Arama

Helâk Nedir? Helâk Çeşitleri - Sayfa 2

Güncelleme: 4 Ekim 2010 Gösterim: 42.574 Cevap: 37
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
16 Kasım 2009       Mesaj #11
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Kavimlerin Helak Sebepleri - HZ. Nuh Kavminin Helak Olma Sebepleri

Sponsorlu Bağlantılar
Nûh (a.s.), Allah Teâlâ'ya ibâdeti terkedip, tapınmak için kendilerine putlar edinen ve böylece yeryüzünde ilk defa fesâda uğrayan bir kavmi tevhid akîdesine döndürmek için gönderilen peygamberdir. "Ulul-Azm" peygamberlerin ilki olan Nûh (a.s.)'un, kavmini tevhide döndürmek için verdiği mücâdele, Kur'an-ı Kerim'de uzunca zikredilmektedir. Adı, kırk üç ayrı yerde zikredilen Nûh (a.s.)'un kıssası, şu sûrelerde mufassal olarak ele alınmıştır: 7/A'râf, 11/Hûd, 23/Mü’minûn, 26/Şuarâ, 54/Kamer ve kendi adıyla adlandırılmış olan 71/Nûh sûresi.
Nûh (a.s), Ulûl-Azm peygamberlerin ilkidir. Allah Teâlâ onu, "çok şükreden kul (abden şekûrâ)" olarak isimlendirmiş ve kıyâmete kadar gelen nesiller, anıp selâm getirsinler diye onun ismini herkesçe bilinir kılmıştır: "Sonra gelenler içinde, âlemlerde, Nûh'a selâm olsun diye ona iyi bir ün bıraktık. Doğrusu o, Bizim inanmış kullarımızdandı" Ve o, sonraki peygamberler için, tâkip edilmesi gereken bir önder kılınmıştır: "İbrahim de şüphesiz, onun yolunda olanlardandı"
Allah Teâlâ, Peygamberimize, kendisine yapılan itiraz ve işkencelere karşı, Nûh (a.s.) ve onun yolunda olan diğer ulul-azm peygamberler gibi sabretmesini emretmektedir. Yani o, Rasûlullah (s.a.s.)'a bir örnek olarak gösterilmektedir: "Rasullerden azim ve sebat sahibi (ulu’l-azm) olanların sabrettiği gibi sen de sabret" Nûh (a.s), Peygamber (s.a.s.)'e ve inanan tebliğcilere bir numûne olarak gösterildiği gibi; onun inkârcı kavminin helâkı da, müslümanlara zulmetmeyi gelenek haline getiren sapık topluluklara bir örnek olarak sunulmaktadır.
İdris (a.s.)’den sonra tökezlenip bataklığa saplanmış insanoğluna Yüce Allah, Nuh (a.s.)’u gönderdi.
Nûh (a.s.), peygamber olarak gönderilinceye kadar, insanlık genel olarak tevhid üzere hayatlarını sürdürüyordu. İnsanların çoğunluğu tevhid üzere olup Allah Teâlâ'ya şirk koşmaktan kaçınırlardı. İbn Abbas (r.a.)'dan şöyle rivâyet edilmektedir: "Âdem ile Nûh arasında on asır vardır. Bu zaman zarfında insanların hepsi İslâm üzere idiler" İbn Abbas (r.a.)'ın sözünde, İslâm üzere on asırdan bahsedilmektedir. Bu on asırdan sonra, Nûh (a.s.) gönderilinceye kadar, insanların sapıklık üzere bulundukları daha başka asırların da olması muhtemeldir. Ayrıca, İbn Abbas (r.a.)'ın bu sözü, tarihçilerin ve Ehl-i kitab'ın zannettikleri gibi, Kabil ve oğullarının ateşe tapan bir topluluk olarak varlığının söz konusu olmadığını da ortaya koymaktadır. Yani, toplum olarak tevhidden ilk sapma, Âdem (a.s.)'den en az bin sene sonra olmuştur.
Allah Teâlâ'ya şirk koşan bu putperest topluluk, âniden ortaya çıkmadı. İdris (a.s.)'dan sonra insanlar, onun şeriatına uyarak ibâdet ediyor ve sâlih âlimlerin çizgisinden yürümeye özen gösteriyorlardı. Bir zaman sonra insanların sevip uydukları bu sâlih kimseler ölüp gittiklerinde, kavimleri onları kaybetmekten dolayı büyük üzüntüye kapıldılar. Şeytan, onların bu hassâsiyetlerinden istifade ederek, sevdikleri bu sâlih kişileri hatırlamak ve böylece onların nasihatlerini zihinlerinde canlı tutmak için onlara, bu kişilerin her zaman bulundukları yerlere, onların birer heykelini, anıtını dikmeyi telkin etti. İlk defa put diken bu nesil onları, kesinlikle tapınmak için dikmemiş ve onlara ibâdet edip şirk koşanlardan olmamışlardı. Ancak bunların peşinden gelen nesiller zamanla bu heykellerin birer ilâh olduğuna inanmaya, hayır ve şerrin sahibi olduklarını vehmetmeye başlamışlardı. Böylece yeryüzünde ilk defa, tevhid akidesinden sapılmış ve insanlar Allah'tan başka ilâhlar edinerek O'na şirk koşmaya başlamışlardı. Putları diken bu ilk neslin vebali oldukça büyüktür. Zira onlar, bu putları dikmekle bir sonraki neslin putperest olmasına sebep olan ve Allah'a şirk koşmayı ilk icad edenlerdir. Ayrıca onlar, canlı sûretler yapmakla da Allah Teâlâ'nın azâbına müstahak olmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) canlı bir şeye benzer bir sûret yapan kimse için şöyle buyurmaktadır: "Her kim bir sûret yaparsa, Allah Teâlâ ona kıyamet günü, yaptığı sûrete ruh verinceye kadar azap edecektir. O kimse ise asla bunu başaramayacaktır", Kıyamet günü en şiddetli azap suret yapanlara olacaktır. Onlara; "yarattıklarınızı diriltin bakalım" denilecektir"
Nûh kavminin tapındığı putların her birinin, Kur'an-ı Kerim'de zikredildiğine göre bir adı vardı: "...‘Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin’ dediler" Allah Teâlâ, İlâhî rahmeti gereği, doğru yolu bulup hidayete erebilmeleri için sapıtan bütün topluluklara peygamberlerini göndermiş, böylece onlara, şirk ve isyan bataklığından kurtulmanın yollarını göstermiştir. Peygamber, Allah Teâlâ'nın kullarına rahmetinin en açık bir delilidir. Allah Teâlâ, elîm Cehennem azâbından sakındırmaları için peygamberlerini göndermiş; bunlardan, inkârcıların isyan ve işkencelerine karşı sabrederek, tebliğlerine devam etmelerini istemiştir. Nuh (a.s.) da, kavmine gönderildiği zaman, büyüklenmelerine, bütün aşırılıklarına ve vurdumduymazlıklarına rağmen onlara şefkatle yaklaşarak, kendilerini gelecek can yakıcı azâba karşı korumak istemiştir. Allah Teâlâ, Nûh (a.s.)'un, kavmine gönderilişi hakkında şöyle buyurmaktadır: "Kavmine can yakıcı bir azap gelmeden önce onları uyar" diye Nuh'u milletine gönderdik"
İyice azıtmış ve korkunç bir helâkle cezalandırılmayı hak etmiş bir topluluk olan Nûh kavmine, bu helâkten kurtulmak için Rahmânî bir el uzatılmıştı. Allah'ın elçisi Nûh (a.s.), şirki bırakıp tevhid akidesine dönüşü tebliğle görevlendirildiğinde, onlara yaptığı ilk tebliğ, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle zikredilmektedir: “...Ey kavmim! Allah'a
kulluk edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur; doğrusu sizin için büyük günün azâbından korkuyorum’ dedi.” “Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin! Doğrusu ben, hakkınızda can yakıcı bir günün azâbından korkuyorum’ dedi.” “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Sakınmaz mısınız?’ dedi.” “Ey Milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin, O'ndan sakının ve bana itaat edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin. Doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince geri bırakılmaz. Keşke bilseniz!”
Nûh (a.s.)'ın bu tebliği karşısında onlar, büyüklenerek ve şımararak Nûh (a.s.)'a türlü şekillerde saldırılarda bulunmuşlar ve çeşitli kötülüklerle onu itham etmişlerdir. Her zaman hakkın karşısında durup toplumlarını peygamberlere uymaktan alıkoyan mele' (ileri gelenler) Nûh (a.s.)'un da karşısına çıkmış, Kureyş’in ileri gelenlerinin Hz. Muhammed (s.a.s.)'e yaptıklarını andıran bir tarzda, onu sapıklık ve sefihlikle itham etmişlerdi. Nûh (a.s.) onları, Allah'tan başkasına kulluk etmemeye çağırdığında; “Kavminin ileri gelenleri: ‘Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu görüyoruz’ dediler. Nûh onlara; ‘Ey kavmim! Bende bir sapıklık yoktur; ancak ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim, Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum. Sakınmanızı ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak için aranızdan bir vâsıtayla Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?’ dedi”
Şirkin ve küfrün pisliğiyle bulanmış akıllar, tarihin her döneminde Allah Teâlâ'nın, bir elçi gönderdiği zaman, o hangi topluma gönderiliyorsa o toplum içerisinden çıkarmasına şaşmışlar, bundaki açık gerçekleri görmemişlerdir. Nûh kavmi de ona itiraz ederken, Allah Teâlâ'nın elçisinin bir insan değil ancak bir melek olabileceğini ileri sürmüştü: “Senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz” "Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi. İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik" Mustaz'af insanlardan bir topluluğun etrafında toplanıp onu tasdik etmeye başlaması sebebiyle, tebliğini tesirsiz bırakmak için çareler arayan mele', bu gelişme üzerine daha da sertleşerek, onu yalancılık ve delilikle itham etmeye başlamışlardı. Onun için şöyle deniliyordu: “Daha başlangıçta, sana bizim ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizin bir yalancı olduğunuz kanaatindeyiz” “Bu adamda nedense biraz delilik var. Bir süreye kadar onu gözetleyin” “Bu putperestlerden önce Nûh milleti de yalanlayarak; delidir" demişlerdi, yolu kesilmişti”
Zenginlik ve riyâset sahibi bu insanlar üstünlüğün malda ve topluma hâkim bir konumda olmakta olduğunu zannettikleri için, gerçekte, kendileriyle kıyas kabul etmez derecede bir üstünlüğe sahip olan Nûh (a.s.)'a inanan mustaz'afları küçümsüyor ve onlarla bir arada, aynı seviyede bulunmayı nefislerine bir türlü kabul ettiremiyorlardı. Bunun için Nûh (a.s.)'a mürâcaat etmişler ve bu insanları yanından uzaklaştırırsa, o zaman belki kendisini dinleyebileceklerini bildirmişlerdi. Ancak Nûh (a.s.) onlara kesin bir üslûpla cevap vererek gerçek anlamda üstünlüğün, iman edenlerde olduğunu şu ifâde ile ortaya koymuştu: “Ben iman edenleri kovacak değilim. Ben sadece açıkça bir uyarıcıyım”
Nûh (a.s.), bıkmadan, her türlü eziyetlerine sabrederek onları her yerde İslâm'a çağırıyor, Cehennem azâbından kurtulmalarının yollarını belletmeye çalışıyordu. Ancak kavmi, onu her defasında alaya alıyor; söylediklerini aralarında eğlence konusu yapıyorlardı: "Kavminin ileri gelenleri (mele’) yanından her geçtiklerinde onunla alay ediyorlardı. Nuh ise onlara şöyle diyordu: Bizimle alay edin bakalım. Biz de, bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz"
Nûh (a.s.), kavmini şirkten dönmeye dâvet ederken, onlara tesir edebilecek her yolu deniyordu. Onlara Allah'a ibâdet etmeyi ve bir peygamber olarak kendisine tâbî olmayı telkin ederken, buna karşılık kendilerinden hiç bir maddî menfaat istemediğini ve beklemediğini; amacının yalnızca onları, Allah Teâlâ tarafından gelecek olan büyük cezâlardan korumak olduğunu bildiriyordu: “Kardeşleri Nûh, onlara şöyle demişti: ‘Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan sakının, ittika edin ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim, ancak âlemlerin Rabbine aittir. Doğrusu hakkınızda büyük günün azâbından korkuyorum” Kavmi, inadında direnmiş ve kesin kararını vermişti. Ona; “İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir’ dediler” Buna rağmen o, çağrısında ısrar edince, müşrikler tamamen sertleşmiş ve onu tehdit ederek artık bu söylediklerini tekrarlamayı terk etmezse kendisini taşlayacaklarını bildirmişlerdi: "Ey Nûh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan olacaksın’ dediler"
Nûh (a.s.), dâvetini tekrarladıkça onların inadı artıyor, ona ve inananlara eziyetlerini daha da şiddetlendiriyorlardı. Nûh (a.s.) onların bütün bu tahammül edilmez eziyet ve işkencelerine katlanıyor ve onları kurtarmak için bir an olsun boş durmuyordu. Asırlar süren bu yorucu tebliğ faâliyeti, kavminden çok az bir topluluk dışında, kimsenin iman etmesini sağlayamamıştı: "Pek az kimse onunla beraber inanmıştı" Azgınlaşan kavmi, Allah Teâlâ'ya meydan okurcasına Nûh (a.s.)'a şöyle çıkışıyordu: “Ey Nûh! Bizimle cidden tartıştın; hem de çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen tehdit ettiğin azâbı başımıza getir’ dediler” Onlar, Nûh (a.s.)'ın tebliğine kulaklarını tıkadıkları için, onun ne söylediğini bir türlü idrâk edemiyorlardı. Nûh (a.s.), belki düşünürler diye, azâbın sahibinin Allah olduğunu ve O’nun kudretinin sınırsızlığını bir kez daha onlara tebliğ ediyordu: “Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O'nu âciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir. O'na döndürüleceksiniz”
Nûh (a.s.), bu zâlim topluluğun iman etmeyeceğini anlamıştı. Kavmi için hiç bir kurtuluş yolu kalmamıştı. Onlar zulümlerini artırdıkça artırdılar. Bunun üzerine Nûh (a.s.), dokuz asırdan fazla bir müddet tahammül ettiği zorluklar karşısında hiç kimseye tesir edemediğini ve edemeyeceğini anlayınca, kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya havâle etmekten başka çare bulamadı. Allah Teâlâ, onun bu durumunu Kur'an-ı Kerim'de şöyle dile getirmektedir: “Nûh; ‘Rabbim! Kavmim beni yalanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki iman edenleri kurtar’ dedi” “Nûh; ‘Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et’ dedi” “O da; ‘Ben yenildim, bana yardım et!’ diye Rabbine yalvarmıştı”
Allah Teâlâ da ona, kavmini sularla helâk edeceğini, bunun için bir gemi yapmasını bildirdi. Ayrıca bundan dolayı kavmine acıyıp da, onlar için bağışlama dilememesi gerektiğini de bildirdi: “Nûh'a; ‘Senin kavminden iman etmiş olanlardan başkası inanmayacaktır. Onların yapageldiklerine üzülme. Nezâretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana başvurma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır’ diye Allah tarafından vahyolundu” Nûh (a.s.), Cebrâil (a.s.)'ın gözetimi altında gemiyi yapmaya başladı. Müşrikler yanına geldikleri her defasında onunla alay ediyorlardı: "Gemiyi yaparken kavminin inkârcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da; ‘Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz. Rezil edecek olan azâbın kime geleceğini ve kime sürekli azâbın ineceğini göreceksiniz’ dedi”
Taberî, Nûh (a.s.)'ın, kavmini İslâm'a dâvet edişi, gemiyi yapmaya başlaması ve kavminin onunla alay edişi hakkında, Âişe (r. anhâ)'dan rivâyetle, Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle söylediğini nakletmektedir: “Nûh, kavminin arasında dokuz yüz elli sene kalmıştı. Bu zaman zarfında onları hakka dâvet etti. Son zamanlarına doğru bir ağaç dikti. Ağaç her taraftan çok büyüdü. Sonra onu kesip gemi yapmaya başladı. Onun yanından geçerlerken, ona ne yaptığını soruyorlar ve onunla dalga geçerek şöyle diyorlardı: ‘Onu yap; karada gemi yapıyorsun; bakalım nasıl yüzdüreceksin?’ Nûh (a.s.) da onlara; ‘yakında bileceksiniz!’ diyordu” Ve yine ona; "Nebîliği bırakıp marangozluğa mı başladın?" diyerek eğleniyorlardı
Nûh (a.s.)'ın yaptığı geminin şekli ve büyüklüğü hakkında İbn Abbas (r.a.)'dan şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: "Geminin uzunluğu, Nûh'un babasının dedesinin (yani İdris (a.s.) zirâ'ıyla üç yüz zirâ'; eni elli zirâ'; yüksekliği otuz zirâ'; su seviyesinden yukarısı ise altı zirâ' idi. Katlara ayrılmış olan geminin üç kapısı bulunmaktaydı. Bu kapılar üst üste açılmıştı Bu rivâyetin doğruluğunu Allah bilir.
Nûh (a.s.), gemiyi inşâ ederken, tahtaları birbirine mıhlar kullanarak çakmıştı: "Onu, tahtadan yapılmış, mıhla/çiviyle çakılmış bir gemiye bindirdik" Nûh (a.s.) bu esnâda, artık tamamen yüz çevirdiği kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya arzediyor ve onları bütün imkânlarını kullanarak şirkten nasıl vazgeçirmeye çalıştığını anlatarak, buna karşı kavminin takındığı tutumu O'na şikâyet edip yeryüzünde onlardan kimseyi bırakmamasını istiyordu.
Nûh (a.s.)'ın adını taşıyan ve onun kıssasının anlatıldığı sûrede bu durum şöyle anlatılır: “Nûh dedi ki: ‘Rabbim! Doğrusu ben, kavmimi gece gündüz çağırdım. Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı. Doğrusu ben Senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler. Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim. Dedim ki: ‘Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. "Nûh, ‘Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu Kendisine sadece zarar getiren kimseye uydular. Birbirinden büyük hilelere başvurdular’ dedi. İnsanlara; ‘sakın tanrılarınızı bırakmayın; Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin!’ dediler. Böylece birçoğunu saptırdılar. Rabbim! Sen bu zâlimlerin sadece şaşkınlığını artır. Nuh dedi ki; ‘Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkârcı bırakma. Doğrusu Sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler”
Allah Teâlâ, bu kavme helâkı umûmî kıldığı gibi, Nûh (a.s.) da bunun umûmî olmasını istemişti. Çünkü, asırlar süren dâveti neticesinde anlamıştı ki; bunlardan kalan nesil, yine onlar gibi inkarcılar olacaktı. İbn İshak şöyle demektedir: "Bir sonraki asır geldiğinde o nesil, bir öncekinden daha berbat oluyordu. Sonra gelen nesiller; ‘Bu adam babalarımızla, dedelerimizle birlikte yaşamıştı ve onun hiç bir sözünü kabul etmemişlerdi. Bu deliden başka biri değildir’ diyorlardı"
Yeryüzünde ilk defa fesad çıkararak, zâlimlerden olan bir toplumu cezalandırmak için Allah Teâlâ'nın takdir etmiş olduğu vakit yaklaşmakta idi. Allah Teâlâ, Nûh (a.s.)'a Tûfanın gelişini haber veren alâmet olarak, tandır (tennûr)dan suların kaynamasını göstermişti. Tandırdan su kaynamaya başlayınca Allah Teâlâ, ona her cins canlıdan ikişer çifti ve kendisine iman edenleri gemiye bindirmesini vahyetti: “Emrimiz gelip tandırdan sular kaynamağa başlayınca; her cinsten ikişer çifti ve aleyhine hüküm verilmemiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve mü’minleri gemiye bindir’ dedik. Zâten onunla beraber pek az kimse iman etmişti.”
Onunla beraber olanların sayısı hakkında yedi kişi ile seksen kişi arasında değişen rivâyetler vardır . Nûh (a.s.) ile, ailesinden Ham, Sam, Yâfes adlarındaki üç oğlu da gemiye binmişti. (Hz. Nûh’un oğullarının kaç tane olduğu ve isimleri Kur’an’da ve sahih hadislerde geçmez). Ancak dördüncü oğlu Kenan (Yam), ona iman etmediği için gemiye binmemişti. Sular her yeri kaplamaya ve gemi yüzmeye başlayınca Nûh (a.s.) oğluna; "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel; kâfirlerle birlik olma" diye seslendi. Oğlu; "Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır" deyince, Nûh; "Bugün Allah'ın buyruğundan, O'nun acıdıkları dışında kurtularak yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı"
Nûh (a.s.), muhtemelen, oğlunun küfredenlerden olduğunu bilmediği için, Allah Teâlâ'ya; "Rabbim! oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin" diye seslenerek, oğlunun başına gelenlerin hikmetini öğrenmek istemişti. Allah Teâlâ, bir peygamber dahi olsa, kan bağının hiçbir şey ifade etmediğini, insanların birbirinden olmalarının yegâne ölçüsünün akîde olduğunu; "Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, çok kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme" âyetiyle Nûh (a.s.)'a bildirerek, ortaya koymuştur.
Tûfan, gemidekilerin dışında hiç kimsenin sağ kalmasının mümkün olmadığı bir şekilde her yeri sular altında bırakmıştı. Gök, kapılarını açarak sularını boşaltmış; Yer, her tarafından sular fışkırtmaya başlamıştı: "Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. Her iki su, takdir edilen bir ölçüye göre birleşti"
Allah'a isyanda direten ve O'nun elçisine olmadık eziyetleri revâ gören ve asırlar boyu, gidişatında hiçbir değişiklik yapmayan zâlim bir topluluk, sonraki nesillere, inkârcı zâlimlerin sonunun ne olduğunu anlamaları için, bu şekilde, tûfan ile helak edilmişti. Allah Teâlâ, inkârcı zâlimler helâk olduktan sonra, Tûfanı sona erdirmiş ve mü’minlerin bulunduğu gemiyi selâmetle Cûdî dağı üzerine durdurtmuştu; "Yere; ‘Suyunu çek!’ göğe; ‘Ey gök sen de tut!’ denildi. Su çekildi, iş de bitti. Gemi Cûdîye oturdu. ‘Haksızlık yapan millet Allah'ın rahmetinden uzak olsun!’ denildi" Taberî'nin Resulullah (s.a.s.)'e dayandırılan bir rivâyetine göre Tûfan, altı ay sürmüştür. Recebin ilk günlerinde başlayan Tûfan, Muharremin onuncu gününde son bulmuş ve gemi Cûdî dağının üzerine oturmuştu. Nûh (a.s), şükür için, herkese oruç tutmasını emretmişti. Bu gün, Aşûre günü olarak o zamandan günümüze dek hâtırasını sürdürmüştür.
İnkâr edip yeryüzünde fesad çıkaran topluluk yok edilip sular çekildikten sonra, Allah Teâlâ peygamberine artık emniyet içerisinde gemiden inebileceğini bildirmişti: "Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir selâmet ve bereketle gemiden in" . Nûh (a.s), gemiden indikten sonra, Semânîn diye isimlendirilen bir yerleşim yeri inşa etmişti. Bu yer ve Cûdî dağı; Ceziretu İbn Ömer (Cizre)'in yakınında bulunmaktadır
Diğer bir rivâyete göre de Nûh (a.s.) gemide yüz elli gün kalmış, Allah Teâlâ, gemiyi Mekke’ye yöneltmiş; gemi kırk gün Beytullah etrafında dönmüş ve sonra da Cûdi'ye yönelterek orada durdurmuştu. Geminin kalıntıları muhtemelen bu dağın üzerinde hâlâ bulunuyor olmalıdır. Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de, insanlara ibret olsun diye onu, bulunduğu yerde bıraktığını zikretmektedir: "And olsun ki Biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık; öğüt alan yok mudur"
Rivâyete göre Nûh (a.s) ile birlikte Tufandan kurtulanlardan, Nûh (a.s) ve oğulları dışında kalanlar, yok olup gitmişler ve sonraki nesiller Sam, Ham ve Yafes'ten türemişlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Biz onun soyunu sürekli kıldık” Rasûlullah (s.a.s.) bu âyeti okuduğu zaman, sürekli kılınanlardan kastın, Ham, Sam ve Yafes olduğunu söylemiştir. Tarihçiler; Sam'ı, Arapların ve Fars'ların atası; Ham'ı, Zenciler ve Habeşlilerin atası ve Yafes'i de Türkler, uzak doğu milletleri, Berberîler, Çinliler ve Mâverâünnehir kavimlerinin atası olarak kabul etmektedirler.
Nûh (a.s)'ın tûfana kadar dokuz yüz elli yıl yaşadığı kesindir: "Şüphesiz ki Biz Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. Aralarında elli yıl hariç bin yıl kaldı." Ancak, Tufandan sonra ne kadar yaşadığı hakkında bir bilgi yoktur. İbn Abbas (r.a.)'ın görüşüne göre, Nûh (a.s.) bin yedi yüz seksen sene yaşamıştır ve öldüğünde de Mescid-i Haram'a yakın bir yere defnedilmiştir.
Hasan Telli

Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
20 Kasım 2009       Mesaj #12
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Nuh(AS) Kavimin Helak Oluş Sebepleri - Allah'a Ortak Koşmaları

Sponsorlu Bağlantılar
Nuh (as) onuncu göbekten Hz. Adem’in torunudur. Hz. Adem’le Hz. Nuh arasında 164 sene olduğu rivayet edilir. Hz. Nuh’ın Hz. Adem’e kadar tüm dedeleri mümindir.
Hz. Nuh’un kavmi Vedd, Süva, Yağus ve Nes denilen putlara ve tağutlara tapıyordu. Allah, kendi katından bir rahmet olsun diye onlara Hz. Nuh’u peygamber olarak gönderdi. Hz. Nuh tam 950 yıl peygamberlik yaptı. Onları Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmeye davet etti. Bu çağrıya kulak vermezlerse başlarına acıklı bir azabın geleceğini söyledi.
Hz. Nuh onlara “ Ey kavmim Allah’a ibadet ediniz. Sizin ondan başka bir ilahınız yoktur.” “ şüphesiz ki ben sizi Allah’ın azabından apaçık korkutanım. Allah’tan başkasına tapmayın. Ben sizin başınıza acıklı bir azabın gelip çatmasından korkuyorum.”
Onlar ise “dediler ki sakın ilahlarınızı bırakmayın. Hele Vedd’en, Seva’dan, Yeğus’tan Yeuk’tan ve Nasr’dan asla vazgeçmeyin.”
Ved, Seva, Yeğus, Yeuk ve Nesr putları hakkında tefsir ve tarihi kaynaklarda şöyle bir açıklama yapılır.
İdris (as)’dan sonra Hak dini kabul eden mümin ve salih kimseler Arap yarımadasının çeşitli yerlerinde İdris (as)’ın dinini yaymaya çalışmışlardır. Bu mubarek zatlar öldükten sonra şeytan ve hizmetkarları feyzlerinden istifade etme, onların nasihatlarının unutulmaması gibi vesveselerle bu zatların putlarını diktiler. Zamanla heykellerin dikiliş maksatları unutulunca insanlar bu heykellere tazim etmeye ve tapınmaya başladılar. Araplardaki putperestliğin temeli de buraya dayanmaktadır.
Yukarıdaki ayette Nuh kavminin mabutlarından bazılarının ismi sayılmaktadır. Onlardan sonra Araplar da onlara tapmaya başlamışlardır. İslâm zuhur ettiği zaman Arabistan'ın pek çok yerinde bu ilahlari için tapınakları vardı. Bu putlar hakkındaki bilgilerin, tufanda kurtulanlar vasıtasıyla gelmiş olması mümkündür. Nuh'un (a.s) çocukları yeniden, cahilce bu putları yaparak onlara tapınmaya başlamışlardır.
Vedd: Kudaa Kabilesinin bir kolu olan Beni Kalüb bin Vebure'nin ilahı idi. Onlar bu ilahları için Dumet-el-Cendel denilen yerde bir tapınak inşa etmişlerdi. Kadim Arap yazıtlarında bu isme Vedim Abum şeklinde yani, (vadd baba) şeklinde rastlanmaktadır. Kelbi'nin açıklamasına göre bu put iri yarı gövdeli bir erkek şeklinde idi. Kureyş Arapları da buna mabut olarak inanmaktaydılar. Yalnız onlarda bunun ismi Vud olarak biliniyordu. Ayrıca tarihte buna nisbetle, Abdivedd isimli bir şahıstan da bahsedilir.
Suva; Huzeyl Kabilesinin tanrıçasıydı, bir kadın şeklindeydi. Yanbu'ya yakın Ruhat denilen yer dolaylarında bunun tapınağı bulunmaktaydı.
Yeğus; Tay kabilesinin ve bu kabilenin bir şubesi olan Enum ve Mezhic'in bazı kollarının ilahı idi. Mezhiç'liler Yemen ve Hicaz arasındaki Cürş denilen bir yerde bu putu dikmişlerdi. Dişi bir aslan biçimindeydi. Kureyş'den bazılarının ismi ise Abd-Yeğus olarak anılmaktaydı.
Yeûk; Yemen'in Hemdan bölgesinde Hemdan kabilesinin bir kolu olan Heyvan'ın mabuduydu, at şeklindeydi.
Nesr; Himyer bölgesinde, Himyer kabilesinin bir kolu olan Al-i zul-Kulânın mabudu idi. Belühe makamındaki bu put bir akbaba şeklindeydi. Şebe'nin eski yazıtlarında da bunun ismine Nasur şeklinde yazılmış olarak rastlanmaktadır. Bunun tapınağına Beyt-i Nasur, onlara tapanlara da Ehl-i Nasur diyorlardı. Eski eserlerde ve arabın civarında bulunan diğer bölgelerdeki tapınakların kapılarının üzerinde bu akbaba resimleri vardı.
"Ne Vedd'i, ne Suvâ'ı ve ne Yeğus'u Yeuk'u ve Nesr'i." Bunlar, kendilerince en büyük tanıdıkları ve tapındıkları putlarının isimleridir. Bununla beraber kendi aralarında dereceleri birbirinden farklıdır. Bazılarında "lâ"nın tekrarlanması ve bazılarında söylenmemesi ile bu farklılığa işaret olunmuştur. Demek ki Vedd ve Suva'dan herbiri; Yeğus, Yeûk ve Nesr'in hepsine karşılık söylenmiş oluyor. Bazıları şöyle demiştir. Bu putlar Araplar'a geçmişti. Bundan dolayı, Araplar; Abd-i Vedd, Abd-i Yeğus... diye isimler takardı. Âlûsi şöyle der: Buhârî, İbnü Münzir ve İbnü Merduye İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir: Nûh kavmindeki putlar sonradan Araplar'a geçmişti. Vedd, Düme-tü'l-Cendel'de Kelb oğullarının putu idi. Suvâ, Hüzeyl'in idi. Yeğûs, Murad'ın, sonra Seba'da Beni Gatîf'in idi. Ye'uk, Hamedân'ın idi. Nesir de Himyer'in, Ali zilkelâ'nın idi. Bu isimler esasen bazı iyi kişilerin isimleri iken vefatlarında onların adına ve oturdukları yerlere Şeytan'ın aşılama ve telkinleriyle dikmeler dikilmiş ve bunların adları verilmiş, sonra da onları tanıyanlar kalmayınca bilmeden bunlara tapılmıştır. İbnü Ebî Hâtim'in Urve b. Zübeyr'den rivayetine göre Vedd, en büyükleri ve en iyileri idi. Bunların hepsi Âdem oğullarından idi. Bir rivayete göre de Vedd, yüce Allah'tan başka ilâh edinilenlerin ilkidir.
Abd b. Humeyd'in Ebu Mutahher'den rivayet ettiğine göre Ebu Cafer Muhammed b. Bâkır Hazretleri şöyle demiştir:
Vedd, kavmi içinde sevilen müslüman bir kişiydi. Ölünce Bâbil yurdunda kabrinin etrafında ordu kurdular, yas tuttular. İblis onların bu feryadını görünce bir insan biçiminde onlara: "Sizin ağlayıp sızladığınızı ve üzüldüğünüzü görüyorum. Size onun bir şeklini, resmini yapsam, toplandığınız yere koysanız da onu ansanız." dedi." Peki" dediler. Bunun üzerine İblis Vedd'in bir şeklini yaptı. Onu toplantı yerlerine koydular. Babilliler onu anarlardı. İblis bunu görünce: "Nasıl, evlerinize de yapsam, herkes evinde de ansa olur mu?" dedi. Onu da yaptı, bu şekilde onu anar oldular. Sonra çocukları yetişti. Çocuklar büyüklerin ona yaptıklarını görüyordu. Nesil uzadıkça onu niye andıkları unutuldu. Tuttular, ona ilâh diye tapmaya başladılar. İşte yeryüzünde Allah ' tan başka ilk tapınılan Vedd oldu.
İbnü Münzir ve başkaları Ebu Osman Mehli'den rivayet etmişlerdir. Ebu Osman demiştir ki: Yeğus'u gördüm, kurşundan idi. Çıplak bir deveye yükletilir, beraberinde giderler, bir yere varıp kendi kendine çökene kadar onu hiç dehlemezlerdi. O çökünce de, "Haydin, konaklayacağınız yeri beğendi." derler ve etrafına konarlar ve oraya bir bina yaparlardı.
Keşşâf'ta zikredildiği üzere, bir de şöyle denilmiştir: Vedd, bir erkek şeklinde, Süva bir kadın şeklinde, Yeğus bir arslan şeklinde, Yeuk bir kısrak şeklinde, Nesir bir kartal şeklinde idi. Yine denilmiştir ki, yok olan Nûh kavminin putlarının aynen Araplar'a geçmiş olması uzak bir iştir, anlaşılır gibi değildir. Açık olan budur ki, ancak isimleri kalmış, Araplar da bir takım putlar edinerek onlara bu isimleri vermişler ve Abd-i Yeğus ve Abd-i Yeuk derken de bu putların kulu, yani Yeğus'un kulu, Yeuk'un kulu mânâlarını kastetmişlerdir. Ebu Osman'ın gördüğü de aynen Nûh zamanından kalma değil, ancak o isimle isimlendirilen başka bir put olması gerekir. Âlûsî, daha önce nakledildiği üzere, onların hepsinin de insan şeklinde olmalarının daha sahih olduğunu kaydetmiştir. Bu isimler esasen Arapça olmayıp başka bir dilden olduklarına göre, Vedd ve Yeğus isimlerinin Hintliler'in Veda, Vüyasa isimlerini andırdıkları da hatıra gelmiyor değildir.
Nuh (as)’ın kavmi Allah’a ve onun gönderdiği peygambere iman etmiyordu. Tam bir küfür deryası içindeydiler. Hz. Nuh kavminin helakını isterken onların kafir olduğunu açıkça dile getirerek Allah’a yalvarıyordu. “Ey Rabbim yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakma”
Hz. Nuh’un kavminin inkarı İbrahim suresinde şöyle ifade edilir.
“Sizden öncekilerin Nuh, Ad, Semud kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah’tan başkası bilmez. Peygamberleri kendilerine mucizeler getirdi de onlar, ellerini peygamberlerinin ağızlarına bastılar, (hakkı söylemelerine engel olmak istediler) ve dediler ki: Biz, size gönderileni inkar ettik ve bizi, kendisine çağırdığınız şeyden şüphelendirici bir kuşku içindeyiz.”
Razi, Nuh kavmini inanç bakımdan farklı gruplara ayırarak şu açıklamayı yapar. “Nuh kavmi üç grup idi. Müminler, kafirler ve münafıklar. Müminler için kurtuluş kafirler ve münafıklar için boğulmak takdir edildi. Nuh’un oğlu da münafıklardandı. Nuh (as) onun mümin olabileceğini sanıyordu. Bu yüzden onun gemiye binmesini istemişti ama o reddetti. Nuh’un Hud suresi 45. ayetindeki “Bugün Allah’ın emrinden Rahim olan Allah’tan başka hiçbir koruyucu yoktur” ayeti de Nuh’un daha önce oğlunun kafir olduğunu bilmediğini gösterir.
Hasan Telli

Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Kasım 2009       Mesaj #13
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
LUT KAVMİ VE ALTI ÜSTÜNE GETİRİLEN ŞEHİR

Lut kavmi de uyarıları yalanladı. Biz de onların üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lut ailesini (bu azabtan ayrı tuttuk onları seher vakti kurtardık; Tarafımızdan bir nimet olarak. İşte Biz, şükredenleri böyle ödüllendiririz. Oysa andolsun zorlu yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat onlar bu uyarıları kuşkuyla karşılayıp-yalanlamakta direttiler. Kamer Suresi, 33-36
Lut peygamber, İbrahim peygamberle aynı dönemde yaşamıştır. Hz. Lut, Hz. İbrahim'e komşu kavimlerden birine elçi olarak gönderilmişti. Bu kavim, Kuran'da belirtildiğine göre, o güne kadar dünya üzerinde görülmemiş bir sapıklığı, eşcinselliği uyguluyordu. Hz. Lut, onlara bu sapıklıktan vazgeçmelerini söylediğinde ve onlara Allah'ın ilahi tebliğini getirdiğinde onu yalanladılar, peygamberliğini inkar ettiler ve sapıklıklarına devam ettiler. Bunun sonucunda da kavim, korkunç bir felaketle helak edildi.
Hz. Lut'un yaşadığı bu şehrin, Eski Ahit'te geçen ismi Sodom'dur. Kızıldeniz’in kuzeyinde kurulmuş olan bu kavmin aynı Kuran'da yazılanlara uygun bir şekilde helak edildiği anlaşılmıştır. Yapılan arkeolojik çalışmalardan anlaşıldığına göre şehir, İsrail-Ürdün sınırı boyunca uzanan Tuz Gölü'nün (Ölü Deniz) yakınlarında bulunmaktadır.
Bu helak olayının kalıntılarını incelemeden önce, Lut Kavmi’nin neden bu cezaya çarptırıldığına bakalım. Kuran'da, Hz. Lut'un kavmine yaptığı uyarı ve onların cevabı şöyle anlatılır:
Lut (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Lut: "Sakınmaz mısınız?" demişti. "Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir. Siz insanlardan (cinsel arzuyla) erkeklere mi gidiyorsunuz? Rabbinizin sizler için yaratmış bulunduğu eşlerinizi bırakıyorsunuz. Hayır, siz sınırı çiğneyen bir kavimsiniz." Dediler ki: "Ey Lut, eğer (bu söylediklerine) bir son vermeyecek olursan, gerçekten (burdan) sürülüp çıkarılanlardan olacaksın." Dedi ki: "Gerçekten ben, sizin bu yaptığınıza öfke ile karşı olanlardanım." (Şuara Suresi, 160-168)
Kendilerini doğru yola davetine karşılık kavminin Hz. Lut'a karşı cevabı onu tehdit etmek olmuştu. Lut Kavmi, kendilerine doğru yolu göstermesinden dolayı Hz. Lut'a karşı öfke duyuyor, onu ve onunla birlikte iman edenleri sürgün etmek istiyorlardı. Başka ayetlerde olay şöyle anlatılır:
Hani Lut da kavmine şöyle demişti: "Sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasız-çirkinliği mi yapıyorsunuz? Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz." Kavminin cevabı: "Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlenen insanlarmış!" demekten başka olmadı. (Araf Suresi, 80-82)
Hz. Lut, kavmini apaçık bir doğruya çağırıyor ve anlaşılır bir şekilde uyarıyordu. Ancak kavim hiçbir uyarıyı dinlemiyor ve Hz. Lut'u inkar etmeye ve onun haber vermekte olduğu azabı yalanlamaya devam ediyordu:
Lut da; hani kavmine demişti: "Siz gerçekten, sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı 'çirkin bir utanmazlığı' yapıyorsunuz. Siz, (yine de) erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve bir araya gelişlerinizde çirkinlikler yapacak mısınız?" Bunun üzerine kavminin cevabı yalnızca: "Eğer doğru söylüyor isen, bize Allah'ın azabını getir" demek oldu. (Ankebut Suresi, 28-29)
Kavminden bu cevabı alan Hz. Lut, Allah'tan yardım istedi:
Dedi ki: "Rabbim, fesat çıkaran (bu) kavme karşı bana yardım et." (Ankebut Suresi, 30)
Rabbim, beni ve ailemi bunların yaptıklarından kurtar. (Şuara Suresi, 169)
Hz. Lut'un isteği üzerine Allah, erkek kılığına girmiş iki melek gönderdi. Bu melekler, Hz. Lut'a gelmeden önce Hz. İbrahim'e gitmişlerdi. Hz. İbrahim'e yaşlı karısının bir çocuk doğuracağı müjdesini veren elçiler asıl gönderiliş sebeplerini de açıkladılar: Azgın Lut Kavmi, helak edilecekti.
(İbrahim) dedi ki: "Şu halde sizin asıl isteğiniz nedir, ey elçiler?" "Doğrusu biz, suçlu-günahkar bir kavme gönderildik" dediler. "Üzerlerine çamurdan (iyice sertleşip kaskatı kesilmiş) taşlar yağdırmak için. (Ki bu taşların her biri,) Rabbinin katında ölçüyü taşıranlar için (herkese ayrı ayrı) işaretlenmiştir." (Zariyat Suresi, 31-34)
Ancak Lut ailesi hariçtir; biz onların tümünü muhakkak kurtaracağız. Ama karısını (kurtaracaklarımız) dışında tuttuk, o, geride kalanlardandır. (Hicr Suresi, 59-60)
Elçilikle görevlendirilmiş melekler Hz. İbrahim'in yanından çıktıktan sonra Hz. Lut'a geldiler. Elçileri tanımayan Hz. Lut önce endişeye kapıldı, ancak onlarla konuştuktan sonra yatıştı:
Elçilerimiz Lut'a geldiği zaman, onlardan dolayı kaygılandı, göğsünü bir sıkıntı bastı ve: "Bu, zorlu bir gün" dedi. (Hud Suresi, 77)
(Lut) Dedi ki: "Sizler gerçekten tanınmamış bir topluluksunuz." "Hayır" dediler. "Biz sana, onların hakkında kuşkuya kapıldıkları şeyle geldik. Sana gerçeği getirdik, biz şüphesiz doğru söyleyenleriz. Hemen aileni gecenin bir bölümünde yola çıkar, sen de onların ardından git ve sizden hiç kimse arkasına bakmasın; emrolunduğunuz yere gidin." Ve onlara şu emri verdik: "Sabaha çıkarlarken onların arkası mutlaka kesilecektir." (Hicr Suresi, 62-66)
Bu sırada kavim, Hz. Lut'un konuklarının geldiğini haber almıştı. Bu konuklara da sapıkça bir eğilimle yaklaşmaktan çekinmediler. Evin etrafını çevirdiler. Konuklarına mahçup olmaktan endişelenen Hz. Lut, kavme şöyle seslendi:
(Lut onlara) "Bunlar benim konuğumdur, beni utandırıp-dillere düşürmeyin" dedi. "Allah'tan korkup-sakının ve beni küçük düşürmeyin. (Hicr Suresi, 68-69)
Kavminin cevabı ise, Hz. Lut'a çıkışmak oldu: "Dediler ki: 'Biz seni 'herkes(in işin)e karışmaktan' alıkoymamış mıydık?" (Hicr Suresi, 70)
Elindeki tüm imkanları kullanan Hz. Lut, misafirlerine ve kendisine bir kötülük yapılacağı endişesiyle şöyle dedi: "Size yetecek gücüm olsaydı veya sağlam bir yere sığınabilseydim." (Hud Suresi, 80)
"Misafirleri" ise, Hz. Lut' a Allah'ın elçileri olduklarını hatırlatarak şöyle dediler:
(Elçiler) Dediler ki: "Ey Lut, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana kesin olarak ulaşamazlar. Gecenin bir parçasında ailenle birlikte yürü (yola çık). Sakın, hiçbiriniz dönüp arkasına bakmasın; fakat senin karın başka. Çünkü onlara isabet edecek olan, ona da isabet edecektir. Onlara va'dolunan (azab) sabah vaktidir. Sabah da yakın değil mi?" (Hud Suresi, 81)
Şehir halkının azgınlığının son noktaya varmasıyla beraber Allah, meleklerin yardımıyla Hz. Lut'u kurtardı. Sabah vakti de, kavmin üzerine Hz. Lut'un uyardığı azap gönderildi:
Andolsun onlar, onun konuklarından da murad almak için baskı yaptılar. Biz de onların gözlerini silip kör ettik. "İşte azabımı ve uyarmamı tadın." Andolsun onları bir sabah vakti erkenden, üzerlerinde kararını kılmış bir azab yakalayıp-bastırıverdi. (Kamer Suresi, 37-38)
Ayetlerde, kavmin helakı şöyle tarif ediliyor:
Derken, tan yerinin ağarma vaktine girdiklerinde onları (o korkunç ve dayanılmaz) çığlık yakalayıverdi. Anında (yurtlarının) üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık. Elbette bunda 'derin bir kavrayışa sahip olanlar' için gerçekten ayetler vardır. O (şehir de) gerçekten bir yol üstünde (hâlâ) durmaktadır. (Hicr Suresi, 73-76)
Böylece emrimiz geldiği zaman, üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık; Rabbinin katında 'belli bir biçime sokulmuş, damgalanmış' olarak. Bunlar zalimlerden uzak değildir. (Hud Suresi, 82-83)
Sonra geride kalanları yerle bir ettik. Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp-korkutulanların yağmuru ne kötü. Gerçekten, bunda bir ayet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır esirgeyendir. (Şuara Suresi, 172-173)
Kavim helak olurken içlerinden Hz. Lut ve sayıları ancak "bir ev halkı" kadar olan iman edenler kurtarıldı. Hz. Lut'un karısı iman etmemişti ve o da helak edildi:
Bunun üzerine biz, karısı dışında onu ve ailesini kurtardık; o (karısı) ise (helake uğrayanlar arasında) geride kalanlardandı. Ve onların üzerine bir (azab) sağanağı yağdırdık. Suçlu-günahkarların uğradıkları sona bir bak işte. (Araf Suresi, 83-84)
Böylece Hz. Lut karısı dışındaki ailesiyle ve kendisine inananlarla beraber kurtarıldı. Sapık kavim ise, yerle bir oldu.

Lut Gölü'NDEKİ "APAÇIK Ayetler"

Hud Suresi'nin 82. ayeti "böylece emrimiz geldiği zaman, üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" ifadesiyle, Lut Kavmi'nin başına gelen felaketin şeklini açıkça bildirir.
Ayetin başında geçen "üstünü altına çevirmek" fiilinin şiddetli bir deprem ile bölgenin yerle bir olduğunu anlatıyor olması mümkündür. Nitekim, helak olayının yaşanmış olduğu bölge olan Lut Gölü, böyle bir depremin oluştuğuna dair "apaçık deliller" taşımaktadır.
Alman arkeolog Werner Keller konu hakkında şöyle diyor:
Bu bölgede bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar, yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim Vadisi ile birlikte Lut Kavmi'nin şehirleri yerin derinliklerine gömülmüşlerdi.
Zaten Lut Gölü, ya da diğer adıyla Ölü Deniz, aktif bir sismik bölgenin, yani bir deprem kuşağının tam üstünde yer almaktadır:
Ölü Deniz'in tabanı Rift Vadisi denilen tektonik kökenli bir çöküntü içinde yer alır. Bu vadi kuzeyde Taberiye Gölü'nden, güneyde Arabah Vadisi'nin ortasına kadar 300 km.'lik bir uzantıda yer alır.
Ayetin devamında "üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" cümlesiyle ifade edilen olayın ise, Lut Gölü kıyısında meydana gelen volkanik bir patlama ve bunun sonucunda püsküren "pişirilmiş kıvamdaki" kaya ve taşlar olması mümkündür. (Şuara Suresi'nin 173. ayetinde aynı olay "...ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp-korkutulanların yağmuru ne kadar da kötü" şeklinde bildirilmiştir.)

Werner Keller bu konuda da şöyle diyor:

Bu deprem sırasında, yerkabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanlara serbest yol vermiştir. Şeria'nın yukarı vadisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kütleleri ve bazalt katmanları yer almıştır.

Lut Kavmi'nin yaşadığı bölgenin uydu fotoğrafı İşte bu lav ve bazalt katmanları, zamanında burada volkanik bir patlamanın ve depremin olduğunu gösteren en büyük kanıtlardır. Kuran'da, "üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" ifadesiyle tarif edilen olay da büyük olasılıkla bu volkanik patlamadır. Aynı ayette "...emrimiz geldiği zaman üstünü altına çevirdik" şeklinde ifade edilen olay da Rift Vadisi'nde tektonik kökenli olan ve volkanların yeryüzüne büyük bir şiddetle çıkmasına sebep veren deprem ile onun getirdiği yarılma ve çöküntüler olmalıdır.

Lut Gölü, ya da diğer bir adıyla Ölü Deniz. Lut Gölü'nün taşıdığı "apaçık ayetler" gerçekten de son derece dikkat çekicidir. Kuran’da anlatılan kıssalar ve bildirilen olaylar, genelde, Ortadoğu, Arap Yarımadası ve Mısır etrafında yoğunlaşır. İşte bu toprakların hemen ortasında Lut Gölü vardır. Lut Gölü, etrafında geçen olaylar kadar jeolojik olarak da dikkat çekicidir. Göl, Akdeniz'in yüzeyinden yaklaşık 400 metre daha alçaktadır. Gölün en derin yeri de 400 metre olduğundan, göl tabanı Akdeniz'in yüzeyinden 800 metre alçaktadır. Bu, dünyanın en alçak noktasıdır: Dünyanın deniz yüzeyinden aşağı olan başka bölgelerinde alçaklık en fazla 100 metre kadardır. Lut Gölü'nün başka bir özelliği de suyundaki tuz yoğunluğunun çok yüksek olması, tuz miktarının %30'u bulmasıdır. Bundan dolayı gölde balık ya da yosun gibi herhangi bir canlı yaşayamaz. Batı dillerinde Lut Gölü'ne "Dead Sea" (Ölü Deniz) denilmesinin sebebi de budur.
Kuran'da anlatılan Lut Kavmi ile ilgili olay, tahminlere göre yaklaşık MÖ 1800 yıllarında olmuştur. Alman araştırmacı, Werner Keller, arkeolojik ve jeolojik incelemelere dayanarak yaptığı açıklamalarda Lut Kavmi’nin yaşadığı Sodom ve Gomorra şehirlerinin yerlerinin Siddim Vadisi denilen ve Lut Gölü'nün en alt ucunda bulunan bölgede olduğunu ve zamanında buralarda büyük ve geniş yerleşim alanlarının bulunduğunu belirtiyor.


Lut Gölü'nün doğusunda bir yarımada oluşturan ve dile benzeyen bir kısım, gölün içine uzanır. Bu kısma Araplar "El Lisan" yani "dil" adını vermişlerdir. Burada suyun tabanında, adeta gölü ikiye ayıran fakat görülmeyen keskin bir dirsek uzanmaktadır. Bu yarımadanın sağında taban 400 metre derin olduğu halde, sol tarafı şaşılacak kadar sığdır. Son yıllarda yapılan ölçümlerden burasının derinliğinin ancak 15-20 metre kadar olduğu anlaşılmıştır. Daha sonradan oluştuğu tesbit edilen bu sığ bölge, önceki yazıda belirttiğimiz deprem ve bu deprem sonucu oluşan kütlevi bir çöküntünün eseridir. Eskiden Sodom ve Gomorra'nın bulunduğu, yani Lut Kavmi'nin yaşadığı yer işte burasıdır:
Zamanında buradan karşı kıyıya yürüyerek geçmek mümkündü. Eskiden Siddim Vadisi'nde bulunan Sodom ve Gomorra şehirlerini, şimdi Ölü Deniz'in alt bölümünün düzgün yüzeyi örtüyor. MÖ 2. bin yılın başlarında korkunç bir doğal felaket sonucu tabanın çökmesi, kuzeyden gelen tuzlu suyun bu yeni oluşan boşluğa akmasına ve buranın dolmasına sebep oldu.
Lut Kavmi'nin izleri, gözle de görülebilir... Kayıkla Lut Gölü'nün bu alt ucunda gezildiğinde, güneş ışınları da suya uygun bir açıyla yansıyorsa, insan şaşılacak bir görünümle karşılaşır. Kıyıdan biraz ötede suyun içinde ağaçların belirdiği görülür. Bunlar da gölün son derece yoğun olan tuzlarının konserve ettiği ağaçlardır. Derinlerde yeşil renkte görülen ağaç gövdeleriyle ağaç artıkları çok eskidir. Bir zamanlar bu ağaçların yapraklarının yeşillendiği ve çiçek açtığı yer yani Siddim Vadisi, bölgenin en güzel yerlerinden biriydi.
Lut Kavmi’nin uğradığı felaketin teknik yönü, jeologların araştırmalarından anlaşılıyor. Buna göre, Lut Kavmini yok eden deprem, oldukça uzun bir yerkabuğu çatlağı (fay hattı)nın sonucunda oluşmuştur: Şeria Nehri'nin yatağını oluşturan 190 kilometrelik mesafe boyunca Şeria Nehri toplam 180 metrelik bir düşüş yapar. Bu durum ve Lut Gölü'nün deniz seviyesinden 400 metre alçak olması, burada bir zamanlar büyük bir jeolojik olayın meydana geldiğini gösteren önemli delillerdendir.
Göle kayan şehrin kalıntılarından bir kısmı göl kıyısında bulundu. Bu kalıntılar Lut Kami'nin yaşam düzeyinin oldukça yüksek olduğunu gösteriyordu.
Şeria Nehri ile Lut Gölü'nün bu ilginç yapısı da, yerkürenin bu bölgesinden geçen bir yarık ya da çatlağın ancak bir parçasından ibarettir. Bu çatlağın durumu ve uzunluğu son zamanlarda saptanmış bulunmaktadır.
Bu çatlak, Toroslar'ın eteklerinden başlayıp güneye doğru Lut Gölü'nün güney kıyılarından ve Arap çölü üzerinden Akabe Körfezi'ne uzayıp oradan da Kızıl Denizi geçerek Afrika'da son bulmaktadır. Bu uzun çöküntünün uzayıp gittiği yerlerde kuvvetli yanardağ hareketlerinin olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki, İsrail'deki Galilee Dağları'nda, Ürdün'ün yüksek yayla kısımlarında, Akabe Körfezi ve diğer yakın yerlerde siyah bazalt ve lavlar bulunmaktadır.

Tüm bu kalıntılar ve coğrafi özellikler, Lut Gölü'nde büyük bir jeolojik olayın yaşandığını göstermektedir. Werner Keller bu jeolojik olayı şöyle anlatıyor.


Bu bölgede bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar, yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim Vadisi ile birlikte Lut Kavmi'nin şehirleri de yerin derinliklerine gömülmüşlerdir. Bu deprem sırasında, yer kabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanları harekete geçirmiştir. Şeria'nın yukarı vadisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kitleleri ve bazalt katmanları yer almıştır.

National Geographic ise Aralık 1957 sayısında konu hakkında şöyle diyordu:

Sodom tepesi, ölü denize doğru yükselir. Hiç kimse şimdiye dek yok olan şehirler Sodom ve Gomorra'yı bulamadı, fakat bilim adamlarına göre bu şehirler kayalıkların karşısındaki Siddim Vadisi'nde duruyorlar. Büyük ihtimalle Ölü Deniz'in taşkın suları ve depremin altında kaldılar.

Pompei de AYNI Sona UĞRAMIŞTI

Kuran'da, Allah'ın kanunlarında hiçbir değişiklik olmadığı şöyle haber verilir:
...Onlara uyarıcı-korkutucu geldiğinde, nefretlerinden başkasını arttırmadı. (Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın. (Fatır Suresi, 42-43)
Evet, "Allah'ın sünnetinde (kurallarında) hiçbir değişiklik" yoktur. Allah’ın kurallarına aykırı giden, O'na başkaldıran herkes, aynı ilahi kanunla karşılık görür. Roma İmparatorluğu'nun dejenerasyonunun sembolü olan Pompei de, aynı Lut kavmi gibi, cinsel sapkınlıklara batmıştı. Sonu da Lut Kavmi'yle benzer oldu.
Pompei'nin helakı, Vezüv Yanardağı'nın patlamasıyla gerçekleşmişti.
Vezüv Yanardağı, İtalya'nın, özellikle de Napoli kentinin sembolüdür. Yaklaşık, 2000 yıldan beri suskun olan Vezüv "İbret Dağı" şeklinde adlandırılır. Vezüv'ün bu şekilde tanımlanması boşuna değildir. Ünlü Sodom ve Gomorra kentlerinin başına gelen felaketle, Pompei faciası birbirine çok benzemektedir.
Vezüv'ün batı yamacında Napoli, doğu yamacında ise Pompei kenti yer alır. Yaklaşık 2000 yıl önce yaşanan bir lav ve kül felaketi, bu kentin insanlarını ani bir biçimde yakalamıştı. Felaket öylesine ani olmuştu ki, her şey 2000 yıl öncesinde olduğu gibi kaldı. Sanki zaman dondurulmuştu.
Pompei'nin böyle bir felaketle yeryüzünden silinmesinde elbette ders çıkarılabilecek bir yön vardı. Tarihi kayıtlar, şehrin yok olmadan önce tam bir sefahat ve sapkınlık merkezi olduğunu gösteriyor. Şehrin en belirgin özelliği, fuhuşun çok yaygın olmasıydı.
Ancak Vezüv'ün lavları bir anda tüm kenti haritadan sildi. Olayın en ilginç yanı ise, kentin günlük yaşantısı içinde, Vezüv'ün korkunç patlamasına rağmen, kimsenin kaçmamış ve adeta büyülenerek felaketin farkına bile varamamış olmalarıydı. Yemek yiyen bir aile, o andaki gibi aynen taşlaşmıştı. Cinsel birleşme halinde, sayısız taşlaşmış çift bulunmuştu. Daha da önemlisi, bu çiftler arasında, aynı cinsten olanlar, küçük erkek ve kız çocuklar da vardı. Pompei kalıntılarından çıkarılan taşlaşmış insan cesetlerinin, bazılarının yüzleri hiç bozulmadan kalmıştı. Genel yüz ifadesi şaşkınlıktı.

İşte facianın en akıl almaz yönü buradadır. Nasıl olmuş da binlerce insan hiçbir şey görmeden ve duymadan, adeta ölümün gelip kendilerini yakalamasını beklemişlerdir?

Olayın bu yönü, Pompei'nin yokoluşunun Kuran'da anlatılan helak olaylarına benzediğini gösteriyor. Çünkü Kuran'da, helak olayları anlatılırken "birden yok olma" üzerinde durulur. Örneğin Yasin Suresi'nde anlatılan "şehir halkı", tek bir anda topluca ölmüşlerdir. Surenin 29. ayetinde bu durum şöyle anlatılır:

(Onlara) Yalnızca bir tek çığlık (yetti); anında sönüverdiler. (Yasin Suresi, 29)
Kamer Suresi'nin 31. ayetinde Semud kavminin helakı anlatılırken de yine "anında yok olma" olayına dikkat çekilir:
Çünkü Biz onların üzerine bir tek çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru ot gibi oluverdiler. (Kamer Suresi, 31)
Pompei halkının ölümü de ayetlerde anlatıldığı şekilde, "anında yok olma" tarzında gerçekleşmiştir.
Tüm bunlara rağmen, Pompei'nin eski yerinde bugün olaylar pek fazla değişmiş değil. Napoli'nin sefahat mahalleleri, Pompei'den hiç aşağı kalmıyor. Kapri Adası, eşcinsellerin ve çıplakların kamp yaptıkları bir üs durumunda. Kapri Adası turizm reklamlarında "Eşcinseller Cenneti" olarak tanımlanıyor. Sonuçta, yine bölge halkının aynı tür bir yaşamı seçtikleri görülüyor. Yalnızca Kapri'de ve İtalya'da değil, dünyanın hemen hemen her tarafında bu tür bir ahlaki dejenerasyon yaşanmakta ve insanlar geçmiş kavimlerin başlarına gelen felaketlerden ders almamakta ısrar etmektedirler.

Son düzenleyen nötrino; 22 Ekim 2015 13:13 Sebep: Kırık görsel kaldırıldı!
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Kasım 2009       Mesaj #14
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ad Kavmi

Hud aleyhisselamın peygamber olarak gönderildiği ve isyanları yüzünden rüzgarla helak edilen kavim. Bu kavim, Nuh aleyhisselamın oğullarından Samın torunlarından Adın neslidir. Yaşadıkları yer Ahkaf diyarı olup, Yemende Aden ile Umman arasındadır. Bu bölgeye Şihr de denilmiştir.
Nuh aleyhisselam zamanındaki tufandan sonra gemide bulunup kurtulanlar değişik bölgelerde yerleşip çoğaldılar. Ad kavmi de kendi arasında yirmi üç kabileden meydana gelen büyük bir Arap kavmi idi. Ad kavminin insanları, iri cüsseli, uzun boylu, kuvvetli, tuttuğunu koparan uzun ömürlü kimselerdi. Yaşadıkları bölgenin toprağı çok verimli, yağmuru boldu. Her taraf yemyeşil, bağlar, bahçeler, pınarlar, akarsular ile kaplı olan yerler "İrem Bağları" diye tanınmıştı.
Bu kavim büyük kayaları yontarak direk ve bu direkler üzerine çok gösterişli binalar yaptılar. Yaşadıkları bölgede her taraf akıl almaz süslere, göz kamaştıran güzelliklere sahipti.
Nuh aleyhisselam zamanındaki tufandan sekiz asır gibi bir zaman aradan geçmesi sebebiyle tufanı görüp, ibret alanlar ve bunları nesillere anlatanlar çoktan vefat etmişlerdi. Ad kavmi insanları sıhhatlerine, kuvvetlerine, zenginliklerine ve servetlerine bakarak her geçen gün kibirleniyor, büyükleniyor, taşkınlıklarını artırıyordu. Onların bu halleri Kuran-ı kerimde mealen şöyle bildirilmektedir: "Yer yüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bizden daha kuvvetli kim var (olabilir) ki dediler." (Fussilet suresi: 15)
Gün geçtikçe azan Ad kavmi, nihayet Samed, Samud, Sada ve Heba adlı putlara tapmaya başladılar. Bağ, bahçe, tarla, hayvan, mahsul ve nesillerinde şaşılacak bir bereket vardı. Dünya nimetleri
bakımından ulaşılması arzu edilen her şeye kavuşmuş olmaları, tamamen azmalarına sebep oldu. Zulüm ve işkenceye başladılar. Etraflarındaki kabilelere, zayıf ve kimsesizlere ağır zulümler yapıyorlardı. Zavallı kimseleri yüksek binalardan atmaktan zevk alıyorlardı.
Ad kavmi, bu azgın haldeyken, Allahü teala onlara ebedi seadet yolunu göstermek için Hud aleyhisselamı peygamber olarak gönderdi. Elli seneden fazla bir zaman bu kavmi imana çağırdı. Bu azgın kavmi Hud aleyhisselam devamlı Müslüman olmaya davet ettiği halde iman etmeye yanaşmadılar. İman edenler de korkularından imanlarını açıklayamadılar. Bunun üzerine kendilerine ağır azab geleceğini ve helak edileceklerini söyledi. Yine inanmayıp alay ettiler.
Nihayet gelecek olan azabın işaretleri görülmeye başladı. Üç sene yağmur yağmadı. Pınarlar kuruyup ağaçlar sararıp soldu. Meşhur İrem Bağları yok oldu. Hayvanlar susuzluktan telef oldu. İnsanlar da bir yudum suya, bir lokma ekmeğe muhtaç duruma düştüler. Devamlı bunaltıcı ve kuru bir rüzgar esiyordu. Tozdan göz gözü görmüyordu. Hud aleyhisselam ise onları durmadan iman etmeye davet ediyordu. Fakat inatlarından vaz geçmiyorlardı. Kadınları da kısırlaşıp hiç çocuk doğmaz oldu. Şiddetli kuraklık dört sene devam etti. Bundan sonra kendilerini helak eden azab geldi. Bir gün yurtları üzerinde her tarafı kaplayan siyah bir bulut göründü. Yağmur geliyor zannettiler. Hud aleyhisselam durumu bildirip tekrar imana davet etti ise de kabul etmediler. Buluttan şiddetli bir rüzgar esmeye başladı. Korkunç bir uğultusu ve dayanılmaz bir soğuğu vardı. Rüzgar estikçe şiddetlendi. İnsanları tutundukları taş ve ağaçlarla birlikte göklere fırlatıyor, sonra da bırakıveriyordu. Havada adeta saman çöpleri gibi savruluyorlardı. Azgın Ad kavminin insanları param parça oldu. Yerleri yurtları yıkılıp harabe halini aldı. Sonra da fırtına onların ölülerini süpürüp denize attı. Bu rüzgar, Kuran-ı kerimde rih-i akim, sarsar, azab-ı elim ve atiye olarak bildirilmektedir. Kuran-ı kerimde mealen; "Hud (aleyhisselam) ve dinde ona tabi olanları rahmetimizle kurtardık. Bizim ayetlerimizi tekzib edip (yalanlayıp) mümin olmayanların ise silsile ve köklerini kestik." buyruldu (Araf suresi: 72). Hud aleyhisselam, iman edenlerle birlikte Mekkeye gitti. Bunlara "Ad-ı uhra" (ikinci Ad) denilmiştir.


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Kasım 2009       Mesaj #15
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Semud Kavmi

Kurân-ı kerîmde, îmân etmedikleri ve bunun netîcesinde helâk oldukları bildirilen kavim. Semûd, Nûh aleyhisselâmın oğlu Sâmın neslinden olup, berâberindekilerle Şam ile Hicâz arasındaki Hicr mevkiinde yaşamışlardır. Semûd kavmi, Kurân-ı kerîmde Eshâb-ül-Hicr şeklinde zikredilmiş olup, Âd kavminin devâmı olması ve onların yurtlarına yerleşmeleri sebebiyle de Âd-ı Sânî (İkinci Âd) diye anılmıştır.
Allahü teâlâ, Âd kavmi gibi Semûd kavmine de bol nîmetler ve çok uzun ömür verdi. Kayalara oydukları meskenler ince ve sanatlı, evleri tam teşkilâtlıydı. Önceleri şükrederlerdi; sonraları zevke ve safâya daldılar. Reisleri başta olmak üzere, zulüm ve haksızlığa dayalı çetelerle karışıklıklar çıkarmışlar, putları ilah edinmişlerdir. Allahü teâlâ, sapık Semûd kavmini îmâna dâvet için kendi içlerinden Sâlih aleyhisselâmı peygamber olarak göndermiştir. Sâlih aleyhisselâm, birçok mûcizeyle kavmini Allahü teâlâya îmâna çağırdı. Mûcizelerinden biri kayadan kızıl tüylü doğurmak üzere olan dişi bir devenin çıkması olmuştur. Semûdluların, mûcizeleri inkâr edip, küfürde ısrâr etmeleri üzerine, Allahü teâlâ, Sâlih aleyhisselâm ve îmân edenler dışında bütün Semûd kavmini Cebrâil aleyhisselâmın sayhâsı (çok şiddetli gürültü) ile ödleri patlamak sûretiyle helâk etmiştir.
Allahü teâlâ, Kurân-ı kerîmde meâlen bu hâli şöyle bildirmiştir:
Onları (Semûd kavmini) sabah vaktinde Cebrâilin (aleyhisselâm) şiddetli sayhâsı yakaladı. Hepsi helâk oldular. Kazanabildikleri (işledikleri) o şeyler (sağlam evler, mal ve nüfûsça çoğalmış olmaları) onlardan azâbı def etmedi (geri çeviremedi). (Hicr sûresi: 83-84)
İbn-i Abbâstan (radıyallahü anh) rivayet edildiğine göre, sayha ile helak olan ümmet ikidir. Birincisi Sâlih aleyhisselâmın, ikincisi Şuayb aleyhisselâmın ümmetidir. Sâlih aleyhisselâmın ümmetine sayhâsı memleketlerinin altından; Şuayb aleyhisselâmınkine ise üstünden gelmiştir.
Sâlih aleyhisselâm kavminin helâkinden sonra kendisine inananlarla birlikte Mekkeye veya Şam taraflarına gitmiş, Remle kasabasına yerleşmiştir. Hadramut beldesine gittiklerine dâir rivâyetler de vardır. (Bkz. Sâlih Aleyhisselâm)


asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
1 Aralık 2009       Mesaj #16
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Nuh(AS) Kavimin Helak Oluş Sebepleri - Küfürde Aşırı Derecede İnat Etmeleri ve Önyargılı Olmaları

“Nuh dedi ki: "Rabbim! Doğrusu ben, milletimi gece gündüz çağırdım. Fakat benim çağırmam, .sadece benden uzaklıklarını artırdı. Doğrusu ben senin onları bağışlaman için kendilerini her çağrışımda, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler. Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim.”

Bundan şu anlaşılabilir: Onlar, değil Hz. Nuh'un davetine kulak vermek, onun yüzüne bile bakmak istemiyorlardı. Ya da bunu, Nuh (a.s) yanlarından geçerken onları tanımasın ve onları davet etmesin diye yapıyorlardı. Buna benzer bir tavrı Mekke'deki kafirler Allah Rasulü'ne karşı gösteriyorlardı. Bu tavır Kur’an’da şöyle izah ediliyor: "Haberiniz olsun, gerçekten onlar ondan gizlenmek için haktan kaçınır yan çizerler, haberiniz olsun, onlar örtülerine büründükleri zaman, Allah, gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bilmektedir."

Hz. Nuh (as) uzun bir mücadelenin sonunda dönüyor ve Rabbine son raporunu sunuyor. Burada Hz. Nuh sürekli ve kesintisiz bir çabayı tasvir ediyor: "Doğrusu ben milletimi (kavmimi) gece gündüz çağırdım:"

Bıkmıyor, usanmıyor, burun kıvıranılar, yanlışta ısrar etmeler karamsarlığa düşürmüyor onu: "Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını arttırdı." Allah'a; varlık ve hayatın nimet ve lütufların, hidayet ve aydınlığın kaynağına yönelik çağrımdan kaçtılar. Üstelik O, dinlemek için bir ücret, yol göstericiliğin karşılığı olarak da bir vergi istemiyor. Onlar, bağışlanmaları, günah, isyan ve sapıklığın cürmünden kurtulmaları için kendilerini Allah'a çağıran davetçiden kaçıyorlardı.

Davetçi her yerde karşılarına çıkıp, davetini duyurmak için her fırsatı değerlendirdiği, dolayısiyle kaçamadıkları zamanlar sesini duymak istemiyorlardı. Onu görmeye bile tahammül edemiyorlardı. Bu yüzden sapıklıkta ısrar ediyor, hak ve hidayet çağrısına olumlu karşılık vermeye tenezzül etmiyorlardı, büyüklük taslıyorlardı. "Doğrusu ben senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler."
Bu, davetçinin davasını duyurmak için her fırsatı değerlendirişini, kafirlerin de sapıklıkta direnmelerini gösteren bir tablodur. Bu tabloda kıt anlayışlı, inatçı insanlığın çocuksu tutumu belirginleşiyor. Bu tutum, parmaklarını kulaklarına tıkamaları ile, başlarını elbiselerine bürümeleri ile somutlaştırılıyor. Bu ayetler, çocukça inadı kusursuz bir tabloda canlandırıyor. Hz. Nuh şöyle diyor: "Parmaklarını kulaklarına tıkadılar." Onlar parmak uçlarıyla kulaklarını tıkıyorlardı. Ama onlar parmak uçlarını kulaklarına o kadar sert tıkıyorlardı ki, sanki içine hiçbir ses girmesin diye bütün parmaklarını kulaklarının içine sokmak ister gibiydiler. Bu yanlışta ısrar etmenin

inatçılığın kaba, çirkin bir tablosudur. Aynı zamanda bu, insanların yaşlandıkları halde ortaya koydukları çocuksu, ilkel davranışların bir tablosudur.

Sürekli davetin, her fırsatı değerlendirmenin, ısrarla karşılarına çıkmanın yanısıra Hz. Nuh, her türlü yönteme başvurmuştu. Kimi zaman açıkça davet etmiş, kimi zaman da gizli ve açık daveti birlikte yürütmüştü: "Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa gizliden gizliye de söyledim."

“Biz Nuh'u, soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. Dokuzyüzelli yıllık bir süre boyunca aralarında kaldı. Sonunda zalimliklerini inatla sürdürürlerken, Tufan'a yakalandılar. Buna karşılık Nuh'u ve gemidekileri kurtararak bu olayı bütün insanların ders alacakları bir mucize yaptık.”

Nuh (as) dokuzyüzelli yıl dini tebliğ etmesine rağmen kavmi inatla ve ısrarla iman etmedi ve küfürde kalmayı tercih etti.

Kavmi Hz. Nuh’u peygamber olarak kabul etmiyordu. Ona 950 yıl Nuh dediler ama peygamber demediler. Onların bu inkar hali ahirette de ortaya çıkmaktadır. Hz. Peygamber şöyle buyurdu. “Nuh ve onun ümmeti (ahirette karşı karşıya) getirilir. Allah Hz Nuh’a “ Sen tebliğ ettin mi?” der. Nuh “Evet, Ey Rabbim” der. Allah onun kavmine “Bu size dini tebliğ etti mi?” der. Kavmi “Bize bir peygamber gelmemiştir” derler. Allah Nuh’a “Tebliğ yaptığına dair şahitlerin kimlerdir?” der. O da “Muhammed ve ümmeti” der. Siz onun tebliğine orada şahitlik edersiniz.
“İşte böylece sizin insanlar üzerinde şahitlik yapmanız, Resulün de sizin üzerinizde bir şahit olması için sizi orta (dengeli) bir millet kıldık” ayetinin tefsiri sadedinde bu açıklama yapılır.
Hasan Telli
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
14 Aralık 2009       Mesaj #17
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Peygamberi alelade bir insan olarak görmeleri

Hz. Nuh’un kavmi, Allah tarafından kendilerine peygamber olarak gönderilen peygambere tabi olmadıklar gibi ona iman etmeyi kendileri için aşağılık saydılar. O yüce peygamberi, kendileri gibi alelade bir insan olarak gördüler. Onlara göre peygamber ancak meleklerden olmalıydı. Nitekim Mü’minun suresinde onların bu tutumu açıkça ifade edilmiştir.
“Nuh’un kavminden kafir olanların ileri gelenleri, (diğer insanlara) dediler ki: Bu Nuh ancak sizin gibi bir insandır. (sizin gibi yiyor, içiyor, uyuyor. Böyle birisi nasıl, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olabilir. Sizi tevhide davet etmekle) size üstün ve hakim olmak istiyor. Maksadı budur. Eğer hakikaten Allah’u Teala (kendisinden başkasına ibadet olunmasını veya bize peygamber göndermeyi) dileseydi, muhakkak ki (peygamber olarak) bir melek gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık.”
"Soydaşlarının önde gelen kâfirleri dediler ki; `Bu adam tıpkı sizin gibi bir insandır, üzerinizde üstünlük kurmak istiyor. Eğer Allah dileseydi, bize bir melek gönderirdi. Onun söylediklerini eski atalarımızdan hiç duymamıştık."
Beydavi bu ayeti şçyle tefsir eder. “Ey Nuh senin bize karşı bir üstünlüğün yok ki sana itaat edelim ve senin peygamberliğini tasdik edelim.”
Onlar bu sözleriyle Hz. Nuh’un peygamberliğinden şüphe diyorlardı. Zira onlar da bir insanın peygamber olabileceğini biliyorlardı.
Kavmi işte bu daracık, bu küçücük açıdan bakıyor bu büyük davaya. Şu halde bu davanın tabiatını kavrayamazlar, bu davanın gerçekliğini göremezler. Küçük ve basit kişilikleri bu davanın özünü perdeliyor, davanın unsurlarını görmelerini önlüyor. Onunla kalpleri arasında engel oluşturuyor. Onların gözünde sorun, kendilerinden hiçbir ayrıcalığı bulunmayan, kendilerine üstünlük sağlamak isteyen, konumlarından üstün bir konum elde etmek isteyen, aralarından çıkmış bir adamın sorunudur.
Kendilerince Nuh'un ulaşmaya çalıştığını sandıkları, bu yüzden peygamberlik iddiasına başvurduğunu düşündüklerini, bu yere gelmesini önlemek üzere gösterdikleri bu basit tepki yüzünden, sadece Hz. Nuh'un üstünlüğünü inkâr etmekle kalmıyorlar, kendilerinin de mensubu bulundukları insanlığın üstünlüğünü reddediyorlar. Yüce Allah'ın bu türe verdiği onuru tepiyorlar, şayet yüce Allah mutlaka bir peygamber gönderecekse, onu insanlardan seçmesini çok görüyorlar ve "Eğer Allah dileseydi, bize bir melek gönderirdi." diyorlardı.
Bunun nedeni, insanı yüceler alemine bağlayan, insanlar arasından seçilmiş kimselerin bu yüce mesajı algılamalarını, ona güç yetirmelerini, onu diğer kardeşlerine aktarmalarını, onları bu mesajın aydınlık kaynağına ulaştırmalarını sağlayan o yüce soluğu ruhlarında bulmamalarıdır.Bu yüzden meseleyi alışılmış geçmişe havale ediyorlar, düşünüp inceleyen akla değil."Onun söylediklerini eski atalarımızdan hiç duymamıştık."
Göz dolduran kodamanlar gürûhu peygamberliği inkâr ederek halka karşı dedi ki: Bu ancak sizin gibi bir insan, üzerinize üstün ve hakim olmak istiyor. Yani insanlık özelliği yönünden sizden hiçbir farkı, fazla bir özelliği ve üstünlüğü olmadığı halde, peygamberlik davası ile sizin üzerinize çıkmak, başınıza geçmek istiyor. Bu sözde iki mânâ gözetilebilir:
Birincisi: Adı geçen peygamberde normal insanlardan fazla bir meziyet ve fazilet bulunmadığı iddiasıyla onu âdî bir şahıs ve ehliyetsiz bir ihtiras sahibi gibi göstermeye çalışmak ve bu şekilde onu sıkıntılandırmaktır ki, dünyalık mevki peşinde koşan hırslı ve hasetçi kimselerin çoğunlukla ehliyet ve hak sahipleri kişilere karşı âdetleridir.
İkincisi: Peygamberlik davasını bütün insanlığın üzerine çıkmak gibi fazla bir iddia zannetmek. Peygamberliği beşer cinsinde bulunması mümkün olmayan bir fazilet davası şeklinde göstermektir ki, Allah Teâlâ'yı yaratıklardan habersiz bir tabiat gibi zanneden Muattıla'nın veya Allah'ın mücerred ruhânilerden başkasına tebliğatta bulunamayacağını zanneden Sabiîlerin zanlarıdır. Onun için peygamber denildiği zaman böyleleri onda insan üstü bir özellik bulunması, yani insan cinsinin en yüksek bir ferdinde bile bulunmayan sırf ilâhî bir cevher ve kimlik bulunması gereğini iddia ederler. Hıristiyanların Hz. İsa'da ilâhî bir cevher bulunduğunu iddiaya kalkışmaları ve hatta Nastûrîlerin, biri ilâhlık biri insanlık diye iki cevher kabul etmelerine bile razı olmamaları o iddiaya mağlubiyetlerinin bir neticesidir. Zamanımızda birtakım Avrupalı yazarların Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr yönünde "Şüphe yok ki Hz. Muhammed, olağanüstü bir beşer, pek büyük bir zat, fakat insanlık üstü bir vücut değil, bunun kendisi de söylüyor 'Ben de sizin gibi ancak bir beşerim” (Kehf, 18/110) diyor." demeleri, yani ilâhlık davasında bulunmadığından dolayı Allah'ın peygamberinin peygamberliğini kabul etmek istememeleri de o zanna uyularak söylenmiş bir safsatadan başka bir şey değildir. Bu zanda bulunanlar veya bu şekilde safsata yapmak isteyenler bir insanın peygamberliği söz konusu olduğu zaman onu bütün insan cinsinin üstün de yüksek bir kimlik iddia ediyormuş gibi anlatırlar da onun bir ilâh veya bir melek olduğu kabul edilmedikçe Resul olduğu tasdik olunamazmış gibi gösterirler.
İsrâ Sûresi'nde geçtiği gibi Resulullah'a karşı Kureyş müşriklerinin bir kısmı da bu safsatayı ileri sürmüşlerdi. Buna karşı burada bunun yanlış kaynağının yüce yaratıcıyı, yarattıklarından habersiz zannetmek küfrü olduğu ve Nûh'tan İsa'ya kadar gelen büyük peygamberlere karşı kâfirlerin de hep bunu söyleye geldikleri ve ilmen iknâ olmak istemeyen bütün o kâfirlerin sonunda peygamberliğin doğruluğu karşısında fiilen yok oldukları anlatılmıştır. Yani Nûh'un peygamberliğine karşı kavminin kodaman kâfirleri demişti ki: "Bu ne olursa olsun sizin gibi bir beşerden başka bir şey değil, böyle iken insanlığın üzerine çıkmak insanlıktan daha yüksek olmak istiyor. Allah'tan peygamberlik dava ediyor, insandan Resul mü olur?" Gerçi âyetten ilk bakışta önceki mânâ hemen akla gelir Fakat daha sonra gelen bölümüne dikkat edilince de ikinci mânâ; yani insanın peygamberliğinin inkârı mânâsı daha açık görünür. Çünkü o kâfirler bunun arkasından şöyle delil getirmeye çalışıyorlar:
Ve eğer Allah dileseydi elbette melâike indirirdi. Yani Allah insanlara elçi göndermek isteseydi yerdeki insandan değil, elbette gökyüzünden melekleri elçi yapar indirirdi de herkes ondan Allah'ın tebliğatını kendi alırdı. Buna "elbette" demeleri iki görüş açısındandır. Bir kere batıl zanlarında Allah'ın beşerden birine tebliğat yapıp peygamberlik nimeti vermesini mümkün görmüyorlar. Allah, doğrudan doğruya cisim sahibi olanlara tesir edemez, zannediyorlar. Halbuki bu şekildeki istidlâlde bir "müsâdere ale'l-matlûb" fesâdı (bir şeyi yine kendisiyle delil göstermeye kalkışma yanılgısı) vardır. Yani delil davanın aynıdır. Bir de tabiat ve vücup bakış noktasına tutunarak demiş oluyorlar ki, eğer bazı kimselere melekleri indirmiş ise her ferde indirmesi gerekirdi, çünkü tabiat küllîdir. Bu yanlış zan da Allah'ın mutlak yaratıcı olduğunu inkârdır.
İbrahim Sûresi'nde geçtiği üzere bu gibilere karşı peygamberler: "Evet biz sizin gibi bir beşerden başkası değiliz. Fakat Allah nimetini kullarından dilediğine lutfeder" diye cevap vermişlerdi ki, burada da: "Biz yaratmaktan gâfil değiliz" âyetiyle o yanlış zanları kökünden reddedilmiş ve nitekim En'âm Sûresi'nde "Allah elçiliği kime vereceğini daha iyi bilir" buyurulmuştur. Fakat Allah'ın ilim ve iradesini bilmeyen ve kafaları tabiat, âdet ve taklitlerle devamlı dolmuş olan kâfirler dediler ki biz önceki atalarımızdan bunu işitmedik. Yani
Nûh'un dediğini, Allah'tan başka ilâh yoktur, kelâmını işitmemişler, yahut bazılarının sözüne göre Nûh gibi peygamberlik iddia edeni işitmemişler, cehaletleri o kadar uzamış ki, peygamber cinsini duymamışlar. Bununla beraber bizce bunun melâike indirilmesine işaret olması ihtimali de vardır ki, melâike indirildiğini hiç işitmedik demiş olurlar. Ve bu mânâ, gösterdikleri bahanelerin çürüklüğünü anlatmış olması sebebiyle âyetin ahengine daha uygun gelir.
“Peygamberleri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var? Halbuki O, sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar yumuşatmak için sizi (hak dine) çağırıyor. Onlar dediler ki: siz de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsiniz. Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize apaçık bir delil getirin. Peygamberleri de onlara dediler ki: (Evet) biz sizin gibi bir beşerden başkası değiliz. Fakat Allah nimetini kullarından dilediğine lütfeder. Allah’ın izni olmadan bizim size bir delil getirmemize imkan yoktur. Müminler ancak Allah’a dayansınlar.

[1] Müminun 24

[2] İbrahim, 10

[3] Nasiruddin Ebi Said Abdullah b. Ömer b. Muhammed El-Beydavi, Tefsiru’l-Beydavi- Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Tevil, Daru’l- kutubi’l-ilmiyye, Beyrut 1999, c.1, s.454, Celaleyn, Tefsir-i Celaleyn, Dar-u İbni Kesir, Beyrut 1998,

[4] Alaeddin Ali b. Muhammed b. İbrahim el-Bağdadi Eş-şehir El-Hazin, Tefsiru’l-Hazin, Daru’l-kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 1995, c.2, s.480-481

[5] Seyyid Kutup, c.10, s.21-322

[6] İbrahim, 11

[7] Müminûn, 17

[8] En'âm, 124

[9] Elmalılı, c.5, s.336-337

[10] İbrahim 10-11
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
30 Aralık 2009       Mesaj #18
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
3. PEYGAMBERE KARŞI ÇIKMA VE ONUNLA MÜCADELE ETME

b. Peygamberi yalanlamaları

“Size Rabbimin vahyettiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve size öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediğiniz şeyleri Allah tarafından gelen vahiy ile biliyorum. (Allah’ın azabından) sakınıp da rahmetine nail olmanız için içinizden sizi uyaracak bir adam vasıtasıyla size bir zikr (kitap, öğüt) gelmesine şaşırdınız mı?
Söylenenleri dinledikten sonra onu (Nuh’u) yalanladılar. Biz de onu ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanları boğduk. Çünkü onlar kör bir kavim idiler.
Şeybani bu ayetin tefsirinde şu noktalara değinir. Hz. Nuh en uzun süre yalanlanan ve kendisine en az taraftar bulan bir peygamberdir. Ayette geçen “risalât” tan uzun süre kendisine vahyolunan emir, nehiy, zecr, vaaz, tebşir, inzar gibi çeşitli meselelerle kendinden önceki peygamberlere indirilen sahifeler (İdris (as)’a verilen 300 sahife ve Şit (as)’a verilen 50 sahife) kastedilmektedir. Nuh (as) hem kendine indirilen vahyi hem de kendinden önceki peygamberlere verilen sahifelerdeki vahyi kavmine tebliğ ediyordu. Fakat Nuh’un (as) tüm güzel, tatlı, şefkatli ve iyi tebliğine rağmen kavmi onu yalanladı. Çünkü onlar kör bir kavimdi yani kalpleri körleşmişti.
“Onlara Nuh’un haberini oku: Hani o kavmine demişti ki: Ey Kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam ve Allah’ın ayetlerini hatırlatmam size ağır geldiyse, ben yalnız Allah’a dayanıp güvenirim. Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı kararlaştırın. Sonra işiniz başınıza dert olmasın, bundan sonra (vereceğiniz) hükmü bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin.
Eğer (benim öğütlerimden) yüz çeviriyorsanız, (zaten) ben sizden bir ücret istemedim. Benim ücretim Allah’tan başkasına ait değildir. Ve ben Müslümanlardan olmakla emrolundum.
Yine de onu yalanladılar. Biz de hem onu hem de onunla beraber gemide bulunanları kurtardık. Ve onları (yeryüzünde) halifeler kıldık. Ayetlerimizi yalanlayanları da (denizde) boğduk. Bak ki uyarılıp da (inanmayanların) sonu ne oldu.”
Burada sunulan bölüm, Hz. Nuh'un kıssasının son bölümüdür. Uzun uyarıdan, uzun boylu hatırlatmadan ve onların uzun bir süre peygamberin mesajını yalanlamalarından sonra gelen en son meydan okuyuş bölümüdür. Bu bölümde ne gemi konusuna, ne kimlerin ona bindiğine, ne Tufan'a, ne de bölümle ilgili detaylara ilişkin açıklamalara yer veriliyor. Çünkü burada önemli olan meydan okuyuşu ve yalnız Allah'dan yardım dilemeyi, Peygamber'in ve onunla birlikte onların azınlıkta oldukları halde kurtulmasını, çoğunluğa ve kuvveti ellerinde bulundurmalarına rağmen, peygamberin mesajını yalanlayanların helâk oluşunu ön plana çıkarmaktır. Bu nedenle surenin akışı kıssanın bütününe yayılmıyor, bir tek bölümde yoğunlaşıyor. Bu bölümün de detaylarına girilmiyor, özellikle sonunda alınan neticelere ağırlık veriyor. Zira kıssanın burada ele alınmasından amaç budur.
"Onlara Nuh'un hikâyesini anlat, hani o soydaşlarına demişti ki; "Ey soydaşlarım, eğer karşınıza çıkıp Allah'ın ayetlerini hatırlatmam ağırınıza gidiyorsa, ben Allah'a dayandım; siz de Allah'a ortak koştuğunuz putlarla birlikte ne yapacağınızı kararlaştırınız, sonra vardığınız karardan dolayı başınız ağrımasın; arkasından şahsıma ilişkin kararınızı bana hiçbir mühlet tanımaksızın uygulayınız."
Eğer benim yaptıklarım sizi zor durumda bıraktıysa ve artık siz benim aranızda kalmama, sizi Allah yoluna çağırmama, Allah'ın ayetlerini size hatırlatmama tahammül edemeyecek duruma geldiyseniz, işte siz ve yapabilecekleriniz! İstediğinizi yapın!.. Bense kendi yolunda yürümeye devam edeceğim. Ve bu konuda Allah'dan başkasına dayanmayacağım.
"Ben Allah'a dayandım.Yalnız O'na dayandım. O, bana yeter. Başka dostlara ve yardım edicilere ihtiyacım yoktur. Siz de Allah'a ortak koştuğunuz putlarla birlikte ne yapacağınızı kararlaştırınız. Yapacağınız işin girdisini-çıktısını belirleyiniz. Dayanışma içinde bütün hazırlığınızı görün. Sonra vardığınız karardan dolayı başınız ağrımasın. Tam tersine, aldığınız tavır hakkındaki düşünceniz net olsun. Yapmayı kararlaştırdığınız şeyde bir karışıklık, bir kapalılık, bir kararsızlık ve vazgeçme olmasın!
"Arkasından şahsıma ilişkin kararınızı uygulayınız." İyice düşünüp taşındıktan; meseleyi bütün boyutları ile değerlendirdikten ve hiçbir tereddüde meydan bırakmayan kesin yargıdan sonra, benim şahsımla ilgili planınızı ve kararınızı uygulayınız.
"Bana hiçbir mühlet tanımayınız." Hazırlık yapmam ve önlem almam için bana zaman tanımayınız. Benim bütün hazırlığım başkasına değil, yalnız Allah'a dayanmamdır. Bu gerçekten kışkırtıcı, apaçık bir meydan okuyuştur. Bu sözü, elinde yeterli güç ve kuvveti bulunduran, kendi hazırlığına tam anlamı ile güvenen kimseden başkası söyleyemez. Çünkü buradaki ifade, düşmanın öfkesini kendi üzerine çekme, dokunaklı sözlerle onların kendisine saldırmalarına yol açan anlamına gelmektedir! Peki Hz. Nuh'un sırtını dayadığı güç ve hazırlık neydi? Yeryüzünün bütün güçlerine karşı ne vardı elinde?
İman onunla beraberdi. Bütün güçlerin önünde küçüldüğü, çoğunluğun önünde dize geldiği bütün önlemlerin karşısında çaresiz kaldığı kuvvetli bir iman. Hz. Nuh'un arkasında kendi dostlarını, şeytanın dostlarının elinde bırakmayan yüce Allah vardı! İşte bu yalnız Allah'a imandır ki, sahibini bu evrende yeralan bütün canlı ve cansız varlıklara egemen olan büyük kuvvetin kaynağına kavuşturur. Dolayısıyla bu meydan okuyuş bir aldanma, bir öfke, bir intihar değildir! Bu gerçekten büyük olan kuvvetin, kesin iman sahipleri karşısında sönükleşen, eriyip giden basit, geçici kuvvetlere meydan okuyuşudur.
"Eğer çağrıma sırt dönüyorsanız, ben sizden herhangi bir ücret istemiş değilim, benim emeğimin karşılığını verecek olan sadece Allah'dır." Eğer siz benden yüz çevirecek ve uzaklaşacak olursanız, ne haliniz varsa görün! Ben zaten sizi doğru yola iletmek için yaptığım çalışma karşılığında bir ücret istemiyorum ki, sizin bana sırt çevirmenizle benim ücretim azalsın!
"Benim çabamın karşılığını verecek olan sadece Allah'dır." Sizin böyle bir tavır takınmanız, benim inancıma bağlılığımı sarsmaz. Ben kendimi bütünüyle Allah'a teslim etmekle emrolundum:
"Bana müslümanların, Allah'ın buyruklarına teslim olanların ilki olmam emredildi." Madem ki bana böyle emir verildi, ben müslümanlardanım. Peki sonuç ne oldu?
"Yine de onu yalanladılar. Biz de onu ve gemideki arkadaşlarını boğulmaktan kurtararak boğulanların yerine geçirdik ve ayetlerimizi yalanlayanları boğduk."
“Daha önce Nuh da dua etmiş, biz onun duasını kabul etmiştik. Böylece kendisini ve çevresini büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştık. Onu, ayetlerimizi yalanlayan kavimden koruduk. Gerçekten onlar fena bir kavim idi. Bu yüzden de topunu birden (suya) gark ettik.”
Nuh peygamberin kavmi: "Peygamberleri yalanlayınca kendilerini suda boğduk." Halbuki onlar sadece Nuh peygamberi yalanlamışlardı. Ama Nuh peygamber -selam üzerine olsun- onlara hep peygamberin kendi kavmine sunduğu değişmez ve tek inanç sistemini getirmiştir. Bu yüzden Nuh peygamberi yalanladıkları zaman, bütün peygamberleri yalanlamış oldular: "Böylece onları diğer insanların ibret alacakları acı bir örneğe dönüştürdük." Örneğin; Nuh kavminin yaşadığı Tufan olayı, üzerinden bunca zaman geçmiş olmasına rağmen unutulmamıştır. Düşünen, düşündüğünden yararlı sonuç çıkaran bir kalbe sahip olan herkes, bu olaya baktığında mutlaka ondan ibret alır. "Ve zalimler için acıklı bir azap hazırladık." Bu azap hazırdır, bir daha yeniden hazırlama gereği duyulmaz.
“Nuh’un kavmi de, elçileri yalanladıklarında onları suda boğduk. Ve insanlar için bir ayet kıldık. Biz zulmedenlere azıklı bir azap hazırladık.”
“Nuh kavmi de peygamberleri yalancılıkla itham etti. Bu ayette kavim sadece Nuh’u yalanladığı halde neden “peygamberleri yalanladı” şeklinde çoğul gelmiştir. Bu konuda Razi şu açıklamayı yapar.
“İfadenin böyle kullanılmasının iki sebebi vardır. İlki, onlar her ne kadar Nuh’u yalanlamışlarsa da ne var ki bu manen tüm peygamberleri yalanlamayı kapsar. Zira peygamberlerin bilgi kaynağı tektir ve değişmez. İkincisi ise Nuh’un kavmi, ya zındıklardan ya da Brahmanlardan oldukları için Allah’ın tüm peygamberlerini yalanlamışlardır.
“Onlardan önce Nuh kavmi, Ress halkı ve Semud kavmi de yalanladı. Ad, Firavun ve Lut’un kardeşleri, Eyke halkı ve Tubba kavmi de hepsi peygamberleri yalanladı. Böylece benim tehdidim (onların üzerine) hak oldu.”
“Onlardan önce Nuh kavmi, Ad kavmi, sarsılmaz bir saltanatın sahibi Firavun, Semud, Lut kavmi ve Eyke halkı da peygamberleri yalanladılar. İşte bunlar da peygamberlere karşı birleşen topluluklardır. Onların her biri gönderilen peygamberleri yalanladılar da bu yüzden (kendilerine) azabım hak oldu.
Bunlar tarihte Kureyş'ten önce yaşayan milletlerin örnekleridir: Hz. Nuh'un toplumu, Ad toplumu, yere kazıklar gibi çakılan Ehramların sahibi Fira'avn, Semud toplumu, Lut'un toplumu, sık orman içinde yaşayan ve Eykeliler diye bilinen Hz. Şuayb'ın toplumu. "İşte bunlar da peygamberlerine karşı birleşen kabilelerdir." Bunların hepsi peygamberlerin mesajlarını yalan saymışlardı. Azgın, taşkın ve zalim olan bu toplulukların halı nice oldu? "Yalanladılar da azabımı hak ettiler." Hakkettikleri cezaya çarptırıldılar. Yok olup gittiler. Geride yenilgilerini ve yıkılışlarını simgeleyen kalıntılar dışında hiçbir şey bırakmadılar!
”Onlardan önce Nuh kavmi ve bunlardan sonraki topluluklar da (peygamberlerini )yalanlamış, her ümmet kendi peygamberini yakalamaya azmetmişti. Batılı hakkın yerine koymak için mücadele etmişlerdi. Bunu üzerine ben onları yakaladım. İşte (bak) cezalandırmam nasılmış gör. İnkar edenlerin cehennem ehli olduklarına dair Rabbinin sözü gerçekleşti.”

c. Peygamberi sapıklıkla itham etmeleri

“Andolsun ki Nuh’u peygamber olarak kavmine gönderdik de dedi ki: Ey Kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin ondan başka ilahınız yoktur. Doğrusu ben üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.
Kavminden ileri gelenler dediler ki: Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz. Dedi ki: Ey Kavmim! Ben de herhangi bir sapıklık yoktur. Fakat ben alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Size Rabbimin vahyettiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve size öğüt veriyorum. Ve ben sizin bilmediğiniz şeyleri Allah tarafından gelen vahiyle biliyorum.”
Bu dosdoğru apaçık saf çağrıyı Nuh'un toplumunda sapık ve yoldan çıkmış kimseler nasıl karşıladılar? "Soydaşlarının ileri gelenleri ona `Senin açık bir sapıklık içinde olduğunu görüyoruz' dediler." Müşrik Araplar'ın Peygamberimize; "Sapıttı, İbrahim'in dininden döndü" demeleri gibi. Sapıklığı üst noktaya varanlar, işte böyle onu sapık sayarak hidayete çağırıyorlar! Hatta yaratılışında bozulma bu dereceye ulaşınca, küstahlık da işte bu dereceye varır! Mihenk ölçüsü, Allah'ın hatasız ve yanılmaz terazisi olmayınca, işte böyle ölçüler değişir, değer hükümleri geçersiz kalır ve arzularıyla hüküm verilir. "Nuh onlara dedi ki; `Ey soydaşlarım, bende bir sapıklık yoktur, tersine tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim. Size Rabbimin mesajlarını iletiyorum, size öğüt veriyorum ve Allah'dan gelen vahiy sayesinde sizin bilmediklerinizi biliyorum."

d. Peygamberi delilikle itham etmeleri


“Biz Nuh'u soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. O dedi ki; "Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilahınız yoktur. Allah'dan korkmaz mısınız? Soydaşlarının önde gelen kâfirleri dediler ki; "Bu adam tıpkı sizin gibi bir insandır. üzerinizde üstünlük kurmak istiyor. Eğer Allah dileseydi, bize bir melek gönderirdi. Onun söylediklerini eski atalarımızdan hiç duymamıştık. Bu adam bir deliden başka bir şey değildir. Bir süre için onu gözetim altında tutunuz. Nuh "Ya Rabb'i, onların bu yalanlamaları karşısında bana yardım et" dedi. O'na vahiy yolu ile bildirdik ki; "Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca bir gemi yap. Emrimiz gelip de tandır kaynamaya (her yandan sular fışkırmaya) başlayınca her canlı türünün birer çifti ile boğulacağına ilişkin hükmümüzün kesinleştiği kimse dışında kalan aile bireylerini gemiye bindir. Zalimler konusunda bana başvurma; çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır. "
“Onlardan önce Nuh'un soydaşları da yalanlamışlardı. Onlar kulumuz Nuh'u yalanlayarak "Bu adam delidir" dediler, onu görevinden alıkoydular. O da "Ben yenik düştüm"yardım et bana" diye Rabb'ine dua etti. Göğün kapılarını açarak bardaktan su boşanır gibi bir yağmur yağdırdık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Her iki yönden gelen su belirlenen bir görevi yerine getirmek üzere birleşti. Onu çivilerle tutturulmuş tahtalardan yapılan bir gemiye bindirdik. Mesajı inkar edilen kulumuza ödül olarak bu gemi gözetimimiz altında yüzüyordu. Biz onu bir ibret dersi olarak geride bıraktık. İbret alan yok mu? Benim azabım ve uyarılarım nasılmış? Biz Kur'an'dan öğüt alınabilsin diye onu kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan?

e. Peygamber ve müminlerle alay etmeleri


“Hani kardeşleri Nuh onlara şöyle demişti. (Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükafatımı verecek olan sadece alemlerin Rabbi olan Allah’tır. O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
Şöyle cevap verdiler: “sana hep düşük kimseler tabi olmakta iken biz sana hiç iman eder miyiz.” Nuh dedi ki: “Onların yaptıkları hakkında bilgim yoktur. Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Düşünsenize! Ben iman eden o kimseleri kovacak değilim. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.”
Yani “Sana düşük meslek sahipleri, fakirler, miskinler tabi oluyor. Onlar düşüncesiz ve görüşleri zayıf oldukları için senin söylediklerini hiç araştırmadan, düşünüp taşınmadan hemen sana uyuyorlar. Halbuki düşünseler sana tabi olmayacaklarının farkına varırlar.
Yani "ey soydaşlarım, sizin `ayak takımı' dediğiniz insanları ben iman etmeye çağırdım, onlar da iman ettiler. Benim insanlardan, iman etmeleri dışında hiçbir beklentim yoktur. Ben çağrı çabalarım karşılığında maddi kazanç istemiyorum ki zenginlerle sıkı-fıkı olayım da fakirler ile arama mesafe koyayım. Benim gözümde bütün insanlar birdir. Kim insanların malını umursamazsa, onun için fakirler ile zenginler bir olur"
"Benim ücretimi verecek olan Allah'dır. Bu iş yalnız O'na düşer. Başkasına değil. Ayrıca: "Mü'minleri de yanımdan kovacak değilim."
Anlaşılan bu sözde seçkinler Hz. Nuh'a, ya açıkça, ya da dolaylı biçimde dediler ki; "Bu ayak takımını yanından kov; o zaman sana iman etmeyi düşünebiliriz. Biz bu ayak takımı ile senin yanında bir araya gelemeyiz, ya da onlarla aynı yola giremeyiz." Hz. Nuh'un bu isteğe verdiği karşılık kesindir; "Hayır, onları kovmam söz konusu değil. Ben böyle bir şey yapmam. Onlar iman ettiler. Bundan sonraki işleri yüce Allah'a kalmıştır, artık benimle bir işleri yok. Çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır. Fakat görüyorum ki, siz gerçeklerden habersiz bir toplumsunuz."
Sizler insana yüce Allah'ın terazisinde kıymet kazandıran gerçek değerlerin neler olduklarını bilmediğiniz gibi, tüm insanların en sonunda yüce Allah'ın huzuruna varacaklarından da habersizsiniz.
"Ey soydaşlarım, eğer ben o mü'minleri yanımdan kovacak olursam, Allah'a karşı beni kim savunabilir? Bunu hiç düşünmüyor musunuz?" Orada Allah var. Yoksulların da zenginlerin de, zayıfların da güçlülerin de Rabbi olan Allah. Orada Allah insanları burada geçerli saydıklarınızdan farklı déğerler ile değerlendiriyor, onları tek bir terazide tartıyor. Bu terazi, iman terazisidir. Buna göre sözünü ettiğiniz mü'minler yüce Allah'ın koruması ve gözetimi altındadırlar. O halde;
"Ey soydaşlarım, eğer ben o mü'minleri yanımdan kovacak olursam Allah'a karşı beni kim savunabilir? Eğer ben yüce Allah'ın koyduğu ölçüleri çiğner de O'nun mü'min kullarına karşı haksızlık edersem, beni O'ndan, O'nun gazabından kim kurtarabilir. Eğer sahte yeryüzü değerlerini onaylayarak Allah'ın değerli saydığı o insanları hor görürsem, Allah'ın karşısında bana kim arka çıkabilir? Oysa yüce Allah beni o sahte değer yargılarına uymak için değil, onları değiştirmek için gönderdi. Size gelince pençesine düştüğünüz sapıklık, size insan fıtratının sağlıklı ve dengeli ölçüsünü unutturmuştur.
Onlar Hz. Nuh gemiyi yaparken onunla alay ediyorlardı. Kur’an-Kerim’de onların bu alayları şöyle anllatılır.
“Gemiyi yapmaktaydı. Kavminin ileri gelenleri kendisine her uğradığında onunla alay ediyordu. O: "Eğer bizimle alay ederseniz, alay ettiğiniz gibi biz de sizlerle alay edeceğiz" dedi. "Artık siz, ilerde bileceksiniz. Aşağılatıcı azab kime gelecek ve sürekli azab kimin üstüne çökecek.”
Onların Hz. Nuh’la nasıl alay ettikleri konusunda müfessirler şunları nakleder.
- Onlar “Ey Nuh sen Allah’ın peygamberi olduğunu iddia ediyorsun. Ama şimdi marangozluğa başladın” diyorlardı.
- “Eğer sen iddianda doğru olsaydın tanrın seni zor ve güç işten müstağni kılar ve böylesine yorulmana ihtiyaç bırakmazdı.”
- Nuh’un kavmi daha önce hiç gemi görmemiş ve ondan nasıl istifade edileceğini bilmiyorlardı. İşte bu yüzden şaşırıyorlar ve Nuh’la alay ediyorlardı.
- O gemi gerçekten çok büyüktü ve Hz. Nuh onu sudan çok uzak bir yerde yapıyordu. Onlar “ Burada su yok sen gemi yapıyorsun bu gemiyi nehire veya denize götürmen de mümkün değil sen aklını oynatmışsız delirmişsiz” diye alay ediyorlardı.
- Bazı rivayetlerde “Ey Nuh sen ne yapıyorsun?” diye sorduklarında Nuh (as) “Su üzerinde yürüyen bir ev yapıyorum” cevabını verince gülerek onunla alay ediyorlardı.
“Sizin bizle alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz” ayetini Beğavi “Sizin bizi cahil gördüğünüz gibi biz de sizi azap geldiği gün cahil göreceğiz ve siz alay etmenizin sonucunu göreceksiniz.” şeklinde anlamıştır.

f. Peygamber ve müminlere karşı kibirlenmeleri

“Nuh dedi ki: "Rabbim! Doğrusu ben, milletimi gece gündüz çağırdım. Fakat benim çağırmam, .sadece benden uzaklıklarını artırdı. Doğrusu ben senin onları bağışlaman için kendilerini her çağrışımda, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler.
Buradaki kibirden anlaşılan şudur: Onlar hakka boyun eğmeyi ve Allah Rasulü'nün uyarılarını kabul etmeyi kendileri için şeref kırıcı bir şey olarak görüyorlardı. Mesela, tıpkı salih bir kimsenin bir şahsa bazı nasihat ve tembihlerde bulunmasına karşılık o kimsenin dudak bükerek dönüp gitmesi gibi. Yani, o kibri yüzünden nasihatleri kabul etmemektedir.

g. Allah ve Resulüne asi olmaları

“Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim. Dedim ki: "Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. Size gökten bol bol yağmur indirsin. Sizi, mallar ve oğullarla desteklesin; sizin için bahçeler var etsin, ırmaklar akıtsın. Ne oluyorsunuz ki Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz. Oysa sizi merhalelerden geçirerek O yaratmıştır. Allah'ın, göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz? Aralarında Ay'a aydınlık vermiş ve güneşin ışık saçmasını sağlamıştır. Allah sizi yerden bitirir gibi yetiştirmiştir. Sonra sizi oraya döndürür ve yine oradan çıkarır. Yeryüzünde dolaşabilmeniz, orada yollar ve geniş geçitlerden geçebilmeniz için, onu size yayan O'dur. Nuh dedi ki: "Rabbim doğrusu bunlar bana isyan ettiler. Ve malı, çocuğu kendisine sadece zarar getiren kimseye uydular."
h. Peygambere eziyet ve işkence etmeleri
“Nuh (as) gece gündüz, gizli açık kavmini imana davet eder dururdu. Oldukça sabırlı birisi idi. Peygamberlerden hiç birisi Hz. Nuh’un karşılaştığından daha ağırı ile karşılaşmış değildir. Kavmi yanına girer ve yere yığılıncaya kadar onun boğazını sıkar dururlardı. Meclislerde onu döverler ve kovarlardı. Bununla beraber onlara beddua etmezdi. Fakat Hz. Nuh’un sabrı ve tebliğdeki ısrarı kavminin ancak azgınlığını ve davetten kaçıp uzaklaşmalarını artırıyordu. Hatta onlardan birisiyle konuşacak olursa o kişi elbisesi ile başını sarar, sarmalar ve kulaklarını da onun sözlerinden hiçbir şey işitmesin diye parmaklarıyla tıkardı.”
“Doğrusu ben senin onları bağışlaman için kendilerini her çağrışımda, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler.
Mücahid ve Ubeyd b. Umeyr derler ki : Kavmi Hz. Nuhu baygın düşünceye kadar döverdi. Hz. Nuh ayılıp kendisine geldiğinde ise “Rabbim kavmimi bağışla! Çünkü onlar bilmiyorlar”derdi
İbni Abbas: Hz. Nuh kavmi tarafından dövülür sonra da bir keçeye sarılarak öldü düşüncesiyle evine bırakılırdı. Sonra yine dışarı çıkar onları davet ederdi. Nihayet kavminin iman edeceğinden ümidini kestiği bir sırada bir adam asasına yaslanarak oğluyla birlikte yanına geldi ve oğluna şöyle dedi. “Oğlum şu yaşlıya dikkatle bak. Sakın seni aldatmasın. Oğlu da “Babacığım sen bana asanı ver” dedi. Babası asasını ona verince o da asayı aldıktan sonra “Beni yere bırak” dedi. Babası bırakınca asa ile Hz. Nuh’un üzerine yürüdü ve onun başına vurup yaraladı. Başından kan akarken Nuh şöyle dedi. “Rabbim kullarının neler yaptığını görüyorsun. Eğer senin kulların hakkında dilediğin bir hayır varsa onlara hidayet ver. Eğer dilediğin bundan başkası ise hükmünü verinceye kadar da bana sabır ver. Zaten sen hüküm verenlerin en hayırlısısın”
Nuh kavmini dine davet ederdi. Onlar da Nuh’u taşlarlardı. O kadar taş atarlardı ki taşların içine gömülür kalırdı. Öldü sanırlar ve bırakır giderlerdi. Cebrail gelir onu çıkarırdı sabah olunca yine kavmini dine davet ederdi.
“Nuh'a vahiy yolu ile bildirildi ki; "Daha önce inananlar dışında soydaşlarından başka inanan olmayacaktır. Onların yaptıklarından dolay üzülme. Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap, zalimler konusunda bana başvurma, çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır.”
“Rabbim ben mağlup oldum sen bana yardım et” ayeti aslında Hz. Nuh’un ne kadar eziyet ve işkence gördüğüne bir işarettir. Zira tahammül edemeyecek bir hale geldiğinde bu sözü söylemiş ve tüm benliğini sarsan bu sıkıntıdan kurtulmak istemiştir. Tahammül ettiği zamanlarda ise zaten kavminin hidayeti için dua ediyordu. Dayanamayacak hale geldiğinde sanki “Ey Rabbim yapacağım tebliğ artık onlara fayda vermeyecek, onların bana verdiği sıkıntılara da artık benim katlanacak halim kalmadı onlara karşı mağlup oldum. Sen bana yardım et.” diye dua eder.
“Rabbim yeryüzünde kafir bırakma” ayeti de Hz. Nuh’un çektiği eziyetlerden ve maruz kaldığı işkence ve ızdıraplardan ne kadar canının yandığını gösterir. Zira ancak derinden yara alan kişi beddua eder.
Hasan Telli
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
31 Aralık 2009       Mesaj #19
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın

HİLE VE TUZAKLARLA İNSANLARI DALALETE SEVKETMELERİ, SAPTIRMALARI


"Birbirinden büyük düzenler kurdular. İnsanlara “sakın tanrılarınızı bırakmayın, Ved, Suva, Yağus, Yeuk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin' dediler." Böylece birçoğunu saptırdılar; Rabbim! Sen bu zalimlerin sadece şaşkınlığını arttır. Onlar, günahları yüzünden suda boğuldular; ateşe sokuldular, kendilerine Allah'tan başka yardımcı bulamadılar. Nuh dedi ki: "Rabbim! Yeryüzünde hiçbir kâfir bırakma." Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, sadece ahlâksız ve çok inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler." Rabbim! beni, anamı babamı, evime inanmış olarak gireni, inanan erkek ve kadınları bağışla; zalimlerin de yalnız helâkini artır."
Mekr'den murad, kavmin önder ve ileri gelenlerinin Nuh'a (a.s) karşı halkı kandırmak için kullandıkları hilelerdir. Mesela halka diyorlar ki, "Nuh da sizin gibi bir adam. O'na Allah tarafından vahiy geldiğini nasıl kabul edebiliriz?" . Nuh'a inanan kimseler O'na hiç düşünmeden inanan bizim en düşük insanlarımızdır. Eğer O'nun daveti gerçek olsaydı bizim ileri gelenlerimiz ve önderlerimiz de O'na iman ederdi."
"Eğer Allah tarafından gönderilmiş bir Rasül olsaydı yanında bir de melek olurdu." "Eğer bu şahıs Allah'ın göndermiş olduğu bir insan olsaydı O'nun yanında hazineler olurdu, ve gaybın ilmini bilirdi, melekler gibi her türlü ihtiyaçtan uzak olurdu" "Nuh ve O'na inananlarda ne üstünlük var ki" "Aslında bu şahıs sizin üzerinize üstünlük kurmak istiyor" Hemen hemen bu aynı şeyleri Kureyş'in ileri gelenleri de halkı kandırmak için kullanıyorlardı.
Bu liderler sapıklıkla da yetinmedi, "Birbirinden büyük düzenler kurdular." ayetinde belirtildiği gibi son derece büyük düzenler kurdular. Davet hareketini başarısızlığa uğratmak, insanların kalplerine giden yolları tıkamak için düzenler kurdular. Halkın içinde yüzdüğü cahiliye hayatını, sapıklığı ve küfrü çekici kılmak için entrikalar düzenlediler. Bu düzenlerden biri de halkı, tanrı diye isimlendirdikleri putlara sarılmaya teşvik etmekti "İnsanlara sakın tanrılarınızı bırakmayın dediler." Bu putları "tanrılarınız" tamlaması ile sundular ki, yalancı bir gayret ve içlerinde günahkar bir hamiyet duygusu uyandıralar. Bu putlar arasında en büyüklerini ayrıca zikrederek onlara belli bir değer verdiler. Böylece sapıklığa dalmış kamuoyunda bir heyecan, bir gayret uyandırmak istediler: "Ved, Suva, Yağus, Yeuk ve Nesr putlarından vazgeçmeyin” Bunlar onların kulluk sundukları en büyük putlardı. Bu putlara Hz. Muhammed'in peygamber olarak görevlendirildiği döneme kadar ibadet ediliyordu.
İşte sapık ve saptırıcı liderler, her cahiliye ortamında yaygın olan sloganlara uygun çeşitli isim ve görüntüler altında putlar diktiler. Bu putların etrafında bağlılar, izleyiciler oluşturdular. Onların kalplerinde bu putlara yönelik bir gayret, bir hamiyet duygusu meydana getirdiler. Ardından bu yulardan tutup onları istedikleri tarafa yöneltiler. Kendilerine yönelik itaat ve bağlılığın garantisi olan sapıklığın içinde yüzmelerini sağladılar. "Böylece bir çoğunu saptırdılar."
Burada, seçkin peygamber Hz. Nuh'un gönlünden, komplocu, düzenbaz, sapık ve saptırıcı zalimlere yönelik şu beddua kopuyor: "Rabbim! Sen bu zalimlerin sadece şaşkınlığını arttır."
Bu beddua uzun süre mücadele eden, çok meşakkat çeken, her türlü yola başvurduktan sonra zalim, azgın ve kin anlayışlı kalplerde hayır olmadığını anlayan, bunların hidayeti hakketmediklerini, kurtuluşa layık olmadığını gören bir kalpten yükseliyor.
Surenin akışı Hz. Nuh'un duasının devamını sunmadan önce, suçlu zalimlerin dünya ve ahirette uğradıkları akıbete değiniyor. Çünkü ahiret olgusu da tıpkı dünya gibi Allah'ın bilgisine göre şu anda fiilen mevcuttur. Gerçekleşmesi kaçınılmaz realite açısından da durum böyledir:
“Onlar, günahları yüzünden suda boğuldular; ateşe sokuldular, kendilerine Allah'tan başka yardımcı bulamadılar.”
Hataları, günahları ve isyanları yüzünden suda boğuldular, ateşe sokuldular. Bu ayette bağlaç olarak "fa" harfinin kullanılmış olması bir amaca yöneliktir. Çünkü ateşe sokulmaları ile su da boğulmaları arasında uzun bir zaman yoktur. Aradaki zaman farklılığı kısadır, yok gibidir. Çünkü zaman Allah'ın ölçüsünde bir değer ifade etmez. Sıralânış ve ardardalık onların dünyada boğulmaları ve ahirette ateşe sokulmalarından kaynaklanıyor. Burada dünya ve ahiret arasındaki kısa dönemdeki kabir azabı da kastedilmiş olabilir.
Onlar "Allah'tan başka yardımcı bulamadılar." Ne evlat, ne mal, ne iktidar ve ne de dost edindikleri düzmece tanrıları kendilerine yardımcı olamadı.
İki kısacık ayette, isyancı, kıt anlayışlı sapıkların işi bitiriliyor. Hayat kütüğünden isimleri siliniyor, defterleri dürülüyor. Bu, surenin akışının Hz. Nuh'un onların yok edilmeleri için yaptığı duayı sunmasından önce gerçekleşiyor. Burada suda boğulmaları ayrıntılı olarak anlatılmıyor, onları boğan tufandan da uzun uzadı ya söz edilmiyor. Çünkü burada kalıcı olması istenen atmosfer, işlerinin çarçabuk bitirilmiş olmasıdır. Öyle ki onların suda boğulmaları ile ateşe sokulmaları arasındaki mesafe de "fa" bağlacı ile ortadan kaldırılıyor. Kur'an-ı Kerim'in olağanüstü tasvirler ve çarpıcı ifadeler yoluyla mesajlarını iletmede kullandığı genel yöntem budur.
“Biz Nuh'u, soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. Dokuzyüzelli yıllık bir süre boyunca aralarında kaldı. Sonunda zalimliklerini inatla sürdürürlerken, Tufan'a yakalandılar. Buna karşılık Nuh'u ve gemidekileri kurtararak bu olayı bütün insanların ders alacakları bir mucize yaptık.”
Hz. Nuh 950 yıl dini tebliğ etti fakat çok az kimse iman etti. Her nesil bir sonraki nesline Allah’a iman etmemesini, onunla mücadele etmesini vasiyet ediyordu. Nuh’a karşı öyle bir önyargı oluşturmuşlardı ki bu önyargı nesiller boyu devam etti ve nesillerinden hiç kimsenin daha önceden iman eden hariç iman etmeyeceği kesinleşmişti. Bu yüzden “Onlar ancak facir ve kafir doğururlar.” ayeti bu önyargının iman etmeye engel olan aşılmaz bir duvar olduğunu açıkça göstermektedir.

Hasan Telli
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
4 Ocak 2010       Mesaj #20
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
ZULMETMELERİ

“Biz Nuh'u, soydaşlarına peygamber olarak gönderdik. Dokuzyüzelli yıllık bir süre boyunca aralarında kaldı. Sonunda zalimliklerini inatla sürdürürlerken, Tufan'a yakalandılar.”
Ayet-i kerimedeki “zâlimun” ifadesini Razi tefsir ederken şu noktaya dikkat çeker. “Burada bir latife vardır. O da şudur ki Allah Teala sırf zulmün bulunmasından dolayı azap etmez. Aksi halde zulmedip de sonra tevbe edene de azap etmesi gerekirdi. Zira ondan zulüm sadır olmuştur. Allah ancak zulümde ısrar edene azap eder. İşte onun “zâlimun” ifadesi “onlar zulümleri içinde iken Allah onları helak etti. Şayet onlar zulmü terk etselerdi Allah onları helak etmeyecekti” anlamındadır.
Buna karşılık Nuh'u ve gemidekileri kurtararak bu olayı bütün insanların ders alacakları bir mucize yaptık.
“Daha önce de Nuh'un soydaşlarını yoketmişti. Çünkü onlar son derece zalim ve azgın kimselerdi. Lût'un soydaşlarının yaşadıkları yöreleri alt-üst eden O'dur.”
“O'na vahiy yolu ile bildirdik ki; "Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca bir gemi yap. Emrimiz gelip de tandır kaynamaya (her yandan sular fışkırmaya) başlayınca her canlı türünün birer çifti ile boğulacağına ilişkin hükmümüzün kesinleştiği kimse dışında kalan aile bireylerini gemiye bindir. Zalimler konusunda bana başvurma; çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır. Ey Nuh, sen ve beraberindekiler gemiye yerleştiğinizde "Bizi zalim soydaşlarımızdan kurtaran Allah'a hamdolsun" dedi.
Bu insanların yok edilmeleri nedeniyle Allah'a şükr edilmesi gerektiği gerçeği, bunların dünyanın en kötü ve en şerli insanları olduğunun açık bir kanıtıdır.
“Bir süre sonra yere "Ey yer, suyunu yut " ve göğe "Ey gök, yağmurunu tut " déndi. Bunun üzerine sular çekildi, Allah'ın emri gerçekleşti ve gemi Cudi'ye oturdu. Bu sırada "Kahrolsun zalimler güruhu " diyen bir ses duyuldu.”
Nuh'a karşı tavır alan ve yukarıda da açıklandığı gibi, sürekli alay eden ve haklarında Allah tarafından "O zalimler hakkında bana bir niyazda bulunma." diye onlar hakkında hayır dua edilmesine bile izin verilmeyen işte o zalim kavim böylece helâk edilmiş oldu.
“Onlara kendilerinden önceki toplumlara, yani Nuh, Ad, Semud kavmine, İbrahim kavmine, Medyen halkına ve yurtları altüst edilenlere ilişkin bilgiler gelmedi mi? Bu toplumlara, peygamberleri açık anlamlı mesajlar getirmişlerdi. Allah'ın onlara zùlmetmesi söz konusu değildi; fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler.”
"Onlar kendi kendilerine zulmettiler". Çünkü helak oluşlarından kendileri sorumlu idi. Allah'ın onlara bir düşmanlığı ve onları helak etme gibi bir isteği yoktu. Aslında onlar helak olmalarına yol açan hayat tarzını kendileri seçmişlerdi. Oysa Allah, Rasuller göndermek suretiyle onlara düşünme, anlama ve kendilerini düzeltme fırsatları vermiş ve hem kurtuluşa, hem de helake götüren yolları onların gözleri önüne sermişti. Fakat onlar gidişatlarını düzeltmeleri için kendilerine verilen fırsatlardan yararlanmadıkları ve kendilerini felakete sürükleyen yolları izlemekte ısrar ettikleri için, kaçınılmaz bir şekilde bekledikleri sona ulaşmışlardır. Bu korkunç son, Allah'ın onlara zulmetmesi nedeniyle değil, bilakis onların kendi kötü amelleri nedeniyle başlarına gelmiştir.
Doğru yoldan sapmış olan bir kişiyi güç ve kuvvet şımartır ve o gücü veren Allah'ı hatırlamaz. Nimetler onu kör eder, artık nimetin sahibini göremez. Geçmiş milletlerin ibretlik ve öğüt alınması gereken hali, ancak asla gecikmeyen, durdurulmayan ve insanlardan hiçbirini kayırmayan Allah'ın yasalarını kavramak için sağduyularını, gönüllerini açanlara yarar verir. Yüce Allah'ın kuvvet ve nimet ile sınadığı insanların çoğunun gözlerini ve basiretlerini bir perde kapatır. Bu nedenle kendilerinden önceki güçlülerin akıbetlerini göremezler. Eski azgınların ve zorbaların acı sonlarının ne olduğunu anlayamazlar. İşte bu sırada Allah'ın hükmü onlar hakkında gerçekleşir. Allah'ın onlara ilişkin yasası yürürlüğe girer. Tam bu esnada yüce Allah güçlü iktidar ve üstünlük sahibi biri gibi onları kıskıvrak yakalayıverir. Onlar, tam bu nimetler içinde yüzerken, bu kuvvetlerinden yararlanırken, beklenmedik anda basılırlar... Birden yüce Allah, onları her taraftan kuşatıverir..
İşte bu, her yerde ve her zaman güç, nimet ve bolluk ile beraber olduğunu gördüğümüz gaflet, basiretsizlik ve cehalettir. Bundan sadece Allah'ın samimi kulları paçalarını kurtarabilirler.

YERYÜZÜNDE FESAT ÇIKARMALARI

“Daha önce de Nuh kavmini helak etmiştik. Çünkü onlar da yoldan çıkmış bir toplum idiler.”

PEYGAMBER VE MÜMİNLERE BASKI YAPMALARI

Onlardan önce Nuh’un kavmi de yalanladı. Hem de kulumuzun yalancı olduğunda ısrar ederek “ O delidir” dediler ve (Nuh davetten vazgeçmeye) zorlandı. (o baskı altına alınıp engellenmişti.
Nuh (as) tebliğden alıkoymak için çok azarlandı ve eziyet edildi. Baskı altında kaldı. “Şayet vazgeçmezsen taşlananlardan olacaksın” diyerek vazgeçmezse recmedilerek idamla tehdit ediliyordu.

AZABI KENDİ AĞIZLARIYLA İSTEMELERİ

“Soydaşları dediler ki; "Bizimle tartıştın, üstelik bu tartışmayı çok uzattın, eğer söylediklerin doğru ise, ileride karşımıza çıkacak diye bizi korkuttuğun azabı şimdi başımıza getir de görelim. "
Burada yeterlilik elbisesine bürünen acizlik ile, güçlülük postuna bürünen zayıflık ile, küçümseme ve meydan okuma biçiminde ortaya çıkan gerçeğe yenilme korkusu ile karşı karşıyayız. Okuyalım:
"Eğer söylediklerin doğru ise, ilerde karşımıza çıkacak diye bizi korkuttuğun azabı şimdi başımıza getir de görelim." Yani Bize tehdit olarak yönelttiğin acıklı azabı başımıza getir bakalım. Biz sana inanmıyoruz. Savurduğun tehditleri umursamıyoruz.
Hz. Nuh'a gelince bu yalanlama ve bu meydan okuma onu çileden çıkarmıyor karşısındakilere gerçeği anlatmasına engel olmuyor. Bu kışkırtmalara rağmen O, karşısındakilere bilgisinden yoksun oldukları, farkında olmadıkları gerçeği soğukkanlılıkla anlatıyor. Çünkü onlar bu gerçeği bilmedikleri için, ileride gerçekleşeceğini bildirdiği azabın hemen başlarına getirilmesini istiyorlar. Bu yüzden onları bu gerçekle yüzyüze getiriyor. Sözünü ettiğimiz gerçek şu: Kendisi sadece bir peygamberdir. Görevi sadece ilahi mesajı duyurmaktır. Azaba çarptırmaya gelince, bu iş yüce Allah'ın elindedir. Her şeyin önceden tasarlayıcısı O'dur. Azabın öne alınmasının mı, yoksa geriye atılmasının mı daha yararlı olduğunu değerlendirmesini yapacak olan O'dur. O'nun yasası, mutlaka uygulanır, kesinlikle işler. Kendisi bu yasayı ne geri çevirebilir ve ne de değiştirebilir. O sadece bir elçidir, bir aracıdır. Bu sıfatla son ana kadar gerçeği açıklamakla yükümlüdür. Soydaşlarının kendisini yalanlamaları, kendisine meydan okumaları onu gerçeği duyurmaktan, doğru bildiklerini anlatmaktan alıkoyamaz. Daha sonraki iki ayette:
“Nuh dedi ki; "O azabı eğer dilerse yalnız Allah başınıza getirebilir. Siz O'nun yapacaklarına engel olamazsınız. Eğer Allah, sizin azmanızı istiyorsa, size nasihat etmek istesem de benim nasihatim size yararlı olmaz. O'dur sizin Rabbiniz ve O'nun huzuruna döneceksiniz. "
Eğer yüce Allah'ın yasası, azgınlığınız yüzünden helâk olmanızı gerektiriyorsa, bu yasa kesinlikle hakkınızda yürürlüğe girecektir. Ben size ne kadar öğüt verirsem vereyim para etmez. Bu demek değildir ki, yüce Allah bu öğütlerden yararlanmanızı engelleyecek. Sizler kendinize yönelik özgür uygulamalarınızla, ilahi yasanın sapıklığa düşmenizi gerektirmesine yolaçacaksınız.
Yüce Allah'ın, sizi önceden belirlediği akıbetle yüzyüze getirmesini engellemeye gücünüz yetmez. Her zaman O'nun elinde, O'nun pençesindesiniz. Başınıza gelecék her şeyi önceden tasarlayan, belirleyen O'dur. O'nun karşısına çıkmaktan, O'nun tarafından hesaba çekilmekten ve dünyadaki davranışlarınızın karşılığını görmekten kaçamazsınız. Çünkü; "Sizin Rabbiniz O'dur ve O'nun huzuruna döneceksiniz."
Fahreddin Razi, “Siz O'nun yapacaklarına engel olamazsınız” ayetini tefsir ederken burada üç mananın olduğunu söyler.
“-Siz mani olamazsınınız
-Sizler kendinizi koruyamazsınız
-Sizler kurtulamazsınız.”

KÖTÜ AHLAKLARI VE İŞLEDİKLERİ GÜNAHLARI

“Nuh'a gelince hani O, daha önce bize yalvarmıştı. Biz de O'nun duasını kabul ederek kendisini ve yakınlarını o büyük afetten kurtardık. Onu ayetlerimizi yalanlayan soydaşlarının şerrinden kurtardık. Onlar gerçekten kötü bir toplumdu. Bu yüzden hepsini sularda boğduk.”
Razi, onların kötü kavim olmalarını sebebini Nuh’u kabul etmeyip yalanlamaları olarak açıklar.
“Nuh, Rabbine seslenerek dedi ki; "Ey Rabbim, oğlum ailemin bir bireyi idi, senin vaadin de gerçektir ve sen kesinlikle hüküm verenlerin en yerinde hüküm verenisin. "
Allah dedi ki; "Ey Nuh, o oğlun senin ailenden değildi. Çünkü o kötü işler yaptı. İçyüzünü bilmediğin bir şeyi yapmamı benden isteme. Sana cahillerden olmamanı öğütlerim."
Yüce Allah'ın bu cevabı, bu dinin son derece önemli bir gerçeğini ifade ediyor. Bütün bağların kendisine bağlandığı kulpu, ana halkayı tanıtıyor. Bu ana halka, inanç halkasıdır. Fertleri birbirine bağlayan budur; yoksa soy bağı, kan bağı değildir. Ne onun seninle bir bağı var ve ne de senin onunla bir bağın var. İstediği kadar soyca senin oğlun olsun o. Çünkü aranızda bulunması gereken ana halka kopuktur. Bu halka kopuk olduktan sonra aranızdaki hiçbir ilişkiden, hiçbir bağdan sözedilemez.
Hz. Nuh, Rabbine yönelttiği çağrıda gerçekleşmemiş bir vaadin yerine getirilmesini istemişti. Seslenişinin yansıttığı anlam buydu. O yüzden cevap, azarlama ve tehdit kokusu taşıyor: "İçyüzünü bilmediğin bir şeyi yapmamı benden isteme. Sana cahillerden olmamanı öğütlerim." İnsanlar arası ilişkilerin ve bağların özünün ne olduğunu, Allah'ın vaadinin içeriğinin ne olduğunu bilmeyenlerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum. Allah'ın vaadi belli olmuş ve gerçekleşmiştir. Bunun sonucunda gerçekten ailenden olan yakınların boğulmaktan kurtulmuşlardır.
Yüce Allah'ın bu sert cevabı üzerine Hz. Nuh, kendisi gibi mü'min bir kuldan bekleneceği gibi, ürperiyor, titremeye başlıyor. "Acaba Rabbime karşı bir kusurum mu oldu?" endişesine kapılıyor. Bu endişe ile Rabbine dönüyor, O'nun dergâhına sığınarak affını ve merhametini diliyor.
“Nuh dedi ki; "İçyüzünü bilmediğim bir şeyi yapmanı istemekten sana sığınırım. Eğer sen beni affetmez, bana merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum."
“Onlar, günahları yüzünden suda boğuldular; ateşe sokuldular, kendilerine Allah'tan başka yardımcı bulamadılar.”
Hataları, günahları ve isyanları yüzünden suda boğuldular, ateşe sokuldular "Allah'tan başka yardımcı bulamadılar." Ne evlat, ne mal, ne iktidar ve ne de dost edindikleri düzmece tanrıları kendilerine yardımcı olamadı.



Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....

Benzer Konular

11 Ocak 2012 / Misafir Soru-Cevap
4 Temmuz 2012 / Misafir Cevaplanmış
28 Ekim 2016 / Misafir Cevaplanmış
21 Mayıs 2016 / Merve K. Cevaplanmış
24 Mart 2012 / Misafir Soru-Cevap