Arama

Dil Felsefesi

Bu Konuya Puan Verin:
Güncelleme: 3 Ekim 2006 Gösterim: 7.838 Cevap: 1
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Eylül 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Dil Felsefesi

Sponsorlu Bağlantılar
Dil felsefesi, dilin varlık-yapısı ve bu varlık-yapısının başka varlık-alanıyla olan ilgisini, dilin hayatla ve sübjektif-sferle olan bağlarını ve dilin insan için taşıdığı anlamlar üzerine araştırmalar yapan felsefe dalıdır.
Dil felsefe Tarihi
Felsefenin, dili konu edinen ayrı bir altalanı olarak dil felsefesinin, 19. yüzyılın sonralarında Gottlob Frege'nin, 20. yüzyılın başlarında Bertrand Russell'ın metematiğin terimlerlerini ve matematiksel bilginin doğasını araştılırken yaptıkları çalışmalara dek uzanan ancak yüzyıllık bir geçmişi vardır ama dil eski çağlardan beri filozofların ilgisinin çeken bir konu olmuştur. Yunan dünyasaında adlarla adlandırılan nesneler arasındaki ilişki önemli tartışma konularında biridir. Felsefe tarihinin dille ilgili en eski tartışması olan bu tartışmada bir taraf, bu ikisi arasındaki ilişkinin doğla olduğunu, adların adlandırdıkları şeylerin özünü yansıttıklarını, bunu da adlandırdıkları şeyleri sesler aracılığıyla taklit ederek yaptıklarını ileri sürer. Felsefe tarihinde Pythagoras'a kadar geri götürülen bu doğalcı görüşe karşılık, Demokristos'a kadar götürülen karşı görüş uylaşımcılık, bu ilişkinin uylaşımsal olduğunu, adların nesnelere rastgele verdiklerini ileri sürer. Platon'un Kratylos diyaloğunda ayrıntılı bir biçimde işlediği bu tartışmanın arkasında, aslında, Eskiçağlardan bugüne sürekli sorulan bir soru vardır: Dil ile dünya arasındaki ilişki nedir? Aristoteles ile Ortaçağ filozoflarının düşünmenin yapısını, Aydınlanma dönemi filozoflarının bilginin kaynağını ve bilme yetisisinin sınırlarını araştırırken değişik biçimlerde sordukları soru bundan başka bir soru değildir aslında.
Ne var ki, Eskiçağdan 20. yüzyılın başlarına dek, Frege ile Russell'ınkiler içinde olmak üzere, yapılan bütün araştırmalar, doğrudan doğruya dilin yapısını anlamak için yapılmış araştırmalar değildir. Dolayısıyla onları dil felsefesi araştırmaları görmek görmek yanlış olur. Doğrudan doğruya dilin kendisinin bir sorun olarak görülmesi Frege ile Russel'ın çalışmalarının, felsefenin dili konu edinen ayrı bir alanı olarak dil felfesinin doğuşu ise Ludwig Wittgenstein'ın ilk dönem çalışmalarının bir sonucudur.
Dil felfesinin yüz yıllık kısa tarihinde yanıtı aranan iki ana soru vardır. Bu iki ana soru filozofların dil felsefesi tarihi içinde ele aldıkları iki ana soru olma ötesinde, dil felsfesinin iki ana sorusudur. Bryran Magee'nin bakışıyla, dil kullanıldığında karşımıza çıkan iki uçtan, yani üzerine konuşulan dünyayı gösteren 'özne' ucundan çıkan iki ana sorudur bunlar. Tarihsel olarak bakıldığında başlangıçta ele alınıp yanıtı verilmeye çalışılan soru 'nesne' ucundan çıkar ve felsefe tarihinin o eski bildik sorusunu sorar: Dil ile dünya arasındaki ilişiki nedir? Ancak bu sorunun yanıtını arayanlar bununla yetinmezler, bir de ikisi arasında kurdukları (ya da götürdükleri) ilişkiden bir anlam kuramı türetirler. Frege ile Russel, ilk dönem çalışmalarıyla Wittgenstein, başta Carnap olmak üzere mantıkçı pozitivistler, günümüzde Willard van Orman Quine ile Donald Davidson bu çizgide ürün veren kişilerdir.
Dil kullanımında 'özne ' ucundan soruya gelince, bu 50'li yıllarda sorulmaya başlayan, dilsel davranışın nasıl bir davranış olduğu sorusudur. Dilin kullanım yönüne dikkat çekmesi ve dili bir insan davranışı olrak incelemenin öneminin vurgulaması bakımından ikinci dönemindeki Wittgenstein ile de ilişkilendirilebilecek bu çizgi, dil ile dünta arasındaki ilşkinin ne olduğu sorusunun yanıtını aradıkları bu sorunun bir parçası olarak görür ve dilin dünyasıyla ilişkisini, dilse davranışı yöneten kurallarının belirlediğini ileri sürer. Bu çizginin önemli bir özelliğide dilsel davranışı yöneten kuralları ortaya çıkarmaya yönelik araştırmayı, anlam sorunun çözümüm olarak görmesidir. John L. Austin ile John R. Searle bu çizgide yer alan kişilerdir.

Son düzenleyen Blue Blood; 27 Eylül 2006 20:32
Blue BooL - avatarı
Blue BooL
Ziyaretçi
3 Ekim 2006       Mesaj #2
Blue BooL - avatarı
Ziyaretçi
Dilin insan için anlamı
Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş
Sponsorlu Bağlantılar

Dil felsefesi, sadece dilin varlık-yapısı ve bu varlık-yapısının başka varlık-alanıyla olan ilgisini, dilin hayatla ve sübjektif-sferle olan bağlarını araştırmaz; aynı zamanda dilin insan için taşıdığı anlamı da önemli bir problem olarak ele alır. O halde dil, insan ve onun dünyadaki yeri bakımından nasıl bir anlam taşır?

İnsan, ancak dil ile varlık-dünyasının içine dalıyor;onun derinliklerinde yürüyor; varlık dünyasını ışığa çıkarıyor; bu ışığa çıkarılan varlık-dünyasının determinasyon noktalarını elde ediyor; bu şekilde o, kendisinden yoksun olunması düşünülemeyen bilginin türlü sferlerini elde ediyor ; ve bu bilgiye dayanarak bu dünyadaki hayatını düzenliyor. İnsan dile dayanan bu bilgi ile hem olumlu, hem olumsuz araçlar meydana getiriyor. Bunlar, hem onun hayatını zenginleştiriyorlar; onun hayatına hizmet ediyorlar, hayatı için yararlı oluyorlar. Dili olmasaydı insan bu gibi başarılardan yoksun kalacaktı. Nitekim bir dile sahip olmayan hayvan, bütün insan başarılarından yoksun kalıyor.Bu yüzden hayvan, kendi tekliği, sübjektif-sferi içine kapanıp kalıyor;ve başka hayvanlarla ortak bir sfer oluşturamıyor. Ancak doğanın kendisine verdiği olanaklardan içgüdüsel olarak yararlanıyor.

Halbuki insan, dili ile 'insanlar arası' ortak bir sfer, bir bilgi-sferi oluşturuyor; bilgiyi 'insanlar arası' bir kurum haline getiriyor. Onun tarihte gösterdiği ilerleme ve gelişme, ancak bilgi denilen bu ortak kurum sayesinde gerçekleşiyor. Dil ile insan kosmosun en uzak olan cisimleriyle ilişki kurabiliyor, onun sonsuz boyutlarına dalıyor;onun güzelliğini ya da korkunçluğunu tadıyor; bu şekilde en uzak şeyler bile, dil ile insanın en yakını olabiliyor.

Fakat dil yalnız insanın kendisiyle, başka varlık-sferleri arasında bir bağ kurmak, onlarla hesaplaşmak, onlardan yararlanmak, onlardan zarar görmek, onlarla kendisi arasında birleştirici bağlar kurmakla kalmıyor; aynı zamanda insanla insan arasında iletişimsel bir bağ da sağlıyor. İnsan ,ancak dil ile başka insanlarla anlaşabiliyor ya da anlaşamadığını görüyor. Birbirini anlama veya anlamama da dilin özel bir başarısıdır.

Dil olmadan insan, sübjektif-sferine kapanıp kalacak ve dışarıya açılma olanağına sahip olmayacaktı. Dilin bu önemli işlevi, insanın başka bir insana 'içini dökmesi'nde kendini 'boşaltma'sını ve böylece yükünü hafifletmesini sağlar. Bugünkü biyo-psişik yapıda olan bu varlığın başka türlü hayatta kalmasına olanak kalmazdı. Bu, dilin varlık yapısındaki 'Bildirme' işleviyle gerçekleşiyor. İnsanın sübjektif-sferini, başkalarına 'bildirmesi' ve iç dünyasını sözlü ya da yazılı olarak saptaması, dilin en önemli başarılarından birisidir. Bu 'bildirme' ile insan kendi sferini aşıyor; kendi dünyasının başka insanların sübjektif dünyasına katılmasını sağlıyor. Bu, ona yardım ediyor; özellikle insanın üzüntü ve sıkıntılarının hafiflemesine yarıyor; bazı hallerde de çatışmaların anlaşmazlıkların doğmasına neden oluyor.

Dilin en önemli foksiyonlarından birisi de saptama işlevidir. Çünkü ancak dil, düşünülen ve görüleni saptayabiliyor;ve bunun kuşaktan kuşağa aktarılmasına hizmet ediyor. Böylece bir kuşağın başarılarından bir sonrakinin ya da çok sonraları gelen kuşakların yararlanması sağlanıyor. İnsan bilgisi ve 'deneyimi', dilin sözlü yazılı olarak saptama fonksiyonu olmadan kuşaktan kuşağa geçemeyecek ve insan da tarihsel bir varlık olmayacaktı; her kuşak, ancak kendi zamanı içine kapanıp kalan bir varlık şekline sahip olacaktı. Bundan başka insan düşünmesi ile öteki aktlarının ürünü olan bilgi ve sanat da hiç ilerlemeyecekti. Her kuşağın bilgisi ve sanatı kendisi ile birlikte gömülecekti. Ancak dilin saptama işlevi ile insanların buluşları yaratmaları birbirine katılıyor.

Dilin saptama işlevi olmasaydı, insanın varlık-yapısında çok önemli eksikliklerle karşılaşacaktık; fakat dilin kendisi olmasaydı, insan, bilim, felsefe ve sanattan yoksun kalacaktı. Fakat dil, bu alanların bir aracı değil, onların temelidir.Çünkü düşünme ve görme, adlandırma ve bunun değişik şekilleri ancak dille ortaya çıkıyor. Dilsiz, düşünme ve görme, görüleni ve düşünüleni saklama olanağı olmayacaktır. Böyle bir durumla hayvanlar dünyasında karşılaşıyoruz Hatta dili olmasaydı, insanın biyo-psişik yapısının bile değişik olması gerekecekti.

İnançlar-sferi de ancak dil sayesinde ortak bir alan oluyor. Çünkü inanç alanında, dilin, konuşmanın insanlar üzerinde büyük bir etkisi vardır. Mistik bir sferden gücünü alarak 'kalp'ten gelen kelimeler, yine onların anlamlarını duyabilecek 'kalp'lere seslenirler; onlarda olası olan etkiyi yaparlar;ya da hiç etkilemezler. İnanma ve inandırılma gibi bütün fenomenler dilin ürünüdürler.

Dil ile meydana gelen konuşma da insan hayatında büyük bir rol oynar. Konuşma, iki ya da daha çok insanın bulunmasına bağlıdır. Fakat, düşünen insan da, kendi kendisiyle konuşur. Konuşmanın varolması, susmanın, konuşmamanın, insan için bir anlam taşımasını sağlıyor. Eğer dil ve konuşma olmasaydı, susma, konuşmak istememe hiçbir anlam taşımazdı. Çünkü susabilme, tıpkı konuşma gibi, insanın varlık yapısı ile, özüyle ilgili bir fenomendir. Max Scheler, susmayı bir 'öz' fenomeni olarak görür. Konuşmayan, dili olmayan hayvanın susmasından söz edilemez; onun susması, hiçbir anlam taşımaz. İmdi konuşma ile onun karşıtı olan susma, ancak dilin bulunduğu bir yerde bir anlam taşıyabilir. Bu nedenle, susma, ancak insan, yani konuşan bir varlık için bir anlam ve önem kazanıyor.

Dilin birbirine karşıt iki işlevi daha vardır: Dil, bir yandan insanın kendisini, iç hayatını, yaptıklarını, ettiklerini, niyetlerini olduğu gibi bildirmesini sağlar. Öte yandan insanın kendisini saklamasına, gizlemesine, yaptıklarını ettiklerini, niyetlerini başka şekilde göstermesine olanak sağlar. İnsanın burada ne dereceye kadar başarılı olacağı ya da olamayacağı, bilgi psikolojisini ve bilgi teorisini ilgilendirir. Bu iki durumdan birine yalancılık, ötekine de doğruluk diyebileceğimiz için de, başka bir bakımdan ethiği ilgilendirir. Dil felsefesi için bu fenomenleri göstermek yeterlidir. Fakat dilin bu iki işlevi hayatta önemli roller oynar. Bu sayede demagog, yalancı dilediği gibi konuşur, dilediği gibi olayları, fenomenleri değiştirerek, kendi niyetlerini maskelemeye çalışır; dürüst insan da olup bitenleri, niyetlerini olduğu gibi anlatır. Dürüstlük ve yalancılık gibi birbirine karşıt iki fenomen ortaya çıkar.

Bundan anlaşılıyor ki, dilin anlatımları hiçbir zaman onun taşıyıcısı olan insanın değer-duygusuna, değer determinasyonuna karşı ilgisiz kalamaz. Dilin objektif olduğu, koşulsuz objektif kaldığı yer, bilim alanıdır. Burada sübjektiflik er-geç iflas etmek zorundadır.



Benzer Konular

28 Kasım 2006 / virtuecat Felsefe
23 Aralık 2009 / Misafir Cevaplanmış
13 Şubat 2008 / Misafir Taslak Konular