
Ziyaretçi
bilim felsefesi

bilimsel araştırma sürecinin, gözlem kuralları, usavurma örüntüleri, gösterim ve ölçme yöntemleri, metafizik önvarsayımlar gibi öğelerini aydınlatan ve bu öğelerin geçerlilik temellerini biçimsel mantığın, pratik metodolojinin ve metafiziğin bakış açısıyla değerlendiren felsefe dalı.
Sponsorlu Bağlantılar
Bilim felsefesini belirtmek için, kara Avrupa’sında zaman zaman “epistemoloji” (Yunanca episteme: “bilgi, bilim”) terimi de kullanılır (bilgi felsefesi). Günümüzdeki biçimiyle bilim felsefesi, felsefenin öteki dalları gibi belirtik çözümleme ve tartışmaya dayalı bir disiplindir. Bilim felsefesi ile etik, mantık ve bilgi felsefesi arasındaki sınırlar, genellikle bu disiplinlerin tanımına göre değişir. Örneğin bilimsel hipotezlerin geçerliliğinin felsefi açıdan irdelenmesi ile tümevanmsal mantığın biçimsel analizini birbirinden bütünüyle ayırmak ya da kuram ve gözlem konusunda bilim felsefesi kapsamında yürütülen tartışmayı bilgi felsefesinden ayırmak çok güçtür. Bu nedenle bilim felsefesini ayrı bir disiplin saymayan ve bilgi felsefesinin bir kolu olarak gören düşünürler de vardır.
Bilim felsefesi alanındaki sorunları inceleyen düşünürler, tarih boyunca konuya hem varlık felsefesi (ontoloji), hem de bilgi felsefesi açısından yaklaştılar. Çünkü bir yandan bilimsel kuramlarda hangi tür öğelerin ya da kuramsal terimlerin yer alması gerektiğini, öte yandan da bu öğelerin ne tür bir varlık ya da nesnel konum taşıdığını tartışmak zorundaydılar. Bu sorunları belirtik biçimde tartışan ilk düşünürler Platon ile Aristoteles’ti. Platon’a göre, ussal bir doğa biliminin sonul bileşenlerinde bulunması gereken kalıcı anlaşılabilirliği ancak matematik sağlayabilirdi. Gezegenlerin hareketleri, üç boyutlu geometriden elde edilen kuramsal yapılarla açıklanmalıydı; madde fiziğinin konusunu da gene temel geometrik biçimleri taşıyan atomlar oluşturuyordu. Platon’un bu yaklaşımı günümüze değin etkisini sürdürecekti. Buna karşılık Aristoteles’e göre, doğanın sonul öğeleri, genel ve soyut matematiksel biçimler değil, deneyimin olağan akışı içinde algılanabilen daha özgül varlıklar ya da birimlerdi. Ama kuramsal çıkarımlar gene tümdengelim yolunu izlemeliydi.
Helenistik ve İslam uygarlıkları ile ortaçağda bilimsel yöntem ve açıklamanın anlaşılmasında çok az adım atıldı. Ortaçağdaki egemen yaklaşıma göre, insanın anlama yetisi Tanrı’nın aydınlatmasına bağımlıydı. Bilimsel bilginin güvencesi, yönteminin üstünlüğünde değil, güvenilirliğini sağlayan Tanrı kayrasındaydı. 16 ve 17. yüzyıllarda da eğitimin giderek laikleşmesine karşın felsefe ve ilahiyat arasındaki bağlar hemen kopmadı. Ama bilimsel yöntemle ilgili tartışmalar giderek bağımsız, bilimdeki gelişmelere koşut bir nitelik kazanıyordu.
Francis Bacon ile Rene Descartes’ın ortak amacı, insan zihninin gelişmesi için yeni bir yöntemi apaçık ortaya koymak, bilimin izleyeceği ussal işlem basamaklarını temelsiz varsayımların yükünden kurtarmaktı. Bacon, skolastik düşüncenin Aristoteles’in mantık sistemine beslediği tartışılmaz güvene karşı çıkarak, doğrudan deneyime dönme çağrısında bulunuyor, Descartes ise 16. yüzyıl hümanistlerinin şüpheciliğine yönelik bir tepkiyle, doğayla ilgili her türlü kesin bilginin uyması gereken kalıp olarak matematiği öneriyordu. Descartes’a göre fiziğin görevi, Eukleides geometrisinin alanını yeni aksiyomlar, tanımlar ve postulatlar ekleyerek genişletmekti. Hareket, magnetizma ve ısı kuramları ancak böylelikle matematiğin zorunluluk düzeyine ulaşabilirdi.
17. ve 18. yüzyıllarda bilim adamlarının hemen hiçbiri Bacon’ın ya da Descartes’ın önerdiği programlara tıpatıp uymadı. Ama klasik fiziğin kurucusu Sir Isaac Newton’ın gerçekleştirdiği bireşim, bilim felsefecilerinin kullandığı terimle varsayımsal tümden-gelimli yöntemin klasik döneme egemen olmasıyla sonuçlandı. Buna göre bilimsel kuram, deneysel olguların, az sayıda genel ilke ve tanımdan yola çıkarak tümdengelim yoluyla açıklandığı matematiksel bir sistem olmalıydı. Bu yöntem, başlangıçtaki genel ilke ve tanımların kesin olarak temellendirilebileceği savından vazgeçerek Descartes’in konumundan da uzaklaşıyordu.
18. yüzyılda deneyci ve usçu filozoflar arasındaki tartışmanın odak noktası, Newton’ın bu bireşimi nasıl gerçekleştirdiği oldu. Deneyciler, Newton’ın kuramının tümdengelime dayalı kusursuzluğunu açıklayamıyor, usçular ise Newton’ın sisteminin matematiksel bakımdan biricik olduğunu kanıtlayamıyordu. Eukleides’in geometri sistemi dışında da almaşık sistemler geliştirilebileceği 1733 ve 1766’da iki kez kanıtlandı. Immanuel Kant’ın eleştirel felsefesi, usçuluk ile deneycilik arasındaki bu karşıtlığı aşmayı amaçlıyordu.
Kant’ın transandantal yöntem olarak adlandırılan yaklaşımına göre, insan bilgisi zihnin kategorik yapısını yansıtıyordu. Eukleides geometrisinin ve Newton fiziğinin kullandığı kavramlar, insanın gerçek deneyimine uyan biricik kavramlardı. Bunun nedeni, söz konusu kavramların deneysel uygulanabilirliğinin apaçık olması ya da sağlam bir tümevarım temeline dayanması değildi; iki türlü güvence de yoktu.
Ama bilim adamı, deneysel olarak uygulanabilir açıklamalardan oluşan bağdaşık, ussal bir sistemi ancak Eukleides’in ve Newton’ın kavramları çerçevesinde kurabilirdi. Eukleides’in aksiyomları yalnızca bilim için zorunlu değildi; bu aksiyomlar, daha bilim öncesi düzeyde, duyusal deneyimin bağdaşık ve anlaşılabilir biçimde ussal olarak düzenlenmesini sağlayan temel bilişsel yapılardı.
Yaklaşık bir yüzyıl boyunca bilim felsefecileri Kant’ın ortaya attığı sorunları tartışmanın ötesine geçemediler.
Ancak 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında Newton sisteminin tartışılmazlığı sorgulanmaya başladı. Ernst Mach, Heinrich Hertz, kuvantum fiziğinin kurucusu Max Planck, Pierre Duhem ve başkaları bilim felsefesinde 20. yüzyıla damgasını vuracak yeni bir aşamanın öncüleri oldular. Gene Kant’ın yolunu izleyen bu düşünürler, insanın kuramsal savlarındaki fiziksel zorunluluk öğesi, kuramları oluşturan zihinsel etkinliği yansıttığına göre, atomların, kuvvetlerin, elektronların vb ne ölçüde gerçek olduğu, zihnin kuramsal ilkelerinin bilişsel konumunun ve mantıksal geçerliliğinin ne olduğu gibi soruları ortaya attılar. Ampiriokritisizmin kurucusu Ernst Mach ve Richard Avenarius, her türlü bilginin ancak duyu izlenimlerine dayandığı sürece bilimsel değer taşıyacağını öne sürerken, Max Planck, dış dünyanın kalıcı gerçekliği yadsındığı sürece, bilimlerin kuramsal gelişmesi yönünde hiçbir dürtünün kalmayacağını savunuyordu.
20. yüzyıl başlarındaki bilimsel gelişmeler, bilim felsefesinin ayrı bir felsefe dalı biçiminde ayrışmasının ortamını hazırladı. Einstein’m görelilik kuramının, eski geometri sistemlerini ve fizik yasalarını zaman ve uzay arasında yeni kavranan bağlantılar açısından irdelemesi, kuvantum fiziğinin de bu yasalara belirsizlik ilkesine dayalı istatistiksel bir yorum getirmesi, Eukleides ve Newton sistemlerinin varlık ve bilim felsefeleri düzeyindeki temellerine ağır bir darbe indirdi. Yeni geometri sistemlerinin, doğa olaylarının bilimsel açıklamasında bağdaşık bir deneysel uygulama alanı olabileceği bu gelişmelerle kanıtlandı. Artık Kant’ın temel varsayımları sorgulanabilirdi. Gerek 1920’lerde Viyana Çevresi’nin geliştirdiği mantıksal olguculuk (ya da mantıksal deneycilik) akımının, gerek hemen aynı dönemde İngiltere’de Bertrand Russell ve G.E. Moore gibi düşünürlerin duyu verileri ve mantıksal yapılar üzerinde geliştirdiği bilgi felsefesi kuramlarının kaynağında Mach’m öğretileri yatıyordu.
Viyana’da düzenli olarak toplanan ve çoğu aynı zamanda bilim adamı olan Otto Neurath, Hans Hahn, Viktor Kraft, Rudolf Carnap, Philipp Frank, Hans Reichenbach gibi bir grup düşünürün Moritz Schlick’in önderliğinde geliştirdiği mantıksal olguculuğa göre bilimsel kuram, bazı yalın gözlem verilerine (protokol önermelerine) dayanmalıydı. Felsefenin görevi, bilimin kendine özgü yöntemlerle geliştirdiği kuramları, aralarındaki bağlantılar mantık aracılığıyla açığa çıkarılmış önerme sistemleri biçiminde yeniden kurmak, böylece de kuramın sınanması için ondan mantıksal olarak türetilecek bazı varsayımlar elde etmekti. Bu varsayımlar gözlem ve deneme yoluyla doğrulanırsa kuram temellendirilmiş olur, yanlışlanırsa çürütülmüş sayılırdı. Bilimsel bilgiyi öteki bilgi türlerinden, özellikle de metafizikten ayıran da buydu: Bilim, gözlem ve deneme yoluyla “doğrulanabilir” önermeler sağlıyor, metafizik ise gözlem ve deney konusu edilemeyen, dolayısıyla ne doğrulanabilecek ne de yalanlanabilecek, yani anlamsız önermelerden oluşuyordu. Viyana Çevresi düşünürleri, bu görüşlerini, “bilimlerin birliği”düşüncesi çerçevesinde geliştirdiler.
Deneyci ya da olgucu çizgiye en güçlü tepki Yeni-Kantçı okuldan geldi. Bu okul, almaşık bilimsel kuramları kesin mantık yöntemleri aracılığıyla temellendirmek ya da elemek için gerekli tarafsız kuramsal ilkeleri belirleme olanağını sorguladı. Yeni- Kantçı çizginin öncüleri Heinrich Hertz ve Ludwig Wittgenstein gibi bilim adamı ve düşünürler, olguların açıklanmasında tasarımların ve modellerin işleviyle ilgili sorunları tartıştılar. Hertz, örneğin Newton dinamiğinin biçimsel bir tasarımından mantık yöntemleriyle çıkarsanabilecek deneysel vargıların, ancak ilgili olguların, kuramdan türetilen terimlerle betimlenebilmesi durumunda geçerli olabileceğini gösterdi. Witt- genstein, Hertz’in çözümlemesini genişletti ve dili, olguları tasarımlamanın bir aracı olarak ele alan genel bir felsefi dil kuramı geliştirdi.
Viyana Çevresi’ne yönelik bir başka eleştiri, bu çevre ile bir süre ilişki kurmuş olan Kari Popper’den geldi. Mantıksal olgucuların en temel düşüncesine, “doğrulanabilirlik” ilkesine karşı çıkan Popper, hiçbir bilim adamının kuramını tek tek gözlemlerden yola çıkarak “bölük-pörçük” kurmadığını; temel bir düşünceyi, genellikle gözlemden bağımsız olarak ortaya attıktan sonra bu düşünceyi yanlışlamaya çalıştığını öne sürdü. Popper’e göre, bilimselliğin temel ölçütü doğrulanabilirlik değil, yanlışlanabilirliğe açık olmaktı. Bir bilimsel önermenin, içinde yer aldığı kuramdan yola çıkarak düzenlenmiş deneylerle birçok kez doğrulanmış olması önemli değildi; önemli olan, bilim adamının, kendi yanlışını çıkarmaya, ortaya attığı önermenin yanlış olabileceği durumlar bulmaya çalışmasıydı. Bilim adamının deney yapma gereğini duyması bu temel kuşkucu yöneliminin sonucuydu. Bilim adamı, deneylerle yanlışlayamadığı vargılarını “şimdilik” kaydıyla doğru sayar, ama yanıtlayabildiği bir önermeyi hemen reddederdi. Bilimin sağlamlığı ve ilerleme gücü de buradan geliyordu.
Popper’den sonra bu kez Thomas S. Kuhn, gene Viyana Çevresi’ni hedef alarak, bilimin belirli bir doğrultuda sürekli ilerleyen bir çaba olduğu görüşünü sarstı. Kuhn’a göre bilim tarihinde iki farklı etkinlik biçimi ayırt edilebilirdi: “Normal” bilimsel etkinlik, bir bilimsel topluluğun, simgesel genellemeler, modeller ve örnek problem çözümlerinden (paradigmalar) oluşan bir “disipliner matriks”i sorgulamaksızın paylaştığı ve buna dayalı kuramsal açıklamaların alanını genişletmeye çalıştığı dinginlik dönemlerine özgüydü. “Devrimci” bilimsel etkinlik ise, var olan kuramlar çerçevesinde açıklanamayan olguları açıklama savında olan yeni bakış açılarının ortaya çıktığı bunalım dönemlerinde gözlenirdi. Bunalım, yeni bir “disipliner matriks”in öncekinin yerini almasıyla son bulurdu. O halde bilimsel devrimler, eski bilimsel kuramların deneysel olarak basitçe yanlışlanmasından çok, bu kuramların varlık ve bilgi felsefesi ile metodoloji düzeyindeki temellerinin sorgulanmasıyla gerçekleşiyordu.
Çok ayrıntılı tarihsel örneklere dayanarak geliştirdiği bu bilim görüşüyle Kuhn, geleneksel anlayışın birçok önyargısını yıktı. Fiziğin tarih boyunca geçtiği üç aşamadan (Aristoteles fiziği, Newton’ın klasik mekaniği, çağdaş kuvantum kuramı) hiçbiri bir öncekinden daha üstün değil, yalnızca farklıydı. Bilim sürekli ilerleyen ve bir önceki aşaması bir sonrakine katılan çizgisel bir gelişme göstermiyordu; bir çerçeve içinde önce dış sınırlarına ulaşıyor, ama sonradan bu çerçevenin yerini bir başkası alıyordu. Kuhn’dan önce Fransa’da da Gaston Bachelard usun yaratıcı işlevini vurgulayan benzer görüşler ortaya atmıştı.
Kuhn’un çalışma arkadaşı Paul K. Feyerabend de düzenli ve yöntemli bir etkinlik olarak bilim kavramını eleştirdi. “Anarşist” bir bilim kuramı geliştiren Feyerabend, yöntemli ve sistematik anlayışın bilim için zararlı olduğunu, gerçek bilim çabasının kural tanımaz bir anlayış gerektirdiğini öne sürdü.
Günümüzde bilim felsefesi, bilimin, kullandığı diller ile ilişkisi; çoğunlukla karmaşık birer matematiksel yapı taşıyan bu dillerin dış dünya ile ne ölçüde uyumlu olduğu; bilimsel kavramların olguları betimlemeyi ne oranda başardığı gibi sorunlar üzerinde yoğunlaşmıştır. Bilimsel kuramların tarih boyunca geçirdiği değişmeler de önemli bir tartışma alanıdır. Klasik Newton fiziğinin yerini Heisenberg’in kuvantum mekaniğinin alması, belirsizlik ilkesi çevresinde bilim felsefesinde yoğun bir tartışma yaratmıştır. Hücre ve hücrealtı fizyolojisindeki gelişmeler, evrim kuramındaki tartışmalar, “gen mühendisliği”nin ortaya çıkardığı sorunlar, sibernetik kuramları, çağdaş bilim felsefesinin yöneldiği öteki alanları belirlemektedir. Öte yandan, Jean Piaget’nin çalışmalarının öncülüğünde bilginin oluşumuyla ilgili süreçleri inceleyen biliş psikologları, kavramsal sistemlerin mantıksal analizi, düşünce süreçlerinin psikolojik incelemesi ve zihinsel işlemlerin epistemolojik geçerliliğinin araştırılması gibi değişik alanları gitgide daha çok birbirine yaklaştırmaktadır.
Fiziğin yöntem ve kategorilerini insanın zihinsel süreçlerine ve toplumsal olgulara uygulamanın geçerliliği, Descartes’tan bu yana bilim felsefesinin önemli sorunları arasında olmuştur. Günümüzde, B.F. Skinner’ı izleyen davranışçı psikologlar, zihinsel yasaların ve süreçlerin kendine özgü bir alan oluşturduğunu yadsırken, Noam Chomsky’nin önderlik ettiği biliş psikologları ve dilbilimciler dilsel etkinliklerin yaratıcı ve kural oluşturucu bir nitelik taşıdığını vurgulamaktadır. Sosyoloji ve antropoloji alanındaki temel tartışma da, toplu insan davranışının açıklanmasında tarihin işleviyle ilgilidir.
Yapısalcı ya da işlevselci olarak nitelenen düşünürler, belirli bir toplulukta herhangi bir zamanda yürürlükte olan kültürel uygulamaların ve toplumsal kumulların, bütünsel bir yapı içinde birbirleriyle sistematik ilişki içinde olduğu görüşündedir. Buna karşılık, tarihe ağırlık veren araştırmacılar, özellikle de Frankfurt okuluna bağlı Jürgen Habermas gibi düşünürler, toplumsal yapıların ve ilişkilerin dinamik, gelişmeci niteliğini vurgulamaktadır. Toplum bilimlerinin yöntemine ilişkin tartışma günümüzde de sürmekte ve bilim felsefesinin önemli bir konusunu oluşturmaktadır.
kaynak: ana Britannica
BAKINIZ Bilim Nedir?
Son düzenleyen Safi; 29 Ocak 2019 01:29