliri suni olarak azaltmak için prim dağıtması tarihe geçecektir. Sonuç kendiliğinden görülüyor: Deneyim ve bilim tarafından sağlanan muazzam üretici olanaklara rağmen, açların, yani insanoğlunun büyük çoğunluğunun sayısının gezegenimizin nüfusundan daha hızlı artmaya devam ettiği bir dönemde, tarım ekonomisi çürümüş bir krizden çıkmıyor. Muhafazakârlar, böylesi yıkıcı çılgınlıklara batmış toplumsal düzeni savunmayı duyarlı politika olarak görüyorlar ve bu çılgınlığa karşı sosyalist savaşımı yıkıcı ütopyacılık olarak mahkûm ediyorlar.
Son düzenleyen Blue Blood; 1 Ekim 2006 02:24
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Ocak 2007       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Marksizm ve Din

Alan Woods



Marksistler ne isterler

Marksistlerin amacı toplumun sosyalist dönüşümü için ulusal ve uluslararası ölçekte mücadele vermektir. Bizler, kapitalizmin uzun zaman önce tarihsel olarak ömrünü tükettiğine ve korkunç derecede baskıcı, adaletsiz ve insanlık dışı bir sisteme dönüştüğüne inanıyoruz. Sömürünün sona ermesi ve akılcı ve demokratik bir üretim planına dayanan uyumlu bir sosyalist dünya düzeninin yaratılması, kadın ve erkeklerin birbirleriyle insani ilişkiler kuracakları yeni ve daha yüksek bir toplum biçiminin yaratılmasında ilk adım olacaktır.
Bizler, dünyadaki milyonlarca insan için tarifsiz bir sefalet, hastalık, zulüm ve ölüm anlamına gelen böyle bir sisteme karşı mücadeleyi desteklemenin, insancıl olan herkesin görevi olduğuna inanıyoruz. Milliyetine, derisinin rengine ya da dinsel inançlarına bakmaksızın her ilerici insanın mücadeleye katılmasını içtenlikle kabul ederiz. Marksistlerle Hıristiyanlar, Müslümanlar ve diğer gruplar arasında bir diyalog fırsatını da memnuniyetle karşılarız.
Fakat etkin bir şekilde mücadele etmek için, başarıyı garantileyecek ciddi bir program, politika ve perspektifin oluşturulması zorunludur. Bizler sadece Marksizmin (bilimsel sosyalizmin) böyle bir perspektif sunacağına inanıyoruz.
Din sorunu karmaşık bir sorundur ve birçok farklı noktadan yaklaşılabilir: tarihi, felsefi, politik vs. Marksizm bir felsefe olarak başladı: diyalektik materyalizm. Bu felsefenin çok güzel bir açıklaması, Engels’in Anti-Dühring ve Ludwig Feuerbach gibi eserlerinde bulunabilir. Aklın İsyanı – Marksist Felsefe ve Modern Bilim, aynı fikirlerin kapsamlı bir modern açıklamasını sunmaktadır. Bu, Marksizmin din konusundaki felsefi tutumunun izahı için bir başlangıç noktasıdır.
Felsefi materyalizm ve bilim

Marksistler, herhangi bir doğaüstü varlığın veya doğa dışında ya da “üstünde” herhangi bir şeyin mevcudiyetini reddeden felsefi materyalizme dayanırlar. Aslında yaşam ve evren için bu türden bir açıklamaya gerek yoktur, özellikle de günümüzde. Doğa kendi açıklamalarını sağlıyor, hem de büyük bir bollukla.
Bilim, insanın –tıpkı diğer türler gibi– milyonlarca yılda geliştiğini ve yaşamın kendisinin inorganik maddelerden evrildiğini ispatlamış durumda. Merkezi sinir sistemi olmadan beyin olamaz ve maddi vücut, kan, kemik, kaslar vb. olmadan merkezi sinir sistemi olamaz. Vücut da maddi çevreden elde edilen yiyeceklerle ayakta kalmak zorundadır. İnsan genom projesindeki en son genetik keşifler, materyalist bakış açısı için çürütülemez deliller sağlamıştır.
Bunca zaman gizli kalmış olan genomun uzun ve karmaşık tarihinin ortaya çıkması, insan doğası ve yaratılış süreci konusunda tartışmalara yol açtı. Amerikalı öğrencilere Tanrının dünyayı altı günde yarattığını, erkeğin topraktan yaratıldığını ve ilk kadının erkeğin kaburga kemiklerinden yapıldığını öğretmek isteyen ABD’deki Yaratılışçı hareket, yirmi birinci yüzyılın ilk on yılında, Darvin’in görüşlerine akıl almaz biçimde meydan okuyor.
En son keşifler, nihayetinde Yaratılışçılık zırvasının asılsızlığını göstererek, her türün ayrı ayrı yaratıldığı ve ebedi ruhuyla İnsanın Tanrıya övgüler düzmek için özellikle yaratıldığı görüşünü etraflı biçimde yıktı. İnsanların hiç de biricik yaratıklar olmadığı şimdi açıkça ispatlanmış durumda. İnsan genom projesinin sonuçları, genlerimizin diğer türlerle ortak olduğunu, eski genlerin kimliğimizin oluşumuna yardımcı olduğunu kesin biçimde gösterdi. İnsanlar sisli zamanlara dek uzanan diğer türlerle aynı genleri paylaşıyorlar. Aslında, bu ortak genetik mirasın küçük bir parçasının izi, bakteri gibi ilkel organizmalara dek sürülebilir. Birçok durumda insanlar, farelerle, sıçanlarla, kedilerle, köpeklerle ve hatta meyve sinekleriyle tamamen aynı genlere sahipler. Gerçekten de bilim adamları şu anda insanların bakterilerle paylaştıkları 200 geni bulmuş durumdalar. Böylece, evrimin nihai kanıtı da esaslı bir biçimde saptanmış oldu. Hiçbir ilahi müdahale gerekmiyor.
Ölümden sonra yaşam?

Öyleyse, tüm bu bilimsel gelişmelere rağmen, niye hâlâ din milyonlarca insanın zihnini pençesinde tutuyor? Din, insanlara ölümden sonra bir yaşam avuntusu sunar. Felsefi materyalizm böyle bir şeyin olabilirliğini reddeder. Akıl, fikirler, ruh; tüm bunlar belli bir tarzda örgütlenmiş maddenin ürünüdür. Organik yaşam belli bir aşamada inorganik yaşamdan çıkmıştır, tıpkı basit yaşam formlarının –bakteri, tek hücreli organizmalar vb.– omurga, merkezi sinir sistemi ve beyin içeren daha karmaşık yaşam formlarına evrilmesi gibi.
Sonsuza kadar yaşama arzusu en azından uygarlık kadar eskidir, belki daha da eski. Varlığımızda, “ben” bir gün yok olacağım fikrine direnen bir şeyler var. Ve şüphesiz, bu harika dünyanın güneşini ve çiçeklerini, yüzümde hissettiğim rüzgârı, suyun sesini, sevdiklerimi sonsuza dek terk etme –sonu olmayan bir hiçlik alemine girme– fikrine katlanmak, hatta bunu anlamak çok zordur. Bu yüzden eskiden beri insanlar, içinde bir parçamızın yaşamaya devam edeceğine inanılan maddi olmayan bir ruhani dünya ile hayali bir yakınlık arayışı içinde olmuşlardır. Bu gerçekten Hıristiyanlığın en güçlü ve kalıcı mesajlarından biriydi: “Ölümden sonra da yaşayabilirim.”
Sorun şudur: günümüz toplumunda birçok kadın ve erkeğin sürdürdüğü hayat öylesine zor, öylesine katlanılmaz ve en azından öylesine anlamsızdır ki, ölümden sonra yaşam fikri bu hayata bir anlam katmanın tek yolu gibi görünmektedir. Bu çok önemli soruna sonra tekrar geleceğiz. Ama bu arada, ölümden sonra yaşam fikrinin kesin anlamını analiz edelim. Bu fikir ciddi bir analize tâbi tutulduğu anda küllere karışacaktır.
Sorun uzun süre önce anlaşılmıştı. Neo-Platonist Yunan Filozoflarından Plotinus, ölümsüzlük hakkında şöyle diyordu: “o konuşulmazdır, zira eğer ondan herhangi bir şekilde söz ederseniz onu tekilleştirirsiniz.” Aynı fikir ruha ilişkin Hint yazılarında da bulunur: “Özbenliğin, No, No (neti, neti) ile tarif edilmesi gerekir. O anlaşılmazdır, zira O anlaşılamaz.” (Bakınız A.C.Bouquet, Comparative Religion [Karşılaştırmalı Din], s.162). Bu nedenle, filozoflar ve ilahiyatçılar için ruh, Hegel’in söyleyebileceği gibi, “tüm ineklerin siyah göründüğü bir gece”den ibarettir. Fakat günlük yaşamda eğitimsiz insanlar yine de ruh ve ölümden sonra yaşam konusunda kendilerinden emin konuşurlar. Onlar bunu sanki uykudan uyanmak, uzun süredir ayrı kaldıkları sevdikleriyle mutlu bir şekilde kavuşmak ve sonra da sonsuza kadar mutlu yaşamak gibi hayal ederler.
Ruhun maddi olmadığı farz edilir. Peki maddenin olmadığı yaşam nedir? Fiziksel vücudun yok olması, bireyin hayatının sona ermesi anlamına gelir. Doğrudur, vücudumuzu meydana getiren tek tek trilyonlarca atom ortadan kaybolmaz, farklı kombinasyonlarda tekrar ortaya çıkar. Bu anlamda hepimiz ölümsüzüz, çünkü madde ne yaratılabilir ne de yok edilebilir. Bilindiği gibi, hiçbir fiziksel varlık olmamasına rağmen insan sesleri duyduklarını savunan ruhçular var. Bunun cevabı çok basit: eğer insan sesi varsa mutlaka ses telleri de olmalı, aksi takdirde insan sesinin ne olduğunu bilmeyiz! İstediğiniz şekilde deneyin, insani yaşam etkinliğimizin belirtilerinden bir tekini bile maddi bedenden ayıramazsınız.
“Ölümden sonra yaşam” yaygın fikri, aşağı yukarı yeryüzünde sürdüğümüz yaşamın bir devamıdır (çünkü başka türlüsünü bilmemiz mümkün değil). Ruh bedenden ayrıldıktan sonra, görünüşe göre, mucizevi biçimde sevdiklerimizle bir araya geldiğimiz güzel bir yerde, hastalık ve yaşlanmanın olmadığı, ebedi neşeyle dolu bir hayata “uyanır”. Bunun imkânsız olduğunu görmek için soruyu somut sormak yeterlidir. Eğer hayatı yaşamaya değer kılan tüm şeyleri, iyi yemekler yemeyi, iyi şaraplar (veya İngilizler için güzel demli bir bardak çay) içmeyi, şarkı söylemeyi, dans etmeyi, kucaklaşmayı, sevişmeyi vb. düşünürsek, tüm bu aktivitelerin ayrılmaz biçimde vücutla ve onun fiziksel özellikleriyle bağlantılı olduğu derhal aşikâr olacaktır. Konuşmak, okumak, yazmak ve düşünmek gibi daha beyinsel uğraşlar da, aynı şekilde vücut organlarımıza bağlıdır. Aynı şey nefes almak için ya da diğer herhangi bir faaliyet için de doğrudur, ki biz bunların toplamına hayat diyoruz.
Aslında, hiçbir acı ve ıstırabın bulunmadığı bir var oluş, insanoğlu için çekilmez olurdu. Her şeyin beyaz olduğu bir dünya, her şeyin siyah olduğu bir dünya ile gerçekte aynıdır. Salt tıbbi açıdan bakıldığında, acı önemli bir işleve sahiptir. Acı yalnızca kötü bir şey değildir, aslında vücudun işlerin iyi gitmediğine dair bir uyarısıdır. Acı insanlık durumunun bir parçasıdır. Yalnızca bu da değil: Acı ve zevk diyalektik olarak birbiriyle ilişkilidir. Acı yoksa zevk de olamaz. Don Kişot, Sanço Panza’ya en iyi sosun açlık olduğunu anlatıyordu. Keza yorucu bir çalışma döneminden sonra çok daha iyi dinleniriz.
Aynı şekilde, ölüm hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. Yaşam, ölüm olmadan kavranamaz. Doğduğumuz anda ölmeye başlarız, aslında hayatı ve insan gelişimini oluşturan şey trilyonlarca hücrenin ölmesi ve trilyonlarca yeni hücre ile yer değiştirmesidir. Ölüm olmasaydı hayat olmazdı, büyüme olmazdı, değişim olmazdı, gelişme olmazdı. Bu yüzden yaşamdan ölümü def etme girişimi –eğer bu iki şey birbirinden ayrılabilseydi– mutlak bir sabitlik, değişmezlik, statik denge durumuna ulaşmaktır. Fakat bu yalnızca ölümün bir başka adıdır. Değişim ve hareket olmadan yaşam olamaz.
Peki başka bir yaşama inanmanın ne zararı olabilir? Pek bir zararı yok gibi görünebilir. Ama insanları yanlış eğitmek ve onları, hayatlarını bir yanılsama etrafında inşa etmeleri için teşvik etmek, arzu edilir bir şey midir? Dünyayı ve kendimizi değiştirmek için gerekli bilgiyi, tüm yanılsamaları ardımızda bıraktığımız ve dünyayı ve kendimizi gerçekte olduğumuz gibi gördüğümüz ölçüde elde edebiliriz.
Bireyler olarak bizim ne olduğumuz, maddi bedenlerimiz ile yakından alâkalıdır ve bunlardan ayrı ve bunların dışında bir varlığa sahip değildir. Bizler doğarız, yaşarız ve ölürüz, tıpkı evrendeki diğer tüm canlı organizmalar gibi. Her nesil kendi yaşamını sürmek ve sonra bizim yerimizi alması mukadder olan yeni nesillere yolu açmak zorundadır. Ölümsüzlük özlemi, sonsuza kadar yaşama hakkı tasavvuru, temelinde bencilce ve gerçekdışıdır. Varolmayan “öteki dünya” için zamanını boşa harcamaktansa, bu dünyayı yaşanacak bir yer haline getirmek için çaba harcamak gerekir. Çünkü bu dünyaya doğmuş insanların büyük çoğunluğu için, sorun ölümden sonra yaşamın olup olmadığı değil, aksine ölümden önce yaşamın olup olmadığıdır.
Bu yaşamın hızla uçup gittiğini ve bizim ve sevdiklerimizin daima burada olmayacağımızı bilmek, bir umutsuzluk nedeni olmaktan çok, bizlere tutkulu bir yaşam sevgisi ve her şeyi daha iyi yapma arzusu aşılamalıdır. Her çiçeğin solmak için doğduğunu ve bir anlamda açmanın geçiciliğinin ona trajik bir güzellik verdiğini bilmekteyiz. Fakat doğanın her ilkbaharda yeniden canlandığını, yaşayan her şeyin özü olan doğum ve ölüm sonsuz döngüsünün yaşama acı-tatlı tadını veren şey olduğunu, komedi ve trajedinin, kahkaha ve gözyaşlarının yaşamı insani duyguların zengin mozaiği haline getirdiğini de biliyoruz. Bu bizim insan olarak kaçamayacağımız kaderimiz. Çünkü bizler tanrı değil insanız ve insanlık durumumuzu kabul etmeliyiz. Tanrılar karşısında dezavantajlarımız var, bizler ölümlüyüz. Ama onlar karşısında avantajlarımız da var; onlar sadece bedensiz hayal ürünleriyken, bizler etimizle kanımızla gerçekten varız.
Karamsar sonuç?

Felsefe olarak materyalizm uzun ve onurlu bir geçmişe sahiptir. Eski Yunan İyon filozofları tümüyle materyalistti. Platon’a göre bu filozofların en dikkate değeri ve Peracles’in hocası Anaksagoras ateistlikle suçlandı. Protagoras (M.Ö. 415) bir sofistin alışılmış ironisiyle şunu söyler: “Tanrılar konusunda, onların varlığı, yokluğu veya ne biçimde oldukları bilgisine erişemedim; zira pek çok şey bu bilgiye erişmeyi engelliyor, hem konunun karanlık olması hem de insan yaşamının kısalığı.” (aktaran: A.C. Bouquet, Comparative Religion, s.105-6). Çağdaşı Diagoras biraz daha ileri gitti. Birisi onun dikkatini bir gemi kazasından kurtulanların minnettarlık için diktikleri adak tabletlerine çektiğinde, şu şekilde cevap verdi: “Boğulanlar tablet dikmedi.”
Materyalist anlayış, hayata karamsar veya nihilist bir bakış anlamına mı geliyor? Aksine. Yeryüzünde tam ve tatminkâr bir yaşamın ilk koşulu, şeylerin aslına uygun bir bakış açısını benimsemektir. Şimdiye kadar ortaya konmuş yaşama dair en yüce ve en insancıl görüşlerden biri, antik dönemin dahisi Epiküros’un felsefesidir. Epiküros, Demokritos ve Leukippus ile beraber dünyanın atomlardan oluştuğunu keşfetmişti. Kilise tarafından hatırasına yüzyıllarca kara çalınan Epiküros (M.Ö. 341-270), insanlığın korku belâsından, özellikle de ölüm korkusundan kurtulmasını diledi. Neşeli ve iyimser bir hayat görüşü vardı. Öldüğü gün dikkate değer bir laf etti: “Ölmek için güzel bir gün.”
Herkesin içinde yer alacağı büyük bir milletler topluluğu tarzında bir evrensel kardeşlik vaazı veren Stoacılar, evren yok edilemez olduğu için, bireyler olarak değil ama tüm insanların ruhlarının ölümden kurtulacağına inanıyorlardı. Fakat, doğanın akışı ve yapısından gelen şeyler dışında bize bir şey olamayacağı için ölümden korkulmasına gerek yoktur. İlk olarak “tüm insanlar özgürdür” diyen, bir Stoacıdır. Epektetus ve Marcus Aurelius’un yazıları sayesinde, Stoacılığın Hıristiyanlık üzerinde büyük etkileri olmuştur. Yine de Stoacılar tanrıya hiçbir şekilde gerçekten inanmadılar (theos kelimesini kullanıyorlardı, ama Hıristiyanlığın Tanrısından tümüyle farklı bir anlamda) ve bilge adamın Zeus’a denk olduğunu iddia ediyorlardı. Onların düşüncesi cennete gitmek değil, güzel bir yaşam sürmekti. Bu yaşamı, duygusuzluk değil duyguların kontrolü anlamına gelen apatheia ile özdeşleştiriyorlardı.
Aslında antik halkların çoğu, ölümden sonra kendilerine ne olacağı sorusuna çok kayıtsız gibi görünürler. Yunanlılar için ölümden sonra “yaşam”, anlaşılmaz bir şekilde konuşan ruhların kasvetli dünyasından ibaret, çekici olmayan, gri bir yerdi. Mısırlılar, yiyecek ve şarabın, müziğin, çıplak dans eden kızların ve insanın her ihtiyacına hizmet edecek bir köleler ordusunun olduğu daha çekici bir öteki dünya anlayışına sahiptiler. Fakat Mısırlılar için öteki dünya, egemen sınıfın tekelindeydi. Bunların anıtsal mezarları, canlıyken sefasını sürdükleri gösterişli zenginliği ve lüksü sergiliyordu. Aslında, Çin’de ve diğer tüm erken sınıflı toplumlarda, ölümden sonra yaşam beklentisi, aristokrasiye, şefe, krala ve savaşçıya tahsis edilmişti. Bu, egemen elitin yararlandığı başka bir ayrıcalıktı, ya da daha doğrusu hayatları boyunca sefasını sürdükleri ayrıcalıkların –kitlelerin özenle dışında tutulduğu ayrıcalıklar– ölümden sonra da devam etmesiydi.
Hıristiyanlıkla beraber cennet nihayet demokratikleşti –herkese açıldı– ama bir bedel karşılığında. Bu bedel, daha iyi şeylerin geleceği beklentisiyle kişinin bu dünyadaki hayatını az çok feda etmesidir. Günahları dolayısıyla bu dünyanın zenginlerinin korkunç cezalarla tehdit edilmekte oldukları doğrudur. Bu bazılarını kaygılandırmış olmalı. Fakat genelde egemen sınıf, geleceği pek tasa etmezken, kendini servetinin ve hayatın güzelliklerinin huzur verici zevkine adamayı tercih eder ve gelecekteki cehennem ateşi ihtimaline şaşırtıcı bir sükûnetle bakar. Ama yoksullar için, mezarın ötesinde geleceği vadedilen mutluluğun bedeli, bu gözyaşı vadisindeki acı ve ıstırap dolu dünyayı pasif kabulleniştir. Bu vaat, bitmez tükenmez bir didinmeyle ve fiziksel ve zihinsel kederle dolu bir yaşamda kendilerini tüketen milyonlarca insanı kayıtsızlığa itmektedir.
Bazı insanlara bu adilmiş gibi görünebilir. Fakat bize daha çok düpedüz hırsızlık ve düzenbazlık olarak görünüyor. “Bu umudu sıradan insanlardan aldığında geriye ne kalır?” Besili sofistin argümanı böyledir. Cevap: onlar hakikati bulurlar ve İncil bize hakikatin bizi özgür kılacağını söyler. İnsanların gözleri cennete doğru dikildikçe, dikkatlerini onlara azap çektiren gerçek sorunlara ve gerçek düşmanlarına yoğunlaştıramayacaklardır. Gerçek mutluluk beklentisinin yerini, tüm insani potansiyellerin, var olmayan bir ölümden sonra yaşam beklentisi için kullanılması alacaktır. Yani insan olarak kendilerini kurban edeceklerdir, tıpkı uzak geçmişin kana susamış eski dinlerinin kurbanları gibi. Gerçek yaşamlar bir yanılsama uğruna mahvedilmektedir.
Felsefi materyalizmin gerçek simgesi olan yaşam sevgisinin, yaşadığımız dünyayı değiştirmek ve insanların yaşamlarını iyileştirmek için tutkulu bir arzuya yol açması gerekir. Din bizlere gözlerimizi göklere dikmemizi öğretirken, Marksizm yeryüzünde daha iyi bir yaşam için mücadele etmemizi söyler. Marksizm, kadınların ve erkeklerin kendi yaşamlarını dönüştürmek ve insanlığı kendi gerçek itibarına ulaştıracak gerçek bir insan toplumunu yaratmak için mücadele etmeleri gerektiğine inanır. Bizler, insanların sadece bir hayatı olduğuna ve kendilerini bu hayatı güzel ve tatmin edici kılmaya adamaları gerektiğine inanıyoruz. Şöyle de diyebiliriz, bizler bu hayattaki bir cennet için savaşıyoruz, çünkü başka bir cennetin olmadığını biliyoruz. Yaşanabilir bir dünya için yaşadığımız ve savaştığımız ölçüde, çocuklarımız ve torunlarımız için daha iyi bir gelecek hazırlıyoruz. Her ne kadar her bireyin belli bir ömrü varsa da, insan türü devam ediyor ve insanlık davasına bireysel katkımız bizler yok olduktan sonra da yaşamaya devam edecektir. Ölümsüzlüğe, doğanın kanunlarını reddetmeden ulaşabiliriz, ama gelecek nesillerin hafızasında. Ölümlülerin peşinden koşma hakkına sahip oldukları tek ölümsüzlük budur.
Bu yüzden Marksizmle tüm dinler arasında derin bir felsefi ayrılık vardır. Bu, daha güzel bir dünya için birlikte çalışmayı ve mücadele etmeyi kabul edemeyeceğimiz anlamına mı gelir? Hiç de değil. “Ruhu teslim ettikten” sonra bizleri bekleyen kadere ilişkin olarak, herkesin istediği görüşü savunma hakkı vardır. Fakat bu fikirsel ayrılık –aslında felsefi açıdan önemlidir– hiçbir şekilde bizi dünyadaki baskı ve adaletsizlik karşısındaki mücadelede birleşmekten alıkoymamalıdır. Bu yalnızca, toplumun sosyalist dönüşümünün temel programında ve bu programı pratiğe geçirebilecek araçlarda fikir birliğine varma sorunudur. Diğer konuları tartışmak için yeterince vaktimiz olacaktır!
Dinin dünyası mistik bir dünyadır, gerçeğin bozulmuş bir görüntüsüdür. Fakat tüm fikirler gibi bu fikirlerin de kaynağı gerçek dünyadadır. Üstelik bunlar sınıflı toplumun çelişkilerinin bir ifadesidir. Bu olgu, en eski dinlerde çok nettir.
Babil tanrısı Marduk, insanı tanrılara hizmet etmesi maksadıyla yarattığını ilân etmiştir; bunu “onların özgürleşmesi”, yani tapınak ayinleriyle ilgili bayağı işleri yerine getirmeleri ve tanrılara yiyecek sağlamaları için yapmıştır. Burada, insanlığın iki sınıfa bölündüğü sınıflı toplum gerçekliğinin dindeki yansımasını buluruz; yükseklerdeki dokunulmaz tanrılar (egemen sınıf) ve “odun kesiciler ile su taşıyıcılar” (emekçi sınıflar). Dinin amacı çoğunluğun azınlığa köle yapılmasının ideolojik (dinsel) haklılığını sağlamaktı. Ve bu tüm antik (ve modern) toplumlarda yaşamın çıplak gerçeğiydi: rahip kastı çalışma gerekliliğinden kurtuldu ve aslında tanrının yeryüzündeki fiziksel temsilcileri olarak gayet gerçek ayrıcalıklara sahip oldu.
Babil yaratılış mitleri (Tekvin kitabı bunlardan kaynaklanmıştır) üzerine yazan S.H. Hooke şu gözlemi yapıyor: “Lahar ve Ashnan mitinin insanın tanrılara hizmet etmek için yaratılması ile noktalandığını zaten görmüştük. Bir diğer mit […] insanın nasıl yaratıldığını tasvir eder. Sümer miti Babil Yaratılış Destanında verilen anlatımdan epeyce farklı olsa da, her iki yorum da, insanın yaratılış amacında hem fikirdir, yani tanrılara hizmet etmek, toprağı sürmek ve tanrıları yaşamak için çalışma zorunluluğundan kurtarmak.” (S.H. Hooke, Middle Eastern Mythology [Ortadoğu Mitolojisi], s.29)
Bu yüzden din gerçek anlamda (eski sınıfsız toplumlardaki büyünün, totemciliğin ve animizminin aksine) toplumun uzlaşmaz sınıflara bölünmesinden doğar ve bundan kaynaklanan çözülmez çelişkilerin bir ifadesidir. Herkesin eşit olduğu daha erken dönemlerin belirsiz hatırası başlangıçta canlı kaldı. Bu, mitolojide, “altın çağ” fikrinde su yüzüne çıkar ve İncil’de Cennet Bahçesi şeklinde görünür. Bu fikirler, bir kaybetme duygusunu ve kayıp bir mutluluk dünyasının ardından duyulan özlemi ifade eder. Din bu çelişkinin üstesinden gelmeye, onun sızısını azaltmaya, sömürülme ve ıstırap çekme gerçeğini Tanrının isteği olarak ya da insanın Tanrıya itaat etmemesinin sonucu olarak –veya her ikisi birden– göstererek, insanları buna razı etmeye çalışır. Boyun eğ! İtaat et! Fedakârlık et! O zaman her şey iyi olacak. Aslında insanlığın kendisinden acımasızca koparılışının, insan soyunun bu yabancılaşmasının üstesinden, ancak sınıflı toplumun ortadan kaldırılması ve insanlar arasında gerçek insani ilişkilerin yeniden kurulması ile gelinebilir.
İnsanoğlu ile kendisi için yarattığı ilahlar arasındaki bu psikolojik ilişki, bize insanlığın gerçek durumu hakkında çok şeyler söylüyor. Verili bir toplumun ilahlarının, yalnızca toplumun, onun üretim tarzının, sosyal ilişkilerin, ahlâkın ve önyargıların bir yansıması olduğu hiç de sır değildir. Aklın İsyanı’nda dikkat çektiğimiz gibi: “Kendi suretinde insanı yaratan tanrı değildir, aksine tanrıları kendi suret ve benzeyişlerinde yaratan insanlardır. Ludwig Feuerbach, kuşların bir dini olsaydı tanrılarının kanatlı olacağını söylüyordu. «Din, kendi anlayış ve duygularımızın bize bağımsız ve dışımızda varlıklar olarak göründüğü bir rüyadır. Dinsel akıl özne ve nesne arasında ayrım yapmaz, şüpheden muaftır; başka şeyleri kendisinden ayırt etme yetisinden yoksundur, ama kendi tahayyüllerini kendi dışında ayrı varlıklar olarak görme yetisine sahiptir.» Kolophon’lu Ksenophanes (M.Ö. 565-470) de bunu anlamıştı: «Homeros ve Hesidos, insanlar arasındaki bütün utanç verici ve onursuz işleri tanrılara atfetmiştir: çalıp çırpma, zina ve birbirini kandırma… Etiyopyalılar kendi tanrılarını siyah ve kalkık burunlu yaparlar, ve Trakyalılar da gri gözlü, kızıl saçlı… Eğer hayvanlar da insanlar gibi resim veya başka şeyler yapabilselerdi, atlar ve öküzler de kendi tanrılarını kendi suretlerinde yaparlardı.»”
Fakat bu tanrılar gerçekliğin karbon kopyaları değildir, gerçeklik din gözlüğünden geçerek görülür; yabancılaşmış, mistik, her şeyin baş aşağı durduğu, tepetaklak bir dünya. Onlar insanın olmak istediği ama olamadığı her şeydirler. Onlar insanın sahip olmak istediği, arzuladığı, fakat kaçınılmaz olarak erişemediği tüm özelliklere sahiptirler. Bu anlamda din, erişilemez şeyler için duyulan bir özlemi temsil eder. Fakat bu dinsel duygular, başka bir unsuru da içerir: daha iyi bir yaşam ve daha iyi bir dünya için duyulan derin bir özlem. Ezilmiş ve aç köylü tanrısına yakarırken, adalet için, yani bu dünyanın merhametsizliğine, zalimliğine ve adaletsizliğine karşı yakarır.
Bu eşitlik ve inananların kardeşliği inancı, sıklıkla ilkel komünizm biçiminde ifade edilir, tıpkı sözünü ettiğimiz ilk Hıristiyanlar gibi. İslamiyet ve Hıristiyanlığın erken dönemlerinde bu inançların doğurduğu kitle hareketleri dünyayı sarstı. Fakat üretim araçlarının gerektiği ölçüde gelişmemiş olması, insanlığı sınıf köleliği altında iki bin yıl daha didinmeye ve ıstırap çekmeye zorladı. Eşitlik ve kardeşlik hayali paramparça oldu. Toprak beyinin –ve daha sonra kapitalistin– arkasında sadece askerleri, polisleri ve gardiyanları ile birlikte dünyevi monark değil, ruhani polisler ve gardiyanlar da duruyordu. Statükoya direnmek, sadece ateş ve kılıçla değil, aforoz ve ruhsal işkencelerle de cezalandırılıyordu. Erkeklerin gerçek dünyasında adaleti elde etmenin olabilirliğinden umudu kesen erkek, adaletin mezarın öte tarafında bulunabileceği düşüncesine teslim oluyordu.
Burada erkekten bahsediyoruz, çünkü yazılı tarihin büyük bir kısmında, topluma erkekler egemen olmuş, kadınlarsa kölelerin köleleri rolüne indirgenmiştir. Bu yüzden erkek, lordunun, kralının ve tanrısının uşağı olmak, kadınsa kocasının –onun lordu ve efendisi– uşağı olmak zorundadır. Birçok kadın için din avuntusu, kendi köleliğinden kaynaklanan yoğun ıstıraptan kurtulmanın tek yoludur. Bu, pek çok toplumda kadınların dine niye böylesine bağlandığını açıklıyor. Din olmadan hayatları büsbütün çekilmez olurdu. Din, duyuları uyuşturan ve onları acıya karşı dayanıklı kılan bir uyuşturucu gibidir. Fakat acının nedenini ortadan kaldırmaz veya kadınların kaderini değiştirmez. Aksine. İlk başlarda Hıristiyanlık kadına yeni umutlar sunup, Hıristiyanlığa düşman Romalılar tarafından aşağılanarak “kölelerin ve kadınların dini” olarak tanımlansa da, pratikte yoğun bir kadın düşmanlığıyla damgalanmıştı. Erkeğin ilk günahını işlemesine, bir kadının, Havva’nın neden olduğu söyleniyordu.
Kadın ve erkek arasındaki en doğal ilişkiler ölümcül günah diye bastırıldı ve lanetlendi. Aziz Augustine cinsel ilişkiyi “cehennem ayini” olarak tanımlıyordu. Kederli Bakire’nin [Meryem] canlı bir örneğini sergilediği gibi, kadının gerçek yeri erkeğin hizmetinde acı çekmektir. Bu dünyada hiçbir mutluluk beklenmemelidir.
Dini nesiller, kadınların mutsuz kaderine damgasını vurmuştur. Hıristiyanlık için geçerli olan şey diğer dinler için de geçerlidir. Eski bir Yahudi duası vardır: “Tanrım, beni kadın olarak yaratmadığın için sana şükürler olsun.” Bazı Müslüman ülkelerde kadına uygulanan baskı aşırı ölçülere ulaşmıştır; İran’da ya da daha da kötüsü Afganistan’da olduğu gibi. Hindistan’da yüzlerce yıllık bir Hindu geleneği, dul kadınları, kendilerini kocalarının cenaze ateşinde yakarak kurban etmeye mahkûm eder. Kadının çağlar boyu süren köleliğinden kurtuluşu bu nedenle dinle doğrudan çelişmektedir.
Dünyadaki büyük dinlerin çoğunda, Hıristiyanlıkta, İslamda, Budizmde, Sih dininde –en azından başlangıçlarında–, zengin ya da yoksulun, ezen ya da ezilenin olmadığı, tüm kadın ve erkeklerin kardeş olacakları daha iyi bir dünya hayaliyle birlikte, dünyayı ve dünya işlerini eleştiren bir unsur vardır. Hem Hıristiyanlığın kiliselerinde hem İslamın camilerinde, tüm inananların “kardeşliği”, “Allah katında herkesin eşit olduğu” türünden söylemlerle yanılsama sürdürülür. Ama ertesi gün, zengin Hıristiyan ya da Müslüman patron, tıpkı eskiden olduğu gibi, kendi inanan işçi dostlarını sömürmeye, soymaya, aşağılamaya ve aldatmaya devam eder. Dinin teorisi ve pratiği arasındaki bu göze batan çelişkiye dikkat çekildiğinde ise, üzgünce başlarını sallayacaklar ve bu günahkâr dünyada insanoğlunun mükemmel olmadığı gevelemelerini mırıldanacaklardır. Bu gevelemeler işçiler için çok küçük bir tesellidir.
Hıristiyanlığın kökenleri

Dinin toplumdaki rolü, yüzyıllar ve binyıllar boyunca pek çok kez değişikliğe uğramıştır. Büyük dinlerin kökenini ve tarihi evrimini anlamamız önemlidir. Aslında hem Hıristiyanlık hem de İslam, ezilenlerin ve yoksulların devrimci hareketleriydi. Hıristiyanlığı ele alalım. Yaklaşık 2000 yıl önce, ilk Hıristiyanlar, toplumun en yoksul ve en ezilmiş kesimlerinin dahil olduğu bir kitle hareketi örgütlediler. Romalıların, Hıristiyanlığı “kölelerin ve kadınların hareketi” olarak suçlamaları rastlantı değildir. Engels bu konuda şöyle yazmıştır: “İlk Hıristiyanlık tarihinin modern işçi sınıfı hareketiyle dikkate değer benzerlik noktaları vardır. Her ikisine de baskı uygulanmış ve zulmedilmiş, taraftarları hor görülmüş ve birinciler insanlık düşmanı olarak, sonuncular ise devlet düşmanı, dinin, ailenin, toplumsal düzenin düşmanı olarak özel yasalara tâbi tutulmuştur. Ve tüm bu baskılara karşın, hatta bunların teşvik etmesiyle, onlar muzaffer bir şekilde ağır ağır ilerlerler.” (Marx ve Engels, Din Üzerine, “İlkel Hıristiyanlığın Tarihine Katkı”.)
İlk Hıristiyanların aynı zamanda komünist oldukları, Resullerin İşleri okunduğunda derhal anlaşılır. İsa’nın kendisi yoksulların ve mülksüzleştirilenlerin arasında hareket etti ve sık sık zenginlere saldırdı. Kudüs’e girdiğinde ilk işinin tefecileri tapınaktan atması bir tesadüf değildir. Ayrıca, bir devenin iğne deliğinden geçmesinin zengin birinin Tanrı Alemine girmesinden daha kolay olduğunu söylemiştir (Luka, 18:24). İlk Hıristiyanlar yoksulların yanındaydılar ve zenginlere ve iktidardakilere karşıydılar.
Yakub’un mektubunda şunları okuruz: “Gelin şimdi, ey zenginler, gelecek olan sefaletlerinize feryat ederek ağlayın. Mallarınız çürümüş ve esvabınızı güveler yemiştir. Altınınız ve gümüşünüz pas tutmuştur; ve onların pası aleyhinize şahitlik edecek ve etinizi ateş gibi yiyecektir. Son günlerde servet edindiniz. Tarlalarınızı biçen işçilerin hileyle alıkoyduğunuz ücretleri, işte bağırıyor ve orakçıların feryadı ordular Rabbinin kulaklarına ermiştir. Dünyada zevkle yaşadınız ve eğlendiniz; kıtal gününde yüreklerinizi beslediniz. Din buyruklarına uyanı mahkûm ettiniz, öldürdünüz; o size karşı koymaz. O yüzden, ey kardeşler, Rabbin gelişine kadar sabredin.” (Yakub’un Mektubu, 5:1) Bu sınıf mücadelesinin ikircimsiz sesidir. İncil’de buna benzer pek çok ifade vardır.
İlk Hıristiyanların komünizmi, topluluklarındaki tüm zenginliğin ortak olması gerçeğinden de görülebilir. Topluluğa katılmak isteyen kişi, önce dünyevi mallarından vazgeçmeliydi. Resullerin İşleri’nde şunları okuyoruz: “Ve onlar Resullerin öğretisine ve kardeşliğe [“koinonia”, yani komünizm] ve ekmeği bölmeye ve dualara sadık bir şekilde devam ettiler.... Ve tüm inananlar bir aradaydılar, ve her şeyi ortaklaştırdılar; ve kendi mülkiyetlerini ve mallarını sattılar ve onları tüm insanlara her kişinin ihtiyacını karşılayacak şekilde bölüştürdüler.” (İşler, 2:42)
Ve yine: “İnananların cemaati tek yürek ve tek ruhtu: hiçbiri kendisinin olan şeyler için benimdir demiyordu; fakat her şey onlar için müşterekti…. Aralarında yoksul kimse yoktu: zira tarlaları ya da evleri olanlar bunları sattılar ve bedellerini resullerin ayakları önüne koydular, ve herkese ihtiyacına göre bölüşüm yapıldı.” (İşler, 4:32)
Elbette, bu komünizmin saf ve ilkel bir karakteri vardı. Bu, devasa köleci Roma devletine karşı mücadelede hayatlarını feda etmekten çekinmeyen o çok cesur kadın ve erkeklere yönelik bir ayıplama değildir. Fakat gerçek anlamda komünizme (yani sınıfsız bir topluma) ulaşmak o dönemde imkânsızdı, çünkü bunun maddi koşulları yoktu. İlk kez Marx ve Engels komünizme bilimsel bir karakter kazandırdılar. Onlar kitlelerin gerçek kurtuluşunun, üretici güçlerin (sanayi, tarım, bilim ve teknoloji) gelişme düzeyine bağlı olduğunu açıkladılar. Bu, insanların düşünce tarzını ve birbirlerine karşı davranışlarını dönüştürmenin tek yolu olarak, işgününde genel bir indirim ve herkesin kültüre erişimi için gerekli koşulları yaratacaktı.
Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde, maddi koşullar böyle bir gelişmeye izin verecek yeterlilikte gelişmemişti ve bu yüzden ilk Hıristiyanların komünizmi ilkel bir düzeyde, tüketim düzeyinde (yiyeceklerin, giyeceklerin vs. paylaşılması) kaldı ve üretim araçlarının ortak sahipliği temelindeki gerçek komünizme ulaşamadı. Toplumun gelişimine ilişkin bilimsel anlayıştan mahrum oldukları için ilk Hıristiyanlar, muazzam devrimci ruhları ve kahramanlıklarına rağmen ideallerini gerçekleştiremezlerdi. Onların komünizminin ütopik bir niteliği vardı ve başarısızlığa mahkûmdu.
Hıristiyanlık ve Komünizm

Kilisenin ilk yıllarında, onun temsilcileri, hareketin başlangıçtaki komünist görüşlerini aksettirmeye devam ettiler. Aziz Clement şöyle yazıyordu: “Bu dünyada bulunan tüm şeylerin kullanımı tüm insanlar için ortak olmalıdır. En büyük kötülük, bir insanın diğerlerine «bu benim, şu senin» demesidir ve bu insanlar arasındaki kavganın kökenini oluşturur.”
Bu doğru bir gözlemdir ve açıkça şunu demektedir: sınıf mücadelesinin (“insanlar arasındaki kavganın”) kaynağı özel mülkiyetin varlığıdır. İnsanlar arasındaki kavganın ortadan kaldırılması, bu nedenle özel mülkiyetin kaldırılmasını gerektirir. Benzer bir düşünce Büyük Aziz Basil tarafından da ifade edilmişti: “Hangi şeyleri «benim» olarak adlandırıyorsun? Hangi şeye benim diyebiliyorsun? Kimden aldın onları? Sen, bir vesileyle tiyatroya erkenden gidip hiçbir engelle karşılaşmaksızın halkın geri kalanı için ayrılmış koltukları ele geçiren, onların zamanında gelmediklerini iddia eden ve oturmalarını engelleyen, gerçekte ortak kullanıma ayrılmış mülklerin sadece kendi kullanımında olduğunu savunan biri gibi konuşuyor ve davranıyorsun. Ve zenginler tam da böyle davranır.”
Aynı şekilde, Aziz Gregory’nin sözleri: “Öyleyse, eğer biri kendini her tür servetin sahibi yapmak, mülk edinmek ve üçüncü ya da dördüncü kısım (nesil) kardeşlerini dahi bunun dışında bırakmak isterse, böyle bir alçak artık kardeşimiz değildir, aksine insanlık dışı bir tiran, acımasız bir barbar, ya da daha doğrusu, diğer arkadaşlarının yiyeceklerini silip süpürmek için ağzı daima açık duran vahşi bir hayvandır.”
Ve Aziz Ambrose: “Doğa, zenginliğini tüm insanların ortak kullanımına sunmuştur. Tanrı her şeyi cömertçe yarattı ki, tüm yaşayanlar bunlardan ortak bir şekilde zevk alsın ve dünya hepsinin ortak mülkiyeti olsun. Özel mülkiyet hakkını yaratan sadece adaletsiz gaspken, topluluk hakkını doğuran bizzat Doğadır.”
Ve Büyük Aziz Gregory: “Dünya, üzerine doğmuş herkesin ortak malıdır, ve bu yüzden dünyanın tüm ürünleri hiçbir ayrım olmaksızın herkese aittir.” Buna Aziz Chrysostom şunu ekler: “Zengin adam hırsızdır.”
Bu satırlar Hıristiyanlığın ilk dönemlerindeki devrimci köklerini örneklerle açıklamak için yeterlidir. İlk Hıristiyanlar, inançlarını savunma yolunda en korkunç işkencelere katlanmaya hazırdılar, bu uğurda devlete ve egemen sınıfa karşı koydular ve arenada can verdiler. Bu gaddar eziyetin nedeni, yoksul ve ezilenlerin bu hareketinin var olan düzene tehdit oluşturmasıydı. Ama bu yöntemlerin hiçbiri, şehitlerinin kanından her daim güç alan bu hareketi ezmeyi başaramadı.
Fakat, sınıfsız bir toplum için maddi temellerin olmaması nedeniyle her şey giderek tersine dönüştü. O koşullar altında, fiilen hazine sorumluları olan piskoposlardan başlayarak Kilisenin önderliği, devletin ve egemen sınıfın baskısı altında kaldı ve yavaş yavaş hareketin başlangıçtaki komünist inançlarından uzaklaştı. Hıristiyanları baskı ile yenilgiye uğratmanın olanaksız olduğunun farkına varan egemen sınıf taktiklerini değiştirdi. Kilisenin üst katmanlarının İmparator Constantine tarafından yozlaştırılma tarzı, ilk dönem Kilise tarihçilerinden Eusebius’dan alınan ve bizzat imparatorun başkanlık ettiği M.S. 325’teki İznik Konsilini “Tanrının bir habercisi gibi” diye tarif eden şu pasajda görülebilir.
Eusebius’un sözleri şöyle: “Ziyafet ortamı tarif edilemez muhteşemlikteydi. Muhafız birlikleri ve diğer askerler kılıçlarını çekerek sarayın girişini kuşatmışlardı ve Tanrının adamları bunların arasından geçerek korkusuzca imparatorluk dairelerinin içlerine doğru ilerliyorlardı. Bazıları imparatorun masadaki dostlarıydı, diğerleri ise her iki taraftaki sedirlerde boylu boyunca uzanıyorlardı. Bunun İsa’nın krallığının bir manzarası olduğu ve gerçeklikten çok bir rüya olduğu düşüncesi akla gelmiş olmalı.” (T. Ware, The Orthodox Church [Ortodoks Kilisesi], s.27)
Bugün bu yöntemler sosyalistler ve sendikacılar için çok tanıdıktır. Sendikaların ve işçi hareketinin önderlerini burjuva fikirlerin etkisi altına alan, yozlaştıran ve sistemin içine emen yöntemler tümüyle aynı yöntemlerdir. Hareketin tepesindekiler, zenginler ve ünlülerle yan yana oturdukları pahalı yemeklere ve partilere davet edilir. İznik Konsilinden bu yana, Kilise, zenginliğin, ayrıcalıkların ve baskının en sıkı destekçisi olmuştur.
Bu ihanetin imparatorluğa getirileri apaçık ortadaydı. İlk Hıristiyanlar devleti tanımayı ve orduya girmeyi reddetmişlerdi. Artık bu tersine dönüyordu. Kilise devletin temel direklerinden biri haline gelmişti ve devletin yeni öğretilerine itiraz edenlere gaddarca zulmediyordu. İskenderiyeli Arius, İznik’e itaat etmeyi reddettiğinde, taraftarları (Aryanlar) kılıçtan geçirildi. 3000’den fazla Hıristiyan, kendi din kardeşleri tarafından öldürüldü. Bu sayı, üç yüzyıllık Roma baskısı döneminden daha fazlaydı. Bu tür yöntemlerle, ezilenlerin ve yoksulların Kilisesi, onları kölelik altına almanın temel aracı haline getirildi.
Günahlar nasıl affedilir… ve nasıl para kazanılır

Bir süre sonra Hıristiyan Kilisesi –üst katmanları aracılığıyla– devletin içine emildi. Sonraki tüm tarihi boyunca Kilise, insan aklını köleleştirmek için ölüm korkusunu ve insani zaafları kullandı ve bu süreçte, adına konuştuğunu iddia ettiği Galileli yoksul asinin öğretileriyle yaman bir çelişki içinde, muazzam bir güç ve zenginlik elde etti. Yoksulların ve ezilenlerin devrimci hareketi olmaktan çıkan Kilise, gericiliğin koruyucusu ve zenginlik ve iktidarın sözcüsü haline geldi. Bu durum şu anda da devam etmektedir.
Kilisenin tarihi, kendi ilk fikirlerinin, inançlarının ve geleneklerinin tam ve mutlak bir inkârıdır. Ortaçağ ve Rönesans Papalık tarihi –emsalsiz bir rezillik ve suç tarihi– üzerine sayısız ciltler yazılmıştır. Burada, gerçek durumu özetleyen ve bununla ikiyüzlü mitler arasındaki uçurumu gösteren bir örnekle yetineceğiz. 1517 yılında, Papa X. Leo, kişinin ruhunu makul bir para karşılığında kurtarabilmesi için Taxa Camerae’yi başlattı. Bu basit tedbirle, ne kadar kötü olursa olsun bağışlanamayacak suç yoktu. 35 madde arasından şunları okuyoruz:
“1. İster rahibelerle, ister kendi kuzenleriyle, yeğenleriyle ya da kızlarıyla (aynen böyle!), yani bir şekilde herhangi bir kadınla cinsel günah işleyen bir rahip, 67 pound 12 şilin ödemesi karşılığında bağışlanacaktır.
2. Eğer rahip, zina günahıyla birlikte doğaya ya da hayvanlara karşı işlenmiş günahlarının da bağışlanmasını istiyorsa, 219 pound 15 şilin ödemek zorundadır. Fakat kadınlarla değil de sadece oğlanlarla ve hayvanlarla doğal olmayan günahlar işlemişse, 131 pound 15 şilin ödemelidir.
3. Bir bakirenin kızlığını bozan rahip, 2 pound 8 şilin ödemelidir
4. İster kaldığı manastırda ister dışarıda, aynı anda veya art arda bir ya da birden çok erkeğe kendini veren rahibe, baş rahibenin saygısını kazanmak istiyorsa 131 pound 15 şilin ödemelidir.
7. Tüm davalardan azade tutulmak ve yasak ilişkilerini sürdürmek için geniş bir muafiyet elde etmek isteyen zinacı bir kadın, Papaya 87 pound 3 şilin ödeyecektir. Aynı şekilde, koca da aynı miktarı ödeyecektir, eğer koca kendi çocuklarıyla ensest ilişkiye girmişse, ek olarak 6 poundluk bir vicdani ödeme yapacaktır.
8. Tecavüz, soygun veya kundakçılık suçları için eziyet yapılmaması ve bağışlanması, suçluya 131 pound 7 şiline mal olur.
9. Ruhban kesime ait olmayan birinin şahsında gerçekleşen adi cinayetin bağışlanma bedeli 15 pound 3 penstir.
10. Eğer katil aynı gün iki veya daha fazla kişinin ölmesine neden olmuşsa, bir kişiyi öldürmüş gibi ödeme yapar.
11. Karısına kötü davranan koca, kilise kasasına 3 pound 4 şilin öder; eğer karısını öldürmüşse 17 pound 15 şilin, eğer karısını başka biri ile evlenmek için öldürmüşse ekstra olarak 32 pound 9 şilin öder. Kocaya suç işlerken yardım edenler adam başı 2 poundla bağışlanır.
12. Çocuğunu boğarak öldüren baba 17 pound 15 şilin ödemelidir [yani bir yabancıyı öldürmekten 2 pound daha fazla], baba bunu annenin izni ile yapmışsa bağışlanması için 27 pound 1 şilin ödemelidir.
Kürtaj da kolayca bağışlanabilmekteydi:
13. Kendi çocuğunu rahminden çıkararak yok eden annenin ve suça katkıda bulunan kocanın, her ikisi birden 17 pound 15 şilin ödemelidir. Kendisinin olmayan bir çocuğun kürtajını kolaylaştıranlar 1 pound eksik öderler.
14. Kardeş, kız kardeş, anne ya da babasını öldüren 17 pound 5 şilin ödemelidir.
Bununla birlikte, hiyerarşinin yüksek kademelerindeki piskopos veya baş keşiş öldürülürse, ödenecek miktar çok ağır biçimde artıyordu; ilk saldırı için 131 pound 14 şilin, geri kalanlar için yarı miktarı. (15). Üstelik katil “çeşitli zamanlarda birçok rahibi öldürürse, ilk cinayet için 137 pound 6 şilin ve geri kalanlar için de bunun yarısını ödemek zorundaydı.” (16)
Fakat cinayet, tecavüz veya çocuk öldürmekten çok daha ağırı, menfur dinsel sapkınlık suçuydu; yani resmi Kilisenin fikirlerinden farklı fikirlere sahip olmak. Kadın ya da erkek bir sapkın, fikirlerinden dönmüş olsa bile toplam 269 pound ödemek zorundayken, “yakılmış, asılmış ya da herhangi bir şekilde idam edilmiş bir sapkının oğlunun itibarı 218 pound 16 şilin 9 penslik ödeme yapmadığı sürece iade edilemez”di. (19)
Liste, sahtekârlık, kaçakçılık, borçların ödenmemesi, kutsal günlerde et yeme, papazlık rütbesi almak isteyen rahiplerin gayri meşru çocukları ve hatta rahip olmak isteyen hadımlarla (33. maddeye göre en az 310 pound 16 şilin ödemeliydiler) devam ediyor.
Bu çıkarcı rezillik listesine rağmen, Papa X. Leo, Katolik tarihçiler tarafından “Kilise tarihinde papalık makamının en parlak ve belki de en tehlikeli döneminin” baş kişisi olarak tanımlanır. (Bakınız: P. Rodríguez, (1997). Mentiras fundamentales de la Iglesia católica. Barcelona: Ediciones B., Anexo, s.397-400.)
Din ve devrim
Yüzyıllar boyunca her ülkede Kilise ezilenlere karşı ezenlerin yanında olmuştur. İngiliz toprak sahipleri, Resmi (Protestan) Kilisenin vaizleriyle sıkı işbirliği içinde hareket ettiler. Fransa’da, İspanya’da ve İtalya’da rahipler önce toprak sahiplerinin sonra da kapitalistlerin aşağılık uşakları oldular. Fakat toplumdaki sınıfsal çelişkiler, sıklıkla dinsel bir kisve altında ifadesini bulmuştur, bu da materyalist tarih anlayışını kabul eden biri için sürpriz değildir.
Bu konuda Troçki şunları yazıyor: “Dinsel fikirler, gerçekte diğer tüm fikirler gibi, hayatın maddi koşullarının toprağında ve hepsinden öte sınıfsal çelişkilerin toprağında doğarlar ve ancak yavaş yavaş kaybolurlar. Tutuculuğun gücüyle, onları doğuran ihtiyaçlardan daha uzun yaşarlar ve ancak ciddi sosyal şokların ve krizlerin etkisiyle tamamen yok olurlar.” (Trotsky, “Brailsford and Marxism”, On Britain, cilt 2, s.167)
Farklı dönemlerde, farklı dinler, kiliseler ve mezhepler, son tahlilde farklı hatta uzlaşmaz sınıfsal çıkarları yansıtan farklı roller oynamışlardır. Feodalizme karşı ilk büyük isyanın başlangıçları, Roma Katolik Kilisesinin gücüne ve otoritesine meydan okumalardı ve kitleler arasında kolayca yansımasını bulmuştu. Bir Katolik tarihçi buna şöyle dikkat çekiyor: “Kiliseye ve ruhban sınıfa karşı duyulan kinin devrimci ruhu, Almanya’nın çeşitli bölgelerindeki kitleleri sardı.… Uzunca bir süre gizlice fısıldanan «rahiplere ölüm!» çığlığı artık günün parolasıydı.” (W. Manchester, A World Lit only by Flame, s.161)
İngiltere’deki Lollardların ve Almanya’daki Husçuların ilk patlamaları, Luther’in Reformasyonuna zemin hazırladı. Tüm bu hareketlerde, Kilisenin ilk geleneklerinden söz eden komünist bir eğilim vardı ve her seferinde vahşice bastırıldılar. 1381 İngiliz Köylü Ayaklanması esnasında, vakanüvis Froissart, muhalif bir “düşkün rahipler” hareketinin eylemlerinin John Ball tarafından yönetildiğini ve bu kişinin İncil kisvesi altında şu ünlü sloganla komünist fikirler ileri sürdüğünü naklediyordu:
“Adem toprağı beller, Havva ip eğirirken, soylu diye biri mi vardı?”
Burjuvazinin yükseliş döneminde, Protestan dini, yeni gelişen burjuvazinin çürüyen feodalizme karşı başkaldırışını yansıtıyordu. Bunda da şüphesiz ilerici bir rol oynuyordu. Protestanlık on altıncı yüzyılda doğarken bölündü. Bu çalkantılı dönemlerin karışıklığında, farklı sınıf ve alt sınıfların fikirlerini ve emellerini temsil eden bir dizi yeni mezhep ortaya çıktı: Anabaptistler, Mennocular, Bohemyanlar, Kongregasyoncular, Presbiteryenler, Unitarianlar. Almanya’da Thomas Münzer ve Anabaptistlerle birlikte sol kanat, açıkça komünist bir eğilimi temsil ediyordu. Eski bir Lutherci olan Münzer, Luther’den ayrılıp köylüleri ayaklandırmaya yönelmişti. Faaliyetinin devrimci önemine rağmen Luther, kendi öğretilerinin eyleme teşvik ettiği Alman köylülerinin devrimci hareketine keskin bir şekilde düşmandı. En keskin dille, aristokrasiyi hareketi ezmeye zorladı ve bu yapıldı. Hıristiyan prensler yaklaşık 100 bin köylüyü katletti. Sadece Saksonya’da beş bin kişi kılıçtan geçirildi. Yaklaşık 300 tanesi, karılarının, isyanı kışkırtmakla suçlanan iki rahibin beyinlerini ezmeyi kabul etmesinin ardından affedildi. Sonra bizzat Münzer’e ölene kadar işkence edildi ve kafası kesildi.
Kutsal Engizisyonun –Karşı-Reformasyonun[1] Gestaposu– eylemleri hakkında söylenebilecek çok söz vardır. İspanya işgalindeki Hollanda’da, evde İncil bulundurmanın ağır suç olduğu ilân edilmişti. Hükümlü sapkınlar canlı canlı yakılıyordu, fakat itiraf edip tövbe ettiklerinde Engizisyon merhametini gösteriyordu: erkeklerin kafası kesiliyor, kadınlar diri diri gömülüyordu. Protestanların muhalefeti bastırma yönündeki eylemleri ise daha az bilinir. Cenevre’de teokratik bir diktatörlüğün başında olan Calvin, kan dolaşımını keşfetme noktasına gelmiş Michael Servetus’u diri diri yaktırdı. Servetus merhamet diledi; ama hayatı için değil kafasının kesilmesi için. İsteği reddedildi ve yarım saat ateşte kavruldu.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Ocak 2007       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İngiliz ve Fransız Devrimleri

17. yüzyılda İngiliz Devriminde toplumun alt kesimlerinin, zanaatkârların, emekçilerin, yani yeni gelişen proletaryanın özlemlerini yansıtan en devrimci kanat, dinsel biçimde ifadesini buldu. Hareketin sol kanadı; Beşinci Monarşi yanlıları, Ranterlar ve Anabaptistler gibi bir dizi radikal ve demokratik Protestan mezhebinde örgütlendi.
Tarihsel bağlamı içinde bu hareketler ilerici ve devrimci bir karaktere sahiptiler. Henüz tam olarak şekillenmemiş bir sınıfın bilincindeki ilk bulanık kıpırdanışları yansıtıyorlardı. Restorasyondan [1660’ta monarşinin yeniden kurulması] sonra bu radikal plebyen eğilimler, dinsel muhalifler olarak sessiz bir biçimde tekrar ortaya çıktı. Resmi (Anglikan) Kilisenin coşkulu desteğini alan Monarşinin zulmü nedeniyle pek çok insan, devrimci enerjilerini yeni bir kıtanın açılması görevine kanalize ettikleri Amerika’ya göçtüler. Geçen yıllarla birlikte devrimci ve radikal kökenleri tümüyle kayboldu. Bunların bazıları, örneğin Quakerlar, son derece sulandırılmış bir şekilde de olsa, ticari çıkarlarıyla çatışmayan eski fikirlerin bazı solmuş unsurlarını hâlâ muhafaza ediyorlar. Fakat bunlar çoğunlukla gericiliğin siperine ve sağ fikirlerin ateşli bir savunusuna dönüşmüşlerdir. Roma Katolik Kilisesi Latin Amerika’da bir ölçüde, en azından tabanı itibariyle yoksul ve ezilenlerin davasına eğilim gösterirken, kaderin ilginç bir cilvesi olarak, evangelist mezhepler gericiliğin vurucu timleri ve askeri diktatörlüğün savunucuları haline gelmiştir.
Yüz yıl sonra, Fransız Devrimi döneminde kitlelerin bilinci öyle bir noktaya gelmişti ki, din onların düşüncelerinde kesinlikle hiçbir rol oynamıyordu. Kilise ile mutlakıyetçi devletin yakın ilişkisi herkes için aşikârdı. Bastille’in zapt edilmesine giden dönemde, Diderot ve Holbach gibi materyalist filozoflar dinin ruhani Bastille’ini yok etme işini yaptılar. Fransız Devrimi Kilisenin kökünü ve dallarını söktü attı. Jakoben devlet resmi olarak ateistti, her ne kadar Robespierre bu gerçeği “Yüce Varlık”ın incir yaprağıyla örtmeye çalıştıysa da, muhtemelen Robespierre dışında kimse buna inanmadı. Fakat Fransız halkı ateşli Katolik sanılmasına rağmen, Devrimin ardından Fransa’da din fiilen yok oldu (Vendée gibi en geri ve gerici bölgeler hariç). Aslında halkın çoğu papazlardan nefret ediyor ve onları doğru bir şekilde egemen sınıfın ajanı olarak görüyordu. Ancak Fransız burjuvazisinin şiddetli bir sarsıntı geçirdiği 19. yüzyılın sonlarına doğru, özellikle Paris Komününden sonra, burjuvazi, Lourdes’deki düzmece “mucizeler” gibi numaralara kasıtlı biçimde başvurarak, gerici bir dinsel canlanmayı teşvik etme yönünde adımlar attı.
Rus devriminde işler daha netti. Rus işçi sınıfı, ilkin 1905 Ocağında tarih sahnesine bir papaz önderliğinde dinsel ikonalar taşıyarak çıksa da, tüm bunlar 9 Ocak katliamının ardından hızla bir kenara atıldı. Pek Hıristiyan olan çar, Kazaklarına, kendisine dilekçe vermeye gelen silahsız halkın üzerine ateş açmalarını emretmişti. Bundan sonra, Marksistler tarafından örgütlenen ve önderlik edilen harekette din rol oynamadı. Ekim Devriminin zaferinin ardından Kilisenin etkisinin çökmesi Fransa’dakinden daha hızlı ve tam oldu.
“Ortodoks Kilisesi” diyor Troçki, “ilkel köylü mitolojisinin üstesinden gelemeyip, zamanla Çarlığın aygıtı haline geldi. Rahipler polisle el ele yürüdü ve gelişen her mezhepsel muhalefet baskıyla karşılaştı. İşte bu nedenle Ortodoks Kilisesinin köklerinin halkın bilincinde ve özellikle sanayi merkezlerinde çok zayıf olduğu ortaya çıktı. Rus işçisinin ezici çoğunluğu bürokratik ruhani aygıttan kurtulurken, onunla birlikte köylü sütçü kız da dinsel düşünceden kurtuldu.” (age, s.166)
SSCB’nin çöküşünün hemen ardından tüm eski pisliğin (milliyetçilik, Yahudi düşmanlığı, faşizm, monarşizm, ve Çarlığın tüm bu harikalarına eşlik eden din ve batıl itikatların) yeniden canlanmış olması, Stalinizmin toplumun bilincini ne kadar gerilettiğine dair tahripkâr bir eleştiridir. Ortaçağ barbarlığının bu kalıntıları, tüm dünyaya “piyasa”nın gerçek doğasını ve burjuvazinin ekonomik, sosyal ve kültürel çöküşten başka hiçbir şey sunmadığını göstererek, bir veba gibi Rusya’nın hasta ve parçalanmış bedenine yayıldı.
Kilise ve sosyalizm

19. yüzyılın son on yılında ve Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde modern işçi hareketinin yükselişi, egemen dinsel yapıya bir meydan okuma anlamına geliyordu. Kilise, hiçbir istisna olmasızın, sosyalizm ve işçi hareketinin karşısında ve sömürücülerin yanında yer aldı. İşçi sınıfı içinde sosyalist fikirlerin yayılmasını engellemek için Katolik Kilisesi, ayrı Katolik sendikalar, kadın ve gençlik örgütleri kurarak, işçi hareketini bölmeye ve Sosyal Demokrasiyle rekabet etmeye çalıştı. Aslında Kilise örgütlenme yöntemlerini Sosyal Demokrasiden kopya etmişti.
Daima zengin ve güçlünün yanında hazır ve nazır olan Kilise hiyerarşisi, sosyalizme ve işçi hareketine gizlenmeyen bir kuşku ve husumetle baktı. Papa XIII. Leo, tüm kiliselere gönderdiği emek konulu genelgesinde, Vatikan’ın sosyalizme düşmanlığının altını çizmiştir:
“Fakirlerin zenginlere imrenmesini istismara uğraşan sosyalistler, özel mülkiyeti yok etmeye çalışıyorlar ve kişisel mülkiyetin herkesin ortak mülkiyeti olması gerektiğini savunuyorlar. Onlar kesinlikle adaletsizdirler, çünkü yasal mülk sahiplerini soyacaklardır… Eğer biri diğerine gücünü ya da çabasını kiralarsa, bunu karşılığında geçim araçları almak için yapar, ama bunu sadece kendi ücreti için değil, aynı zamanda özgürce tasarruf edeceği gerçek bir hak elde etmek niyetiyle yapar. Bu ücreti toprağa yatırırsa, bu sadece o ücretin başka bir biçim almasıdır…
“İster toprak ister başka bir mülk olsun, sahiplik tam da bu tasarruf gücünden oluşur. Sosyalistler … her ücretlinin özgürlüğüne saldırmaktadırlar, zira onlar onu, ücretini tasarruf etme özgürlüğünden yoksun bırakmaktadırlar. Her insan, Doğanın yasası gereği, mülk edinme hakkına sahiptir…
“Kendi eşyalarına sahip olma hakkı, sadece anlık kullanım için değil, sadece kullanırken yok olan şeyler için değil, faydası kalıcı ve sürekli olan şeyler için de olmalıdır.
“… İnsan devletten önce gelir ve doğal haklarını her türlü Devlet hakkının önünde tutar… İnsan, aklının ve vücudunun gücünü Doğanın nimetlerini kazanmak için harcadığında, sürdüğü doğaya ait toprak parçasını, kendi kişiliğinin damgasını vurduğu bu yeri, kendinin yapar. O yerin onun olması ve dış tecavüzlerden bağışık olması gereğinden daha doğal bir şey olamaz…”
Papa XIII. Leo şunları da yazıyordu: “Hıristiyan demokrasisi, tam da Hıristiyan olduğu için, kitlelerin durumunu düzeltme çabalarında kendisini İlahi İnancın ilkelerine dayandırmalıdır. Dolayısıyla, Hıristiyan demokrasisi için adalet kutsaldır. Mülk edinme ve sahip olma hakkının reddedilemezliğini savunmalı ve her düzen sahibi ulus topluluğu içinde kaçınılmaz olarak var olan çeşitli ayrım ve dereceleri korumalıdır. Bu nedenle açıktır ki, Sosyal Demokrasiyle Hıristiyan demokrasisi arasında hiçbir ortaklık yoktur. Bunlar birbirlerinden Sosyalizm mezhebinin İsa’nın Kilisesinden ayrı olduğu kadar ayrıdır.”
Katolik Kilisesiyle yürüttüğü polemikler sosyalizmin klasik ifadeleri olarak kalan İrlandalı büyük Marksist ve devrimci şehit James Connolly şöyle diyordu: “Devlet okullarındaki çocuklardan biri bundan daha mantıklı düşünemeseydi, okul hayatı boyunca ahmaklar sırasında kalırdı. Düşünün ki, Peder Kane ve Papa gibi toprakbeyliğini savunan bir rahip, «Kış ve bahar boyunca tarlayı süren bir adamın, kazandığı ürüne sahip olma hakkı vardır» diyor ve sosyalizme karşı bir argüman ileri sürdüğünü sanıyor. Sosyalistler hiçbir insanın «kazandığına sahip olma» hakkına müdahale edilmesini ileri sürmezler, aksine ister köylü olsun ister işçi, bu adamın «kazandığının» büyük bir kısmını ya da bir kısmını, üyeleri «ne çalışıp didinen ne de ip eğiren», ancak milletin mülkünü kaba güçle, yağmayla ve dolandırıcılıkla gasp eden aylak bir sınıfa vermek zorunda kalmaması gerektiğini ısrarla savunurlar.” (J. Connolly, Selected Writings, s.78-79)
21 Eylül 1958’de Papa XII. Pius şöyle yazıyordu: “Sınıfların çokluğu Yaratıcının tasarımına tümüyle uymaktadır.” Yani Kilise, sınıflı toplumun değişmez, ebedi olduğunu ve ilahi bir kaynağı olduğunu düşünmektedir. Aziz Clement’in (yukarıda alıntıladığımız) ifadesiyle karşılaştırın: “Bu dünyada bulunan tüm şeylerin kullanımı tüm insanlar için ortak olmalıdır. En büyük kötülük, bir insanın diğerlerine «bu benim, şu senin» demesidir ve bu insanlar arasındaki kavganın kökenini oluşturur.”
Papa XII. Pius’un pozisyonu, eski Anglikan ilahisi All Things Bright and Beautiful’un [Her Şey Işıl Işıl ve Güzel] ünlü satırlarıyla aynıdır:
“Zengin adam şatosunda, fakir adam onun kapısında: O (Tanrı) yukarıdakilerle aşağıdakileri yarattı ve onları zümrelerine göre dizdi”.
Kilisenin yüzyıllardır sürdürdüğü tipik tutum kesinlikle budur: statükonun ve toplumun sınıflara bölünmesinin açık savunusu.
İlerleyen süreçte, işçi hareketinin ve sosyalizm yönündeki karşı konulmaz hareketin büyümesinin bir sonucu olarak, Katolik Kilisesi tutumunda değişiklik yapmak zorunda kaldı. Papa XXIII. John –20. yüzyıldaki tüm Papaların en zekisi– daha ilerici bir tutum takındı. Fakat mevcut Papa yönetiminde bu keskin bir biçimde tersine dönmüştür.
Günümüzde Kilise

“Günlük hayatınızın her dakikası teorinizi yalanlamıyor mu? Aldatıldığınızda mahkemeye başvurmayı yanlış mı buluyorsunuz? Ama havari bunun yanlış olduğunu yazıyor. Sol yanağınıza tokat atıldığında sağ yanağınızı mı uzatıyorsunuz, saldırı girişimlerinde mi bulunuyorsunuz? Ama İncil bunu yasaklıyor […] Açtığınız davaların ve medeni yasaların büyük bölümü mülkle ilgili değil mi? Ama size hazinenizin bu dünyaya ait olmadığı söylendi.” (Marx ve Engels, Din Üzerine, “Kölnische Zeitung’un 179. Sayısının Başyazısı”.)
Modern toplumda Kilisenin etkinlikleri, Marx’ın yukarıdaki alıntıda işaret ettiği gibi, çarpıcı çelişkilere ve ikiyüzlülüğe dayanır. İlk Hıristiyanlığın devrimci geleneklerinin şu anki durumla kesinlikle ilgisi yoktur. M.S. 4. yüzyılda Hıristiyanlık hareketi devlet tarafından gasp edildiğinden ve ezenlerin bir aracına dönüştürüldüğünden beri, Hıristiyan Kilisesi yoksulların karşısında zenginlerin ve güçlülerin tarafında yer almıştır. Bugün belli başlı kiliseler, hem Müslüman hem de Hıristiyan ülkelerde, büyük sermayeye sıkıca bağlı, devletten muazzam paralar alan zengin kurumlardır.
İspanya’da devlet, son zamanlara kadar, Katolik Kilisesine, toprak, emlâk ve banka hesaplarından oluşan muazzam servetine ek olarak, dindar olsun ya da olmasın tüm vatandaşların ödediği vergilerden düzenli bir şekilde para yardımı yapıyordu ve İspanyol halkına bu vergi hakkında hiçbir açıklama yapılmıyordu. Bu durum Kilisenin devletle olan ilişkisinde ayrıcalıklı ve kazançlı bir konum elde ettiği diğer ülkeler için de geçerlidir. Kişi din hakkında ne düşünürse düşünsün, bu durum demokrasinin açıkça kabul edilemez bir ihlalidir. Artık her ne kadar İspanyol vergi mükelleflerine Kiliseye bağış yapıp yapmama konusunda seçme hakkı verilse de, Kiliseye halen kamu fonlarını kullanmada ayrıcalıklı bir konum verilmektedir.
Ortaçağda, Katolik Kilisesi tefeciliğin (faizle borç para vermek) ölümcül bir günah olduğunu açıklarken, şimdi Vatikan’ın büyük bir bankası bulunuyor ve muazzam bir servete ve güce sahip. İngiliz Kilisesi, sayısız ticari çıkarları bir yana, Britanya’daki en büyük emlâk sahiplerinden biridir. Aynı durumun her yerde var olduğunu göstermek çok kolaydır. Bu olgu sadece Hıristiyan diniyle de sınırlı değildir. Kuran da tefeciliği yasaklar, ama tüm sözde İslami ülkelerde büyük bankaların sahipleri Müslümanlardır. Bu gerçeği saklamak için her türlü numaraya başvurdukları doğrudur, ama hâlâ insanlardan aynı şekilde faiz sızdırılmaktadır.
Kiliseler politik olarak gericiliği sistematik biçimde desteklemişlerdir. 1930’larda Katolik piskoposlar, İspanyol işçileri ve köylüleri ezme seferberliğinde Franco’nun ordularını kutsamıştı. Faşist İspanyol basını, sık sık faşist selamı veren baş keşişlerin resimlerini basıyordu. Papa XII. Pius, Hitler’i ve Mussolini’yi destekledi. Papa, milyonlarca insanın Nazi ölüm kamplarında yok edilmesi karşısında sessiz kalmış ve, resmi olarak Vatikan’ın İkinci Dünya Savaşında tarafsız kaldığı varsayılsa da, gerçekte Nazi yanlılığı açıkça belgelenmiştir. G. Lewy şöyle yazıyor:
“Hitler egemenliğinin başından sonuna kadar, piskoposlar, inananlara, Hitler hükümetini itaat edilmesi gereken meşru bir otorite olarak kabul etmeyi öğütlemekten asla bıkmadılar […] 8 Kasım 1939’da, Münih’te Hitler’e düzenlenen başarısız suikasttan sonra, Kardinal Bertram Alman piskoposluğu adına ve Kardinal Faulhaber Bavyera piskoposları adına Hitler’e kutlama telgrafları göndermişlerdi. Almanya’daki tüm Katolik basın, Reichspresskammer’den gelen talimat doğrultusunda, bunun Führer’i koruyan mucizevi bir ilahi takdir olduğundan bahsediyordu.” (G. Lewy, The Catholic Church and Nazi Germany, NY, 1965, s.310-11)
“Alman dokümanları iki önemli noktada birbirini etkileyici bir şekilde tutmaktadır”, diyor Saul Freidhandler ve ekliyor, “Birincisi, görünüşe göre Bağımsız Papalık, Nazi rejiminin niteliği nedeniyle azalmış görünmeyen ve 1944’e kadar da yalanlanmamış bir biçimde Almanya’dan yana bir tercih yaptı; ikincisi, XII. Pius hiçbir şeyden korkmadığı kadar Avrupa’nın Bolşevikleşmesinden korkuyordu ve göründüğü kadarıyla, sonunda Batılı Müttefiklerle uzlaşsaydı Hitler Almanya’sının Sovyetler Birliği’nin Batıya doğru ilerlemesinin önünde başlıca duvar olacağını umuyordu.” (Saul Friedhandler, Pius XII and the Third Reich, A Documentation, NY, 1958, s.236, vurgu benim, AW.)
Düşünce tarihinde, Kilise daima en gerici türden bir rol üstlenmiştir. Galileo Galilei Kutsal Engizisyonun işkence tehdidi altında fikirlerinden dönmeye zorlandı. Giordano Bruno kazıkta yakıldı. Charles Darvin, Tanrının dünyayı altı günde yarattığı şeklindeki yerleşik görüşe meydan okuma cesaretinden dolayı İngiltere’deki kurulu dinsel düzen tarafından acımasızca sıkıştırıldı.
O günden bugüne evrim teorisi, Amerikan okullarında onun yerine Tekvin kitabını okutmak isteyen Amerikan sağının saldırısı altındadır. ABD’de dinci sağ, gerici fikirleri vaaz eden büyük parasal destek sahibi bir harekettir. Birkaç yıl önce, Teksaslı petrol kralı Nelson Bunker Hunt, “İsa Uğruna Kampüs Haçlı Seferi için 1 milyar dolar kampanyasına” 10 milyon dolardan fazla bağış yapma sözü verdi. Bir “eğitim lobisi” olan Hıristiyan Özgürlük Vakfı, Sun Oil Company’nin kurucusu J. Howard Pew ve “serbest girişim sistemini destekleyen diğer işadamları” tarafından parasal olarak desteklenmektedir. Dinci sağ ile büyük sermayenin yakın ilişkisini gösteren bir sürü başka örnek var. Bu zengin iş adamları, böylesine büyük meblağları boşuna yatırmaz. Din burada açıkça gericiliğin bir silahı olarak kullanılmaktadır.
ABD’deki Yaratılışçı hareket içinde milyonlarca insan bulunuyor ve, inanılması güç ama, bunun başını bazı genetikçilerin de dahil olduğu bilim adamları çekiyor. Bu, kapitalizmin çöküşünün entelektüel sonuçlarının çarpıcı bir ifadesidir. İnsan bilincinin geriden gelişinin diyalektik çelişkisinin son derece çarpıcı bir örneğidir. Dünyanın teknolojik olarak en ileri ülkesinde, milyonlarca kadın ve erkeğin zihni barbarlığa saplanıp kalmış durumda. Bunların bilinç düzeyi, insanların savaş esirlerini tanrılara kurban ettiği, oyma putların önünde secdeye kapandığı ve kazıkta cadı yaktığı dönemdekinden çok yüksek değil. Eğer bu hareket başarılı olursa bir bilim adamının geçenlerde söylediği gibi Karanlık Çağlara geri dönebiliriz.
Toplumsal yasama alanında ve özellikle kadın haklarında, Roma Katolik Kilisesi daima gerici bir rol oynamıştır. Hâlâ boşanma, gebelikten korunma ve kürtaj hakkını yasaklayarak kadınların kendi vücutları üzerinde söz sahibi olma hakkını reddetmektedir. Mevcut Papa Karol Wojtyla bu konuda açık sözlü biri. Yapay yollarla gebelikten korunmaya Kilisenin gösterdiği ısrarlı muhalefetin sonuçları, özellikle AIDS bakımından feci olmuştur. Oysa Amerikan Katolikleri arasında yapılan 1999 tarihli Gallop anketi, ruhban sınıftan olmayan kesimin %80’inin ve papazların da %50’sinin yapay yollarla gebelikten korunmayı onayladığını ortaya koymuştur. Maryland Üniversitesinin yaptığı bir anket ise, Katoliklerin üçte ikisinin, vicdanlarının papa ile uyuşmadığı yerde kendi vicdanlarını dinleyecekleri konusunda hem fikir olduklarını göstermiştir. Benzer rakamlar diğer gelişmiş ülkeler için de aktarılabilir.
Politika alanında, şu anki Papa, sözünü sakınmayan bir gericidir ve Marksizmin ve sosyalizmin düşmanıdır. Onun iktidara gelmesine yardım eden, İtalya, İspanya ve diğer ülkelerdeki politik yaşamın her köşesinde kolları olan ünlü Katolik Mafya Opus Dei idi.
Din üzerine Lenin

Fransa’da İç Savaş’a önsözünde Engels şuna dikkat çekmişti: “devlete ilişkin olarak, din bütünüyle kişisel bir sorundur.” Bunu yorumlayan Lenin 1905’de şöyle yazıyordu: “Devlet dinle ilgilenmemelidir; dinsel kurumlar devlete bağlı olmamalıdır. Herkes istediği dini savunmakta ya da dinsiz, yani genelde her sosyalist gibi ateist olduğunu açıklamakta özgür olmalıdır.” (Lenin, Din Üzerine, “Sosyalizm ve Din”)
Bununla birlikte Lenin de, partiye ilişkin olarak, Engels’in devrimci partinin dine karşı mücadele yürütmesi gerektiği yönündeki öğüdüne dikkat çekiyordu: “Proletaryanın partisi, devletin dinin kişisel bir sorun olduğunu ilan etmesini ister, ama halkın afyonuna karşı mücadeleyi, dinsel hurafelere vb. karşı mücadeleyi kişisel bir sorun olarak görmez. Oportünistler sorunu, Sosyal Demokrat Parti dini kişisel bir sorun olarak görüyormuş gibi çarpıtıyorlar.” (age, “İşçi Partisinin Din Karşısında Tutumu”)
Ve şunu ekliyordu: “Modern dinin köklerinin gömülü olduğu yer, çalışan kitlelere uygulanan toplumsal baskı ve onların kapitalizmin kör güçleri karşısındaki aşikâr çaresizliğidir. […] kitleler dinin kaynak bulduğu toplumsal olgulara karşı birleşik, disiplinli, planlı ve bilinçli bir tarzda mücadele etmeyi öğrenene kadar, kapitalist egemenliğin tüm biçimlerine karşı mücadele etmeyi öğrenene kadar, hiçbir eğitsel kitap yığınların bilincinden dini söküp atamaz.” (age, “İşçi Partisinin Din Karşısında Tutumu”)
Fakat Marksistler, dindar olanlar da dahil tüm işçileri kapitalizme karşı mücadeleye katmak için her şeyi yapmalılar. Bizler bu işçilerle aramıza engeller dikmemeli, aksine sınıf mücadelesine etkin bir şekilde katılmaları için onları teşvik etmeliyiz.
Daha önce de söylediğimiz gibi, Rus işçi sınıfı tarih sahnesine 1905’de, başlarında bir papaz, ellerinde dinsel ikonalar ve çara –küçük Babamız– seslenen bir dilekçe taşıyarak girdi. Devrimcilere güvenmiyorlar hatta bazen onları dövüyorlardı. Fakat tüm bunlar dokuz Ocak katliamından sonra 24 saat içinde değişti. Aynı işçiler, dokuzu akşamı, silah istemek için devrimcilere geldiler. İşte bu, bilincin olayların sıcağında ne kadar hızla değişebileceğini göstermektedir!
Bu arada dilekçeyi ve barışçı gösteriyi örgütlemiş olan ve Çarlık polisi için çalışan Papaz Gapon, Kanlı Pazardan sonra ani bir değişim geçirdi. Çarın devrimci yıkılışı çağrısında bulundu ve belirli bir aşamada Bolşeviklere yakınlaştı. Gapon dindar olarak kalsa da, Lenin onu bir kenara itmedi, tersine kazanmaya çalıştı.
Lenin’in esnek tavrı, grevler karşısındaki tutumunda da görülüyordu. Grevlere katılan ama dindar olan işçilere karşı sekter bir tutum takınanları uyarmıştı. “Böyle bir zamanda [yani bir grev sırasında] ve bu koşullarda ateizm vaazları vermek, grev hareketine katılan işçileri dinsel inançlarına göre bölmekten başka bir şey istemeyen papazların ve kilisenin ekmeğine yağ sürmek olur.” (age, “İşçi Partisinin Din Karşısında Tutumu”)
Sorunun özü budur. Bizler işçi örgütlerinin tüm ayrım çizgilerinin –dinsel, ulusal, dilsel veya ırksal– ötesinde birliği için mücadele ederiz. Görevimiz tüm ezilenleri ve sömürülenleri burjuvaziye karşı tek bir ordu içinde birleştirmektir.
Marksistler asla ateizmin kabulünü parti programının bir parçası haline getirmediler. Bu tür zırvalıklar her zaman anarşizmin özelliğiydi. İnanan bir işçinin, harekete yakınlaştığı, hareketin genel programına inandığı ve sosyalizm için mücadele vermeye istekli olduğu ama dini terk etmek istemediği durumlarla çok sık karşılaşılır. Ne tavır almalıyız bu durumda? Kesinlikle onu dışlamama tavrını. Böyle bir işçi, dinden dönmek için değil kapitalizmle savaşmak için harekete katılmak ister. Muhtemelen, zamanla kendi politik ve dinsel inançları arasındaki çelişkileri görecek ve yavaş yavaş dinden uzaklaşacaktır. Fakat sorun hassas bir sorundur ve zorlanmamalıdır. Lenin’in açıkladığı gibi Marksistler, “bu işçilerin dinsel inançlarına karşı yapılan en küçük hakaretin dahi kesinlikle karşısındadırlar.” (age, “İşçi Partisinin Din Karşısında Tutumu”)
Ancak orta sınıf bir aydın, hareketin ideolojisine kafa karışıklığı sokmaya çalıştığında sorun tümüyle farklıdır, tıpkı Lenin’in din konusunda yazdığı sıralarda yaşanan örnekte olduğu gibi. Bir grup ultra-sol Bolşevik (Bogdanov, Lunaçarski vs.) mistik felsefi fikirlerle Marksizmi revize etmeye çalışıyordu. Lenin, tamamen haklı olarak bu eğilime karşı savaştı.
Dinin geleceği

Dinin geleceği ne olacak? Bu konuda, elbette Marksistler ile Hıristiyanlar ve diğer dinlere mensup kişiler arasında derin bir fikir ayrılığı olacaktır. Doğal olarak, kristal bir küreyle geleceği görmek imkânsızdır, fakat şunlar söylenebilir. Felsefi bakış açısından Marksizm dinle bağdaşmaz olsa da, söylemeye gerek yok ki, bizler dini bastıran veya yasaklayan her düşünceye karşı çıkarız. Bireyin herhangi bir dinsel inanca sahip olma ya da inanmama özgürlüğünü savunuruz.
Bizim söylediğimiz, kilise ile devlet arasında köklü bir ayrılık olması gerektiğidir. Kiliseler doğrudan veya dolaylı vergilerle desteklenmemeli, din devlet okullarında öğretilmemelidir. İnsanlar eğer dini istiyorlarsa, kiliselerini yalnızca cemaatin katkılarıyla desteklemeli ve kendi öğretilerini kendilerine ayırdıkları vakitlerde vaaz etmelidirler. Aynı temel düşünceler İslam ve diğer dinler için de geçerlidir.
Bize göre, din üzerine konuşmalar ve tartışmalar devam edecektir, ama bunun çağımızın temel sorununu gizlemesine izin verilmemelidir. Bizim ilk ve en önemli görevimiz, insanı köle haline getiren sermaye diktatörlüğüne bir son vermek isteyen herkesi mücadele içinde birleştirmektir. Sosyalizm, maddi gereksinimlerin kısıtlaması olmaksızın insanın özgür gelişimine izin verecektir.
Örgütlü din yüzyıllardır sömürücüler tarafından kitleleri aldatmak ve köleleştirmek için kullanıldı. Çeşitli dönemlerde bu duruma karşı başkaldırılar yaşandı. Ortaçağdan günümüze, Kilisenin zenginliğe ve güce itaat etmesine karşı protesto sesleri yükseltildi. Bunu günümüzde de görmekteyiz. İşçilerin ve köylülerin acı çekmesi, sermayenin utanç verici despotluğu altında insanlığın şehit düşmesi, çoğu Marksizmin felsefesiyle tanışık olmayan, ama adaletsizliğe ve sömürüye karşı savaşmaya istekli olan geniş halk katmanlarının öfkesini arttırıyor. Bunlar arasında, kitlelerin çektiği acıya her gün şahit olan ruhban kesimin alt katmaları da dahil pek çok dürüst Hıristiyan var.
Kurtuluş Teolojisi, Orta ve Latin Amerika’daki devrimci mayalanmanın bir ifadesidir. Alt kademe rahipler, ezilen yığınların ıstırapları karşısında dehşete düştüler ve daha iyi bir hayat uğruna mücadelede yerlerini aldılar. Yüzyıllardır zengin toprak sahipleriyle, bankacılarla ve kapitalistlerle kendi rahatına dönük bir ilişki geliştiren Kilise hiyerarşisi, yeni eğilimle savaşmakta ya da istemeye istemeye buna tahammül etmektedir. Bu yüzden sınıf mücadelesi Roma Katolik Kilisesinin saflarına da girmiştir.
Benzer şekilde, Orta Doğu’nun, İran’ın, Endonezya’nın ezilen yığınları hayatlarını iyileştirmek için harekete geçtikçe ve kendilerini ezenlerini devirmek için bir mücadele programı arayışına girdikçe, Müslümanlar arasında da Marksist fikirler ses getirmeye başlamıştır.
Asıl gereken, kapitalizmi, toprakbeyliğini ve emperyalizmi alaşağı etmektir. Bu olmadan bir yere varmak mümkün değildir. Bu mücadelenin zaferini garantileyen tek program devrimci Marksizmin programıdır. Toplumu dönüştürme mücadelesinde Marksistlerin ve Hıristiyanların (ve Müslümanların, Hinduların, Budistlerin, Yahudilerin ve diğer dinlere inananların) verimli işbirliği, bizi ayıran felsefi farklılıklara rağmen kesinlikle mümkün ve gereklidir. Dürüst Hıristiyanlar insanlığın çoğunluğunun uğradığı korkunç baskıdan derinden rahatsızlar. Kolombiyalı eski rahip Camillo Torres bir keresinde şöyle demişti: “Gerçek bir rahip olmak için rahiplerin giysilerini reddettim. Her Katoliğin görevi devrimci olmaktır; her devrimcinin göreviyse devrimi gerçekleştirmektir. Devrimci olmayan bir Katolik, ölümcül bir günah içinde yaşıyordur.”
Bunlar yeryüzündeki yoksulların, günahkârlar ve ezilenlerin davasını savunan ve baskılar karşısında mücadele ederken hayatlarını vermekten korkmayan ilk Hıristiyan devrimcilerinin değerli halefleridir. Adalet ve özgürlük davasını gönülden savunan herkesin saygıyla anması gereken modern şehitlerdir. 1968 ve 1978 arasında, Latin Amerika’da 850’den fazla rahip, rahibe ve piskopos tutuklandı, işkenceden geçirildi, cinayete kurban gitti ve öldürüldü. Salvadorlu Cizvit Rutilio Grande, öldürülmeden önce şunları söylemişti: “Günümüzde Latin Amerika’da hakiki bir Hıristiyan olmak tehlikeli […] ve fiilen yasadışı.” Vurgu “hakiki” sözcüğü üzerindedir.
Alternatif bir yaşam?

Örgütlü kilise son yıllarda gücünü çok yitirse de, dinsel fikirler, “alternatif bir hayat tarzı” öneren şaşırtıcı tarikat ve mezhep kılıkları altında yeniden ortaya çıkmış durumda. Kimi zaman bir gençlik katmanının, kapitalist sistemden, bu sistemin insanlık dışı, ruhsuz yaşam tarzından, varoluşun tüm yönlerinin ticarileşmesinden, kaba maddiyatçılıktan, sonu gelmeyen ve her tarafı kuşatan paragözlülükten, çevrenin ırzına geçilmesinden vb. duyduğu büyüyen hoşnutsuzluğu yansıtabildiği ölçüde bu, bilince doğru atılan bir ilk adımı temsil edebilir. Fakat o zaman sorunlar başlar. Kapitalizmi basitçe reddetmek yeterli değildir. Onu ortadan kaldırmak için somut adımlar atmak gerekir.
Bu “alternatif” hareketlerin –New Agecilik, vs.– hepsinin ortak özelliği, saf bireysel tipte bir kurtuluşa dayanmalarıdır. Bu yol üzerinde bir çıkış bulmak imkânsızdır. Ve son tahlilde, bu sözde alternatifin önderleri hiçbir alternatif sunmazlar. Kapitalizm, “vazgeçmeye” karar veren birkaç insanın varlığıyla da gayet mutlu bir şekilde yaşar. Bu onun için bir tehdit teşkil etmez, çünkü iktidarın efendileri daha önce olduğu gibi toplumun hayatını kontrol etmeye devam eder.
Hatta “vazgeçtiğini” iddia edenler, pratikte vazgeçemeyeceklerini anlayacaklardır. Para kullanmaya, yaşamsal ihtiyaçlarını dükkânlardan satın almaya, çevreyi kirleten ve tahrip eden büyük petrol şirketlerinin ürünlerini satan modern benzin istasyonlarında eski karavanlarının depolarını doldurmaya, polisler tarafından bir bölgeden diğerine gönderilmeye mecburdurlar; tıpkı geri kalanlarımız gibi.
Topluma ve politikaya sırtını dönmenin olanaklı olduğu düşüncesi bir yanılsamadır. Deneyin! Bir gün politikanın evinize geldiğini ve kapınızı çaldığını (eğer önce kapıyı parçalamamışsa) göreceksiniz.
Bireysel çözümler bulma çabası özünde gericidir, çünkü kapitalizm ve burjuva devlete karşı savaşmanın tek yolu işçi sınıfını birleştirmek ve onu devrimci bir hareket olarak örgütlemekten geçmektedir. Öyle ya da böyle, bunun dışında bir şeyi seçmek, kendini sermayenin insafına terk etmek ve mevcut düzenin devam etmesine yardımcı olmaktır.
New Ageciliğin avukatları, kendi çaresizliklerini örtmek için, hayal ettikleri şekliyle, onları “sıradan” fanilerden ayıran ve tüm kavrayışı aşan doğaüstü şeylerle doğrudan iletişim hattına yerleştiren özel ruhani değerlerden yana olduklarını iddia ediyorlar. Böylece bu büyük gizlerden haberi olmayan insanlığın geri kalanı karşısında kendilerini üstün hissediyorlar.
Gerçekte, bu fikirler sıradan fanilerin düşüncesi karşısında üstün olmayıp, onun çok gerisindedir. Toplumu değiştirmek isteyenler için ilk kural toplumu anlamak ve onun içinde yaşamaktır. Kişinin sırtını topluma dönmeye çalışmakla elde edeceği tek şey, mevcut toplum karşısında tamamen güçsüz hale gelmek ve ebediyen, ümitsizce, geri dönülmez biçimde, onu değiştirme şansını tepmektir. Bu yol, aynı şeyin ebediyen devamından başka hiçbir alternatif sunmaz.
Din ve kapitalizmin krizi

Marksistler dinin bir yanlış bilinç olduğunu söylerler, çünkü kavrayışımızı dünyadan uzaklaştırıp hakkında hiçbir şey bilemeyeceğimiz ve soru sormanın bile yararsız olduğu bir ötekiliğe (otherness) yöneltir. Tüm bilim tarihi iki temel varsayımdan yola çıkmıştır: a) Dünya benim dışımda mevcuttur ve b) Bu dünyayı anlayabilirim ve şu anda bilmediğim şeyler olsa bile en azından gelecekte onları bilme kapasitesindeyim. İnsan bilgisine, ihlal etmemesi gereken bir sınır koymak, her türden mistisizme ve hurafeye kapıyı açmaktır. 2000 yıldan fazla bir süredir insanlık, kendimiz ve yaşadığımız dünya hakkında bilgi edinme mücadelesi vermektedir. Tüm bu süre zarfında din bilimsel ilerlemenin düşmanı olmuştur ve bu bir tesadüf değildir. Bilimsel düşüncedeki ilerleme, geçmişte “giz” gibi görünen şeyleri bizim için anlaşılır kıldığı ölçüde, din geriletilmiştir ve şimdi kendini kurtarmak için ümitsiz bir artçı direniş sergilemektedir.
Bilimin dine karşı mücadelesinde –yani akılcı düşüncenin akıldışılığa karşı mücadelesinde– Marksizm tüm içtenliğiyle bilimin yanında yer alır. Ama bu yetmez. Dünyaya ilişkin akılcı bilgi edinmedeki tüm amaç, onu değiştirmektir. Son 100.000 yıldır –daha da fazla– insanlık tarihinin derin anlamı, insanlığın doğayla yürüttüğü savaşı kazanma, kendi kaderini kontrol etme ve böylece özgürleşme yolunda verdiği kesintisiz bir mücadeledir. Dinin kökleri, insanların kendilerini içinden çıktığımız hayvanlar dünyasından özgürleştirmek için mücadele ettikleri uzak geçmişte yatar. Kendi kontrollerinin ötesindeki doğa olaylarını anlamak için insanlar büyüye ve animizme –dinin ilk biçimleri– başvurdular. O günlerde bu, insan bilincinde ileri bir adımı temsil ediyordu. Bilincin bu çocukluk aşaması uzun süre önce geride kalmış olmalıydı, ama insan aklı sınırsız derecede tutucudur ve var olma nedeni uzun süre önce ortadan kalkan fikirlere ve önyargılara sıkıca yapışır.
Sınıflı toplumda “komşunu sev” fikri hiçbir yankı bulamaz. Kıran kırana bir rekabet ahlâkının eşlik ettiği, komşumu yoksulluğa sürükleyen vb. pazar ekonomisi, bunu zor, hatta imkânsız bir öneriye dönüştürür. İnsanların psikolojisini ve davranışlarını değiştirmek için öncelikle onların yaşam biçimlerini değiştirmek zorunludur. Marx’ın sözleriyle “sosyal varlık bilinci belirler”. Tüm dünya, yerküreyi yağmalayan, gezegenin ırzına geçen ve milyonlarca insanı dayanılmaz sefalet ve acı dolu bir hayata mahkûm eden bir avuç dev tekelin hakimiyetindedir.
Bu çokuluslu şirketlerin yönetim kurullarında oturan hanımlar ve beyler, çoğunlukla dini bütün Hıristiyanlardır, daha azı ise Yahudi, Müslüman, Hindu ve diğer inançlardandır. Fakat kapitalizmin gerçek dini bunların hiçbiri değildir. O, zenginlik tanrısı Mammon’a tapınır. Kapitalizm insan ilişkilerini tersyüz eder. Her şey o kadar eğri büğrü ve çarpıtılmış durumdadır ki, sanki ticari bir eşyadan söz edermiş gibi, bir insandan “bir milyon dolarlık adam” diye söz ediyoruz. Televizyon borsadan, piyasadan, dolardan ve pounddan, sanki yaşayan varlıklarmış gibi (“pound bugün biraz daha iyi”) bahsediyor. Yabancılaşma denen şey şundan ibarettir: ölü şeyler (Sermaye) canlı gibi görülür, canlı şeyler ise (insanlar, emek) ölü, önemsiz, anlamsız addedilir.
İnsanlığın gelişiminin yükselen bir çizgisi olduğu gibi bir iniş çizgisi de vardır. Binlerce yılda inşa edilmiş uygarlık ve modern kültür katmanı hâlâ çok incedir. Ve bunun altında barbarlığın tüm unsurları yatmaktadır. Eğer bundan şüphelenen varsa, Nazi Almanya’sının tarihini veya Balkanlar’daki son olayları incelesin. Yükseliş döneminde burjuvazi akılcılık –evet hatta ateizm– temeline dayandı. Şimdi, kapitalist çürüme döneminde, akıldışı eğilimler her yerde ortaya çıkmakta, hatta en ileri ve “kültürlü” devletlerde dahi. Eğer işçi sınıfı toplumu değiştirmeyi başaramazsa, geçmişin tüm kazanımları tehlikeye düşecek ve gelecek insan uygarlığı artık garanti altında olmayacaktır.
Kapitalizmin bütün dünyayı uğrattığı yıkım, sayısız canavarlıklar üretmiştir. Bunama döneminde kapitalizm, en geri türden dinsel ve mistik eğilimlere de yol açmıştır. Dinin gerici rolü Afganistan’dan Kuzey İrlanda’ya tüm dünyada görülebilir. Her tarafta tehlikeli köktendincilik canavarını görmekteyiz: sadece İslami köktendinciliği değil, Hıristiyan, Yahudi ve Hindu köktendinciliğini de. Kardeşçe sevgi ve umut mesajı, umutsuzluğun, nefretin ve karşılıklı kıyımın alevlerine dönüştürülmekte. Bu yoldan gidildiğinde, barbarlık dışında, kültürün ve insan uygarlığının yok oluşu dışında hiçbir şey mümkün değildir.
Olaylara yüzeysel bakan gözlemcilerin savunmaya çalıştıklarının aksine, bu korkunçlukların sebebi, dinin kendisinden ziyade, tüm ülkeleri ve toplumları harap eden ve yerine hiçbir şey koymadan aile ve toplumun dokusunu tahrip eden kapitalizmin ve emperyalizmin suçlarıdır. Gelecekten korkan ve mevcut durumdan umutsuzluğa kapılan insanlar, var olmayan bir geçmişe ait sözde “ebedi hakikatler”de teselli arıyorlar. Köktendinciliğin yükselişi, insanları ümitsizliğe ve çılgınlığa sürükleyen kapitalist toplumun çıkışsızlığının somut bir ifadesidir yalnızca. Fakat İran ve Afganistan’da gördüğümüz gibi, yeryüzünde dinsel cennet vaatleri, kabûsla sonlanan boş bir rüyadan ibarettir.
Din bugün dünyada olan hiçbir şeyi açıklayamaz. Aslında onun rolü açıklama değil aksine sadece kitleleri hayallerle avutmak ve yaralarına boş vaat merhemi sürmektir. Ama kişi hayallerden daima uyanır ve hatta en güzel merhemin etkisi bile eskisinden daha keskin acı bırakarak kısa sürede yavaş yavaş kaybolur. Eğer ihtiyaç duyulan şey gerçek bir bilinç, evrene ve onun içindeki yerimize bilimsel bir bakış ise, din bir yanlış bilinçtir. İnsanlar olarak özgürlüğümüzü kazanmanın ön koşulu, hayallerden köklü bir şekilde kopmak ve açık kalplilikle, hem dünyayı hem de kendimizi, olduğu gibi, yani bu yeryüzünde insanlara yaraşır bir yaşam için çaba harcayan ölümlü kadınlar ve erkekler olarak görmektir.
Kendine yabancılaşmış insanlık

Çok eski dönemlerden bu yana, erkekler (ve daha çok da kadınlar) kölelik ruhu ile eğitilmiştir. Bizlere, zayıf ve güçsüz olduğumuzu, ne yaparsak yapalım bunun değişmeyeceğini, “insanın niyet edeceği ama Tanrının takdir edeceği”ni düşünmemiz öğretilmiştir. Egemen fikir bir tür kaderciliktir. Buna göre yüz yüze geldiğimiz büyük sorunlar karşısında hiçbir şey yapılamaz. Bu kaderci kabullenme, yerleşik düşünceye kölece tapınma anlayışı, tüm dinlere derinlemesine sinmiştir. Hıristiyana eğer yüzüne vurulursa diğer yanağını çevirmesi tavsiye edilir, İslam kelimesi “itaat” anlamına gelir ve Eski Ahit’in peygamberleri bize “her şeyin bir hiç” olduğunu temin eder. Bu iktidarsızlık anlayışından, biz hiçbir şeyken kendisi her şey olan bir Yüce Varlık ihtiyacı çıkar. İnsan fanidir; Tanrı ölümsüz. İnsan zayıftır; Tanrı güçlü. İnsan evrenin sırları karşısında cahildir; Tanrı her şeyi bilir, vs.
İnsanoğlunun kurtuluş için göklere bakması gerektiği inancı, mucizelere inanmaya yol açar. Bu hiç de eğitimsiz sınıflarla sınırlı değildir. Batıl inançlarla dolu benzer bir düşünce tarzı, bir eliyle zar atarken diğer elinde tavşan ayağı tutan bir kumarbazın zihniyetini sadece daha üst düzeyde tekrarlayan ekonomi tahmincileri ve borsa simsarları arasında da bulunur. İncil’de, açlar doyar, körler görür, topallar yürür… –hepsi de tanrısal mucizeler aracılığıyla. Günümüzde böyle mucizelerin olması için doğaüstü unsurların aracılığına ihtiyaç duymuyoruz. Modern bilimin ve teknolojinin başarıları böyle şeyleri yapmamıza zaten izin veriyor. Bunların bu gezegen üzerindeki her kadın, erkek ve çocuğa ulaşmasını engelleyen tek şey, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ve kâr sisteminin dayattığı yapay baskılardır.
Kadınlar ve erkekler kendi hayatlarını kontrol edebildikleri ve kendilerini özgür insanlar olarak geliştirebildikleri ölçüde, Marksistler dine –yani ölümden sonraki bir hayatta teselli arayışına– olan ilginin kendi doğallığı içinde zayıflayacağına inanırlar. Elbette inananlar bu öngörüye katılmayacaklardır. Zaman kimin haklı olduğunu gösterecek. Bu arada, bu konulardaki fikir ayrılıkları, adaletsizliğe karşı savaşıma katılmak isteyen tüm namuslu Hıristiyanların, Hinduların, Yahudilerin ya da Müslümanların, yeni ve daha iyi bir dünya için mücadele eden Marksistlerle el ele vermesine engel olmamalıdır.
Bu dünyada cennet için!

“Her şeye yeniden başlasaydım, […] şu ya da bu hatayı yapmaktan kaçınırdım, ama hayatımın ana istikameti değişmeden kalırdı. Bir proleter devrimci, bir Marksist, bir diyalektik materyalist ve bundan dolayı uzlaşmaz bir ateist olarak öleceğim. İnsanlığın komünist geleceğine inancım daha az ateşli değil, doğrusu bugün gençlik günlerimdekinden daha da sağlam. İnsana ve onun geleceğine inancım şimdi bile bana hiçbir din tarafından verilemeyecek bir direnme gücü veriyor.” (L. Trotsky, Stalin, NY 1967, s.54)
Metafizik kitabında Aristo, ancak yaşamsal ihtiyaçlar temin edildiğinde insan felsefe yapmaya başlar diyerek mükemmel bir yorumda bulunuyordu. Sosyalizm, insanların maddi şeylere olan eski onur kırıcı bağımlılığını bertaraf ederek, düşünce ve davranış tarzımızda radikal bir değişimin temelini oluşturacaktır. Troçki sınıfsız bir toplumda yaşanacaklara ilişkin şu öngörüde bulunuyor:
“Sosyalizmde, dayanışma toplumun temeli olacaktır. … Bugün biz devrimcilerin, adını anmaktan kaygı duyduğu tüm duygular –bunlar ikiyüzlülük ve bayağılıkla o denli yıpranmışlardır ki–, örneğin, çıkar gözetmeyen dostluk, komşularını sevmek, duygudaşlık, sosyalist şiirin içinde güçlü bir yankı bulacaktır.” (Troçki, Edebiyat ve Devrim, “Devrimci Sanat ve Sosyalist Sanat”)
Sınıf baskısının ve köleliğin zincirleri, sadece maddi değil psikolojik ve ruhsaldır da. Kapitalizmin yok edilmesinden sonra da bu köleliğin psikolojik ve moral izlerini yok etmek zaman alacaktır. Tüm yaşamları kölelik ruhu içinde şekillenmiş kadınlar ve erkekler, zihinlerini ve ruhlarını eski önyargılardan hemen kurtaramayacaklardır. Fakat sosyal ve maddi koşullar bir kez kadınların ve erkeklerin gerçek insani ilişkiler kurmasına izin verdikçe, davranışları ve düşünce tarzları benzer şekilde dönüşecektir. O gün geldiğinde, insanların polise –ne maddi ne de ruhani türden– ihtiyaçları olmayacaktır.
Gerçekten çok kavrayışlı filozoflar olan eski Yunan Sofistleri, “insan her şeyin ölçüsüdür” diyorlardı. Sınıfsız bir toplumda durum gerçekten bu olacaktır. Ama kadınların ve erkeklerin kendi hayatlarını ve kaderlerini gerçekten tümüyle bilinçli biçimde kontrol ettikleri bir yerde, doğaüstülüğe yer var mıdır? Mezarın ötesindeki hayali bir yaşama karşı duyulan isteğin yerine, insanlar tüm enerjilerini bu hayatı olabildiğince güzel ve tatminkâr yapmaya yoğunlaştıracaklar. Sosyalizmin içsel anlamı budur: potansiyel olarak var olanı gerçek kılmak.
İnsan toplumunun bu üst aşamasında, kadınlar ve erkekler kendilerini hak ettikleri doruklara yükseltecekler, dünyamızı yoksulluktan, nefretten ve adaletsizlikten temizleyeceklerdir. Gezegenimizi yeniden doğal görkemine kavuşturacaklar, nehirler, denizler, şelaleler yine berrak olacak ve hayatın tüm çeşitliliği korunup üzerine titrenecektir. Tıka basa dolmuş şehirler yıkılacak ve insanların çevrelerine bol bol verecekleri sanatsal yaratıcılıkla ve özenle yeniden inşa edilecektir. Okyanusların derinlikleri keşfedilecek ve içlerindeki tüm sırlar açığa çıkacaktır. Ve son olarak, ellerimizi göklere uzatacağız; ama dualarda değil, insanoğlunu galaksimizin en dış kısımlarına ve belki daha da öteye götürecek uzay gemilerinde. Kadınlar ve erkekler, herhangi bir ruhun yardımı olmadan, kendi çabalarımız ve kaynaklarımızla ulaşabileceğimiz insanlığın bu sınırsız ilerlemesinin tadını çıkarırken, dine başvurmak için neden kalacak mı? İnsanlar artık ihtiyaç duymadıklarını anladıkları ölçüde eski düşüncelerini terk edecekler.
İncil’de, tıpkı Korintuslulara yazılan mektuplardaki gibi, büyük bilgelik sözleri bulunur: “Çocukken çocuk gibi konuştum, çocuk gibi anladım, çocuk gibi düşündüm. Adam olduğumda çocukça şeyleri bir kenara bıraktım.” Türümüzün gelişimiyle aynı. İnsan sonunda kendi kaderini çizdiğinde, iki ayağı üzerinde durabildiğinde ve hayatını doya doya yaşadığında, artık daha fazla din desteğine, dua edilen doğaüstü bir varlığa ya da başka bir dünyada sahte yaşam avuntusuna ihtiyaç duymayacak. O an geldiğinde insanlık, dinden, yetişkin insanların çocuklukta çok sevdiği ama artık yararlı olmaktan çıkmış peri masallarından vazgeçtikleri kolaylıkta vazgeçecek.

Londra, 22 Temmuz 2001
HipHopRocK - avatarı
HipHopRocK
Ziyaretçi
3 Nisan 2009       Mesaj #5
HipHopRocK - avatarı
Ziyaretçi
Post-Marksizm

Post-Marksizm'in iki ilişkili fakat farklı kullanımı vardır. İlk olarak, Post-Marksizm Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği'nde komünizmin çöküşü sonrasında ortaya çıkan duruma işaret edebilir.
1960'ların sonlarında komünizmin Sovyet paradigmasının zayıflaması,Maocu teorinin yükselişi ve Vietnam ile 1968 öğrenci isyanlarını yayınlayan ticari televizyonların ortaya çıkmasıyla başlamıştır. Devrimin büyük öykülerinin , kitle kültürünün ve komünizmin etkisini yitirmesi birçok teorisyenin çalışmalarını temellendirmek için bu kavramları kullanmasını zorlaştırdı. Bu da Post-Marksizmin ikinci anlamına neden olan düşünce akımını tetikledi. Böylece, Post-Marksizm, teorilerini Karl Marx'ın çalışmaları veya Marksistler üzerine kurmuş, fakat birçok açıdan bu teorilerin sınırlarını aşmış filozoflar ve sosyal teorisyenlerin çalışmalarını nitelendirmeye başladı.
Bu bağlamda Post-Marksizm, başka bir deyişle söylem kuramsal yaklaşım ya da Essey Okulu'lu olarak da bilinen kuramsal ve felsefi yaklaşımı ifade etmektedir. Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe bu eğilimin en önemli temsilcileri ve kurucuları olarak bilinir. İkilinin 1987'de yayınlanan Hegemonya ve Sosyalist Strateji adlı kitabı Post-Marksizmin ortaya konulduğu özgün bir çalışmadır.

Teori olarak Post-Marksizm

Post-Marksizm, Marksizmden ilham alan ya da onu temel ilkeleri noktasında dönüştürerek kullanan, genel olarak dolaysız bir ilişki içinde farklılaştırarak Marksizmi değerlendiren düşünürleri ve teorik/politik tutumları ifade eder. Postmodern felsefe ve düşünce içinde yer alan ve özel bir yapısalcılık-sonrası-teori konumuna sahip olan post-marksizm özcü, belirlenimci, indirgemeci olmayan bir felsefi/kuramsal konumda durmaya ve yeni bir toplumsal tarihsel perspektif oluşturmaya yönelir. Laclau ve Mouffeu gibi, hem ayrı ayrı hem de ortak çalışmaları bulunan Michael Hardt ve Antonio Negri'de Post-Marksist teorinin önemli isimlerinden sayılmaktadır. Bu ikilinin İmparatorluk adlı ortak çalışmaları, pek çok entelektüel tarafından Komünist Manifesto'nun değişen dünya koşulları içinde yeniden yazılması olarak görülmüştür.

Post-Marksizmin temel kavramları

Hem kuramsal/felsefi hem de toplumsal önermeleri bakımdan post-marksizm yeni bir takım perspektifler ve kavramsal önermeler ileri sürer. Felsefi olarak aydınlanmacı düşüncenin temel ilkelerine, siyasal olarak da sosyalizme alternatif önerileri sözkonusudur. Onların çalışmalarında söylem, hegemonya, toplumsal antagonizma, eklemlenme, agonistik çoğulculuk, karar verilemezlik gibi yeni ya da yeniden içeriklendirilmiş kavramlar öne çıkar. Post-Marksizm'de hem Antonio Gramsci'nin hem de Louis Althusser'in belirleyici bir rolü sözkonusudur. Özellikle Gramsci'den hegemonya teorisinin ve Althusser'den ideoloji anlayışının post-marksist teoride önemli bir yere sahip olduğu bilinmektedir. Laclau, özelikle, Althusser'in öğrencisi olarak yapısalcı teoriyi mantıksal sonuçlarına doğru kendine özgü olarak değerlendirir. Althusser'in ideoloji teorisinin onda belirli bir yer tuttuğu görülür. Bunların yanı sıra, postyapısalcı felsefeler, psikanalitik kuram ve Saussaure'cü dilbilim kuramından yararlanmaları sözkonusudur. Post-Marksizm, belirli bir şekilde anlaşılan marksizmin temel ilke ve referanslarının, bunlardan hareketle üretilen felsefi ve siyasal kategori ve argümanlarının eleştirisi ve yadsınmasını ortaya koyar.

Söylem kuramı

Post-Marksizmin değerlendirdiği söylem kuramı, genel olarak postmodern felsefedeki söylem kavramından hareket etmekle birlikte daha özel olarak büyük ölçüde ve esas bakımdan Michel Foucault'un söylem anlayışından esinlenir. Buna göre söylem, gerçekliğin üretilip belirlendiği yapıyı ifade etmektedir. Söylem kavramı dilbilimden gelmekle birlikte, Foucault'un kuramsal perspektifinde daha farklı bir bağlama sahiptir. Bilgi/iktidar ilişkisi Foucaultcu söylem teorisinin kaynağında bulunur. Yani, söylem ile belirli bir anlamlar çoğulluğunu üreten kurallar ve ilkelerdir burada kastedilen, ancak bu söylem yalnızca bilginin değil aynı zamanda davranışların, yani eylemin niteliğini de belirler. Böylece, bilginin nesnesini belirleyip üreten, doğru ile yanlışı ayırmayı mümkün kılan bir söylem yapısı sözkonusudur diyebiliriz. Ancak söylem yalnızca ifadeleri değil davranışları da kapsar ve dolayısıyla daha geniş bir bağlama sahiptir. Sözel anlamlar ve anlamlı davranışlar söylem ile üretililir. Bilgi ve anlam burada artık dil yoluyla değil dilin kullanımıyla, söylem ile oluşturulur görüşü belirginlik kazanır. Laclau ve Mouffe, buradan hereketle bir söylem kuramı oluşturmaya kalkışırlar ve bu kuramı kullanırlar. Bu anlamda Marksizmdeki bilgi ve ideoloji anlayışında uzaklaşırlar. Böylece, sınıf bağlantılı ideoloji anlayışından da uzaklaşırlar. Önemli olan artık söylem tarafında üretilen özne konumlarında etkileşimin ve mücadelenin sürekliliğidir.Özne ya da yapı, anlamın ve eylemin kökeni, sabit noktası ve kaynağı değildir. Post-Marksizm böylece hem bilgi sürecinde hem de tarih sürecinde öznenin ve özneler arasındaki mücadelenin üretilen/üretilmiş konumlar arasındaki mücadeleler olduğunu ileri sürer.

Semiyoloji ve Söylem

Roland Barthes kitle kültürünün eleştirisine işaret bilimi yoluyla ve belirli bir biçimde modern toplumun Mitolojilerine bakarak başladığında bazı Marksistler dilbilm, semiyotik ve değişkenlikli (discursive) uygulamaların sosyal eleştirisini temellendirme olasılığının arayışındaydılar. Baudrillard, İşaretin Politik İktisadının Bir Eleştirisi İçin (Pour une critique de l'èconomie politique du signe) adlı eserinde ve Barthes'in çalışmaları etrafında şekilendirdiği diğer çalışmalarında bugünkü Marksizmi kendi söylevi içerisinde işaret değerine yer vermediği için eleştirmiştir.

Sınıf özcülügünün reddi

Laclau ve Mouffe'ya göre Marksizm kuramsal olarak zorunlu indirgemeci bir yapıya sahiptir. Sınıf teorisi özcüdür ve reddedilmelidir. İşçi sınıfının konumu Laclau ve Mouffe'ya göre, Marksizmde sabit ve ilkesel olarak değişmeden kalan bir konumdur; dolayısıyla tam da bu nedenle post-marksizm tarafından kabul edilemez olarak görülür. Onlar toplumsal yapıda bir olumsallık ve "radikal belirlenimsizlik" görmektedirler ve bu bakımdan indirgemeci marksizmi temelden reddederler. Çünkü tolumsal ve belirlenimsiz, sürekli değişken özne konumlarının harekelerine dayalı bir toplumsal yapıda işçi sınıfının ayrıcalıklı bir konumu olamaz. Çoğul özne konumları arasında eklemlenme ve hegemonya ilişkisine bağlı olarak sürekli bir geçişkenlik sözkonusudur, bu nedenle de belirli bir sınıfın ayrıcalıklı/sabit/önceden belirlenmiş bir konumu varsayımı üzerinden siyaset yürütülemez. Burada öne sürülen tartışma, söylemsel olarak üretilmiş olan çoğul ve istikrarsız özne konumlarının bağımlılık ilişkilerine karşı sürekli, sonu gelmez ve bitimsiz mücadelesinin sözkonusu olduğudur.

Radikal Demokrasi

Post-Marksizm, böylece Marksizmdeki sınıf siyaseti anlayışına yer bırakmaz. Dolayısıyla bu siyasetin içerdiği program ve hedefleri de yadsır. Laclau ve Mauffe, demokrasinin radikalleştirilmesi, yani istikrarsız özne konumlarının çoğul mücadeleleriyle gelişecek ve gelişmekte olan radikal demokrasi fikrini öne sürerler. Bunu yaparken de, Marksizmde görülen türde bir kapitalizm analiziyle ilgilenmezler. Onların toplumsal projesi, demokrasinin derinleştirilmesi ve radikalleştirilmesidir. Marksizmdeki iktidar odaklı sınıf mücadelesi anlayışı kuramsal olarak özcü olmasının yanı sıra siyasal olarak da zorunlu bir şekilde totaliter bir yapıya sahip olarak görülür.

Önemli Post-Marksistler

  • Alain Badiou
  • Etienne Balibar
  • Paul Hirst
  • Barry Hindess
  • Ernesto Laclau
  • Chantal Mouffe
  • Moishe Postone
  • Slavoj Žižek