Ziyaretçi
KÜLTÜR
İnsan türüne özgü bilgi, inanç ve davranışlar bütünü ile bu bütünün parçası olan maddi nesneler.
Sponsorlu Bağlantılar
Toplumsal yaşamın dil, düşünce, gelenek, işaret sistemleri, kurumlar, yasalar, aletler, teknikler, sanat yapıdan gibi her türlü maddi ve tinsel ürününü kapsamına alır. Temelinde, yalnızca insanda bulunan bir yetenek yatar. Bu yetenek bazı yazarlarca soyut ya da akılcı düşünme yetisi olarak tanımlanmışsa da bu terimlerin anlamı pek açık değildir. Bazı kuramcılara göre de kültür insanın simgeleştirme yeteneğinin ürünüdür. Yalnızca insana özgü bir zihinsel edim olan simgeleştirme, nesnelere ve olaylara duyulan aşan bazı anlamlar verilmesini sağlar; dil ya da konuşma bunun en iyi örneğidir. Ama simgeleştirme kültürün tanımında çok önemli bir öğe olsa da tek başına kültürü açıklamaya yetmez. Kültür toplumsal yaşamın ürünüdür; işlevi toplumsal pratikleri anlamlandırmaktır ve kendisi de ancak toplumsal yaşamın başka yönleriyle ilişkisi içinde anlam kazanır.
Kavramlaştırma ve tanım sorunları.
Günlük dilde “kültürlü olmak” bilgili, görgülü, incelikli olmak anlamına gelir; kültürlü kişi uygarlığın nimetlerinden bilinçli olarak yararlanan, eğitimli kişidir. Kültür bu kullanımda, bilgi ve görgünün bireşimidir; insanın uygarlığın dışsal olanaklarını, bilgiyi ve tekniği içselleştirmesi, özümlemesi, kendi kişiliğinin bir parçası haline getirmesi demektir. Dışsal içsel karşıtlığı uygarlık ve kültür karşıtlığının da temelinde yatar.
Bu tanım kültür ve kültürlü terimlerine bir değer yargısının yüklenmesine, bazı insan davranışlarının kültür kapsamı dışında kalmasına yol açar. Bazı toplumların töreleri başka toplumlara kültürsüzlük olarak görünür. Örneğin yabancı düşmanlığı ya da aşırı tüketim tutkusu, bu tanıma göre “kültürlü” davranış sayılmayabilir. Oysa daha geniş, daha kapsayıcı bir bakış açısından bunlar da belirli kültürlerin ifadeleridir.
Kültürün ilk pozitif tanımına antropolojinin kurucularından Edward Burnett Tylor’ un yapıtlarında rastlanır. Tylor, Primitive Culture’da (1871; İlkel Kültür) kültürü, “bilgilerden, inançlardan, sanattan, ahlaktan ve insanın toplumda yaşayan bir varlık olması nedeniyle edindiği bütün öbür yetenekler ve alışkanlıklardan oluşan karmaşık bütün” olarak tanımlar; Anthropology, an Introduction to the Study of Man and Civilization'ddi da (1881; Antropoloji, İnsan ve Uygarlığın İncelenmesine Giriş) bu anlamda kültürün yalnızca insanlara özgü olduğunu söyler.
Antropoloji ve etnoloji disiplinleri geliştikçe kültür olgusunun karmaşıklığı daha belirginleşmiş, kültür tanımları da çeşitlenmiştir. ABD’li antropologlar A. L. Kroeber ve Clyde Kluckhohn, Culture: A Critical Review of Concepts and Definitions (1952; Kültür Kavramlarına ve Tanımlanma Eleştirel Bir Bakış) adlı çalışmalarında, kültürün 164 farklı tanımını verirler. Bunlardan biri olan “öğrenilmiş davranış” yeterli bir tanım değildir, çünkü hayvan türlerinin yaşamında da doğal davranışların dışında, sonradan edinilmiş ya da öğrenilmiş davranışların payı vardır. Bir başka tanıma göre, kültür “zihindeki düşünceler” den oluşur. Bu da yeterli değildir, çünkü düşünceler toplumda ancak dilde, eylemde ve yaratılmış ürünlerde cisimlendikleri sürece bir işlev ve anlam kazanırlar. Gene bir başka tanıma göre, kültür bir soyutlamadır ya da davranışların soyutlanmasıyla elde edilen zihinsel bir üründür. Bu yaklaşıma göre davranışlar psikoloji biliminin konusudur; psikolojinin alanını aşan kültür de somut davranışların kendileri değil, bu davranışların soyutlanmasıyla elde edilen bir ürün olmalıdır. Ama bu tanımın da karşılıksız bıraktığı sorular vardır. Örneğin, bir evlilik töreni ya da bir vazo, neyin soyutlanmasıdır? Somut davranışlarla bunların soyutlaması olan anlamları birbirinden ayırmak her zaman kolay olmayabilir.
Davranışçı okuldan bazı ABD’li sosyologlar, kültürün tanımındaki belirsizliği aşmak amacıyla yöntemsel bir ayrım önermişlerdir. Buna göre olaylar ya da insan eylemleri, salt insan organizmasıyla ilişkileri açısından ele alındıkları zaman birer davranış olarak görülebilirler. Birbirleriyle ilişkileri içindeyse bu olay ya da eylemler kültürü oluştururlar. Örneğin konuşma, gırtlağın, ses tellerinin ve ağzın bir eylemi olarak alındığı sürece yalnızca bir davranıştır; organizmanın bir edimidir. Ama sözcükler birbirleriyle ilişkileri içinde, bütün bir anlam dünyası olan difi oluşturur; bu da kültürdür. Gene de sorunun çözümü doğuştan gelen davranışlarla sonradan öğrenilmiş davranışlar arasında ayrım yapılmasını gerektirir. Örneğin, yakın akrabayla cinsel ilişki tabusu da bir davranıştır, ama doğuştan gelen, içgüdüsel bir davranış değildir. İnsanların toplum içinde yaşamasının sonucu olan, öğrenilmiş bir davranıştır. Bazı insan eylemleri ve doğal olaylar, hem davranışsal hem de kültürel açılardan ele alınabilir. Ama bazı eylem ya da olayların, doğal, biyolojik bir temeli yoktur; bunlar yalnızca kültürel olgulardır.
İnsanın evrimi, toplum ve kültür.
Kültürün yalnızca insana özgü bir yetinin ürünü olduğunu söylemek bu yetinin de tartışılmasını gerektirir: Kültür yaratma yeteneği, insan türünün bazı biyolojik özelliklerinin mi sonucudur, yoksa insanların toplum halinde örgütlenmiş olmasına mı bağlıdır? İnsanın toplumsal yaşantısıyla biyolojik evrimi arasındaki ilişki nedir? İnsan zihniyle başka hayvan türlerinin beyinsel süreçleri arasında yalnızca bir derece farkı mı vardır, yoksa bir nitelik farkı mı söz konusudur?
Soruna “beyin” ve “zihin” sözcükleri arasındaki ayrım temel alınarak yaklaşılabilir. Yalnızca biyo kimyasal düzeyde bakıldığında daha alt hayvan türlerinin beyinleriyle insan beyni arasında yalnızca bir derece farkı olduğu söylenebilir; bir iletişim mekanizması olarak, insan beyni hayvanların beyinlerinden daha karmaşık ve daha çok bilgi taşımaya elverişli bir organdır. Ama bu derece farkı, insan beynini bir “zihin” haline getirmeye yetecek kadar büyüktür. Hiçbir hayvan türünde oruç tutma, akrabaları sınıflandırma ve yakınlık derecelerine göre birbirinden ayırma ya da yakın akrabalarla cinsel ilişki yasağı gibi davranışlara rastlanmamıştır. Çeşitli hayvan türlerinin kullandığı işaretleşme sistemleri konusunda henüz yeterli araştırma yapılmamışsa da bunların çevreye uyumu ve türün devamını sağlamaya yönelik işlevsel davranışlar olduğu söylenebilir. Oysa insanın işaretleşme, “simgeleştirme” yeteneği çok daha karmaşık ve zengindir, insan simgeleri çoğunlukla farklı yorumlara açık, kendi işlevlerinin dışına taşabilen işaretlerdir; geliştirilebilmelerinin nedeni de budur. Buna karşılık hayvanların işaretleri o kadar kesin ve katıdır ki, bir kez öğrenildikten sonra unutulmaları olanaksız gibidir. Hayvanların ve çocukların bebeklik süreleri arasındaki farklılık da bu açıdan anlamlıdır. Hayvanların yaşamında öğrenilmiş davranışların payı çok daha azdır; annelerinden öğrenecekleri pek az davranış vardır. Buna karşılık insan yavrusunun insanlaşabilmesi, doğada ve toplumda kendi başına hareket edebilecek bir kişi haline gelebilmesi için bütün bir anlamlar ve aletler dünyasını öğrenmesi, kullanabilmesi gerekir. Bu kültürdür ve kültürün aileden çocuğa aktarılması da hayvanlannkinden çok daha uzun bir bebeklik ve çocukluk süresini gerektirir. Tylor’ın dediği gibi, “en az gelişmiş vahşiyle en gelişmiş maymun arasında bile bir zihinsel uçurum vardır.”
İnsan beyni başka hayvanlarınkine göre çok büyük ve karmaşıktır. İnsanın simgeleştirme yetisinin organik temelinin de ön beyin olduğu sanılmaktadır. Dolayısıyla insansımaymunların bir türünün ya da bazı türlerinin evriminde, beynin simgeleştirme yetisini kazanmasını sağlayan bir aşamanın yaşandığı düşünülebilir. Ama bu noktada yeni bir soru belirir: Bu biyolojik evrim mutlak mıdır, yoksa kendisi de kültürün ve toplumsallaşmanın gelişmesinden etkilenmiş midir?
Biyolojik evrimin mutlak olduğunu düşündüren bazı deney ve örnekler vardır. Bunlardan biri 19 aylıkken sağır ve kör olan Helen Keller’in yaşamıdır. Keller 7 yaşma değin insanların dünyasından, kültürden kopuk yaşamış, ama daha sonra öğretmeni Anne Sullivan Macy’nin yardımıyla bu kopukluğu aşarak kısa sürede bütün bir anlamlar evrenine “giriş” yapabilmiştir.
Tarihte bunun tersini kanıtlayabilecek olaylar da görülmüştür. Fizyolojik gelişmenin kültürün doğuşunda tek belirleyici olmadığını gösteren en iyi örnek, 18. yüzyılın sonunda Fransa’da bir ormanda bulunan ve Jean-Marc-Gaspard Itard’ın Rapports sur le sauvage de VAveyron (1801; Aveyron’lu Vahşi Çocuk Üzerine Gözlemler) adlı çalışmasına konu olan vahşi çocuktur. Hekimler, fizyolojik açıdan yaşıtlarından hiç farkh olmadığı halde 11 yaşındaki çocuğun konuşamadığını, iki ayağı üzerinde rahatça yürüyemediğini, genel olarak insan gibi davranamadığını görmüşler ve bütün çabalarına karşın çocuğa konuşmayı öğretememişler, onu toplumsallaştıramamışlardır. Büyük olasılıkla doğduktan hemen sonra ormanda bir dişi hayvan tarafından bulunmuş ve beslenip büyütülmüş olan bu çocuk, ömrünün sonuna değin aynı durumda kalmış, Tylor’ın söz ettiği “uçurumu” aşamamıştır.
Bu iki örnek birlikte incelendiğinde türün evrimiyle bireyin evriminin tümüyle koşut ya da özdeş olmadığı sonucuna varılabilir. Fizyolojik evrim ve özellikle beynin büyümesi insan türünün toplumu ve kültürü oluşturmasını sağlamışsa da, aynı sonucun tek tek bireylerde de otomatik olarak gerçekleşeceğini düşünmek yanlış olur. Kültür bireylerin değil, bir bütün olarak insan türünün ya da toplumun yarattığı bir olgudur. Eğer beyninde bir sakatlık yoksa, her bireyde “kültüre geçişi” olanaklı kılacak biyolojik donanım doğuştan vardır, ama doğum anında kültür bireyler için henüz dışsal, yabancı bir gerçekliktir. Bu donanımın harekete geçirilmesini, kültürün türden bireye geçmesini, içselleştirilmesini sağlayan, bireye simgeleştirme yetisini kazandıran asıl etken, bireyi bebeklikten çocukluğa geçirerek onu bir “kişi” haline getiren ailedir. Kültür ailenin çocuğa karşı davranışlarında, aile içindeki rol dağılımında cisimlenir. Aile, bireyle tür ya da bireyle toplum arasındaki dolayımdır ve bu işlevini yerine getirebilmek için mutlaka öz ana babadan oluşan çekirdek aile biçimini alması gerekmez. Ailenin işlevini bir bakımevi de yerine getirebilir; toplumsal davranış biçimlerini, değerleri, simgeleri bebeğe devrederek ona bir rol, bir kimlik kazandıran aracı bir büyükbaba ya da bir okul olabilir. Helen Keller de, duyusal engellerine karşın, böyle bir kültürel aracının öğretiminden geçmiştir. Emzirilme tarzından kucaklanma biçimine, ellerin kullanımının öğretilmesinden dokunma duyusunun geliştirilmesine kadar insan davranışlarının çok büyük bölümünü, yaşamının ilk 19 ayında devralmıştır. Bu ilk anlam dünyası ve anne okşayışıyla gelişen, insansılaşan dokunma duyusu, Keller’in daha sonraki gelişmesinin temelini hazırlamıştır. Görmediği ve işitmediği halde, çıplaklıktan utanmayı, giyinmeyi ve farklı giysileri dokunma duyusunun yardımıyla ayırt etmeyi öğrenmiş bir insan, en temel simgesel ayrımları yapabilecek düzeyi aşmıştır. Bu da nesneleri adlandırmanın ya da kültürün ilk adımıdır.
Davranışçı okuldan antropologlara göre kültür maddi davranışlardan türetilen bir soyutlamadır. Toplum ise bu maddi davranışları gerçekleştiren insan topluluğudur. Bir soyutlamanın yapılabilmesi için önce ortada soyutlanacak bir maddi temelin bulunması gerekir. Öyleyse toplum, kültürden önce ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşımı savunanlar, insanın atalarının da zaten toplu halde yaşayan insansımaymunlar olduğunu, toplum yaşamının insana atalarından geçtiğini öne sürmektedirler.
Paleontolojik araştırmalardan ve bugünkü insansımaymunların davranışlarının incelenmesinden çıkarılan sonuçlar bu görüşü doğrular gibidir. Bu sonuçlar şöyle özetlenebilir: İnsanın ataları evrimin bir noktasında çevre koşullan yüzünden ağaçlarda yaşamaya başlamışlardır.
Daldan dala tutunarak yaşamanın gerektirdiği el-göz eşgüdümü ve dikkatin artışı, merkez sinir sistemine giden uyarımları artırarak beynin ve özellikle de ön beynin gelişmesini hızlandırmıştır. Giderek ellerle ayaklar arasında bir işbölümü oluşmuş, eller daha çok beslenmeye, ayaklar da dallara tutunarak hareket işlevine ayrılmaya başlamıştır. Bu işbölümü toprağa inince de sürmüş, uzun bir evrim içinde insanın ataları iki ayaklan üzerinde yürümeye ve dik durmaya alışmışlardır. Ellerin serbest kalması alet kullanımını getirmiş, bu da beynin gelişmesini asıl hızlandıran etken olmuştur. Gelişmenin bir aşamasında, beynin simgeleştirme işlevini yerine getirebilmesini sağlayan eşik aşılmış ve böylece konuşma doğmuştur.
Simgeleştirme topluluk yaşamının her alanına yayılınca davranışlar da simgesel anlamlar kazanmış, örneğin çiftleşme evliliğe dönüşmüş, balta ise kesmeye, parçalamaya yarayan bir alet olmanın ötesinde bir otorite simgesi haline gelmiştir. Böylece, kültürel gelişmenin ilk evresi tamamlanmıştır. Bu şemada dil ve kültür maddi ve fizyolojik gelişmeyi izler; insanın ataları zaten topluluk ya da sürü halinde yaşadığından toplumun kuruluşu da belirleyici önem taşımaz.
Gene maddi gelişmeye ağırlık tanımakla birlikte kültürel koşulların da maddi gelişmeyi etkilediğini ve toplumun basit sürüden farklı bir yapısı bulunduğunu savunan bir başka açıklama Friedrich Engels tarafından ortaya konmuştur. Engels’e göre insansı maymunların insana dönüşümünde belirleyici etken emek ya da çalışmadır. Ellerin serbest kalmasıyla alet kullanma ve sonra da alet yapma süreci başlamış, bu da insan öncesi maymunun elinin gelişip incelerek insan eline dönüşmesine yol açmıştır. Ona göre insan eli “yalnızca emek organı değildir, aynı zamanda kendisi de emek ürünüdür.” Başka bir deyişle, toplumsal gelişme (emek) biyolojik ve maddi gelişmeye (insanın dik durması ve ellerin serbest kalması) bağlı olduğu kadar, biyolojik evrim de toplumsal ve kültürel gelişmeye bağlıdır.
Engels, emek sürecinin gelişip karmaşıklaşmasıyla yalnızca ellerin değil, beynin ve konuşma yetisinin de geliştiğini söyler. Emeğin gelişmesi, bireylere yardımlaşmanın yararlarını göstererek topluluğun üyelerini birbirine yaklaştırmış, insanları ortaklaşa çalışmaya özendirmiştir. Böylece “oluşum halindeki insanlar, birbirlerine söyleyecek sözleri olan, konuşma gereksinimi duyan varlıklara dönüşmüşlerdir. Gereksinim de kendi organını yaratmış, maymunun gelişmemiş gırtlağı, çok farklı ses perdelerini çıkarabilecek bir organa dönüşürken, ağız da tek tek sesleri ayrıştırarak seslendirmeyi öğrenmiştir.” Bu şemada belirleyici olan, emek ya da üretimdir. Toplumun ortaya çıkışını olanaklı kılan işbölümü, dilden ve kültürden bağımsızdır; maddi ya da doğal zorunlulukların (doğada sağ kalma) bir sonucudur. Dil ve kültür bu işbölümü ve çalışmanın yalnızca ifadesidir. Dilin, beynin gelişmesine katkıda bulunma dışında, toplumun ve kültürün ortaya çıkışında kurucu bir rolü yoktur.
Buna karşılık Fransa’da Durkheim okuluna bağlı antropologlar, özellikle de Marcel Mauss ve Claude Levi Strauss, dili ve kültürü doğal zorunlulukların bir uzantısı olarak görmek yerine, tümüyle toplumsal bir olgu olarak ele almışlardır. Ferdinand de Saussure’ün yapısal dilbiliminin yöntemlerini antropolojiye uygulayan Levi Strauss’a göre, Tylor’ın kültür tanımındaki temel yanlışlık, dili kültürün bir »parçası olarak görmesidir. Oysa dil bir anlamda kültürün parçası olsa bile, geniş anlamıyla kültürün kendisidir. Kültürün dilsel bir yapısı vardır; o da dil gibi terimler arasındaki farklılık ve karşıtlıklardan oluşmaktadır.
Levi Strauss Les Structures elementaires de la parente’de (1949; Akrabalığın Temel Yapıları) gerek dil ve kültürün, gerekse toplumun temelinde yakın akrabayla cinsel ilişki yasağının yattığını savunur. Doğal hayvanlar dünyasında en genel dişi-erkek ayrımı dışında, “bireyler” arasında bir rol dağılımı yoktur; bu yüzden hayvanların adları, sıfatları, birbirlerini tanımlamakta kullandıklan farklı sözcükleri de yoktur. Yakın akraba birleşmesinin ya da LevinStrauss’un terimleriyle, “kanbağı ilişkileriyle evlilik ilişkileri arasındaki özdeşliğin” yasaklanmasıyla, insan sürüsü içinde baba, anne ve çocuk rolleri birbirinden ayrılır. Böylece aile ortaya çıkarken bu rolleri belirtmek için ayrı sözcükler (baba, anne, çocuk) geliştirilir. Aile tümüyle toplumsal bir oluşumdur; hatta toplumun kurulması ailenin kurulmasıyla eşanlamlıdır. Farklı ailelerin ya da kanbağına göre bir araya gelen kabilelerin belirginleşmesi, aralarında değişimi de olanaklı kılar. Ayrı kanbağı grupları, birbirlerine kız alıp verebildikleri gibi, mal alışverişine de girerler. Bu işbölümü ya da birlik içinde farklılık, toplumun ve kültürün daha da gelişmesini sağlar. Böylece bütün bir farklılıklar, simgeler, anlamlar ve özdeşlikler dünyası ortaya çıkar.
Levi Strauss toplumun ve kültürün maddi, doğal önkoşullarını yadsımamakla birlikte, bunları çözümlemenin dışında bırakır. Bu modelde doğal evrim kültürün en genel temelidir, ama kültürün ortaya çıkışını açık- layamaz. Kültür ve toplum, doğal durumun ve zorunluğun aşılması ve her şeyin simgesel bir anlam kazanmasıdır. Doğal durumda birey sürünün herhangi bir üyesidir; kanbağı ve akrabalık ilişkilerinin ayrılmasıyla ölmüş bir ataya (toteme) yakınlık derecesine, aile içindeki yerine, yani bir başka varlığa göre tanımlanan kişi durumuna gelir. Bir şeyin bir başka şeye oranla kimlik ve anlam kazanması da dilin ve simgeleştirmenin temelidir. Levi Strauss toplumu ve kültürü simgesel bir düzen olarak tanımlar.
Bütün bu açıklamalar tek bir sürecin (insanın evriminin) farklı yönlerini vurgulamakta, bu arada önemli yöntemsel farklılıklar göstermektedir. Bu vurgu ve yöntem farklılıkları da birbiriyle çelişen kültür, hatta siyaset kuramları doğurur. Bununla birlikte hepsi bir noktada birleşir. Kültür birikerek gelişen, karmaşıklaşma ve yayılma eğilimi taşıyan bir süreçtir. İnsan türüne özgü bir sistem olarak ortaya çıkar ve bir kez ortaya çıktıktan sonra, doğan her yeni birey aracılığıyla kendini sürdürür ve karmaşıklaştırır.
Kültür ve uygarlık.
Çağdaş eleştirmenlerden Raymond Williams kültürün, “bir terim olarak kendi içinde değişme ve karmaşıklaşma yoluyla yalnızca kendi çıkış noktalarını kapsamakla kalmadığını, üstelik içeriğini daha da zenginleştiren çelişkiler de barındırdığım” belirtir. 18. yüzyıla değin kültür görece sorunsuz bir kavramdır; kökeninde tahıl ve hayvan yetiştiriciliği anlamına gelir ve zamanla insan yeteneklerinin geliştirilmesi, inceltilmesi, iyileştirilmesi anlamına da kullanılmaya başlar. 18. yüzyılda ise karşısına rakip bir kavram çıkar: Uygarlık (civilization). Barbarlığın karşıtını, insanın edindiği teknik ve toplumsal becerileri anlatmak için kullanılan uygarlık sözcüğü de yeni değildir; Latincede, “düzenli”, “eğitilmiş” ya da “kibar” gibi anlamlar taşıyan civil sözcüğünden türemiştir. Ama 18. yüzyılın Aydınlanma felsefesi uygarlık ya da uygarlaşma sözcüğüne kaçınılmaz bir tarihsel ilerleme anlamını da kazandırır. Bu dönemde kültür ve uygarlık henüz birbirinin yerine kullanılabilen terimlerdir, ama kültür kavramı inançları ve dini de içerirken uygarlık sözcüğü, Aydınlanma düşüncesi doğrultusunda yalnızca dindışı ilerlemeyi anlatır.
18. yüzyılın sonuna doğru iki kavram arasında bir farklılık, giderek bir karşıtlık ortaya çıkar. Fransa’da Rousseau ve Almanya’da romantik felsefe, uygarlığın yüzeyselleşme, doğal durumdan uzaklaşarak yapaylaşma demek olduğunu öne sürerler. Kültür insanın “içsel” olgunlaşmasını, uygarlıksa “dışsal” gelişmesini, doğa üzerindeki egemenliğini belirtmek için kullanılmaya başlar. Gerçekte bu “iç” ve “dış” ayrımı Yunan ve Latin toplumlarında, stoacı filozofların yapıtlarında da vardır. Örneğin Poseidonios’a göre maddi gelişme ve yaşam standartlarının yükselişi, aynı zamanda ahlaki çöküntüyü de getirecektir. Cicero da dışsal teknik ile saf theoria’yı (gözleme dayalı kavrayış, kuram) birbirinden ayırır; İkincinin içselleştirilmesi, cultura animi'yi (ruh kültürü) oluşturur. Gene de asıl çatışma 18. yüzyıl sonunda Aydınlanma felsefesi ve mutlakıyetçi monarşilere karşı gösterilen romantik ve ulusçu tepkilerle birlikte ortaya çıkmıştır. Romantikler, uygarlığa karşı çıkarak kültürü savunurken iki farklı olguyu eleştirirler. Bunların biri Sanayi Devrimi’ni izleyen hızlı nüfus artışı, eski doğal yaşama dengelerinin bozulması ve. bütün bunların getirdiği altüst oluşlardır. İkincisi ise özellikle Fransa’da, bir ölçüde de Almanya’da “aydın despotizmi” de denen mutlakıyetçi monarşilerin “akla ve uygarlaşma ilkesine” dayandığı öne sürülen keyfi tutumlarıdır. Rousseau, kendisine Dijon Akademisi’nin ödülünü getiren Birinci Konüşma’sında (1750) yasaların, bilimin, edebiyat ve sanatların, insanları zincirlerinden kurtarmadığını, yalnızca bu “zincirlerin üzerini çiçek demetleriyle örttüğünü” öne sürer. Ona göre uygarlık, yönetimin despotizmini azaltmış, ama gücünü de artırmıştır; uygarlaşan insan, kendisine sunulan maddi rahatlıkla eski özgürlük duygusunu yitirmiş, kendi köleliğini sevmeye başlamıştır.
Bu süreçte uygarlığa karşı kültür, “dış” yerine “iç” zenginliği savunanların sloganı haline gelir. Mekanik uygarlığa karşı doğal kültür, bedensel hazlara karşı ruhsal olgunlaşma, Avrupa saraylarının savurgan ve gösterişçi yaşamına karşı kırsal yaşamın sadeliği, aristokrasinin çokulusluluğuna ve kozmopolitliğine karşı halkın ulusallığı öne çıkar. Kültür kavramının çevresinde de geniş bir siyasal ittifak oluşur.
Bu dönemde aralarındaki bütün gerilime karşın kültür ve uygarlık kavramlarının birbirine bağlı olduğunu kabul eden düşünürlere de rastlanır. Örneğin Kant’a göre, o gün için aralarında bir çatışma olmakla birlikte uygarlık ve kültürü birbirinden ayırmak olanaksızdır. Eleştirilmesi gereken, birinin ötekini silmek, yok etmek pahasına geliştirilmiş olmasıdır. Schiller de Briefe über die asthetische Erziehung des Mensçhen'de (1795; İnsanın Estetik Terbiyesi Üzerine Mektuplar, 1943, 1965) “İnsanın yetişmesi (Kültür) iki yönlüdür,” der. Buna göre ruhsal, içsel, kültürel gelişme ile fiziksel, dışsal ve teknik gelişme birbirini tamamlamalıdır. Bu bütünlük düşüncesi 19. yüzyılda Marx’m, bir ölçüde de Auguste Comte’un yapıtlarında dile gelir, ama 18. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın başlarına değin asıl güçlü eğilim, kültür ve uygarlık kavramlarının çatışmasıdır.
Bu çatışma kültür kavramının içeriğini de etkilemiştir. Başlangıçta din, ahlak, sanat ve felsefe gibi “manevi” disiplinlerle birlikte kültürün bir parçası sayılan bilim, 19. yüzyılda karşı safa itilmiş, uygarlığın en önemli öğelerinden biri sayılır olmuştur. Buna karşılık din de kültür içindeki ayrıcalıklı yerini sanata bırakmıştır. Bilimsel dünya görüşünün ve laik gündelik yaşamın gelişmesi dinselliğin temellerini zayıflatırken, cemaat yaşamı çözülmeye başlamış, toplum yalnız kalmış bireylerin toplamından oluşan yapay bir birlik görüntüsü kazanmıştır. Bu koşullarda cemaat duygularının ve dinsel inançların yerini, Raymond Williams’ın deyişiyle, “saf öznelliğin metafiziği ve hayal gücünün yüceltilmesi” almıştır. Avrupa’da bu geçişin en belirgin örneği, Fransız şiirinde görülür. 1848 Devrimleri sırasında olgunluk çağına gelen Baudelaire gibi bir şair için din hâlâ önemli ve büyüleyici bir düşmandır. Onun izleyicileri olan Mallarme ve Rimbaud ise artık ateist bile değildir; yalnız öznelliğin yaratıcı gücüne, dilin olanaklarına inanırlar. Sanat, tek din haline gelmiştir.
Sanayileşmenin, ticaretin ve kentleşmenin yıkıcı etkileri 19. yüzyılın ikinci yarısında uygarlığın daha çok olumsuz yanlarını öne çıkarır. 20. yüzyılın başlarına değin siyasal açıdan birbirinden çok farklı kesimler uygarlığın “yıkıcılığına, soğukluğuna” karşı kültürün “sıcaklığını, doğallığını, besleyiciliğini” savunmayı sürdürür. Kültür kavramı besteci Richard Wagner ve şair William Butler Yeats gibi milliyetçilerle sosyalist Ferdinand Tönnies ve liberal Lewis Mumford gibi düşünürleri birleştirir. 20. yüzyılın başlarında da ırkçı, faşist ya da yeni- monarşist akımlar aynı uygarlık karşıtı düşünceleri kullanacaklardır. Buna karşılık, uygarlığın açmazlarını göstermeyi ilke edinmiş Sigmund Freud gibi bir düşünür kültürle uygarlık arasında bir aynm yapmayı reddeder; uygarlık kadar kültürün de doğanın ve içgüdülerin bastırılması üzerine kurulduğunu, bütün çelişkilerine, bütün olumsuzluklarına karşın ikisinin de kendi kendilerini düzeltme gizilgücünü taşıdığını savunur.
20. yüzyılın ilk yansında Avrupa’da, bir ölçüde de ABD’de kültürle uygarlık arasındaki çatışmayı aşmayı deneyen ve daha çok görsel sanatlarda ve mimarlıkta etkili olan bir akım ortaya çıktı. Mimarlıkta ve endüstri tasanmında Bauhaus Okulu’nu, Gropius ve Le Corbusier’yi, Tatlin’i, resimde Kandinsky, Picasso ve Maleviç’i, edebiyatta Apolhnaire’i, James Joyce’u, Mayakovski’ yi ve gelecekçiliği öne çıkaran bu akım, genel olarak modernizm adıyla anılır. Akımın özgünlüğü, ruhsallık ve öznellikle teknik gelişmeyi, başka bir deyişle kültürle uygarlığı birleştirerek hem bireye, hem de topluma seslenebilecek, hem duyarlığı, hem de dış dünyayı yenileyebilecek saf biçimlerin yaratılabileceği inancıdır. Ama Nazizm ve II. Dünya Savaşı’ın yıkıcı etkileri bu akımın gelişmesini durdurmuştur. Felsefe düzleminde 20. yüzyıl modernizmini sürdüren belki de tek yöneliş, Marksizm içinde eleştirel konumunu korumaya çahşan Frankfurt okuludur. Okulun kurucuları Horkheimer ve Adorno’nun gözetiminde hazırlanan Soziologische Exkürse'de (1956; Sosyolojik Denemeler), Frankfurt kuramcılarının temel görüşleri özetlenir: “Ruhsallığının bir ürünü olarak kültürü uygarlığın dışsallığından ayırma, kültürü uygarlığın karşısına dikme ve mutlaklaştırma noktasına gelenler, gerçekte insanca bir dünyayı özgürce ve bilinçli olarak yaratmaktan umut kesen ve bu yüzden de dünyayı bitkisel gelişme modelleriyle betimlemeye çalışanlardır. Bugün uygarlığa karşı kültürü yüceltenlerin asıl amacı, insanlığı savunmak değil, kültürel ayrıcalık bölgelerini savunmaktır. .. Uygarlığın bu dünyada açlık kalmayacak kadar yaygınlaştığı ve kendini özgürleştirdiği zaman, kültürün bugüne değin hep boşuna vaat ettiklerini, uygarlığın kendisi gerçekleştirecektir. ”
Kültürün yeni tanımı ve “kültürler”
Aydınlanmanın kültür ve uygarlık kavramlarına yöneltilen romantik eleştiri, yalnızca bu iki kavramı karşı karşıya getirmekle kalmamış, asıl etkisi 20. yüzyılın ikinci yarısında duyulacak yeni bir kültür tanımı doğurmuştur. Aydınlanma düşüncesi, kültürü de uygarlığı da, her toplum için geçerli olan kaçınılmaz bir gelişme modeli olarak görür. Bütün ülkeler Batı Avrupa’nın izlediği yolu izlemeli, onunla aynı yere varmalıdır. Bu yönüyle uygarlık, “uygarlaştırma” olarak da adlandırılmıştır.
Bu düşünceye ilk karşı çıkanlardan biri olan romantik düşünür Herder’e göre insanlığın gelişimi tek bir ilkeye, özellikle de “akıl” gibi çok soyut bir ilkeye indirgenemeyecek kadar karmaşık ve çok yönlüdür. Kültür yerine kültürlerden söz edilmeli, kültürleri biçimlendiren ilkelerin farkına varılmalıdır. 19. yüzyılın sonuna doğru daha çok Anglosakson toplumlarında antropoloji ve etnoloji bilimlerinin gelişmesi de bu düşünceleri doğrulamaktadır. Günümüzde antropologlar bir Seneka kültüründen, bir Eskimo kültüründen ya da bir Kuzey Amerika ovalan kültüründen söz edebilmektedir. Bunlar gerçekte farklı sosyokültürel sınıflandırmalardır. Seneka kültürü dendiğinde belli bir dönemde belli bir yörede yaşamış bir toplumun, Eskimo kültürü dendiğinde çok farklı yerlerde yaşayan çok sayıda toplumun ve Kuzey Amerika ovalan kültürü dendiğinde de belirli coğrafi alanın kültürü anlaşılır. Bu durumda her grubu kültürel yönden birleştiren ve başka kültürlerden ayıran belirli özelliklerin bulunduğu kabul edilmektedir. Grönland’da yaşayan bir Eskimo topluluğu ile Rusya’nın kuzeyinde yaşayan başka bir Eskimo topluluğunu hem Kanadalı beyazlardan, hem de Ruslardan ayıran belirli özellikler bulunmalıdır.
Kültürlerin farklılığını kabul edenler arasında, bu farklılığın nedenlerinin açıklanması konusunda belirli ayrılıklar vardır. Bazı düşünürler bu farklılığı bir “ulusal ruh”la açıklarlar; bir “Alman ruhu”nun, bir “Çin ruhu”nun varlığını öne sürerler. Felsefeden çok çağdaş insan bilimlerinden kaynaklanan başka bir yaklaşıma göre, her sosyokültürel sistem insan kültürünün öğelerini (teknolojik, sosyolojik ve ideolojik) içerir, ama bunları farklı bir tarzda, farklı oranlarda, farkh bir hiyerarşi içinde bir araya getirir. Amerikan davranışçı okulundan araştırmacılara göre bu farklılıklar fiziksel çevre koşullarıyla bunların insanlara sunduğu farklı beslenme ve yaşama olanaklarından, çeşitli etkinliklerin, örneğin dilin ve teknik beceri düzeyinin sunduğu farklı olanaklardan ve farklı ekonomik gelişme düzeylerinden kaynaklanır. İnsanın biyolojik yapısı ise kültürel farklar açısından değişmez bir faktör olarak kabul edilebilir.
Tek bir kültür modelinin geçerli olamayacağı görüşü BronisIaw Malinowski’den Levy Bruhl ve Levi Strauss’a kadar çok geniş bir antropologlar yelpazesi tarafından kabul edilmektedir. Bu konuda en kesin tutum alanlardan biri olan Levi Strauss, Myth and Meaninğ’de (1977; Mit ve Anlam, 1986) görüşünü şöyle özetlemiştir: “İnsanlığın ayrı ayrı bölümleri arasında kültürel farklılıklar vardır, ama antropolojik araştırmaların sonuçlarından biri de insan zihninin her yerde bir ve aynı olduğu ve aynı yetilere sahip bulunduğudur... insanlığa ait bütün yetiler bir kerede geliştirilemez. Yalnızca küçük bir bölümü kullanılabilir ve bu bölüm her kültürde farklıdır. Hepsi bu.” Levi-Strauss kültürleri, akrabalık ilişkilerinin düzenlenişine göre sınıflandırır. Ama bunlar görünür gerçeklikteki tekil olgular değil, onun gerisinde yatan bilinçdışı ilişkiler ya da yapılardır. Her kültür bazı evrensel öğeleri farklı bir düzenleme , içinde bir araya getirmesiyle öbürlerinden ayrılır. Bu öğeler temelde zihinseldir ve her yerde aynıdır. İnsanlığın büyük mitleri, her zaman aynı yasaklama, ayırma ve sınıflandırma çabasının ürünüdür.
Kültürlerin ayrılmasında maddi etkenlere ve gözlenebilir olguların karşılaştırılmasına daha büyük ağırlık tanıyan bir başka yaklaşımda sosyokültürel sistemler yapısal ve işlevsel açıdan ele alınır ve sistemi oluşturan öğeler beş başlık altında incelenir. Bunlardan toplumsal örgütlenme toplumun sosyal sınıflara, tabakalara, kesimlere ayrılış biçimi ve toplumdaki işbölümünün gelişme düzeyiyle ilgilidir. Ekonomik sistem başhğı altında mülkiyet biçimleri ve anlayışları arasındaki farklılık, çeşitli mesleklerin ve zanaatların varlığı ya da yokluğu, pazar için üretimle doğrudan tüketim için üretimin karşılıklı ağırlıkları ve toplumsal ürünün paylaşılma biçimi incelenir. Eğitimde en genel anlamıyla insan yavrusunun bir kişi haline getirilme, toplumsallaştırılma biçimleri, yetişmede annenin, babanın ve başka bireylerin etkileri arasındaki farklılıklar, aile ve okulun karşılıklı ağırlıkları dikkate alınır. Din ve inançlar kapsamında toplumun doğaüstü ve olağandışıyla ilişkileri ele alınır. Töreler ve yasalar ise toplumun kendi kendini yönetmek ve sürdürmek için başvurduğu yöntemlerin, yönetim biçimleri arasındaki farklılıkların, hukukun dinsel ya da laik karakterinin ve otoritenin kaynağının anlaşılmasına olanak verir.
Çağdaş antropologların büyük çoğunluğuna göre bu öğelerin farkh bileşimleri, farkh kültürler yaratır. Ayrıca kentsel kültürlerle kentsel olmayan kültürler arasmda genel bir ayrım yapılır. Kentsel olmayan kültürlerin uhtipleri olarak da göçebe toplulukların kültürü, yerleşik avcılık ve toplayıcılık kültürleri, ilkel tarım ya da bahçecilik kültürleri, çobanıl kültürler ve tarım toplumları sayılır. Tarım toplumları da kendi içinde sayısız farklı tipe ayrılır. Tarım kültürlerinin bittiği yerde kentsel kültürlerin başladığı kabul edilir.
Bu sınıflandırma araştırmacıyı yönlendirmeye yaramakla birlikte ele alman konunun özgüllüğünü kaçırma tehlikesini de içerir. Bir göçebe toplumu, bir başka göçebe toplumundan çok farklı olabilir; göçebe toplumlarının dinsel inançları da birçok tanm toplumununkine özdeş denecek kadar yaklaşabilir. Araştırma ilerledikçe, çoğu zaman kültürel alanın tümüyle terk edilerek saf ekonomik ve sosyolojik araştırmaya kayıldığı görülür. Bu sınıflandırmaya bir başka karşı çıkış da başlangıçta eleştirilen Avrupa merkezci evrensel gelişme modelinin gizlice kabul edilmesinden kaynaklanır. Çünkü göçebelikten kentselliğe doğru giden sınıflandırma, Aydınlanmanın “evrensel uygarlaşma” modelini andırmaktadır. Bununla birlikte, kapitalist dünya ekonomisinin kurulmasıyla, kültürler arasındaki farklılıkların yavaş da olsa azaldığı ve bütün kültürlerin egemen bir modele öykünmeye başladığı söylenebilir.
Kaynak: Ana Britannica
Son düzenleyen perlina; 9 Mart 2017 17:18