URARTU’NUN ZENGİNLİĞİ
Aynı dönemde M.Ö. 900-600 arasında merkezi Van olan Urartu krallığının önde gelen kentleri Altıntepe, Patnos, Adilcevaz ve Toprakkale’deki prens mezarları, tapınak, saray ve depolarından yüzyıllar sonra çıkan altın küpeler, agat ve amber kolyeler ve özellikle düğmeler, granülasyon tekniğinin en güzel örneklerini oluşturdu. Bu zor kuyumculuk tekniğinin ustası olan Urartular’ın granülasyonla bezeli üç at başı biçiminde kolye başı, balık ve halka biçimi altın küpeler, uçları ejder başlı gümüş bilezikler, değerli metalleri işlemede ulaştıkları başarıyı tüm görkemiyle ortaya koydu.
Arkaik ve klasik dönemlere ait Anadolu takıları, yalınlığın içinden ustalıkla çıkarılan bir etkileyiciliğe sahiplerdi. Yaygın olarak telkari ve mineleme teknikleriyle yapılan çelenklerde bitkisel motifler, kolye ve pandantiflerde nar, meşe palamudu ve hayvan başları işliydi. Ay tanrıçasının sembolü hilal, Ön Asya kültürlerinin hepsinde olduğu gibi Anadolu’da da her yerdeydi.
PERSLERLE RENKLENEN TAKI
M.Ö. 545’ten itibaren Pers egemenliğine giren Anadolu’da bir kez daha doğu ve batı kültürü harmanlandı; takılar bu kez kendilerine Pers etkisinde bir üslup buldular. Anadolu’nun hemen her yerine yayılan dönemin takılarının en çarpıcı özelliği, üzerlerindeki yarı değerli taşların ve bunların cam taklitlerinin kullanımlarının çok artmış olmasıydı; takılar rengârenkti. Dönemin kuyumculuk merkezleri Sardes ve Çanakkale Boğazı üzerindeki Lampsakos’ta biçimlenen takılarda özellikle üçgen, baklava motifi ve üçgen piramit süslemeler çok kullanıldı.
HELLENİSTİK DÖNEMİN GÖRKEMİ
Ardından gelen Hellenistik dönem, Anadolu’da takı sanatının ve kuyumculuk zanaatının doruğa ulaştığı dönemlerden biri oldu. Arkaik ve klasik çağlar boyunca hemen yalnızca tapınaklara adak ve mezarlara sunu olarak yapılan ve çok nadir kullanılan takılar, bu dönemde insanların gündelik yaşamlarına girdi. Trakya’da zengin maden yataklarının bulunması ve Pers hazinelerinde biriken altın ve gümüş stokları, dünyevi zevklerin en cezbedici olanına eğilimi artırdı.
Bol bol insan ve hayvan figürleri kullanılan Hellenistik dönem takıları, bol granülasyon ve filigre ile zenginleşti. Daha önemlisi Hellenistik dönem, sadece değerli metallerin ve kimi zaman da yarı değerli taşların kullanıldığı takıların yerini artık değerli taşlarla bezeli mücevherlerin aldığı döneme işaret etti. Büyük İskender’in doğu seferleriyle Anadolu’ya taşınan zümrüt, yakut, agat, aquamarin, grena, karneol, sard, plasma, amatist gibi değerli taşlar, Hellenistik dönem takılarına yerleşti. Motiflerde de farklılıklar oluştu; menadlarla eroslar, zenci tasvirleri, aslan, boğa, geyik gibi hayvanların başları sıklıkla kullanılır oldu. Dönemin “moda”sı ise Herakles düğümlü takılardı...
ROMA’NIN ‘STAMPA’ VE ‘SAVAT’I
Roma döneminde Anadolu takıları, önceleri Hellenistik dönemin kuyumculuk geleneklerine bağlı kaldı. Yine de takılarda inci, jasper ve camın kullanılması, renkli kakmacılığa başlanması bu döneme rastlar. Ama Romalı kuyumcular, kendilerine özgü form ve teknikleri asıl M.S. 200-400 arasında yarattılar. Hellenistik dönemde kuyumculuğun merkezi olan İskenderiye ve Antakya Roma döneminde de önemini korumasına karşın, imparatorluğun başkenti de kuyumculukta bir ekol oluşturmayı başardı.
Bu dönemde altın ile değerli taş kombinasyonlarının hem en güzel örnekleri verildi; hem de kullanımları yaygınlaştı. Roma takıları, aşırı karmaşık ve zarif Hellenistik tarzın tersine sadelikleriyle ön plana çıktılar. Romalı kuyumcular, geliştirdikleri iki yeni teknikle, stampa ve savat teknikleriyle zanaatı da daha ileri bir noktaya taşıdılar. Kolyelerde sikkelerin kullanılması, hayvan başlı ve bitki motifli bileziklerin yaratılması da bu dönemin özelliklerindendi.
BİZANS’IN ‘MİNE’Sİ
İkiye bölünen Roma İmparatorluğu’nun Anadolu topraklarındaki ardılı Bizans’ın takı geleneği, sanatta egemen olan iki güçlü akımın etkisinde biçimlendi. İlki, özellikle saray ve ileri gelen çevrelerce tutulan, kökü eski sanat geleneklerine bağlı, ince, hassas, hatta bazı durumlarda Hıristiyanlığa yabancı unsurların bile göze batmadığı görkemli, zengin ve göz kamaştırıcı bir sanat akımı olan başkent üslubuydu. Diğeri ise form güzelliğine önem vermeyen, dini konuları esas alan ve sanatı dinin bir anlatımı olarak kabul eden ilkel ve kuru bir sanat akımı olan eyalet üslubu... Ama her iki üslupta da çok tanrılı dinlerdeki motifler Hıristiyanlıkla birlikte yerlerini farklı motiflere bıraktılar; çok farklı teknikler kuyumculuğa egemen oldu.
Bizans İmparatorluğu’nun ilk dönemlerinde kuyumculuk, form ve teknik olarak Roma kuyumculuğunun devamı niteliğindeydi. Kendine özgü form, desen ve teknikler, Konstantinopolis’in kuyumculuk merkezi haline dönüştüğü 6. yüzyıldan sonra gelişti. Bu gelişimde Bizans imparatorları II. Theodosius ve III. Valentinianus’un camcı ve kuyumculardan vergi almamaları büyük rol oynadı. Saraya bağlı biçimlenen kuyumculuğun ilerlemesi için ayrıca İskenderiye ve Antakya’dan ustalar getirtilerek, bir Bizans üslubunun ortaya çıkması sağlandı. Değerli madenler, özellikle altınla birlikte değerli ve yarı değerli taşların ve organik maddelerin kullanıldığı gösterişli takılarda Bizans kuyumculuğunun özgün tekniği mine gelişmeye başladı.
Bizanslılar da tıpkı kendilerinden önceki Anadolu halkları gibi takılarını, süslenmenin ve zenginliklerini göstermenin yanı sıra kötülüklerden korunmak ve dindarlıklarını göstermek için taktılar. Bizans takıları, Roma ve Hellenistik dönemin geleneklerinin Hıristiyanlıkla harmanlandığı özgün ürünler olarak hem Batı’yı hem de kendilerinden sonra Anadolu’da yaşayan Selçuklu ve Osmanlı kuyumculuğunu etkilediler.
TÜRKMEN TAKILARIYLA GELEN ÖZGÜNLÜK
Ama takının Anadolu’daki yolculuğu sırasında edindiği farklı üsluplar arasında en özgün olanı, bu topraklara Selçuklularla birlikte gelen Türkmen boylarının getirdiği üsluptu. Orta Asya kökenli Türkmen takı geleneği, kökleri çok eskilere dayalı bilinmedik sırlarla dolu, çok ince bir sanata dayanıyordu. Geleneksel teknolojinin basit araçlarıyla üretilen takılara değerli taşların yerleştirilme biçimi, kullanılan geometrik formlar, Türkmen takı geleneğinin özgünlüğünü yansıtıyordu. Her birinin etnolojik olarak farklı anlamları olan, takının üstüne konulan şelpeli guppa, alına takılan manlaylık, saça takılan şelpeler, düğmeler, boyuna takılan iğneler, gargılıklar, boncuklar, göğüse takılan çeşitli büyüklükteki gülyakalar, tumarlar, yine göğüse takılan şelpeler, alkım çengekler, ses çıkaran düğmeler, kollara takılan bilezikler, yüzükler, kaftana takılan çarpazlar, saça takılan tokalar...
Türkmen takıları, eski savaşçıların demirden giysilerini de hatırlatıyordu. Kubbe şeklindeki gümüş “gupha”, tahiye kenarlarındaki yanaklara kadar inen gümüş askıları ile “çekkelik” ve ense tarafındaki askı ile “yeğinlik” askeri bir şapkaya benziyordu. Geniş göğüs süsleri “gülyaka”, “dağdun” ve “blukuv”, gümüş “apbaslar” ile askerlerin göğüs zırhlarını andırıyordu.
Selçuklu döneminde altın ve gümüş takılar daha çok Konya ve Alaiye’de yapıldı. İslamiyet’in getirdiği sınırlamalar çerçevesinde altın takılar hemen neredeyse kadınlarla sınırlı kaldı. Ama hediye verme geleneğinin yerleşmesiyle birlikte değerli madenlerden üretilen objelerin yapımı bu dönemde hız kazandı.