Arama

Kur'an-ı Kerim'e Karşı Vazifelerimiz

Güncelleme: 16 Mart 2008 Gösterim: 13.840 Cevap: 3
yimake - avatarı
yimake
Ziyaretçi
12 Mart 2008       Mesaj #1
yimake - avatarı
Ziyaretçi
Bir müslüman olarak Kur'an'a karşı ilk vazifemiz, onun ve ihtiva ettiği hakikatların hak olduğunu tasdik etmektir. Daha sonra, onu okumak, mânasını anlamak ve emirlerini tatbik edip yaşamak, ulvî düsturlarını, ferd ve cem'iyet olarak hayatımıza hâkim kılmak gibi diğer vazifeler gelir.

Sponsorlu Bağlantılar
Her müslümanın, namazı câiz olacak kadar Kur'an'dan bir bölüm ezberlemesi farz-ı ayndır. Fâtiha sûresiyle birlikte başka bir sûreyi daha ezberlemek vâcibdir. (Bununla farz da yerine getirilmiş olur). Kur'an-ı Kerîm'in bütününü ezberlemek ise, farz-ı kifâyedir. Yani bir kısım müslümanların hâfız olması, diğer müslümanları mes'ûliyetten kurtarır. Ancak Kur'an'ı ezbere bilen hiç kimse kalmazsa bütün müslümanlar mes'ul olur.

Kur'an'ı namaz dışında yüzünden okumak, ezbere okumaktan daha faziletlidir. Zira bu okuyuşa hem göz, hem de dil iştirâk eder. Tefekküre de daha müsaittir. Ezbere okumaya ise sadece dilin iştirâki vardır. Kur'an'ı namaz dışında da, kıbleye yönelerek, temiz giyimli olarak ve edeblice oturarak okumak müstehabtır. * Okumaya başlarken Eûzü-Besmele çekilmesi de yine müstehabdır.

Kur'an'ı yüzünden abdestli olarak okumak farzdır. Çünkü abdestsiz Kur'an'a el sürülmez. Kur'an'ı ayda bir defa hatmetmek, umumiyetle güzel görülmüştür. Senede 1, 40 günde bir, haftada 1 hatmi tercih edenler de vardır. Ancak 3 günden az zamanda hatim caiz görülmemiştir. Çünkü bu takdirde Kur'an'ı sür'atli okumaktan dolayı mânasını düşünmek kâbil olmaz, ayrıca telâffuz hatâları yapılabilir. Kur'an-ı Kerîm'i dinlemek farz-ı kifâyedir. Bir mecliste Kur'an okunurken, dinliyenin bulunması, dinlemeyenlerden mes'uliyeti kaldırır. Ancak başka işlerle meşgul olan kimselerin yanında yüksek sesle Kur'an okunması uygun görülmemiştir.

Kur'an okumak, nafile ibâdet yapmaktan; Kur'an'ı sesli okumak ise, sessiz okumaktan efdaldir. Bir kimse, yürürken veya bir iş görürken Kur'an okuyabilir. Yalnız bu hâlin Kur'an'ı gafletle okumağa sebeb olmaması gerekir. Bil'akis okuduğu Kur'an, onu gaflete dalmaktan sıyırmalıdır. Namaz kılınması mekruh olan vakitlerde dua, tesbih, Peygamberimize salât ü selâm, Kur'an okumaktan efdaldir. Kur'an'ı güzel sesle ve tecvidle okumak müstehabdır. Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde "Kur'an'ı seslerinizle tezyîn ediniz" buyurmuştur.

Kur'an'ı tecvide aykırı şekilde nağmelerle okumak câiz değildir. Kelimeleri değiştiren, mânayı bozan okumalar da haramdır. Kur'an okumayı öğrenmiş olan kimse, sonradan yüzünden okuyamıyacak derecede unutsa günahkâr olur. Kur'an'ı okumak gibi, başkasına okutmak, öğretmek de sevabı çok bir ibâdettir. * Ücretle Kur'an okumayı bâzı âlimler caiz görmüşse de, bunu bir geçim yolu olarak benimsemekten kaçınmak gerekir. Yırtık ve eski olup kullanılmayan mushaf yakılmaz. Temiz beze sarılıp toprağa gömülür. Yahut toz gelmeyen temiz bir yere konur. (Tatarhâniye'den).

Kur'an okumak ve okutmanın fazileti ile ilgili olarak hadîs-i şeriflerde şöyle buyurulmuştur:

Ebû Mûsâ el-Eş'ari (ra) Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kur'an'ı okuyan ve gereğini olduğu gibi tatbik eden mü'min, kokusu hoş, tadı güzel turunç meyvesi gibidir. Kur'an okumayan, fakat gereğini tatbik eden mü'min, tadı olan ve fakat kokusu bulunmayan hurmaya benzer. Kur'an okuyan, fakat gereğini tatbik etmeyen münâfık da, sadece kokusu hoş olan fesleğen gibidir. Kur'an okumayan münâfık da, tadı acı ve kokusu çirkin Ebû Cehil karpuzuna benzer."

"Ümmetimin yapacağı en faziletli ibâdetlerden biri de Kur'an-ı Kerîm'i yüzüne bakarak okumasıdır."

"Kul, Kur'an-ı Kerîm'i hatmettiği zaman hatim duası esnasında 10 bin melek ona bağış talebinde bulunur."

"Şu ibâdet işinde gözlerinizin hazzını verin... O da Mushaf'a bakarak okumak ve üstünde tefekkür etmek, acâibatından ibret ve ders almaktır."

"Evlerinizde Kur'an okumayı artırınız. Bir ev ki, onda Kur'an okunmaz, o evin hayrı azalır, şerri çoğalır. Ehline darlık gelir..."

"Kur'an'ı oku, yasak ettiği şeyleri anla. Şayet okuman seni yasaklardan almıyorsa, onu okumuş, anlamış sayılmazsın."

"Oruç ve Kur'an, kıyâmet günü kula şefaat edecekler. Oruç diyecek ki: - Ey Rabbim, ben onu yemekten ve şehevî şeylerden gündüzleri alıkoydum. Ona şefaatimi kabûl buyur. Kur'an da diyecek: - Ey Rabbim, onu geceleri uykudan aldım. Ona şefaatimi kabûl buyur. Şefaatleri kabul buyurulur." "Herhangi bir cemaat, Allah'ın evlerinden birinde toplanır, Allah'ın Kitabını okur ve mânasını aralarında anlamaya çalışırlarsa, onlara sakînet (kalb huzuru ve itmi'nan) iner. Kendilerini rahmet kaplar, çevrelerini melekler sarar ve Allah Teâlâ yanında bulunanlara onları anlatır."

"Kur'an hâfızları, ehl-i Cennetin reisleridir."

Ey Mü'minler! Diyiniz ki, bizim boyamız Allah'ın boyasıdır.

Allah'ın boyasından boyası daha güzel olan kim vardır?

Ve bizler ancak O'na ibadet ederiz.

yimake - avatarı
yimake
Ziyaretçi
16 Mart 2008       Mesaj #2
yimake - avatarı
Ziyaretçi
Kur’an-ı Kerim; mü’minlere, okumaları, anlamaları ve O’nun emirlerine göre hareket etmeleri için indirilmiş ilahi bir rehberdir. Allah’ın bize öğüt ve uyarı olarak göndermiş olduğu ilahi rehbere karşı yapmamız gereken vazifelerimizden bahsedeceğiz. Ancak ilk başta şunu belirtelim ki; Müslümanların büyük bir çoğunluğu Allah’ın kitabına karşı vazifelerini yapamamaktadır. Bunun sebebi; Allah’ın kitabının gönderiliş gayelerinin dışında kullanılmasıdır. Üstat Mevdudi Hitabeler adlı kitabında Müslümanların Kur’an’ı indiriliş gayelerine uygun bir şekilde kullanmadığını belirterek bazı tespitler yapmıştır. Şimdi, Mevdudi’nin yapmış olduğu tespitleri aktaralım. Müslümanlar bu kitabı, evin bir rafına, bir köşesinde yüksekçe bir yere yerleştirirler, yahut da cüz içine koyup da bir tarafa asarlar ki, cinler periler, kötü ruhlar gelip de evi basmasınlar, ev halkına kötülük etmesinler. Yani Kur’an, cinler ve bunun gibi nesnelerden korunmak için kullanılır. Yahut ta Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini bir kağıda yazıp boyunlarına asarlar, veya safranla yahut da benzeri kaselere yazıp yıkayıp içerler. Veya, ne dendiğini ne söylendiğini hiç de bilmeden, hiç anlamadan, birkaç ayet, birkaç cüz ezberlerler, papağan gibi anlamadan, tekrar tekrar okurlarda geçerler ve bundan da sevap kazandıklarını anlarlar. Bunları ve bu gibi şeylerin hepsini de yaparlar, hepsine de inanırlar; ancak şuna inanmak istemezler ki Kur’an-ı Kerim hayatta ve yaşayışta bir örnek, bir hidayet rehberi olsun diye gönderilmiştir! Bu bedbaht kimseler şunu da sormazlar ve sormak külfetine de katlanmak istemezler ki, acaba kendilerinin inançları, akideleri neler olmalıdır ve nelere inanmaları lazım geliyor? Kendilerinin tutmuş oldukları işler, ameller nedir ve neler olmalıdır? Kendilerinin ahlakı, davranışları nelerdir ve neler olması icap eder? Alışverişleri nasıldır? Ne durumdadır? Dostluk veya düşmanlık hususunda Allah’ın göstermiş olduğu yoldan mı giderler, yoksa kendi bildiklerini mi okurlar? Yine şunu da bilmezler ve öğrenmek istemezler ki, bunların, Allah’ın diğer kullarına ve kendi nefislerine karşı vazife ve hakları nelerdir? Acaba bunlarda bu hakları hakkıyla ödeyebiliyorlar mı? Bu vazifelerini yerine getiriyorlar mı? Düşünürler mi ki, acaba kendileri için hak nedir? Batıl nedir? İtaat etmek, boyun eğmek ne demektir? İtaatsız olmak boyun kaçırmak ne demektir? Şunu da yine bilmezler veya bilmek de istemezler ki bizim kimlerle yakınlığımız olmalıdır? Kimlerden uzak kalmamız icap eder? Bizim dostlarımız kimlerdir? Düşmanlarımız da yine kimlerdir? …Bu saydıklarımızın hepsinin cevabını, Müslümanlar bir zamanlar Kur’an-ı Kerim’den arayıp da bulurlardı? Ne yazık ki şimdi bu kitabı bırakmışlar ve kendi keyiflerine tabi olmuşlardır. Bu kadarda değil, kafir ve müşrik, sapıkların yolunu tutmuşlar, şaşırmışların, garazkar kimselerin peşine takılmışlardır. [233] Burada Üstat Mevdudi’den aldığımız alıntı sona erdi. Bizde üstat Mevdudi’nin yukarıdaki tespitlerine aynen katılıyoruz. Çünkü, günümüz Müslümanlarının indiriliş gayesine uygun bir şekilde kullanamadıkları ilahi rehberlerini ihmal ettiklerini ve O’na karşı yapılması gereken vazifelerini yapmadıklarını dost düşman herkes bilmektedir. Biz Müslümanlar olarak, Kur’an-ı Kerim’e karşı yapmamız gereken vazifelerimizi yapmak zorundayız. Bu bölümde O’na karşı vazifelerimizin ne olduğundan ve O’na karşı vazifelerini yapmayan Müslümanların içine düştükleri hallerden bahsedeceğiz. Müslümanların Kur’an-ı Kerim’e karşı yapmaları gereken vazifelerini yedi madde halinde sıralayabiliriz.

Sponsorlu Bağlantılar
1. Kur’an-ı Kerim’i anlamalıyız

2. Kur’an-ı Kerim’i dinlemeliyiz.

3. Kur’an-ı Kerim’e inanmalıyız.

4. Kur’an-ı Kerim’e tabi olmalıyız.

5. Kur’an-ı Kerim’den başkasına tabi olmamalıyız.

6. Kur’an-ı Kerim’le öğüt verip, O’na davet etmeliyiz.

7. Kur’an-ı Kerim’in hükümleriyle hükmetmeliyiz.
yimake - avatarı
yimake
Ziyaretçi
16 Mart 2008       Mesaj #3
yimake - avatarı
Ziyaretçi
1. KUR’AN-I KERİM’İ ANLAMALIYIZ [234]

Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması gerektiğini iki alt başlık altında açıklamaya çalışacağız. Birinci alt başlıkta geleneksel İslami anlayışın Kur’an-ı Kerim’e nasıl yaklaştığını, ikinci alt başlıkta ise, sağlıklı bir Kur’an anlayışı oluşması için Kur’an-ı Kerim’in nasıl okunması gerektiği konusunu açıklamaya çalışacağız.

Geleneksel İslami anlayış, Kur’an-ı Kerim’e nasıl yaklaşmıştır?

Allahu Teala, hidayete götürücü bir rehber olarak gönderdiği kitabının herkes tarafından anlaşılmasını istemiştir. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim’de her şeyi çeşitli misallerle [235] ve geniş geniş açıklamıştır. [236] Yüce Allah, Kur’an’ın öğüdünden herkesin faydalanabilmesi için O’nun anlaşılmasını kolaylaştırmıştır. [237] Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayet O’nun anlaşılır bir kitap olduğundan bahsetmektedir. [238] Bu ayetlerde; bilen, anlayan ve düşünen kimseler için ayetlerin geniş geniş açıklandığını, aklını kullanan fertlerin ve toplumların O’ndan kolaylıkla faydalanabilecekleri açıklanmaktadır.

Ancak Kur’an-ı Kerim’in açık ve anlaşılır bir kitap olduğunu açıklayan Kur’an ayetlerine rağmen, bazı kesimler, Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasının nerdeyse imkansız olduğunu iddia etmişlerdir. [239] Bu kesimlerin bazıları, Kur’an’ı birkaç müfessir ve birkaç mezhep imamı dışında kimsenin anlamasının mümkün olmadığını, O’nu anlamaya çalışanların sapıtacağını iddia etmişlerdir. Geleneksel İslami anlayışın büyük bir çoğunluğu yukarıdaki görüşleri savunmaktadır. Bize göre, bu iddianın sahipleri bilinçsizce Allah’a iftira etmekte ancak bunun farkına varamamaktadır. Çünkü; insanlara anlayamayacakları bir kitabı gönderip, daha sonra o kitaptan hesap sormak bir zulümdür. Böyle bir zulmü yapmaktan yüce Allah’ı tenzih ederiz. Allah’a zulüm isnad etmenin, O’na iftira atmaktan başka bir şey olmadığı ortadadır. Allah’a iftira atarak, O’nun kitabının anlaşılmaz bir kitap olduğunu iddia edenler, bu iddialarına daha doğrusu iftiralarına bazı uydurma rivayetleri delil getirmişlerdir. Bu rivayetler yüzünden Müslümanlar Allah’ın kitabından uzak kalmış, hatta sapıtırız diyerek O’nu ellerine almaya bile cesaret edememişlerdir. Bir ayetin yüzlerce hatta binlerce anlamının olduğunu anlatan rivayetten tutunda, sadece besmelenin yedi deve yükü kitap olacak kadar anlamı olduğunu anlatan rivayete kadar yüzlerce rivayet uydurulmuştur. Bu tür rivayetler; sahabe, tabiin ve diğer bilinen alimler adına uydurulmuş rivayetlerdir. Bu rivayetler “büyük alimler bile, “İslam’dan bildiğimiz denizden bir damla” demişlerse, demek ki biz dinimizi anlayamayız.” Önyargısı oluşturmak için uydurulmuşlardır. Kafalarına anlayamayız önyargısı yerleştirilen Müslümanlar, daha sonra da anladıkları iddia edilen kişileri taklide özendirilmişlerdir. Bize göre de, ben anlayamam önyargısıyla Kur’an’a yaklaşan ve taklitçilikten başka çıkar yolu kalmayan kişilerin, O’nun ayetlerini düşünüp anlaması mümkün değildir.

Kur’an ısrarla rehber, yol gösterici, uyarıcı, açıklayıcı, kolaylaştırılmış bir kitap olduğunu açıklamasına rağmen, bu zihniyet, O’nun şifrelerle dolu, karmaşık ve anlaşılamaz bir kitap olduğunu iddia etmişlerdir. Bu zihniyetin yüzünden Müslümanlar, Allah’ın kitabından gereken faydayı sağlayamamış, mezheplerin ihtilaflı meseleleriyle uğraşıp durmuşlardır. Bu zihniyet; nasih-mensuh, muhkem-müteşabih gibi meseleleri bilmeyenlerin meal okuduklarında yanlış anlayacaklarını ve sapıtacaklarını belirtmişlerdir. Bize göre, nasih-mensuh, muhkem-müteşabih gibi meseleleri bilmemek Kur’an’ın mesajını anlamaya engel değildir. Alimlerin görevi; okuyup anlamaya çalışanların önünü tıkamak değil, onlara yol göstermek olmalıdır. Onlar, “Okumayın yanlış anlarsınız” diyeceklerine “şu şartlara riayet ederek okursanız, daha iyi anlarsınız” diye yol göstermelidir. Eğer böyle bir yolu bilmiyorsa en azından susmayı tercih etmeli, bilenlerinde yolunu tıkamaya çalışmamalıdır. Kendileri bir yol göstermediği halde, O’nun şifrelerle dolu karmaşık bir kitap olduğunu iddia eden alimlere “saptırıcılar” diyebiliriz. Çünkü, bunlar insanları Allah’ın kitabını anlamaktan alıkoymaya çalışmaktadırlar. Biz; mükellef olmayan zeka özürlülerin, önyargılarından sıyrılamayan zihin tembeli bazı mukallitlerin ve önyargılarından kurtulamayan İslam düşmanlarının dışındaki herkesin O’nun mesajını anlayabileceklerine inanıyoruz.

Kur’an-ı Kerim,de herkesin kolayca anlayabileceği bir üslup kullanılmıştır. Bu sebeple O’nu, bir alimde, mükellef olan bir cahilde kolayca anlayabilmektedir. İslam dinindeki, temel İslami akideler ve dini yükümlülükler, toplumdaki zayıf-güçlü, zeki-kalın kafalı, okumuş-ümmi, büyük-küçük herkesin güç yetirebileceği müşterek bir seviye esas tutularak insanlara sunulmuştur. [240] İmam Şatıbi: “Şeriat muhataplarının belli bir ilim, tahsil ve ihtisasa ihtiyaç duymadan anlayabilecekleri ve tatbik edebilecekleri şekilde gelmiştir.” Diyerek Kur’an’ın herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabileceğini beyan etmiştir.

Kur’an-ı Kerim; kıyamete kadar yaşayacak olan insanların dini, hukuki ve ahlaki ihtiyaçlarına cevap verebilecek ilahi bir kitaptır. Bu kitap’ta, değişik yer, ve zamanlarda yaşayan ve ilmi seviyeleri birbirinden çok farklı olan muhataplara hitap edilmiştir. O’nu İlim ve teknikte derecesi ne olursa olsun her devrin insanı kendi kapasitesine göre anlamış ve O’ndan kendisine faydalı olabilecek öğüt ve uyarıyı almıştır. Ancak O’nun bazı ayetlerini ilk Müslümanlar kendi konumlarına göre anlarken, günümüz Müslümanları daha farklı bir şekilde anlayabilmektedir. Bazen O’nun aynı ayetlerini farklı muhataplar farklı farklı anlayabilir. Ancak her iki muhatapta kendi anladıklarıyla Kur’an-ı Kerim’den faydalanmış olurlar. Mesela: Allah’ın su ile çeşit çeşit bitkiler bitirdiğini anlatan ayetleri bir çiftçi ile bir botanikçi farklı boyutlarda anlayacaktır. Çiftçi okuduğu ayetlerden bir bitkinin Allah’ın dilemesiyle nasıl yetiştiğini anlayarak Allah’ın ilminin büyüklüğünü anlarken, botanikçi çiftçinin anladığının aynısını farklı boyutta anlayacaktır. Botanikçi bir bitkinin büyümesi denince; bitkilerin yaptıkları fotosentezi, bitkilerin topraktaki mineral ve elementleri seçerek almasını ve bunlardan çeşitli kimyevi maddeler yapmasını hayranlıkla izleyecektir. Fizik, kimya ve biyoloji ilminin temel esaslarını bir bitkinin bilemeyeceğini bunları büyük bir ilme sahip olan Allah’ın bildiğini ve O, dilediği için bitkilerin büyüdüğünü anlayacaktır. Dikkat edilirse, aynı ayetleri farklı muhataplar farklı anlamakla birlikte, ondan aynı mesajları çıkarmaktadırlar.

Allah’ın göndermiş olduğu bu kitabın mesajının anlaşılması için, O’nun bütün ayetlerinin tam olarak bilinmesi ve anlaşılması gerekmez. Çünkü, bu kitabın içerisinde mesajın anlaşılması için bilinmesi şart olan bazı muhkem ayetler olduğu gibi, yine direkt olarak mesajın anlaşılması için gerekli olmayan bazı müteşabih ayetler de vardır. Mesajı anlamakla yükümlü olan Müslümanların, O’nun müteşabih ayetlerini bilmesi gerekmemektedir. Çünkü, sadece mesajın anlaşılması için gerekli olan muhkem ayetleri bilseler yine de onlar için yeterli olacaktır. Bilindiği gibi, mesajı açıklayan muhkem ayetlerden çıkartılan, itikadi yükümlülükler herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilmektedir. Eğer böyle olmasaydı, insanların kendilerini düzeltmeleri mümkün olmazdı. Bize göre itikadi konuları iki gruptur. Birinci grup herkesin bilmekle yükümlü olduğu temel akidelerdir. Bunu meal okuyan herkes kolayca anlayabilir. İkinci grup ise, herkesin bilmeye güç yetiremeyeceği, Kur’an üzerinde sıkı çalışmalar yapmakla öğrenilebilecek bilgilerdir. Birinci grup itikadi bilgiler üzerinde, sahabe, tabiun ve sonradan gelen tüm İslam alimleri ittifak etmişlerdir. Mesela; Allah’ın kitaplar ve peygamberler göndererek insanları uyarıp, onlara yol gösterdiğini kabul etmeyen hiçbir Müslüman olmamıştır. İkinci grup itikadi bilgiler üzerinde sahabe döneminden günümüze kadar farklı yorumlar yapılmıştır. Bu konuları her müslümanın tam olarak bilmesi hem mümkün değil, hem de gerekli değildir. Mesela; Allah’ın zat ve sıfatlarıyla alakalı bazı ayetler te’vil edilmeli mi, yoksa edilmemeli mi? Konusunda selef ve halef alimleri arasında farklı yorumlar ortaya atılmıştır. Bize göre, Kur’an-ı Kerim’i araştırmaya yeni başlayan bir mükellef hiçbir zaman bu tür konuları irdelememelidir. Aksi takdirde, bu kişi Kur’an’dan bir şeyler öğreniyorum derken, O’nun asıl gerekli olan mesajından uzaklaşmış olur. Bu yüzden, gayretimizi mesajı anlamaya sevk edecek muhkem ayetler üzerine yoğunlaştırmalıyız. Eğer ihtilaflı müteşabih ayetler üzerinde tartışır durursak, hem onları hem de onları anlayabilmenin ön şartı olan muhkem ayetleri anlamamız mümkün olmaz.

Sonuç olarak; yüce Allah ayetleri üzerinde düşünmemiz ve anlamamız için bir kitap indirmiştir. [241] Bu kitap, kulların anlayamayacakları bir kitap değildir. Çünkü, Allahu Teala insanlara anlamayacakları bir kitabı gönderip de, onları, O kitapla imtihan etmez. Allah adalet sahibidir, hiçbir zaman kullarına zulmetmez. [242] Bazı insanların bunun tersini iddia etmeleri şeriatın özüne tamamen aykırıdır. Bizim inancımıza göre; Allahu Teala kullarına gücünün üstünde bir teklif yüklemediği gibi [243] onlara dinde bir zorluk ta yüklememiştir. [244] Yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız, Kur’an-ı Kerim anlaşılır gerçeğine ve bu görüşümüzün kaynağını oluşturan onlarca Kur’an ayetlerine rağmen, gelenekçi Müslümanların büyük bir çoğunluğu Kur’an’ın kolay anlaşılamayacağını iddia etmişlerdir.

Şimdide bu zihniyet sahiplerinin Kur’an’ı anlamadan okumanın karşılığında sevap alınıp alınmayacağı hakkındaki görüşlerine bir bakalım. Ehli Sünnetliği kimseye bırakmayan bir büyük gazetenin “Bir Bilen” imzasıyla yayınlanan bir fetvasında “Kur’an’ı Arapça bilmeden yani anlamadan okumanın sevap olup-olmadığı”nı soran okuyucusuna verdiği şu cevap, bize bu konuda çok şeyler söylediği kanaatindeyiz. “Bir bedevi, rüyasında Allah’ı görmüş(!) ve O’na, Kur’an okumanın sevap olup olmadığını sormuş. O da “tabii ki sevaptır” demiş. Bu kişi daha ileri giderek: “Okuyan, Kur’an’ın dilini bilmezse, yine sevap var mı? Demiş, Allah’ta: “Elbette sevabı vardır” demiştir.(!) [245] Biz bu tür hikayelere itibar etmiyoruz. Biz, Kur’an-ı Kerim’i okumanın anlayarak olması gerektiğine inanıyoruz. [246] Kur’an’ın indiriliş gayelerini dikkate aldığımızda; O’nun anlaşılmadan okunmak için değil, tam tersine anlayarak okunmak için indirildiği görülecektir. Bu yüzden O’nun mesajının anlaşılması için büyük bir gayret sarf etmeliyiz. Ancak şunu belirtelim ki; günümüz Müslümanlarının büyük bir çoğunluğu, ticaret hayatlarında daha çok kazanabilmek için harcadıkları zaman ve enerjinin, çok az bir kısmını Allah’ın mesajlarını anlamak için harcamamaktadır. Hatta kendilerinin İslam davetçisi olduğunu sananların bile, Kur’an’ı anlamak için sarfettikleri çaba, geçici dünya hayatında zengin olmak için harcadıkları çabanın çok çok gerisinde kalmaktadır. Biz müslümanlar, ölüm bize gelmeden dünya için çalıştığımız zaman dilimiyle, Ahiret için çalıştığımız zaman dilimini karşılaştırıp kendi halimizin muhasebesini yapmalıyız. Aksi takdirde ilahi imtihanı kaybedeceğimiz kesindir.

Hz Peygamber ve sahabe döneminin başlarında Dünya ve Ahiret dengesi sağlam bir şekilde kurulmuştu. Zaman ilerledikçe çeşitli sebepler yüzünden Dünya ve Ahiret dengesi dünya lehine ve ahiret aleyhine gelişti. Hz peygamber ve sahabe döneminin başlarında yaşayan sahabeler Kur’an’ı okuduklarında anlıyor ve anladıklarıyla da amel ediyorlardı. Daha sonra anlamadan okuma ve ezberleme geleneği ortaya çıktı. Yüzyıllardan beri devam eden anlamadan okuma geleneği günümüzde de devam etmektedir. Bu gelenek Kur’an’ın anlaşılmamasının en başta gelen sebebidir. Şimdi hem bu geleneğin nasıl oluştuğunu, hem de sahabe döneminde, Hülefa-i Raşidin döneminde ve günümüzde Kur’an’ın nasıl okunduğunu açıklayalım.

a. Asrı saadette Kur’an-ı Kerim nasıl okunuyordu? Asr-ı saadette [247] anlamadan Kur’an okuma ve ezberleme diye bir şey yoktu. Sahabelerin büyük bir çoğunluğu, Kur’an;ı Kerim’in dili olan Arapça’yı bildiklerinden, onların Kur’an okuduklarını belirten her rivayet, O’nun anlaşılarak okunduğunu göstermektedir. Bazı hadislerde sahabelerin okudukları Kur’an surelerinden bahsedilmektedir. Dikkat edilirse buradaki okuma günümüzdeki gibi anlamadan okuma değil, aynı dili konuşan sahabenin Allah’ın ayetlerini anlayarak okumasıdır. Bu gerçek günümüzde bilinmediğinden, Kur’an okumanın karşılığında alınacak sevapları kazanmak isteyen birçok kişi; rivayetlerde geçen sureleri okumakta ancak okudukları ayetlerin manalarını anlamamaktadır. Manasını anlayamadığı ayetleri okuyan okuyucular, ayetleri okumakta, ancak okudukları ayetlerin hükümlerine göre amel etmemektedirler. Halbuki sahabelerin Kur’an okuduklarını anlatan rivayetlerden sahabelerin, Kur’an’ı; acele etmeden, manası üzerinde düşünerek ve amel etmek için okuduklarını, okudukları ayetlerdeki ikazları nefislerinde duyup, hemen o ayetlerin gereğini yaptıklarını, ayetleri okurken bazen ağlayarak bazen ürpererek, yani hissederek okuduklarını anlıyoruz. Demek ki, Asrı saadet’te, Kur’an okumak; günümüzde olduğu gibi sadece lafız olarak okumak ve ezberlemek değil, manayı öğrenerek yaşamak demekti.

b. Hulefa-i raşidin döneminde Kur’an-ı Kerim nasıl okunuyordu? Hulefa-i raşidin: [248] döneminde de, Asrı saadette olduğu gibi Kur’an-ı Kerim anlaşılarak okunuyordu. O dönemde de okumaya çok önem verilirdi. O dönemde, Kur’an-ı Kerim’i öğreten çeşitli Kurralar vardı. Bu kurralar; gittikleri her yerde, derhal ders halkaları kurar, eğitim öğretim faaliyetlerine başlarlardı. Bu dönemdeki Kur’an öğretmeye giden kurralar; gittikleri yerlerde ayetleri azar azar öğretmiş ve insanlara amel etmelerini tavsiye etmiştir. Onlar, Kur’an okumaktan kastın; ezberlemek veya anlamadan okumak değil de, anlamak ve yaşamak olduğunu en iyi bilenlerdendi. Hülefa-i raşidin döneminden daha sonra yavaş yavaş anlayarak okumadan, anlaşılmadan okuma geleneğine geçildi. Daha sonraki Emeviler döneminde [249] de anlamadan okuma geleneği hızla yayıldı.

c. Hulefa-i raşidin döneminden sonra Kur’an-ı Kerim nasıl okunuyordu? Sahabe döneminde, aynı inancı paylaşan insanların, Cemel, Sıffin …vb savaşlarda birbirlerine kılıç çektikleri bilinen bir gerçektir. Bu savaşlardan sonra iktidarı ele geçiren Muaviye ile birlikte hilafet saltanata dönüşmüştür. Bu dönemden sonra, Müslümanlar arasında dinle alakası olmayan birçok mesele tartışılıp durmuştur. Tartışılan gereksiz ve teorik meseleler, zaman içinde Müslümanların Kur’an-ı Kerim’i sosyal hayatın dışına itmelerine yol açmıştır. Bu dönemin Müslümanları Kur’an dan uzaklaşarak; hadis, tefsir fıkıh, tarih gibi ilimlerle uğraşmaya başlamıştı. Hatta nerdeyse Kur’an’ı ellerine bile almıyorlardı. Bu duruma çare bulmak için uğraşan, cahil bazı dindarlar, uydurdukları çeşitli hadislerle insanları Kur’an okumaya teşvik ediyorlardı. Onlar, uydurdukları hadislerde hangi surenin okunmasıyla ne kadar sevap alınacağını belirtmişlerdi. O dönemde yaşayan halkın çoğu, sevap almak için, uydurma hadislerde belirtilen sureleri anlamadan okumaya ve ezberlemeye çalışıyordu. Yalanlarla insanları Kur’an okumaya teşvik etme düşüncesinin, Kur’an’ı bırakıp ta gereksiz fıkhi ayrıntılara dalan insanlara tepki olarak ortaya çıktığı ortadadır. O dönemde hadis uyduranlardan biri; “Ne yapayım, baktım ki Müslümanlar Kur’an’ın haricinde başka şeylerle meşgul oluyorlar. Ben de O’na (Kur’an’a) rağbet ettirmek için hadis uydurdum. Ben insanların Kur’an’dan yüz çevirip Ebu Hanife’nin fıkhı Muhammed İbn-i İshak’ın Megazisi ile meşgul olduklarını gördüm, onların tekrar Kur’an’a çevirmek maksadıyla sevap ümit ederek bu hadisleri uydurdum” diye bu tepkisini açıklamıştır. Bu rivayet, Müslümanların Kur’an’dan uzaklaşma sebeplerini bize açıklamaktadır. Emeviler döneminden sonraki Abbasiler döneminde de alimlerimiz aynı hatayı sürdürmüşlerdir. Onlar, fıkhın fer’i yönü ve ferdi ibadet yönüyle ilgilenirken Kur’an’a dayalı asıl ve öncelikli meseleleri bırakmışlar. Bunun neticesinde de, hayati meseleler bir tarafa bırakılarak, faydasız ve üzerinde ittifak edilemeyen meselelerle uğraşılmış ve İslami şuur tamamen ortadan kalkmıştır. Sahabe dönemindeki insanlar direk vahyle muhatap olurken bu dönemin insanları vahyle hiçbir alakası olmayan siyasi, sosyal birçok olayların arasında kendilerini bulmuş ve bu olayları tartışmıştır. Değişik itikadi ve ameli mezheplerinde bu dönemlerde şekillenmiş olması sonucu insanlar mezhep ihtilaflarının içerisinde çırpınıp durmuşlardır. Bize göre, bu ihtilaflar gereksiz ayrıntılardır. Bu ayrıntılarla vahyden habersiz Müslümanları, uğraştırmamak gerekir. Tarihi süreç içerisinde bu yazdıklarımız dikkate alınmamış ve kitap hidayet rehberi olmaktan çıkarılmış ve mezhep ve meşreplerin haklılığının veya haksızlığının delillerini ihtiva eden bir kitap konumuna düşürülmüştür. O dönemdeki alimlerin birçoğu, kitabın kendi alanıyla ilgili olan ayetleriyle ilgilenirken, diğerlerini görmezden gelmişlerdir. Kitaba bütünlük içerisinde yaklaşamayan alimler, O’nun birçok ayetlerini yanlış anlamışlardır. Halk ise, manalarını anlamadıkları Kur’an lafızlarını okuyup durmakta, ancak ayetlerin gerektirdikleriyle amel etmemektedirler. Onların din adına bildikleri, Allah’ın diniyle uzaktan ve yakından alakası olmayan, gereksiz ve güncel olmaktan uzak fıkhi ayrıntılardır.

d. Günümüzdeki Kur’an-ı Kerim okuyucularının durumu nedir? Emeviler’le başlayan yukarıdaki istismarlar, günümüzde de devam etmektedir. Bu istismarlar sonucunda Kur’an-ı Kerim, anlaşılmadan ve üzerinde düşünülmeden okunan bir kitap konumuna düşürülmüştür. Halbuki bu okuma şekli, Kur’an’ın indiriliş gayelerine uygun bir okuma şekli değildir. Bazı kesimler anlamadan okunan Kur’an’ı delil getirerek ülkemizdeki bazı idarecilerin din, iman…vb manevi değerlere saygısını göstermeye çalışmaktadır. Biz bu anlayışa katılmıyoruz. Evet! Kur’an belki çokça okunuyor, ama anlaşılmıyor, okuyucuyu haramları işlemekten alıkoymuyor. Bu okuma şekli Allah’ın bizden istediği okuma şekli değildir. Kur’an-ı Kerim; yüce Allah tarafından üzerinde düşünülmesi ve anlaşılması için göndermiştir. Ancak günümüz Müslümanları, O’nu sadece sevap kazanmak için okunan bir kitap şekline dönüştürmüş ve teberrük için okumaktadır. Muhammed Gazali “Nasıl oldu da İslam ümmeti Kur’an’ı tilavet etmek ile, Allah’ın kelamını düşünüp anlamayı birbirinden ayırdı? Bunu bir türlü anlayamıyorum.”diyerek, Kur’an’ın gayesinin “anlamını düşünmeden, maksadını idrak etmeden, sözleri tekrarlamak” olmadığını belirtmiştir. Seleften bazıları “ nice Kur’an okuyucusu vardır ki, Kur’an onlara lanet eder” diyerek günümüz Kur’an okuyucularını da içerisine alan anlamadan okumanın tehlikesini haber vermişlerdir. Bu bilgilerle hareket eden bazı alimler; Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmadan okunmasını hoş karşılamamış ve “O’nu anlamadan yaşamak ve yaşamaksızın okumak” Kur’an’a karşı saygısızlıktır, demişlerdir. Biz de bu alimlerin görüşlerine katılıyor ve O’nun mutlaka anlaşılarak okunması gerektiğine inanıyoruz. Çünkü, anlaşılmayan bir şey, ne hidayet rehberi, ne öğüt, ne şifa, ne müjde, ne sakındırma, ne uyarı ve ne de hatırlatma olabilir. Ne olduğu, ne demek istediği anlaşılamayan bir işaret levhasının, yolun tehlikelerini haber vermediği ve yol hakkında yolcuyu bilgilendirmediği gibi anlaşılmadan okunan Kur’an’ın da okuyucuya hiçbir faydası olmayacaktır. Sonuç olarak şunu söyleyelim; bize göre, sadece Kur’an’ı anlamadan okumanın yeterli olduğu şeklindeki anlayış yanlıştır. Bu anlayışın ortaya çıkmasının sebeplerinden biride “Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir” hadisinin yanlış anlaşılmasıdır. Halbuki bu hadisi “Sizin en hayırlınız Kur’an’ı okuyan, anlayan ve hayatını O’na göre düzenleyendir.” şeklinde anlamamız, Kur’an’ın indiriliş amacına daha uygun bir yorum olacaktır.

Sağlıklı bir Kur’an anlayışı oluşması için Kur’an-ı Kerim’i nasıl okumalıyız?

Yukarıda geleneksel islami anlayışın Kur’an’a yaklaşımları hakkında bilgi vermeye çalıştık. Şimdi; müslümanın sağlıklı bir Kur’an anlayışına sahip olması için, Kur’an’ı Kerim’i nasıl okuması gerektiğini açıklamaya çalışalım.

1. Kur’an okumaya Allah’ın adıyla başlamalıyız. İslam dinine göre, her meşru işe ve her salih amele Allah’ın adıyla başlanması gerekmektedir. Bu temel kaide, Kur’an-ı Kerim okuma içinde geçerlidir. Bu yüzden Kur’an okumaya da Allah’ın adıyla başlanmalıdır. Kur’an-ı Kerim’deki “Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [250] ayeti Kur’an okumaya Allah’ın adının anılarak başlanılması gerektiğini belirtmektedir. O’nun okunmasına Allah’ın adını anarak başlayanlar, eğer yaptıkları işi bilinçli yapmışlarsa bu okudukları Kur’an’dan fayda sağlayabilirler.

Ancak günümüzdeki birçok Kur’an okuyucusu, O’nu okumaya Allah’ın adıyla başlamalarına rağmen, O’nun ayetlerini kullanarak kendilerine maddi gelir sağlamayı amaç edinmektedirler. Kur’an-ı Kerim’den maddi menfaat sağlamayı amaç edinen bu insanlara, sonradan ihdas edilmiş kandil gecelerini naklen yayınlayan televizyon programlarında rastlayabiliriz. Bu tipler, törenin başında Allah’ın adını anarak Kur’an okumaya başlar, törenin sonunda yapılan dua bölümünde ise Allah’ın dininin düşmanı Tağutlara dua ettirirler. Bazı Kur’an okuyucuları da, yine Allah’ın adıyla başladıkları Kur’an okumalarını, ücretleri konusunda yaptıkları sıkı pazarlıkla bitirirler. Bu istismarcıların örnekleri oldukça çoktur. Dini geçim vasıtası haline dönüştüren örneklerini yukarıda verdiğimiz bu zihniyetin üyelerinin hiçbiri okudukları Kur’an’ı bilinçli bir şekilde okumamaktadırlar. Zaten O’nu anlayarak okusalardı, asla böyle bir istismara kalkışmazlardı.

2. Kur’an okurken, şeytan ve şeytanlaşan insanların Kur’an’ı anlamaya engel olacak fikirlerinden, Allah’a sığınmalıyız. Kur’an-ı Kerim’deki “…Şeytandan Allah’a sığın ” [251] ayeti şeytan’a karşı dikkatli olmamız gerektiğini, O’nun zararlarından korunmak için Allah’a sığınmak gerektiğini açıklamaktadır. Allahu teala, Kur’an-ı Kerim’de; şeytanın insanları saptıracağını, [252] bu yüzden Müslümanların O’nun adımlarına uymamaları gerektiğini, [253] O’nu ve neslini dost edinmemeleri gerektiğini [254] açıklayarak kullarını bu apaçık düşmana [255] karşı uyarmıştır. Biz Müslümanlarda bu uyarılara kulak vererek bizi hidayetten sapıklığa, aydınlıktan karanlığa çağıran şeytana karşı uyanık olmalıyız. O’ndan bize bir vesvese dokunduğunda hemen Allah’a sığınmalıyız. [256]

Kur’an-ı Kerim’deki “ Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar…” [257] ayeti şeytan denildiğinde hem cinlerden, hem de insanlardan olan şeytanların anlaşılabileceğini açıklamaktadır. Aynı ayetten cin ve insan şeytanlarının yaldızlı sözlerle insanları saptırmaya çalıştıkları da anlaşılmaktadır. Görüldüğü gibi, şeytan ve şeytani fikre sahip olan insanlar, Allah’ın dininin anlaşılmaması veya yanlış anlaşılması için ellerinden gelen gayreti gösterirler. Günümüzde Allah’ın kitabının sağlıklı anlaşılmaması için gayret sarf eden, bazı yöneticileri insan şeytanlarına örnek olarak gösterebiliriz. Mekke döneminde de, Medine döneminde de bu tip İslam düşmanı yöneticilere ve bunlara basın yoluyla destek veren şairlere rastlanmıştır. O dönemin şairlerini günümüzdeki bazı köşe yazarlarına benzetebiliriz. Bunlar nasıl Peygamber ve sahabelerle mücadele ettilerse bunların halefleri olan günümüzün bazı yöneticileri ve bazı medya mensupları da Müslümanlara karşı aynı mücadeleyi vermektedir. Bu grubun mensupları, Müslümanlar aleyhinde; her türlü karalama, iftira ve engelleme kampanyalarını düzenleyerek mücadelelerini sürdürmektedirler. Bize düşen görevse, bunları tanımak ve tuzaklarına düşmemektir.
3. Kur’an-ı Kerim’i düşünerek okumalıyız

Allahu teala kitabında, “Kur’an‘ın gereği gibi okunması” gerektiğini belirtmiştir. [258] Bu yüzden Allah’ın kitabını O’nun istediği şekilde okumalı ve gereğini yerine getirmeliyiz. Gereği gibi okumak denilince, ayetlerin anlamını düşüne düşüne, anlayarak, hissederek ve yaşayarak okumak anlaşılmalıdır. Şimdi Kur’an-ı Kerim’i düşünerek okumanın nasıl olması gerektiğini maddeler halinde açıklamaya çalışalım. [259]

a) Tefekkür ederek okumalıyız: Kur’an insanlara, bir takım ilahi gerçekleri anlamaları için, tefekkürü [260] tavsiye eder. [261] Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de yağmur, hayvan, süt, hurma, üzüm, balarısı örneklerini vererek, [262] uyku ile ölüm arasındaki benzerliği örnek vererek, [263] insanların bunlar üzerinde düşünmelerini tavsiye etmiştir. Bu sebeple Allah’ın kitabının ayetlerini okurken, ayetler üzerinde tefekkür ederek okumalıyız. Çünkü, anlaşılmadan ve üzerinde tefekkür edilmeyen ayetlerin insanı uyarması ve sapık yollardan kurtarması mümkün değildir.

b) Tedebbür ederek okumalıyız: Allahu teala, kitabının ayetlerinin tedebbürle [264] okunmasını tavsiye etmiştir. [265] Çünkü, O’nun ayetleri üzerinde tedebbür etmeyen kişilerin O’nun mesajını ve o mesajın inceliklerini kavraması mümkün değildir. Bu sebeple Allah’ın kitabının ayetlerini okurken; o ayetler üzerinde iyice düşünüp taşınmalı ve onları derinliğine incelemeliyiz. Aksi takdirde Kur’an’dan gereği gibi faydalanmamız mümkün olmaz.

c) Tezekkür ederek okumalıyız: Allahu teala kitabının tezekkürle [266] okunmasını tavsiye etmektedir. [267] Tezekkür; geçmişe yönelik bir düşünme eylemi olan tezekkürden, geleceğe yönelik dersler çıkarılıp ibretler almaktır. Kur’an’ı Kerim’i tezekkürle okumak denildiğinde de; ayetlerde sözü edilen geçmişe mal olmuş hadiseleri düşünerek bugün ve yarınlarımız için öğüt ve ibretler çıkarmak anlaşılmalıdır. Allahu teala Kur’an-ı Kerim’den öğüt alınmasını ve O’nun ayetleri üzerinde düşünülmesini tavsiye etmiş ve bu sebeple de O’nu kolaylaştırmıştır. [268] Ancak buna rağmen insanların birçoğu düşünmeyi ihmal etmiş ve öğüt alamamıştır. [269] Bize göre, düşünmeyi ihmal eden insanların Kur’an’dan öğüt almaları mümkün değildir. Çünkü, Allah’ın kitabında, ancak temiz akıl sahiplerinin tezekkür edip öğüt alacağı açıkça belirtilmiştir. [270]

d) Aklederek okumalıyız: Allahu teala Kur’an-ı Kerim’i aklederek [271] okumamızı tavsiye etmiştir. Kur’an-ı Kerim’in Arapça indirilmesinin asıl amacıda Arapların kendi dilleriyle gelen bu kitabı anlamaları ve üzerinde akletmeleri içindir. [272] Allahu teala, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini aklını kullanan bir toplum için, geniş geniş ve türlü misallerle açıklamıştır. Çünkü, Kur’an-ı Kerim, akıl ve basiret sahiplerine hitap eden ilahi bir kitaptır. Kur’an-ı Kerim’in içerisindeki ayetler; temiz akıl sahiplerine, (Ulul elbab) [273] basiret sahiplerine, (Ulul ebsar) [274] ve aklı selim sahiplerine (Ulu’n nüha) [275] açıklanmıştır. [276] Kur’an; muhataplarına, Akletmez misiniz? [277] Düşünmez misiniz? [278] gibi sorular sorarak muhataplarını akletmeye teşvik etmiştir. Ancak, bu ayetlere rağmen insanların akıllarını pek fazla kullanamayacakları da yine Kur’an’da açıklanmaktadır. [279] Kur’an-ı Kerim; bu kadar uyarılara rağmen aklını kullanmayan ve düşünemeyen toplulukların [280] bireylerini hayvandan daha sapık olarak değerlendirmiş [281] ve onların düşünemedikleri için ateşe gireceklerini belirtmiştir. [282]

Kur’an-ı Kerim’deki en önemli konulardan bir tanesi aklın kullanılmasıdır. Bunu dikkate almayan geleneksel İslami anlayışta, aklın kullanımı sınırlandırılarak akla pranga vurulmuştur. Gelenekçi anlayışa mensup bazı tipler, aklın kullanılmasını tavsiye eden birçok ayeti görmemiş, Kur’an-ı Kerim’deki “Hevasını ilah edinen kimseyi gördün mü? Onun üstüne sen mi bekçi olacaksın!” [283] ayetini görmüştür. Halbuki hevaya [284] tabi olmakla aklı kullanmak aynı şeyler değildir. Aklını kullanmaktan korku duyan tipler, aklı kullanılmasını hevaya tabi olmak şeklinde değerlendirmişlerdir. Bu tipler Kur’an-ı Kerim’e önyargısız yaklaşsalardı, Allahu teala’nın aklı kullanmayı emrederken, hevaya tabi olmayı yasakladığını görürlerdi. Bu zihniyete mensup olanlardan bazıları da “Şeytanda aklını kullandı ve sapıttı, aklını kullananın ayağı kayabilir” diyorlar. Bu iddia saçmadır. Çünkü, hikaye türü bilgiler terk edilip de Allah’ın kitabına müracaat edilse şeytanın sapma sebebinin akletmesi değil, kibirli olması olduğu rahatlıkla görülecektir. [285]

Allahu teala; Kur’an-ı Kerim’de kullarının aklını kullanmasını ısrarla tavsiye etmiş ve insanların akıllarını kullanmamalarına sebep olabilecek engellerden bahsetmiştir. Kur’an-ı Kerim,de menfaat sebebiyle ortaya çıkan heva engelinden, [286] cehalet sebebiyle ortaya çıkan taklitçilik engelinden [287] ve korku sebebiyle ortaya çıkan güçlülere boyun eğme engelinden [288] bahsedilmiştir. Hemen hemen her sayfasında insanı düşünmeye, aklını kullanmaya yönlendiren bir kitabın, aklı devre dışı bırakarak anlaşılması mümkün olamayacağından, aklı kullanmamıza engel olacak olan yukarıdaki engelleri mutlaka aşmalıyız. Aksi takdirde Allah’ın kitabını anlamamız mümkün olmayacaktır.

e) Fıkhederek okumalıyız: Kuran’ın mesajını, derin kavrayış yeteneğine sahip olan ve fıkheden [289] insanlar anlayacaktır. Kur’an-ı Kerim dinde derin anlayışa sahip insanların ve toplumların anlamaları ve üzerinde düşünmeleri için gönderilmiştir. Allahu teala, ayetlerini, fıkheden bir topluma,[290] fıkhetmeleri için açıklamıştır. [291] Kur’an-ı Kerim’de, Şuayb peygamberin Medyen halkına [292] kendi dillerinde ilahi mesajı iletmesine rağmen, kavminin fıkhetmedikleri açıklanmaktadır. [293] Peygamberlerinin kendi dillerinde getirdiği mesajları elbette Şuayb peygamberin kavmi duyup, işitmesine rağmen fıkhetmiyorlardı. Kur’an-ı Kerim’e göre, Kafirlerin kalplerinde perde olduğundan dolayı, onlar fıkhetmez, yani iyiden iyiye gerçeği anlamazlar. [294]

f) Hissederek okumalıyız. Kur’an-ı Kerim’i okurken O’nu hissederek okumalıyız. Hissederek okuma denince; aklın ve kalbin uyanık tutulduğu okuma şekli anlaşılmalıdır. Kur’an-ı Kerim’i sadece bilgi sahibi olmak için okuyanlar, sadece akademik bir kariyer edinmek için okuyanlar, sadece çevresindeki insanlarla tartışmak için okuyanlar duygu ve histen yoksun bir şekilde O’na yaklaştıklarından gereği gibi O’ndan faydalanamayacaktır. Kur’an’ın indiriliş gayesine uygun olmayacak şekilde O’nu okuyan ve O’nu geçim vasıtası haline dönüştüren, O’nu dirilerin kitabı olmaktan çıkartarak ölülerin kitabına dönüştüren kişilerin de O’ndan faydalanabilmesi mümkün değildir

4. Kur’an’ı tedricilik mantığını dikkate alarak okumalıyız. Kur’an-ı Kerim yaklaşık 23 yılda tamamlanmış bir kitaptır. O’nun ayetlerinin bazıları savaş zamanında bazıları barış zamanında nazil olmuştur. O’nun ayetlerinin bir kısmı Mekke’de, bir kısmı da Medine’de nazil olmuştur. O’nun ayetlerinin bir kısmı geçmiş ümmetlerden bir kısmı ise Muhammed ümmetinden bahsetmektedir. O’nun ayetleri, itikadi, ameli ve ahlaki hükümler içermektedir. Bu kadar kapsamlı konuları ihtiva eden Kur’an-ı Kerim’in sağlıklı bir şekilde anlaşılabilmesi için O’nun tedricilik ilkesinin göz ardı edilmemesi gerekir. Kur’an ferdin ve toplumun değişiminde tedricilik ilkesini esas almıştır. Mesela; ilk inen ayetlerde; kafirlere itaat etmemek, onların eziyetlerine sabretme…vb yüklenmişken uzun bir zaman geçtikten ve Müslümanlar cihad için hazır olduktan sonra cihad emri gelmiştir. Bu örnek, Kur’an’ın getireceği nihai hükmü, belirli aşamalardan geçtikten sonra ortaya koyacağını göstermektedir.

Bir müslümanın Kur’an’ın tedricilik ilkesini anlayabilmesi için, O’nun surelerini nüzul sırasına göre okuması gerekir. Bu şekilde okunduğunda hem tedricilik mantığı dikkate alınmış olur, hem de İslam’ın teşri tarihi daha iyi anlaşılmış olur. Bu mantığı dikkate alarak Kur’an’a yaklaşanlar O’nun ayetlerini azar azar anlayarak okumalıdırlar. Böyle okunduğunda fert ve toplum için zararlı olan bir davranışın hangi aşamalardan geçtikten sonra yasaklandığı ortaya çıkar. Mesela; içki çeşitli aşamalar sonucunda nihai olarak yasaklanmıştır. İçkinin yasaklanmasıyla alakalı çeşitli aşamalardan bahseden ayetlere, tedricilik mantığı dikkate alınarak bakıldığında olayın mahiyeti daha iyi anlaşılmış olur. Eğer tedricilik mantığı dikkate alınmazda ayetler üç-beş günde okunup bitirilmeye çalışılırsa Kur’an ayetleri eksik veya yanlış anlaşılır, yani sağlıklı anlaşılamaz. O’nu, bir iki yıl gibi uzun bir zaman diliminde nüzul sıralamasına göre azar azar okursak daha sağlıklı ve daha iyi anlamış oluruz.

Eski alimlerin büyük bir çoğunluğu, Kur’an ayetlerini tedricilik esası yerine nasih-mensuh usulüyle anlamaya çalışmışlardır. Bu yaklaşımı savunanlar O’nun bir kısım ayetlerini devre dışı bırakmak zorunda kalmışlardır. Bize göre bu usule göre ayetleri anlayanlar; tedricilik ilkesi gereği birbirini tamamlayan ayetlerin birbirlerini nesh ettiğini zannetmişlerdir. Biz onların görüşlerine katılmıyoruz.

5. Kur’an-ı tertil üzere okumalıyız Allahu teala Kur’an-ı Kerim’de Kur’an-ı Kerim’i tertil üzere okumamız gerektiğini açıklamıştır. [295] Kur’an-ı Kerim’i tertil üzere okumak demek; O’nu acele etmeden yavaş yavaş ve üzerinde düşüne düşüne anlayarak okumak demektir. Kur’an-ı Kerim tertil üzere okunmalı ki, O’nu anlayabilmek ve hissedebilmek mümkün olsun. Alimlerimizin birçoğu, tertil üzere okumak denildiğinde tecvid kaidelerine riayet ederek okumayı anlamışlardır. Ancak biz onların bu görüşlerine katılmıyoruz. Çünkü, O’nun manasını anlamadan tecvid kaidelerine uygun bir şekilde okumak Kur’an’ın indiriliş gayesine uygun bir okuma değildir.

6. Kur’an’ı tekrar tekrar okumalıyız. Şeytanın Müslümanlara zararlarından bir tanesi de, Rabbinin emirlerini ona unutturmasıdır. [296] Müslüman şeytanın bu zararını önlemek için Kur’an’la irtibatını hiçbir zaman kesmemelidir. Müslüman, O’nun kitabını bazen nüzul sırasına göre, bazen de Kur’an sırasına göre okumalıdır. Ancak hangi sırayla olursa olsun önemli olan O’nu devamlı okumak zorundayız. Çünkü, Kur’an her okunduğunda O’nun farklı bir yönü ortaya çıkacaktır. Ayrıca tekrar tekrar okunduğunda hemen hemen her kitap insanı sıkarken, Kur’an ilk defa okunuyormuş gibi okuyucuyu sıkmamakta ve O her okunduğunda ayrı bir haz vermektedir.

Her Müslüman, gücü nispetinde Kur’an’ı anlamaya çalışmalıdır. Bunun için kendine uygun bir Kur’an araştırma programı hazırlayarak Kur’an bilgisini artırmanın yolunu bulmalıdır. Kur’an bilgisi edinebilmenin bir çok yolu vardır. Kur’an bilgisi elde edebilmek için aşağıdaki yollardan biri seçilebilir. Kur’an-ı Kerim’deki kelime, kavram ve konuların açıklandığı fihristlerden Alfabetik sıraya göre veya konunun önem sırasına göre araştırma yapılabilir. Önceden hazırlanmış paket bir programla temel islami akideler oluşturulmaya çalışılabilir. Kur’an bilgisi edinmenin daha farklı yöntemleri de vardır. Biz burada sadece bir-iki örnek vermeye çalıştık. Önemli olan Kur’an’ı tekrar tekrar okuyarak O’ndan irtibatı koparmamak ve Kur’an’lı bir hayat yaşamaya çalışmaktır. Müslüman; her türlü probleminin çözümünü bulabileceği bu kitabı yanından hiçbir zaman ayırmamalıdır. O’nu otururken, yürürken, çalışırken kısaca her halde okuyarak O’ndan gereken faydayı sağlamalıdır. Şimdi akla şöyle bir soru gelmektedir. Kur’an-ı Kerim her zaman diliminde okunabilir mi? Evet! Kur’an her halde ve her zaman okunabilir. Çünkü, Kur’an okumanın belirlenmiş bir vakti yoktur. O, her zaman diliminde okunacak bir kitaptır. Ancak, gece vakti veya seher vakti, O’nu anlamak ve hissetmek için en uygun zaman dilimi olduğundan mümkün olursa, diğer vakitlerde de okuduğumuz Kur’an’ı bu vakitlerde daha çok okumaya çalışmalıyız. Kur’an-ı Kerim’i özellikle gece okuyarak, O’nun ayetleri üzerinde bol bol tefekkür etmeliyiz. Çünkü gece vakti, insanın kendini dinleyebileceği, okuduğu yazıya daha iyi motive olup, anlama konsantrasyonunun en yüksek olacağı zamandır.

7. Kur’an’ı kendi bütünlüğü içinde, yani kendine özgü mantık kurgusunu dikkate alarak okumalıyız. Kur’an-ı Kerim’deki mesajın daha iyi anlaşılmasını sağlamak için çeşitli yöntemler vardır. Bu yöntemlerden bir tanesi de, Kur’an-ı Kerim’in önemli konu ve kavramlarının bilinmesidir. Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasını kolaylaştıracak olan bu kavramlara “Kur’an’ın anahtar kavramları” diyebiliriz. Bu kavramlar tam olarak kavranılırsa mesajın mantık örgüsü de kavranılmış olur. Kur’an’ın anahtar kavramlarına İbadet kavramını örnek olarak verebiliriz. Kur’an-ı Kerim’de bazı kavramlar vardır ki, bu kavramlar tarihi süreç içerisinde kültür İslam’ının etkisiyle Kur’ani manasından saptırılmıştır. Bu kavramlara da “Kur’an’ın saptırılan kavramları” adını verebiliriz. Kur’an’ı doğru anlayabilmek için bu kavramları da bilmek zorundayız. Kur’an’ın saptırılan kavramlarını çok iyi bilirsek hidayet yolunda ilerlerken önümüze çıkan saptırıcı tabelalara itibar etmez ve sıratı müstakimden sapmayız. Kur’an’daki saptırılan kavramlara veli kavramını örnek olarak verebiliriz. Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinde anlatılan veli anlayışıyla, kültürümüzde anlatılan veli anlayışı birbirinden farklıdır. Çünkü, tarihi süreç içerisinde bu kavramın anlamı saptırılmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de gerek konu gerekse de kavramları araştırdığımızda, o konudaki ayetlerin bütününü dikkate almak zorundayız. Aksi takdirde O’nu sağlıklı bir şekilde anlayamayız. Yukarıdaki belirttiğimiz şekillerde Kur’an-ı Kerim’e yaklaşmayıp, O’nun ayetlerinin sadece bir kısmını esas alarak O’na yaklaşanlar O’nu sağlıklı bir şekilde anlayamayacaklardır. Bu yüzden, Kur’an bütünlüğünü bir yana bırakarak sadece belirli sayıda ayetler üzerinde durmak doğru bir yaklaşım değildir. Bu yaklaşım sonucu Müslümanlar hiziplere ayrılmış ve birbirleriyle mücadele etmektedirler. Bu tür yaklaşımlar, günümüzün Müslümanlarını; fil’i tarif etmeye çalışan ve fil’in dokunduğu her yerini fil zanneden, fil sorulduğunda da “benim dokunduğum yer fil’dir” diyen, kör insanların durumuna düşürmüştür. Bu kör insanlar, fil’in diğer bir organını fil’in kendisi zanneden körlerle tartışmış durmuş yıllarca, hatta yüzyıllarca…Günümüzde de bu durum aynen devam etmektedir. Bir hizip kendi görüşlerini te’yid ettiğini sandıkları ayetleri alıp yorumlamakta, bir başka hizipte Kur’an’daki başka ayetlerin kendi görüşlerini te’yid ettiğini sanmaktadır. Her iki hizipte Kur’an’a bütünlük içerisinde yaklaşamadıkları için birbirleriyle didişip durmaktadırlar. Birbiriyle uğraşıp duran bu hizipçilerin durumuna düşmemek ve Kur’an-ı Kerim’i sağlıklı anlayabilmek için, O’nu bütünlük içerisinde ve kendi mantık örgüsüne göre anlamaya çalışmalıyız.

8. Kur’an’ı önyargılardan uzak olarak okumalıyız. Kur’an-ı Kerim, yüce Allah’ın göndermiş olduğu ilahi bir kitaptır. Bu kitabı anlayabilmek için temel şart; O’nu okuyan okuyucuların önyargıdan uzak olmalarıdır. Gerek tarihte, gerekse de günümüzde birçok kişi mezhep ve hizip önyargısını bırakamadıkları için Kur’an-ı Kerim’i anlayamamıştır. Önyargılarını terk edemeyen insanların büyük bir çoğunluğu, Kur’an’ın evrensel hitaplarını mezhebin ve hizbin dar kalıplarına sıkıştırmışlardır. Mezhepçilik önyargısından kurtulamayan ve insanlara “Sen mukallitsin, ilmihal oku, sakın! meal okuma, okursan sapıtabilirsin” diyen mezhepçilerin ve Kur’an-ı Kerim’e kendi hiziplerinin istismarına maruz kalan ayetleri bulmak için yaklaşan önyargılı hizipçilerin yaklaşımları sağlıklı değildir. Çünkü, O’na bu şekilde yaklaşanlar, O’nu sağlıklı bir şekilde anlayamayacaklardır. Biz Müslümanlar; Allah’ın kitabı olduğunda hiçbir şüphemiz olmayan Kur’an-ı Kerim’e önyargısız yaklaşabilmeli ve O’nu anlayabilmek için elinden gelen gayreti göstermeliyiz.

2. KUR’AN-I KERİM’İ DİNLEMELİYİZ

Mü’minler, Kur’an-ı Kerim’deki ” Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, size rahmet edilsin” [297] ayetinin gereği olarak her nerede olursa olsun [298] Kur’an okunduğunda O’nu dinlemekle yükümlüdürler. Allah’tan geldiğinde şüphe olmayan bu kitabın ayetlerini dinlemek, müslümanın vazifelerinden bir tanesidir. Müslümanın vazifelerinden bir diğeri de; Allah’ın ayetlerine karşı münasebetsizliğin yapıldığı meclislerde oturmamaktır. Kur’an-ı Kerim’deki “Ayetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir; eğer Şeytan sana(bunu) unutturursa, hatırladıktan sonra(hemen kalk), o zalimler topluluğuyla beraber oturma. “ [299] ayeti bu durumu açıklamaktadır. [300] Bu ayetin gereği olarak Müslümanlar Allah’ın ayetlerinin alaya alınıp, hiçe sayıldığı bir mecliste asla oturamazlar. Bu meclislerde oturup ta yaptıklarını cihad sananların ipe sapa gelmez te’villerinin ayetin açık manası karşısında hiçbir değeri yoktur.

Müslümanlar Kur’an-ı dinlerler, Kafirler ise Kur’an’ı dinlemezler ve dinlenilmesine de engel olmaya çalışırlar. Mekke’de yaşayan kafirlerin, Kur’an-ı dinlememek ve dinletmemek için çırpınıp durduklarını Kur’an-ı Kerim’deki “İnkar edenler dediler ki: “Bu Kur’an’ı dinlemeyin, O (okunduğu)nda gürültü edin, …” [301] ayetinden rahatlıkla anlıyoruz. Onlar o zamanın imkanlarına göre gürültü ederek, Kur’an’ın dinlenilmesine engel olmaya çalışıyorlardı. Günümüzün kafirleri ise, Kur’an’ın dinlenilmesine engel olmak için teknolojinin en son imkanlarını kullanmakta ve seleflerinin izlerini aynen takip etmektedir. Onların bazıları; internet sitesi, medya kuruluşu…vb isimler altında İslam düşmanlığı yapmakta ve Kur’an’ın doğru anlaşılmaması için çalışmaktadırlar. Bunların yanında, bazı sivil toplum örgütleri de İslam düşmanlığı yapmaktadır. Bunlar Müslümanların aleyhinde kullanmak için her gün yeni hileler düşünmekte ve yeni tuzaklar kurmaktadır. Biz Müslümanlar, kafirlerin kuracakları bu tuzaklara karşı uyanık olmalıyız. Ayrıca hem İslam düşmanı kafirlerin, hem de hizipçilik bataklığına insanı sürüklemeye çalışan cahil Müslümanların tuzaklarına düşmeden Allah’ın kitabını dinlemeli ve hayatımızı O’nun ilkeleri doğrultusunda düzene koymalıyız.
yimake - avatarı
yimake
Ziyaretçi
16 Mart 2008       Mesaj #4
yimake - avatarı
Ziyaretçi
3. KUR’AN-I KERİM’E İNANMALIYIZ

Allahu Teala, Kur’an-ı Kerim’in kendi katından indirildiğini, [302] O’nun içinde hiçbir eğrilik ve tutarsızlık olmadığını, [303] O’nun benzerinin getirilemeyeceği [304] açıklamıştır. Kur’an-ı Kerim’deki “ Artık Allah’a, elçisine ve indirdiğimiz ışığa inanın…” [305] ayetinde de belirtildiği gibi, Allah’a iman eden her Müslüman O’nun indirdiği kitaba da inanmak zorundadır. Kur’an-ı Kerim’in Allah’tan gelen bir kitap olduğunda şüphe etmesi, Müslüman’ın imanını zedeler ve O’nun İslam ümmetinden çıkmasına yol açar.

Kitabımızın önceki bölümlerinde bazı hadiseleri saptırarak Müslümanların kafalarını karıştıran müşteşriklerden bahsetmiş ve onların iddialarını cevaplamıştık. Şimdi de Kur’an-ı Kerim’in Allah katından indiği konusunda hiçbir şüphesi olmayan, ancak O’na imanının gereğini yapamayan günümüz Müslümanlarından bahsedelim. Bu bölümün başlarında da izah ettiğimiz gibi Allah’ın insanlara yol göstermesi için gönderdiği ilahi rehber, daha sonra indiriliş gayesine uymayacak şekilde kullanılmaya başlandı ve sadece sevap almak için anlaşılmadan okunmaya çalışıldı. Bunun sonucunda da Allah’ın kitabı toplumsal hayatın içinden çekilip çıkartıldı ve terk edilmiş bir kitap konumuna düşürüldü. Zaman içerisinde Kur’an’a iman ettiğini söyleyen ve anlamadan sık sık O’nu okuyan, yaşantılarını ise insanların yazdıkları beşeri kitaplara göre tanzim eden Müslümanlar ortaya çıktı. Bu Müslümanlar Kur’an’ı başucu kitabı olmaktan çıkartarak; bazıları bir şeyhin kerametlerini, bazıları bir mezhebin miadı geçmiş içtihatlarını, bazıları bir meşrebin liderinin fikirlerini baş tacı etmişlerdir. Kur’an’a iman ettiğini iddia eden insanların büyük bir çoğunluğunun maalesef Kur’an’ın önüne geçirdiği bir kitabı olmuştur. Bu kitapların bazılarının Allah katından indirildiğine dair bile iddialar vardır. İnsanlar Allah’tan geldiği iddia edilen bu sahte ilahi kitapları baş tacı ederken, Allah’tan geldiğinde şek ve şüphe etmemeleri gereken Kur’an-ı Kerim’i arka plana atmışlardır. Müslümanların işledikleri bu suç affedilecek bir suç değildir.

Biz, bazı şahısların kitaplarının, onlara ilhamla yazdırıldığı iddiasının, Allah’a atılmış bir iftira olduğunda en ufak bir şüphe duymuyoruz. Yazdıkları kitapların, insanları daha çok etkilemesini sağlamak için O’nun Allah’tan gelen bir kitap olduğunu iddia eden alimlerin yaptıkları affedilecek bir hata değildir. Bu alimlerin bazıları, yazmış oldukları kitapların, kendilerine ilhamla yazdırıldığını, bu kitapların Urvetü’l vuska ve Hablullah olduğunu ve bu kitaplara tabi olanların necat bulacaklarını iddia etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda gerçek Hablullah’ın Allah’ın kitabı olduğu [306] ve yine gerçek Urvetu’l Vuska’nın da Allah’ın kitabı olduğunu [307] görmekteyiz. Yine Allah’ın kitabında “Peygamberle birlikte indirilen Nur’a uyanların kurtuluşa erecekleri açıkça belirtilmiştir. Araf suresinin 157. ayetinde geçen bu Nur’un, Kur’an’dan başka bir nur olmadığı apaçık ortadadır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; Allah’tan gelen Nur’u bırakıp ta sahte Nurlara tabi olan, gerçek Hablullah’ı bırakıp ta sahte Hablullah’lara tabi olan ve gerçek Urvetu’l Vuska’yı bırakarak sahte Urvetu’l vuska’lara tabi olan insanları; pazarlık yapmadan ve gereksiz te’villere girişmeden inandıklarını söyledikleri kitaba teslim olmaya davet ediyoruz. Bu davetimize kulak asmayan ve Kur’an’ın önüne geçirilmiş sahte ilahi kitaplara tabi olmaya devam eden kimseleri şeyhleri de, üstatları da asla cehennem azabından kurtaramayacaktır. Bize göre, günümüzde yaşayan Müslümanlar için Allah’ın gönderdiği hidayet rehberinden başka bir rehber yoktur. Allah’ın gönderdiği hidayet rehberi de Kur’an-ı Kerim’dir. Biz Müslümanlar O’na inanır ve O’nun hükümlerine göre hareket ederiz.

4. KUR’AN-I KERİM’E TABİ OLMALIYIZ

Bir Müslümanın Kur’an-ı Kerim’in Allah’tan geldiğine kalben inanması gerekmektedir. Ancak sadece inandım demesi yeterli değildir. Kur’an-ı Kerim’in Allah’tan geldiğine kalben inanan bir Müslüman, aynı zamanda O’nun hükümlerine tabi olmak zorundadır. Çünkü, Kur’an-ı Kerim, muhataplarından iman etmekle kalmayıp, O’na tabi olmalarını istemektedir. [308] Kur’an-ı Kerim; Tevrat’ı bilmelerine rağmen, O’nun emir ve yasaklarına tabi olmayan [309] Ehl-i kitap alimlerini kitap yüklü eşeklere benzeterek [310] onları eleştirmiştir. Biz Müslümanlar da, Ehl-i kitap alimlerinin durumlarına düşmemek için bildiğimiz hükümleri hayatımıza tatbik etmek zorundayız. Aksi halde, okuduğumuz bilgi gözümüzü yormaktan başka bir işe yaramaz.

Sahabelerin büyük bir çoğunluğu, Kur’an’ı okuyup ezberlemekle kalmamış O’nun hükümlerini hayatlarına tatbik etmişlerdi. Onlar ilk nesilleri eğiten Kur’an-ı Kerim’le doğrudan doğruya muhatap olduklarından, Kur’an onların hayatlarında olağanüstü değişiklikler ortaya çıkarmıştı. Kur’an’la tanışmadan önce birçok haramı gözünü kırpmadan yapabilen birçok sert tabiatlı sahabe, Kur’an’la tanıştıktan sonra tamamen değişmiş ve Allah’ın haram kıldığını asla yapmayan şefkatli insanlara dönüşmüştür. Ancak Müslümanların Kur’an-ı Kerim’e olan bu bağlılıkları çok uzun sürmemiş ve zamanla zayıflamıştır. İnsanlar, sosyal, siyasi ve dini birçok olayların neticesinde ortaya çıkan itikadi, ameli ve siyasi mezheplere tabi olmuşlardır. Daha sonra tabi oldukları mezheplere taassupla bağlandıkları için Kur’an-ı Kerim’den uzaklaşmaya başlamışlardır. İnsanlar Kur’an’a tabi olmayı bırakıp mezheplerin ve meşreplerin görüşlerini içeren kitaplara tabi olmuşlardır. Bu kitaplara tabi olan insanlar, mezhep ve meşrep görüşlerini ortaya atan alimlerin sözlerine tabi olmuş ve onların sözlerini vahy mertebesine çıkarmıştır. Yukarıdaki iddiamıza Hicri 4. Yüzyılda yaşayan meşhur Hanefi alimi İmam Kerhi’nin söylediklerini delil olarak gösterebiliriz. İmam Kerhi; müçtehid alimlerin sözlerine aykırı düşen ayet ve hadislerle amel etmenin caiz olmadığını belirtmiştir. Kerhi’ye göre; mezhep imamlarının görüşlerine zıt olan ayet ve hadis görüldüğünde ya mensuh kabul edilmeli, ya da o nasslar te’vil edilmeymiş! Kerhi, bu sözleriyle mezhep imamlarının içtihatlarında yanılabileceği gerçeğini adeta reddetmiş, onların içtihatlarını kesin nass konumuna çıkarmaya çalışmıştır. Bunu yapmak için gerektiğinde ayetlerin hükümlerini bile ortadan kaldırmış, yani onları mensuh kabul etmiştir. Günümüzde Kerhi gibi eski alimlerle aynı kanaati paylaşan birçok alim vardır. Günümüz Müslümanlarını Kur’an’a dayalı ilkeler etrafında birleştirmeyi düşünemeyen ve Kerhi ile aynı kanaati paylaşan mezhepçi alimler; Müslümanların “Vahdeti”nin ve “Ümmet şuuruna erişmeleri”nin önündeki en büyük engellerdir. Bu problemin çözümü nedir? Bize göre bu problemin çözümü; Kur’an’ı yeniden hayat rehberi olarak kabul edip O’na tabi olmaktır. Bu çözüme itibar edilmediği müddetçe, Müslümanlar içine düştüğü bunalım ve sıkıntılarından asla kurtulamayacaktır. Günümüzde birçok Müslüman Allah’ın kitabına tabi olmayıp ta, hiziplerin kitaplarına bağlı olduğundan, onların sıkıntıları azalmayarak artmıştır. Biz Müslümanlar olarak bizi Kur’an’ı anlamaktan alıkoyacak hiçbir kitaba ve şahsa tabi olamayız. Biz sadece Allah’tan gelen ilahi rehbere tabi olmalıyız. Allah’ın kitabına tabi olan Müslümanların; itikad, amel ve ahlaklarında farklılıklar ortaya çıkar. Şimdi bunlara örnekler verelim.

a. Kur’an’a tabi olan kimsenin itikadi durumu: Müslümanlar; şirki ve şirke düşüren halleri, küfrü ve küfre düşüren halleri bilmek zorundadır. Müslüman olduğunu söyleyen herkesin; kişi, meclis ve kurumların, Allah’ın hükmünün yerine geçmek üzere hüküm koyamayacağını ve Allah’la Müslümanların arasına hiçbir ölü ve diri aracının giremeyeceğini bilmesi gerekir. Bu bilgileri, Allah’ın kitabını anlayarak okuyan ve O’na tabi olan her Müslüman kolaylıkla öğrenebilir. Allah’ın kitabına tabi olmayarak, hurafe kitaplardan edindikleri bilgilere tabi olanların ise bunları anlayabilmeleri imkansızdır. Allah’ın kitabını bırakarak hurafe kitaplara tabi olan Müslümanların bir çoğu; Allah’a şirk koşulmuş olan amelleri, Allah’a yakınlaşmak adına yapmaktadır. Kur’an’a tabi olmayan bu tipler, Allah’ın şirk koşulmasını bağışlamayacağından [311] ve şirk koşanın amellerinin boşa çıkacağından [312] habersiz bir şekilde yaptıkları şirke karşılık Allah’tan ecir bile beklemektedirler. Biz, gerek Allah’ın hüküm koyma yetkisini, O’ndan başkasına vererek Allah’a Rububiyette şirk koşanları, gerekse de Allah’ın bazı vasıflarını insanlara vererek Allah’a Uluhiyette ve sıfatlarında şirk koşanları Kur’an-ı Kerim’in ayetleriyle uyarmalıyız. Ancak, Allah’ın kitabından uzaklaşmış olmaları bir yana, yıllardır cahili düzenlerin ve cahil Müslümanların din istismarlarına maruz kalmış olan bu tipleri uyarmak sanıldığı kadar kolay değildir. Onlar bizden rahatsız olup bizi din düşmanlığı yapmakla suçlasa, hatta tekfir bile etse, yine de biz onlara şefkatle yaklaşmak zorundayız. Onların bize yapacakları hakaret ve iftiralar asla bizi yıldırmamalıdır. Bizim mücadelemiz, bu insanları Kur’an’la tanıştırma mücadelesidir.

b. Kur’an’a tabi olan kimsenin ameli durumu: Kur’an’a tabi olan kimse, Allah’ın emrettiklerine sımsıkı sarılırken, O’nun yasakladıklarından da şiddetle kaçar. Günümüzde Allah’ın kitabı olan Kur’an-ı Kerim’e tabi olmayan Müslümanların varlığı malumdur. Bu Müslümanlar, Allah’ın emir ve yasakları konusunda duyarsız kalırken, hizbin liderinin ortaya koydukları emir ve yasaklar konusunda oldukça hassastırlar. Hizipçilerin bu davranışı doğru değildir. Onlar, hizbin menfaatleri doğrultusunda hizip liderlerinin emir ve tavsiye ettiği her ameli meşru görmektedirler. Onların birçoğu rakip hizipler hakkında iftira atmayı mübah görmüşlerdir. Halbuki Kur’an’a tabi olan kimse, Allah’ın yasakladığı bu amelleri; hizbin maslahatı, hizip liderinin maslahatı…vb bahanelerle yapamaz. Davetçi bir Müslüman, Kur’an’dan uzaklaşmış her kesimi, Kur’an’a davet ettiği gibi, hizbin öğretilerine tabi olan bu kesimleri de Kur’an’a davet etmelidir.

Kur’an’a tabi olan kimse, Allah’ın dinine sımsıkı sarılır. Onun dinini yaşamakta laubali olmaz. Ancak günümüz Müslümanların büyük bir çoğunluğu dinin emir ve yasaklarını anlama ve yaşama konusunda laubali davranmaktadır. Bu Müslümanlar, Allah’ın dinini anlamak ve yaşamak için zaman bulamazken, daha fazla para kazanabilmek için adeta günün 24 saatini değerlendirmeye çalışmaktadırlar. Hesap günü şuuru’na sahip olamayan bu tip Müslümanların, Kur’an’a tabi olmalarını ve amellerini Kur’an ve Sünnete uygun tarzda yapmalarını tavsiye ediyoruz. Bu tavsiyelerimize kulak asmayan ve Allah’ın kitabına tabi olmayan bu tip Müslümanların hesap gününde umduklarını bulmaları mümkün değildir.

c. Kur’an’a tabi olan kimsenin ahlaki durumu: Kur’an’a tabi olan kimse dost arkadaş ve akrabaları tarafından sevilir ve sayılır. Kur’an’a tabi olan kimseden gayri ahlaki hiçbir davranış görülmez. O, ticaretinde dürüst olur, kimseye haksızlık etmez. Çevresindeki insanlara faydalı olur, fakir fukarayı görüp gözetir. Kur’an’a tabi olan kimse, çevresinde emin olarak bilinir. Asla başkaları hakkında iftira atmaz, asla yalana tenezzül etmez. Kur’an-ı Kerim’i kendisine rehber edinerek O’na tabi olan Müslümanlar, yukarıda örneklerini verdiğimiz güzel davranışların hepsini yapmaya çalışırken çirkin davranışlardan da kaçınmaya çalışır. Kur’an-ı Kerim’e tabi olmayanlar ise böyle değildir. Onların bazı davranışları Kur’an’a uygunken, bazı davranışları Kur’an’ın hükümleriyle taban tabana zıt olmaktadır. Günümüzde yaşayan Müslümanların birçoğu bir mekruhu yapmamak için çırpınıp dururken, Allah’ın yasakladığı yalanı açıkça söylemektedirler. Bu yaklaşımın Kur’an’a uygun bir yaklaşım olmadığı ortadadır.

5. KUR’AN-I KERİM’DEN BAŞKASINA TABİİ OLMAMALIYIZ.

Yukarıda da açıkladığımız gibi Müslüman için, Kur’an’dan daha doğruya götürecek hiçbir kitap yoktur. Bu yüzden Müslümanlar O’na tabi olmak zorundadır. Çünkü Kur’an Allahu teala tarafından vahyedilmiş ilahi bir kitapken, O’nun dışındaki kitaplar insanların elleriyle yazdıkları beşeri kitaplardır. Allahu teala Kur’an-ı Kerim’de “İşte bu (Kur’an) indirdiğimiz mübarek kitaptır. O’na uyun ve korununki size rahmet edilsin [313] diye tavsiyede bulunulmuş ve Kur’an’a tabi olunması gerektiğini belirtmiştir. Kur’an-ı Kerim’deki “Ey insanlar size Rabbinizden indirilene uyun ve O’ndan başka velilere uymayın…” [314] ve “ İşte benim doğru yolum budur, ona uyun, (başka) yollara uymayın ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın!…“ [315] ayetlerinde de Kur’an’ı bırakıp başka rehberlere tabi olunmaması gerektiği tavsiye edilmektedir. Kur’an’ın bu tavsiyesini dikkate almayarak, O’na tabi olmayanlar; şeytana, heva ve hevese, Allah’ın yolundan saptıran dini ve siyasi liderlere tabi olurlar. Kur’an’ı bırakarak, şeytana, heva ve hevese, bazı liderlere…vb tabi olanların ise karanlıklardan kurtulup Nur’a çıkmaları ve sıratı müstakime ulaşmaları mümkün değildir.

Yukarıdan beri, Kur’an’dan başkasına tabi olmamak gerektiği üzerinde ısrarla durduk. Bu konuda ısrar etmemizin nedeni; Müslümanların tamamına yakını dilleriyle bizim dediklerimizi aynen ikrar etmelerine rağmen, amelleriyle bizim dediğimizin tam tersini yapmış olmalarıdır. Bazıları bizim Kur’an’a tabi olmak konusundaki ısrarımızı yanlış yorumlayıp, bu söylediklerimizle Sünneti inkar ettiğimizi iddia edebilir. Biz böyle bir şey demiyoruz. Çünkü; Allah’ın kitabına tabi olmak, peygamberin sünnetini inkar etmek değildir. Zaten Kur’an’a tabi olan, peygambere de tabi olunması gerektiğini “Deki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun, ki Allahu Teala’da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” [316] ayetine ve benzeri ayetlere bakarak rahatlıkla anlayacaktır. Bize göre, Kur’an’ı te’yid eden, Kur’an merkezli Sünnete tabi olunması demek zaten Kur’an’a tabi olmak demektir.

Kur’an-ı Kerim’e tabi olmayan insanların itikadi, ameli ve ahlaki konularda Allah’ın haram sınırlarını aşacakları muhakkaktır. Allah’ın kitabına tabi olmayan insanlar, şirk, küfür…vb gibi itikadi bozuklukları, namaz kılmamak, oruç tutmamak …vb gibi ameli bozuklukları ve insanlar hakkında iftira atıp yalan söylemek …vb gibi ahlaki bozuklukları hiçbir zaman terk edemeyeceklerdir. Şimdi, Allah’ın kitabına tam olarak tabi olmayan geleneksel İslami anlayış mensuplarının yaptıklarına örnekler verelim.

Kur’an-ı Kerim’de Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının yeni haramlar icat ederek veya haramları hile ile helal şeklinde yorumlayarak yaptıkları tahrif eleştirilmiş ve bu davranışı kabullenen kişilerin o din adamlarını Rabb kabul ettiklerini açıklanmıştır. [317] Bu gerçeği idrak edemeyen bir çok Müslüman bazen mezhep alimlerini, bazen de hizip liderlerini Rabb konumuna yükseltmektedir. Cehalet sebebiyle ortaya çıkan bu yanlışlığı dini konularda çalışma yapan alimlerin gidermeye çalışmaları gerekir. Bize göre bunu önlemenin tek yolu; Kur’an kültürünü çok iyi bir şekilde kitlelere ulaştırmaktır. Kur’an kültürüne sahip olan ve Kur’an’ı başucu kitabı haline getiren aklı ve vicdanı hür Müslümanlar çoğaldıkça şuursuz taklid yerini şuurlu taklide bırakacaktır. Şuurlu bir şekilde taklid yapan Müslümanlarınsa hem mezhebe hem de hiziplere bağlılıkları ölçülü olacaktır. Ölçüsüz bir mukallitin; taassupla mezhepçiliğin yayılması için mücadele veren gelenekçi alimlerle, bunların görüşlerine körü körüne tabi olan hizip liderlerinden başka hiçbir kimseye faydası yoktur.

Kur’an’a tabi olmayan insanların bir kısmı da, Allah’ın kitabıyla kendileri arasına çeşitli aracılar koymuşlardır. Bu aracılara; şeyh, veli, abi, mezhep imamı, üstat, hizip lideri gibi aracıları örnek olarak verebiliriz. Bunların bir kısmı, Kur’an’ın anlaşılmasına yardım edeceklerine, tam tersine onların anlaşılmasına engel olmuşlardır. Bu aracıların koydukları bazı kurallar, zamanla Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin önüne geçirilmiştir. Hatta bu aracılardan bazıları zamanla Rabb konumuna çıkarılmıştır. Rabb konumuna çıkarılan liderlerin bir çoğu Allah’ın kitabından insanları uzaklaştırarak, onları kendi görüşlerine yönlendirmişlerdir. Liderler tarafından yönlendirilen insanlar ise, hayatının kalan bölümlerini “kitapsız” yani Kur’an’sız olarak geçirmek zorunda kalmışlardır. Bu insanlar liderlerin direktiflerini Kur’an ayetlerinin önüne geçirmişlerdir. Biz Müslümanlara, liderlerinin ortaya attıkları miadı geçmiş fıkhın fer’i konularını bırakmalarını ve kayıtsız ve şartsız Allah’ın kitabına tabi olmalarını öneriyoruz. İnsanların önüne miadı geçmiş ayrıntıları Din diye çıkartan bu liderler, İslam’ın ve Kur’an’ın anlaşılmamasının en başta gelen sebebidir. Biz Müslümanlara düşen görev, bu liderlerin avuttukları ve dolaylı olarak uyuttukları masum insanları vahyle tanıştırmaktır. Bu hedefe ulaşabilmek için, önce aldatılan insanların; sağda solda suçlu aramak yerine, liderlerini sorgulayıp kendi kendilerine bir özeleştiri yapmalarını sağlamaya çalışmalıyız. Bu özeleştirinin sonucunda görülecektir ki, başarısızlığımızın müsebbiplerinin başında bizi avutan ve uyutan liderlerimiz gelmektedir.

Kur’an’a tabi olmayan insanların bir kısmı da, Kur’an-ı Kerim’e taban tabana zıt görüşler ortaya atarak şirke düşecek sözleri sarfeden tarikat şeyhlerine tabi olmuşlardır. Bu şeyhlerin çoğunluğu, insanları, Allah’ın kitabına tabi olmaya değil de, kendilerine tabi olmaya çağırmışlardır. Bu iddiamıza Türkiye’de şeyhlik yapan birçok şeyhin kitaplarından delil verebiliriz. Ancak meselemiz bu olmadığından, sadece Şeyh Nazım Kıbrısi adlı bir şeyhin sözlerini aktaralım. Şeyh Nazım Kıbrısi, Tasavvufi Sohbetler adlı kitabında “İstersen allame-i cihan ol, bütün Kur’an-ı Kerim’i tefsirleriyle beraber ezber et, bütün hadislerin hepsini iç dört mezhebin iman ve ahkamlarını ezberde tut, yolu bilen birine (şeyhe) tabi olmazsan olduğun yerde kalırsın.diye belirtmiştir. [318] Müritlerine bu şekilde öneri yapan şeyhlerin, onları ellerine kartvizit yazarak başka bir şeyhe göndermedikleri de bilinen bir gerçektir. Görüldüğü gibi şeyhler bu sözleriyle insanlara “Kur’an ve Sünnete tabi olmana gerek yok bana tabi ol ben zaten seni oraya götürüyorum” demektedirler. Yukarda aktardığımız sözlerin, Kur’an’a tabi olmayın da gelin bana tabi olun demek olduğu gün gibi ortadadır.

Kur’an’a tabi olmayan insanların bir kısmı da, “Allah’a nasıl hesap vereceğiz?” Merkezli düşünceden koparılmış sadece “İktidara nasıl gelebiliriz?” merkezli düşüncelere saplanmışlardır. Bu insanlara tabi olan ve onların söylemlerini dikkate alan insanlar için tek bir mesele vardır ki, o da birilerini iktidara getirmektir. Dini duyguları istismar edilen ve Allah’ın adıyla aldatılan bu insanların Kur’an’ın ayetleriyle uyandırılması gerekmektedir. Onlara temel İslami akideleri öğreterek Ahiret gününü hatırlatmaya çalışmalıyız. Biz Müslümanlar, Allah için insanlardan görev isteyen şahıs ve partinin ismi ne olursa olsun bu istismara malzeme olmamalıyız.

6. KUR’AN-I KERİM’LE ÖĞÜT VERİP, O’NA DAVET ETMELİYİZ

Allahu teala, peygamberine; insanları Rabbine çağırmalarını emretmiştir. Kur’an-ı Kerim’deki “…Rabbine davet et…” [319] ayeti bunu açıklamaktadır. Kur’an-ı Kerim’deki “…Ben (insanları) O’na davet ederim, dönüşümde O’nadır.“ [320] mealindeki bir başka ayete baktığımızda peygamberin bu uyarıya uyarak insanları Rabbine davet ettiği görülmektedir. Yüce Allah’ın göndermiş olduğu bütün peygamberler de aynı şekilde hareket ederek kavimlerini Rabbine davet etmişlerdir. Hz Musa’nın; Hz Harun’u yanına alarak Firavun’a gitmesi ve O’na, Allah’ın emrettiği şekilde [321] ve O’nun ayetleriyle [322] tebliğ etmesi, öğüdün ve davetin Allah’ın ayetleriyle yapılması gerektiğini açıklayan güzel bir misaldir. Bilindiği gibi Allah’ın ayetleriyle kavimlerine öğüt vermeye çalışan Peygamberlerin ortak daveti “…Allah’tan başkasına kulluk etmeyin…” [323] şeklinde olmuştur. Ancak o toplumun yöneticileri olan mele sınıfı; iktidar, saltanat…vb menfaatlerini kaybetmemek için peygamberlerin davetlerine karşı çıkmışlardır. Peygamberimizden önce gönderilmiş olan peygamberlerin davetleri de, o peygamberler dönemindeki mele sınıfı tarafından kabul edilmemiştir. Peygamberimiz zamanında yaşayan Mekke toplumunun mele sınıfı da, aynı şekilde hareket etmiş ve peygamberimizi reddetmiştir. Bu bir sünnetullah’tır ve bu sünnetullah günümüzde de aynen devam etmektedir. Günümüz toplumunda yaşayan davetçiler, Allah’ın ayetlerini açık ve net olarak tebliğ ettiklerinde karşılarında bu toplumun mele’lerini bulmaktadırlar. Mesajın meleleri rahatsız etmeyecek şekilde kapalı ve karmaşık bir şekilde aktarılması halinde, meleler itiraz etmemekte, ancak davette davet olmamaktadır. Biz Müslümanlar olarak mele takımının yapmaya çalıştıkları engellemelere rağmen, davet görevimizi açık ve net olarak sürdürmek zorundayız. Ancak bu daveti ne ile yapılacağız? Şimdi bu sorunun cevabına kısaca değinelim.

Biz Müslümanlar, insanları davet ederken, bu daveti; bir mezhebin veya bir meşrebin kitabına göre değil, Allah’ın kitabına göre yapmalıyız. Onları falan filan hocanın kitaplarına ve görüşlerine değil de Allah’ın kitabına davet etmeliyiz. Kur’an-ı Kerim’deki “…Kur’an ile öğüt ver” [324] ayeti insanlara verilecek öğüdün Kur’an’la yapılmasını gerektiğini açıklamaktadır. Bu ayetten İslam’a davet edip, çağıranların bu davetlerini Kur’an’la yapmaları gerektiği ortaya çıkmaktadır. [325] Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Bir Müslümanın davetini; falan filan hocanın, bir hizbin veya bir mezhebin öğretileriyle değil de, Kur’an’la yapmalıdır. Çünkü;

a. Günümüz Müslümanlarının sorumlu olabilmeleri ve sorumluluklarının gereğini yapabilmeleri için onları Kur’an’la tanıştırmak zorundayız. Onların sorumlu olabilmeleri için Kur’an’ın mesajından haberdar olmaları gerekir. Aksi takdirde muhatabın “bize anlatan olmadı “şeklinde bir itiraz hakkı doğardı. Bu nedenle biz, Allah’ın kitabıyla çevremizdekilere öğüt vermeliyiz. Çünkü, insanlar bir hocanın, bir meşrebin ve bir mezhebin görüşlerinden sorumlu tutulmayacak sadece Allah’ın kitabından sorumlu tutacaklardır. Biz davetçilerde, onları sorumlu olacakları kitapla tanıştırmak zorunda olduğumuzdan davetimizi Kur’an ayetlerine göre yapmalıyız.

b. Biz Müslümanlar; insanları Allah’ın dinine ve kitabına davet etmek istiyorsak, bunu en güzel ve en güçlü sözle yapmak zorundayız. Çünkü; en güzel ve en güçlü sözle davet yaptığımızda muhatabımız ikna olacak ve bizde başkalarını kazanmanın mutluluğunu duyacağız. Yani, Allah’ın sözleri, beşerin sözlerinden daha etkili ve güçlü olduğundan dolayı O’nun ayetleriyle insanları davet etmeliyiz.

c. Yüce Allah insanı yaratmış olduğundan, onun zayıf taraflarını bilmektedir. Bu yüzdende insanlara gücünün üstünde bir sorumluluk yüklememiştir. Yüce Allah’ın insanın taşıyabileceğinden fazlasını yüklemeyeceği gerçeğinden hareketle davetimizi insanların taşıyabileceklerini bilen Allah’ın ayetleriyle yapmak zorundayız. Böylece insanlara yeni yeni hükümler ihdas etmemiş ve onlara zulüm yapmamış oluruz. Bu kurala riayet edilmediğinden insanlar falan filan kişilerin yükledikleri sorumluluklarının altında ezilip durmaktadır.

d. Biz Müslümanlar, İslam dininin emir ve yasaklarını çevremizdeki insanlara aktarmak ve onları Allah’ın dinine davet etmek zorundayız. Bu daveti yaparken önümüze iki yol çıkmaktadır; ya Allah’ın dininin davetçisi olacağız, ya da farklı İslam anlayışlarından birinin davetçisi olacağız. Genel olarak baktığımızda hemen hemen tüm İslam coğrafyasında, din’i farklı yorumlayan ve kendi yorumlarını din sanan ve kitleleri buna davet eden alimlerin varlığı malumdur. İşte davetlerini Allah’ın kitabına değil de, kendi kitaplarına yapan bu tip alimler yüzünden yüzlerce İslam anlayışı ortaya çıkmakta ve insanlar kime inanacaklarını şaşırmaktadır. Bize göre Müslüman, Kur’an ayetlerinin, taşıyıcısı ve davetçisi olmalıdır. Asla, bir şahsa, bir hizbe ve bir mezhebe insanları davet etmemelidir.

7. KUR’AN-I KERİM’İN HÜKÜMLERİYLE HÜKMETMELİYİZ.

Yukarıda Müslüman fertlerin Kur’an-ı Kerim’e karşı yapmaları gereken vazifelerden bahsettik. Bu vazifelerin başında, Müslümanın O’nun hükümlerini anlaması ve hayatına tatbik etmesi olduğunu açıkladık. O’nun hükümlerini hayatına tatbik etmek demek; Müslümanın inancını, ibadetini ve ahlakını Kur’an ayetlerine uygun bir şekilde düzenlemesi demektir. Fert olarak Allah’ın emir ve yasaklarını nefsinde tatbik eden yani nefsinde Allah’ın hükümleriyle hükmeden Müslümanlar; toplumu idare ettiklerinde de Kur’an-ı Kerim’in hükümleriyle hükmetmelidir. Kur’an-ı Kerim’de Müslümanların ihtilaf halinde Kur’an’ın hükümlerinin esas alınması gerektiğini açıklayan bir çok ayet vardır. [326] Bu ayetlerde heva ve hevesten kaynaklanan cahiliye hükmünün bırakılması ve Allah’ın hükümlerine tabi olunması istenmektedir. [327] Eğer böyle yapılmadığı takdirde, “ben Kur’an-ı Kerim’in Allah’tan gelen emir ve yasakları ihtiva eden bir kitap olduğunu kabul ediyorum, ama o emir ve yasakları tatbik etmeye yanaşmıyorum” denilmiş olur ki bir müslümanın böyle düşünmesi mümkün değildir. Çünkü, kişinin bu şekilde düşünmesi, onun diliyle söylediği iman iddiasını ameliyle yalanladığını göstermektedir. Kur’an-ı Kerim, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeye yanaşmayan ve kendilerinin heva ve heveslerinden çıkardıkları kanunlarla insanları idare etmeye çalışan bu insanları fasıklar, [328] zalimler [329] ve kafirler [330] olarak tanımlamaktadır. Müslüman kişi, bu tip insanların çıkarmış oldukları hükümlere itibar etmemeli ve Allah’ın hükümlerinden başka hüküm aramamalıdır. Çünkü, Müslüman için Allah’tan daha iyi hükmü kimse veremez. [331] Allah’ın hükümleriyle hükmedilince; bir grubun lehine, başka bir grubun aleyhine hüküm verilmesi mümkün değildir. Halbuki idarecilerin kendi heva ve heveslerinden çıkartacağı kanunların bazıları bir grup insanın lehine olurken, bir başka grubun aleyhine olmaktadır. Halkının bir kısmına zulüm yapan yöneticilerin koyduğu kanunlarla yönetilen ülkelerdeki düzen, zulüm düzenleridir. Halbuki, Allah’ın hükümlerinin (doğru olarak) tatbik edildiği yerlerde asla zulüm olamaz. Tarihi süreçte bazı zalim yöneticilerin; halkının bir kısmına Din adına zulüm ettiği bilinen bir gerçektir. Biz bu gerçeği inkar etmiyoruz. Ama bu şekildeki uygulamaların İslam’ın hükümlerinin doğru uygulanmasından değil de, yanlış uygulanmasından kaynaklandığını iddia ediyoruz.

Çağımızda, bazı kesimler; Kur’an’ın hükümlerinin hiçbirisinin günümüzde tatbik edilemeyeceğini, onların miadlarının geçmiş olduğunu ve o hükümlerin Mekke ve Medine’de yaşayan insanların sorunlarına çözüm olabileceğini, ancak günümüz insanının sorunlarını çözemeyeceğini iddia etmektedirler. Bu iddia sahipleri, mezheplerin dar kalıplarına sıkışan ve mezheplerin yorumlarını adeta “tartışılamaz evrensel hükümler” olarak gören ve onları “nass” konumuna çıkaran mezhepçilere tepki olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü, mezhepçiler, mezhep imamlarının binlerce yıl önce söylemiş olduğunu söyledikleri miadı geçmiş bazı bilgileri tartışmaya asla yanaşmamış tartışanları da “mezhepsiz” “sapık” gibi itham ve iftiralarla sindirmeye çalışmışlardır. Mezhep imamlarının sözlerini tarihsel bir söz gibi değil, evrensel bir hüküm gibi gören mezhepçilere karşı, Allah’ın evrensel hükümlerinin tarihsel bilgiler olduğunu iddia eden kesimler ortaya çıkmışlardır. Biz hem mezheplerini din edinenlere, hem de bu tepki sahiplerine katılmıyoruz. Bize göre Kur’an’ın emirleri evrenseldir. Ancak O’nun bazı hükümleri çağımıza göre farklı yorumlanabilmelidir. Bazı kesimlerde, Kur’an’ın yukarıda belirttiğimiz gibi, çağa göre yorumlanmasını Kur’an’ın manalarını değiştirme olarak algılamışlardır. Bu anlayış doğru değildir. Çünkü Kur’an’ı çağa göre yorumlayacak olanlar, O’nun itikadi hükümlerini, ibadetle ilgili hükümlerini ve ahlaki hükümlerini değiştiremezler. Mesela; bir namazı çağımıza uygun yorumlayarak “artık namazları günde bir defa kılabilirsiniz” diyemezler. Ancak külli kaideleri Kur’an’da belirtilmiş olan muamelat ve ukubat gibi konulardaki bir hükmün; illeti akılla biliniyorsa, o hükmün uygulamasındaki araç zamana bağlı olarak değiştirilebilir. Allah’ın resulü kendi döneminde hangi aracı kullanarak ayeti tatbik ettiyse, bizde amacı dikkate alarak günümüz şartlarının gerektirdiği başka bir aracı kullanabiliriz. Ancak bu davranış; amaçla aracı karıştıran zihniyetlerce, Sünnete zıt hareket etmek ve ayetlerin anlamlarını saptırmak olarak değerlendirilebilir. Bize göre bu değerlendirme tepkisel bir değerlendirmedir ve doğru değildir ALINTI

Benzer Konular

28 Kasım 2010 / tekask Kur'an-ı Kerim
27 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Cevaplanmış
24 Ekim 2010 / Misafir Soru-Cevap
16 Eylül 2008 / GÜLGECELER Kur'an-ı Kerim