Arama

Atatürk İlkeleri - Bütünleyici İlkeler - Milli Egemenlik

Güncelleme: 15 Nisan 2016 Gösterim: 29.968 Cevap: 2
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
20 Ekim 2006       Mesaj #1
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi
Anayasamızın Egemenlik başlıklı 6. maddesi aynen şöyle demektedir: "Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz."

Sponsorlu Bağlantılar
Toplumda hiçbir kimse, hiçbir zümre, hiçbir sınıf ya da gurup, doğrudan üstün emretme gücüne sahip olamaz. Toplumda üstün emretme gücünün tek kaynağı ve tek sahibi milletin kendisidir.
Önemli olan, Millî Egemenlik fikrinin genç nesillerce, ruhunda ve anlamında gönülden benimsenmesi ve onu yaşatmasıdır.

Millî Egemenlik
Millî Egemenliğin en kısa tanımı şudur; "Egemenliğin tek meşru kaynağı ve sahibi Millettir." Millet iradesi, fertlerin iradelerinin bir araya gelmesinden ve kaynaşmasından oluşmaktadır. Millî egemenlik, milletin bölünmez iradesini temsil eder.
Atatürk'e göre, toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması ancak ve ancak tam ve kesin manâsıyla millî egemenliğin kurulmuş olmasına bağlıdır. Bundan dolayı hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası millî egemenliktir.
Atatürk, "Türküm" diyen her insanın vatan toprakları üstünde ayrıcalıksız ve kaynaşmış bir Türk ulusunu temsil ettiğini özellikle vurgulamıştır. "Egemenlik Kayıtsız Şartsız Ulusun Olacaktır" ilkesi doğrultusunda hiç bir güç, hiç bir iç ve dış kuvvet bu hakkı ulusun elinden alamaz. Ulusumuz, en kutsal varlığı olan bağımsızlığını gerektiğinde canı pahasına korumuştur ve her zaman da koruyacaktır.

Misâk-ı Millî
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ulusal sınırları içinde bir "ulus devlet"dir. Bu sınırlar, kurtuluş savaşının ardından "Misâk-ı Millî" ile tespit edilen vatan topraklarının bütününü ifade eder.
Birinci Meclis'in temeli; "Müdafaa-i Hukuk"tur. Müdafaa-i Hukuk'un özü ise "Ulusal Egemenlik ve Tam Bağımsızlık"tır. Tam bağımsızlık, Kuvâ-yi Millîye anlayışı ile ruh bulur. "Ulusal Güçler" demek olan Kuvâ-yi Millîye ise, Türk Milleti'nin onurunu temsil eder.

Kongreler
Milletten alınan gücü esas kabûl eden ve Türk Milleti'nin bağımsızlık mücadelesine önderlik eden Mustafa Kemâl'e göre Kongreler ve Meclis demek, ulus demektir. Bu amaçla 1919'da Samsun'dan başlattığı halk hareketinin ardından gerçekleştirdiği Amasya, Erzurum ve Sivas Kongreleri ile halkın iradesini Mustafa Kemâl filizlendirmiştir.
1919 Amasya Bildirisi ile ilân olunan, "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır" parolası, Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde de benimsenmiş ve kurulacak olan Büyük Millet Meclisi'nin temel dayanağını oluşturmuştur.

İlk Meclis
Mustafa Kemâl'in Anadolu'da toplanmasını istemesine karşın, 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplanan Meclis, Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin esaslarını Misak-ı Millî ilkesi doğrultusunda kabûl ve ilân etmiştir.
16 Mart 1920'de İstanbul'un İtilâf Devletleri tarafından fiilen işgali edilmesi üzerine Meclis dağılmış ve Milletvekillerinin bir kısmı İngilizler tarafından tutuklanmıştır. Bunun üzerine Mustafa Kemâl, valiliklere ve kolordu komutanlıklarına tâlimat vererek, Ankara'da toplanacak fevkalâde yetkilere sahip bir meclise yeni temsilciler seçmelerini bildirmiştir.
Bu çağrının neticesinde, 23 Nisan 1920'de yurdun her bölgesinden gelen millet temsilcileriyle Ankara'da Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemâl, millet iradesini ve egemenliğini temsil eden bu Meclis'e başkan seçilerek, artık Türk bağımsızlık mücadelesinin her bakımdan, askeri, siyasi ve sosyâl lideri olmuştur. Egemenliğin padişaha, bir sınıf veya zümreye değil, Türk Milleti'ne ait olduğu gerçeğini devlet hayatımıza kazandıran Atatürk'tür.
Artık Türk Milleti'nin iradesi, kararları ve sesi, onun yegâne temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi aracılığıyla bütün dünyaya duyurulmuş olmaktaydı. Büyük Millet Meclisi ile Türk Milleti, varlığını ve kaderi üzerindeki hâkimiyetini resmen ilân etmiştir.
Millî mücadele, Türk ulusunun bağımsızlığına olan düşkünlüğünün ve zafere duyduğu sarsılmaz inancın tam desteğiyle, Birinci Meclis'in önderliğinde kazanılmıştır.
20 Ocak 1921 tarihinde hazırlanan ilk Anayasamız'da da, hakimiyetin kayıtsız şartsız milletin olduğu ilkesi esas kabûl edilmiştir. Halkın kendi kaderini kendisinin tayin etmesi en tabi hakkıdır. Kanun yapmak ve yürütmek yetkileri, milletimizi temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde toplanmış ve buradan tecelli etmiştir. 1921 Anayasası ile, Amasya genelgesinden itibaren gelen ve yerleşen maneviyat ve kanaat resmî bir nitelik kazanmış ve bu Anayasa metni ile artık hukuki hüvviyete bürünmüştür.

Cumhuriyet
Millî hakimiyetin tesis edilmesini takiben, sıra, yeni kurulan Türk Devleti'nin sağlam, demokratik ve çağdaş temeller üzerine oturtulmasına gelmişti. 29 Ekim 1923'de Cumhuriyet'in ilân edilmesinin ardından Atatürk, en kısa zamanda bunun gereği olan demokrasiye geçilmesini öngörmekteydi. Büyük önder Atatürk'ün bundan yıllarca evvel Cumhuriyet'e dair ifade ettiği düşünceler, bugün halâ bazı batılı ülkelerin ulaşmaya çalıştıkları ideâlleri temsil etmektedir.
Cumhuriyet'e sahip olmaktan ziyade asıl önemli olan, Cumhuriyet'in ilkelerine lâyık olmaktır. Bağımsızlığın, millî egemenliğin ve demokrasinin kıymetini bilen, erdemli ve özverili Cumhuriyet gençlerine sahip olmak, Türkiye'nin en büyük hazinesidir. Şehitlerimiz pahasına, yokluklar ve acılar pahasına savaş alanlarında kazanılan zaferler; siyasi, ekonomik ve kültürel zaferlerle pekiştirilmelidir. Türkiye Cumhuriyeti'nin ebedi ilerleyiş yolu işte bu noktadan geçmektedir.
Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti, bu fikirler, bu düşünceler üzerine kurulmuştur. Mutlu ve güçlü Türkiye ülküsü, bu görüşlerin yaşamasına ve kuşaktan kuşağa canlı bir meşale olarak devredilmesine bağlı bulunmaktadır.
Mustafa Kemâl ATATÜRK diyor ki:
"Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından olan istiklâl aşkı ile yaratılmış bir adamım. Çocukluğumdan bu güne kadar ailevi, hususi ve resmi hayatımın her safhasını yakından tanıyanlarca bu aşkım bilinir. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın yerleşmesi ve yaşaması mutlaka o milletin hürriyet ve istiklâline sahip olmasına bağlıdır. Ben şahsen bu saydığım özelliklere çok ehemmiyet veririm ve bu özelliklerin kendimde varlığını iddia edebilmek için milletimin de aynı özellikleri taşımasını şart ve esas bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple millî bağımsızlık bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri gerektirdiği takdirde insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet gereğinden olan dostluk ve siyaset münasebetlerini büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım."

(23 Nisan 1921 Hakimiyet-i Milliye Gazetesi)
MUSTAFA KEMÂL ATATÜRK'ÜN MİLLÎ BİRLİK VE MİLLÎ EGEMENLİK ÜZERİNE SÖZLERİ
1924 Eylül ayında Samsun Ticaret Mektebi'nde öğretmenler tarafından şereflerine verilen çaydaki konuşmasından :
"Söz söyleyen arkadaşlarımızdan biri bana, nereden ilham ve kuvvet aldığımı sordu. Arkadaşlarımızın sorduğu ilham ve kuvvet kaynağı, milletin kendisidir. Milletin müşterek eğilimi, umumî fikri olduğunu inkâr edenler de vardır. Bu gibileri hepiniz çok işitmişsinizdir. Bu gibiler memleket ve milletle alâkasız, gafil insanlardır. Memleketimizin ve milletimizin başına gelmiş olan bunca felâketler hiç şüphe etmemelidir ki, bu gafil insanların memleketin talihini ve iradesini ellerinde tutmuş olmalarından ileri gelmiştir.
Bir topluluğun mutlaka ortaklaşa bir fikri vardır. Eğer bu, her zaman dile getirilemiyor ve belirtilemiyorsa onun yokluğuna karar verilmemelidir. O, yapılan işlerde mutlaka mevcuttur. Varlığımızı, bağımsızlığımızı kurtaran bütün işler ve hareketler, milletin müşterek fikrinin, arzusunun, azminin yüksek belirtisinden başka bir şey değildir."
(1924 Atatürk'ün Maarife Ait Direktifleri, s. 21-22)

"Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir: Biri Millet kararı diğeri en ağır ve müşkül şartlar içinde dünyanın takdirlerine hakkı ile lâyık görülen Ordunun kahramanlığı" (diyen Atatürk: Millî Mücadelenin en karanlık günlerinde yanında bulunan sadık yakınlarından gazeteci Yunus Nadi Bey'in ''Her kerameti Meclisten beklemek niyetinde miyiz? diye sorması üzerine, Mustafa Kemal'in verdiği cevap şu olmuştur)
"Ben her kerameti Meclisten bekleyenlerdenim. Bir devreye yetiştik ki onda her iş meşrû olmalıdır. Millet işleri de ancak millî kararlara istinad etmekle, milletin hissiyat-ı umumiyesine tercüman olmakla hâsıldır. Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım. O, esaret ve zillet kabul etmez. Fakat onu bir araya toplamak ve kendisine "Ey Millet, sen esaret ve zillet kabul eder misin?" diye sormak lâzımdır. Ben, milletin vereceği cevabı biliyorum... Bizim bildiğimiz hakikatler milletçe de tamamen malûm olunca, onun kararlar bahsinde de bizim gibi düşüneceği neden kabûl edilmemelidir? Ben, bilâkis milletin bu hususta daha salim, daha kat'i kararlar vereceğine kaniim." (1920)

"Tarihimizi tetkik ediniz. Türk'ün çektiği bütün felâketler, maruz kaldığı tehlikeler ve musibetler hep kendi öz benliğini, millî varlığını ihmâl ederek nereden geldikleri ve ne oldukları, hangi nesle mensup bulundukları belirsiz bir takım kimseleri kendilerine reis tanıyarak onların şuursuz bir vasıtası olmak mevkiine düşmüş olmasındandır."
(Kılıç Ali, Atatürk'ün Hususiyetleri, s.543)

"Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel, herşeyden evvel Türkiye'nin istikbâline, kendi benliğine, millî ananelerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzûmu öğretilmelidir."
(1 Mart 1922 TBMM açış konuşmasından)

"Türk milletinin kuruluşunda etkili olduğu görülen tabiî gerçekler şunlardır:
a) Siyasî varlıkta birlik
b) Dil birliği
c) Yurt birliği
d) Irk ve menşe birliği
e) Tarihî karabet
f) Ahlâkî karabet
Türk milletinin teşekkülünde mevcut olan bu şartlar diğer milletlerde hepsi birden yok gibidir. Daha umumî bir tarif yapabilmek için diyelim ki; bir topluma millet diyebilmek için bu şartlar, aynı zamanda bütün olarak veya kısmen, bir arada bulunmak lâzımdır. Bütün milletler tamamen aynı şartlar altında teşekkül etmemiş olduklarına göre Türk milletinde yaptığımız gibi, diğer her millet ayrı olarak mütalâa edilmedikçe, milliyet fikrini umumî ve ilmî olarak tarif etmek güçtür."(1930)
Karabet (TDK) : Yakınlık, hısımlık
"Millet her türlü iradesini hâkim kılmağa muktedirdir."
(1919 Nutuk)

Macar heyetinin kabûlü esnasında söylediklerinden;
"Bir milletin büyüklüğü coğrafî yüzölçümü ile değil, yüreğinin asaleti, ülküsünün yüksekliği ile ölçülür."
(Hakimiyet-i Milliye Gazetesi, 1 Ocak 1934, s.3)

"Benim için en büyük korunma noktası ve şefkat kaynağı milletimin sinesidir."
(1919 Reşit Paşa'nın Hatıraları, s. 86)

"Kudretsiz dimağlar, zayıf gözler, hakikatı kolay göremezler. O gibiler Büyük Türk Milleti'nin yüksek seviyesine nazaran geri adamlardır. Fakat zaman bütün hakikatleri en geri olanlara dahi anlatacaktır. Milletimizi vehimlerden kendini kurtarmağa muktedir hale getirmeye çok çalışalım."
(19 Ekim 1925, Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Millî Eğitim Bakanlarının Millî Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri, s. 27)

"Bilelim ki kazandığımız muvaffakıyet milletin kuvvetlerini birleştirmesinden ileri gelmiştir. Eğer aynı muvaffakıyetleri, zaferleri ileride de kazanmak istiyorsak, aynı esasa dayanalım, aynı yolda yürüyelim."
(Büyük Zafer'in ardından Anadolu'ya yaptığı ilk gezide halka hitaben... 1923)

"Milletimiz tek bir vücûd gibi gösterdiği sarsılmaz birlik ve gayret sayesinde başarıya ulaşmıştır."
(Büyük Zafer Hakkında, 4 Ekim 1922)

"Bizim Milletimiz derin bir maziye mâliktir. Milletimizin hayat-i asarını düşünelim. Bu düşünce bizi elbette altı, yedi asırlık Osmanlı Türklüğünden çok, asırlık Selçuk Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine muadil olan Büyük Türk devirlerine kavuşturur."
(Samsun Ticaret Mektebi'nde öğretmenler tarafından şereflerine verilen çaydaki konuşmasından, Eylül 1924)

"Silâhı ile olduğu gibi dimağı ile de mücadele mecburiyetinde olan milletimizin birincisinde gösterdiği kudreti ikincisinde de göstereceğine asla şüphem yoktur. Milletimizin sâf seciyesi istidat ile doludur."
(Ankara'da Maarif Kongresi, Mustafa Kemal Paşa'nın açılış konuşması 16 Temmuz 1921)

"Bu memleket tarihte Türk'tü, hâlde Türk'tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır."
(Atatürk'ün Adana Seyahatleri s.31)

"Bu dünyadan göçerek Türk Milleti'ne veda edeceklerin çocuklarına, kendinden sonra yaşayacaklara son sözü bu olmalıdır: Benim Türk Milletine, Türk Cumhuriyetine, Türklüğün istikbâline ait ödevlerim bitmemiştir. Siz onları tamamlayacaksınız. Siz de sizden sonrakilere benim sözümü tekrar edersiniz. Bu sözler bir ferdin değil, bir Türk Milleti duygusunun ifadesidir. Bunu, her Türk bir parola gibi kendinden sonrakilere durmadan tekrar etmekle son nefesini verecektir. Her Türk ferdinin son nefesi, Türk Milletinin nefesinin sönmeyeceğini, onun ebedî olduğunu göstermelidir. Yüksek Türk... Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur." (Mülkiyeliler'e hitabından, 11 Ocak 1935)

"Gereğince vatan için tek bir fert gibi, birleşik azim ve kararla çalışmasını bilen bir ulus, elbette büyük istikbâle hak kazanmış ve adaylığını koymuş bir ulustur." (1919)

"Yabancılar tamamen inanmalıdır ki, Türkiye'de yaşayan millet, başlı başına bütün dünya milletleri içinde müessir bir varlığa sahiptir. Bu giderilemez." (1919)

"Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır." (Cumhuriyet'in 10. Yılı Nutku, 29 Ekim 1933)

"Millî emeller, millî irade yalnız bir şahsın düşünmesinden değil bütün millet fertlerinin arzularının, emellerinin bileşkesinden ibarettir." (1923)

"Bir millet varlığı ve hukuku için bütün kuvvetiyle, bütün fikrî ve maddî güçleriyle alâkadar olmazsa, bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını temin etmezse şunun, bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Millî hayatımız, tarihimiz ve son devirde idare tarzımız, buna pek güzel delildir. Bu sebeple teşkilâtımızda millî güçlerin etken ve millî iradenin hâkim olması esası kabûl edilmiştir. Bugün bütün cihanın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Milli Egemenlik..."
1920 (Nutuk III, s. 1185)

"Türk Milleti yeni bir iman ve kat'i bir azm-i millî ile yeni bir devlet kurmuştur. Bu devletin dayandığı esaslar "Tam Bağımsızlık" ve "Kayıtsız Şartsız Millî Egemenlik"ten ibarettir. Yeni Türkiye devletinin yapısının ruhu Millî Egemenliktir. Milletin Kayıtsız Şartsız Egemenliğidir..."
(İzmir'de halka hitaben... 31 Ocak 1923)

"Millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek geliştirmek millî ülkümüzdür." (Cumhuriyet'in 10. Yılı Nutku, 29 Ekim 1933)

"Türk Milleti asırlardan beri hür ve müstakil yaşamış ve istiklâli bir lazıme-i hayatiye etmiş bir kavmin kahraman evlatlarıdır. Bu millet istiklâlsiz yaşamamıştır. Yaşayamaz ve yaşamayacaktır." (1922)

"Bir milletin ruhu zaptolunmadıkça, bir milletin azim ve iradesi kırılmadıkça o millete hâkim olmanın imkânı yoktur. Halbuki asırların yarattığı millî bir ruha, kuvvetli ve daimî bir millî iradeye hiçbir kuvvet karşı koyamaz." (30 Ağustos 1924)

"...Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, ilk önce bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti; hissî, fikrî ve fiilî olarak bütün davranış ve hareketlerimizle göstermemiz gerekir. Bilelim ki Millî benliğini bulmayan milletler, başka milletlerin şikârıdır (avıdır). Millî varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı, bir Türk şairinin dediği gibi: (karşı duvardaki levhayı işaret ederek) "Türk'üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi" diyelim. Düşmanlarımıza bu hakikatı ifade ettiğimiz gün, kanaatimize, mefkûremize, istikbâlimize yan bakan her ferdi düşman telâkkî ettiğimiz gün, millî benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her engeli derhâl devirdiğimiz gün, hakikî kurtuluşa vasıl olacağız."
(20 Mart 1923 Konya gençleriyle konuşmasından, Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, c.2, s. 144)

Atatürk'ün sözlerinde bir dizesi yer alan ve İstanbul'un İtilâf Devletleri tarafından işgâli sırasında yazılmış olan dörtlüğün tamamı şöyledir:
Binlerce can dirilse de nakletse geçmişi,
Dağlar lisana gelse de anlatsa hepsini;
Garbın cebin-î zâlimi affetmedim seni,
Türküm ve düşmanım sana, kalsam da tek kişi...
"Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisidir ve bu hâkimiyet makamının hükûmetine Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti derler. Bundan başka saltanat makamı, bundan başka bir hükûmet yoktur ve olamaz."
(1 Kasım 1922)

"Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bütün programlarının umdesi şu iki esastır: İstiklâl-i tam... Kayıtsız şartsız millî hakimiyet!.." (27 Nisan 1920)

"Hiç şüphe yok, devletimizin ebedi müddet yaşaması için, memleketimizin kuvvetlenmesi için, milletimizin refah ve mutluluğu için hayatımız, namusumuz, şerefimiz, geleceğimiz için ve bütün kutsal kavramlarımız ve nihayet her şeyimiz için mutlaka en kıskanç hislerimizle, bütün uyanıklığımızla ve bütün kuvvetimizle millî egemenliğimizi muhafaza ve müdafaa edeceğiz."

"Efendiler; Bu umde icabı bütün cihan bilmelidir ki, artık Türkiye halkı; hakimiyetini hiçbir şahıs ve makama veremez. Hakimiyet demek şeref demek, namus demek, haysiyet demektir. Bir milletten bu evsaf-ı medeniye ve insaniyesinin terkini taleb etmek onu insanlıktan çıkarmak demektir."
(İzmir İktisat Kongresi'ndeki konuşmasından,17 Şubat 1923)

"Toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması ancak ve ancak tam ve kat'î mânasiyle millî egemenliğin kurulmuş bulunmasına bağlıdır. Bundan ötürü hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası millî egemenliktir. Toplumumuzda, devletimizde hürriyet sonsuzdur. Ancak onun hududu, onu sonsuz yapan esasın korunmasıyla mevcut ve çevrilidir." (1923)

"Mutlak ve sınırsız Egemenlik erki yalnız ve yalnız halkın kendisindedir. Halkın toplu halde kendini satması, kendine ihaneti, ya da kötülük etmesi düşünülemez!.."

"Millî müdafaamızı, düşmanların bayrakları babalarımızın ocakları üstünden çekilinceye kadar terk edemeyiz. İstanbul mabetleri etrafında düşman askerleri gezdikçe, öz vatan toprakları üstünden yabancı adamların ayakları çekilmedikçe biz, mücadelemizde devam etmeye mecburuz. Kendi hükûmetimizin idaresi altında bedbaht ve fakir yaşamak, yabancı esareti pahasına kavuşacağımız huzur ve mutluluğa bin kere üstündür."
(Atatürk'ün T.T.B. IV, s. 307 , 1920)

"Atatürk, halk hakimiyetinin esas temel taşının hak ve adalet olduğuna içten inanmış bir adamdı. Bundan dolayı, adalete çok önem verirlerdi. Daima, "Adalet bir devletin esası olduğuna göre mahkemelerin sözde değil gerçekten tarafsızlığını sağlamak her işin başında bulunmalıdır. Hak sahiplerine zorluk çıkarmak, iş sahiplerine, bugün git, yarın gel diye bir takım zorluklara uğratmak, hükümet otoritesi maskesi altında halka zorbaca davranmak, yakışıksız muamelelere cüret etmek gibi haller derhal önlenmelidir" derlerdi."
(Kılıç Ali'nin bir anısı, Kılıç Ali, Atatürk'ün Hususiyetleri, İstanbul 1955, s. 54)

"Türk çocuklarındaki kabiliyet her milletinkinden üstündür. Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, büsbütün Türk çocukları kendileri için lâzım gelen hamle kaynağını o tarihte bulabileceklerdir. Bu tarihten Türk çocukları bağımsızlık fikirlerini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir."
(Şemsettin Günaltay, 1951 Olağanüstü Dil Kurultayı, s.33)

"Gerçekleri bilen, kalbinde ve vicdanında manevi ve kutsal hazlardan başka zevk taşımayan insanlar için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddi makamların hiçbir değeri yoktur." (Büyük Nutuk)

23 Nisan 1920... Ankara'da büyük millet meclisi açılmıştır. Memleketin her tarafından birçok milletvekilleri gelmiştir. Bu yeni meclise gelenlerin bir kısmı Ankara'da hiçbir şeyin olmadığını görünce, ümitsizliğe düşmüşlerdi. Bahsedilen ne Yeşilordu, ne hazine, ne yatacak otel, hiçbir şey yoktu. Sadece, Mustafa Kemal...
...Bazılarına bu dava çürük gelmiş olacak ki, memleketlerine dönmeye karar verdiler. Bunlar geri dönerlerse mecliste huzursuzluk olacağını anlayan Mustafa Kemal, kürsüye çıktı. O gün pek heyecanlıydı. Atatürk'ün hayatında belki de böyle canlı bir tablo doğmamıştı. Milletvekillerine hitaben şöyle demiştir:
"İşittim ki, bazı arkadaşlar yoksulluğumuzu bahane ederek memleketlerine dönmek istiyorlarmış. Ben kimseyi zorla milli meclise davet etmedim. Herkes kararında özgürdür, bunlara başkaları da katılabilirler. Ben bu mukaddes davaya inanmış bir insan sıfatı ile buradan bir yere gitmemeye karar verdim. Hatta, hepiniz gidebilirsiniz. Asker Mustafa Kemal mavzerini eline alır, fişeklerini göğsüne dizer, bir eline de bayrağını alır, bu şekilde Elmadağı'na çıkar, orada tek kurşunum kalana kadar vatanı savunurum. Kurşunlarım bitince de bu aciz vücudumu bayrağıma sarar, düşman kurşunları ile yaralanır, temiz kanımı, mukaddes bayrağıma içire içire tek başıma can veririm. Ben buna and içtim!..."
(Falih Rıfkı Atay)




kaynak: milliegemenlik.gov.tr

Son düzenleyen Safi; 15 Nisan 2016 21:30
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
20 Ekim 2006       Mesaj #2
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Milli egemenlik” diğer bir deyişle “ulusal egemenlik kavramı genelde devlet olguları için kullanılmıştır. Kuşkusuz bir devlet olgusundan söz edebilmemiz için bazı temel öğelerin bir arada bulunması zorunlu ve gereklidir.

Sponsorlu Bağlantılar
Klasik görüşlere göre bir devlet : 1 Ülke, 2 İnsan topluluğu, 3 O topluluk içinden çıkan egemenlik, 4 Uluslararası Platformda devletin meşrutiyetinin (geçerliliğinin) tanınması, öge ve olgularından oluşur.

“Milli” sözcüğü Arapça millet kökünden gelir. Kapsamı, konusu veya varlığı bir millete, başka bir tanımla bir ulusa ait olan demektir. Millet yani ulus ise aynı topraklar üzerinde yaşayan tarih, köken, dil, kültür, gelenek ve görenek ortaklığı olan insanların oluşturduğu toplumsal bir bütünlüktür (1).

“Egemenlik” sözcüğü ise eski dönemler Türkçesinde “ige” kökünden gelir. Sahiplik, sahip olma, ıs demektir. Bugün devlet olgusu içinde kullandığımız anlamda yönetimin hiçbir kısıtlama ve engelleme olmaksızın sürdüren, bağımlı olmayan ve bundan türemiş olarak “egemenlik” buyruğunu yürütme, sahipliğini sürdürme anlamına gelir (2)

Başka bir yaklaşımla “egemenlik” ülke ve insan topluluğu üzerinde olan, yönetici düzenleyici, kendinden üstün hiçbir başka bir güç tanımayan bölünmez bir kuvvettir. Bu gücün ülkenin dışından gelmesi konumunda devlet yok sömürülen toplum vardır. Bu nedenle egemenlik gücünün her konuda ve türde o ülkenin içinden çıkması zorunlu ve gereklidir.

“Mili” ve “egemenlik” sözcüklerinin birleşmesinden oluşan “milli egemenlik” ise milletin sahipliği, milletin egemenliği demektir. Buna göre bir devlet üstünde hiçbir yabancı gücün etkisi olmadığı gibi milletin üstünde hiçbir sınıf, zümre veya kişiye ayrıcalık tanınamaz; ulusun üstünde başka bir irade ve herhangi bir güç yoktur. Ulusal egemenliğe dayalı yönetimlerde ulusun kendi kendisinin buruyucusu olması, kendi kendine sahip çıkması ve kendi istencine (iradesine) dayalı bir yönetim anlamına gelir.

Tarih boyunca egemenlik gücü çeşitli toplum ve devletlerde değişik dönemlerde değişik biçimlerde belirmiştir. Bunların “Monarşi, Oligarşi, Meşruti ve demokratik” biçiminde sıralamak olasıdır.

Günümüz gelişmiş devlet yönetim biçimi Demokrasidir. Grekçe : “demos : halk; kratos : egemenlik” ten gelir ki biz buna halk egemenliği diyoruz. Burada yönetim ulusal egemenliğe dayalıdır. Ulusun kendi yönetim gücünü kendinden alması, yani egemenlik hakkına sahip olması demektir. Halkın kendini yönetmesi denilen bu yönetimler ilk çağda özellikle Yunan kent devletlerinde (Polis) ilkel bir şekilde görülmüş ise de, gelişmemiş, yok olup gitmiştir.

Egemenliğin ulusa ait olması gerektiği görüşü çok daha sonra, Yakınçağ Avrupasında modern ve bilinçli bir biçimde doğmuştur. Özellikle J.J.Rouseu‘nun ortaya attığı bu görüş Fransız İhtilalcileri tarafından uygulama alanına kondu. Böylece dünya tarihinde yepyeni bir dönem açılmıştır. 27 Ağustos 1789’da Fransız ihtilalcileri yayınladıkları “İnsan ve Yurttaş Hakları Demecinde” çeşitli görüşlerin yanında şu ana fikre de yer vermişlerdi: “Açıkça halktan gelmeyen bir otorite ile hiçbir topluluk ve hiçbir kişi yönetilemez.” (3) İşte böyle Fransız ihtilalcileri “Egemenliğin ulusa ait” olması ilkesini dünyaya tanıtmış oldular. Bu ilkenin etkisi ile pek çok saltçı yönetimler çöktü ya da büyük düzeltimlerle egemenlik hakkının kullanılmasını uluslarına bıraktılar. Buyurganlar yalnızca birer sembol olma durumuna düştüler.

Türkiye Cumhuriyeti dönemimizi saymazsak, tarih boyunca kurulan Türk devletlerinde de egemenlik, ulus içinde bir aileye tanınmıştır. İslamlığın kabulünden önce kurulan Türk devletlerinde yönetimi elinde tutan aileye bu hakkın “GÖK TANRI” tarafından verildiğine inanılırdı. O aile devletin mutlak yönetimi için görevlendirilmiş olması nedeniyle ailenin tüm erkek üyeleri egemenlikte hak iddia eder durumda idiler. Bu durum ise yönetimi eline geçirmek amacıyla ailenin bireyleri arasında çeşitli ve kanlı uğraşlara neden olduğu için Türk devletlerinin uzun ömürlü olmayışının bir nedenini oluşturmuştur (4).

İslamlık benimsendikten sonra Türkler eski alışkanlıklarını sürdürmek istediler ise de bu konum İslam ilkeleri ile çelişkiye düşmekteydi. Çünkü İslam hukukuna göre egemenlik Tanrı’ya aittir. Tanrı, Peygamber aracılığı ile toplumu yönetme kurallarını bildirmiş ve Hz. Muhammed’in ölümüne değin İslam topluluğu, onun tarafından yönetilmiştir. Peygamberin ölümünden sonra İslam topluluğunu halifeler yönetmişlerdir. Ama bunlar hiçbir zaman egemenlik hakkının doğrudan doğruya sahibi değillerdir. Çünkü Tanrı bu hakkı kimseye devretmemiştir.

Osmanlılar, Yavuz döneminde Suriye, Mısır, Hicaz bölgelerinde egemen olunca Osmanlı Padişahları İslam Ülkelerinin çoğunun yöneticisi durumuna gelmişlerdi. Böylece Osmanlı Padişahları hem dünyasal, hem de dinsel egemenlik yetkileriyle donanmış bir duruma geldiler. Bu geniş egemenlik yetkilerini Osmanlı padişahları uzun yıllar katı bir biçimde kullandılar. Zamanla bu yetkiler tanzimat l. ve ll. Meşrutiyetle sınırlanmak istenmişse de yine egemenliğin başladığı ve bittiği yer ulusal kurtuluş savaşımız dönemine dek Osmanlı padişahlarında kaldı.

Osmanlı Devleti XlX.nci Yüzyılın büyük bir bölümünü savaşlarla geçirmişti. XIX nci yüzyılda Trablusgarp, l. Ve ll. nci Balkan savaşlarına girdi. Hemen ardından ise l.nci Dünya savaşına katıldı. Bu savaştan yorgun, parçalanmış, ata yurdunun birçok yöresi işgal edilmiş ve üstelik koşulları bağımsız bir devlet kavramıyla bağdaşamayan ateşkes imzalayarak çıkmıştı. Üstelik savaş bitmiş olduğu halde, ateşkes koşullarına dahi uymaya gerek görmeyen anlaşık devletler giderek Türkiye’yi paylaşma girişimlerini sürdürmüşlerdir.

İşte bu durumlar üzerinde ülkenin ve Türk ulusunun kurtarılması için ortaya atılan M. Kemal, olayları gerçekçi bir biçimde değerlendirerek ereğini ve bu ereğine ulaşmanın temel ilkelerini saptayacaktır. Bu ilkenin dayanağı ise Türk Ulusu olacaktır.

M. Kemal Söylev’inde o dönemde kurtuluş için ileri sürülen fikirleri sıralayarak, sonunda kendi kararının ne olduğunu söyler. Bu fikirler şunlardır:

1. İngiliz korumalığını isteyenler.
2. Amerikan korumalığını isteyenler.
3. Yöresel kurtuluş çareleri arayanlar.

Kendi fikirleri ise şöyledir: “ Efendiler, ben bu fikirlerin hiç birisini uygun bulmadım. Çünkü bu kararların dayandığı temeller ve mantıklar yanlıştı, esassızdı. Gerçekte o tarihte Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş ve devri sona ermişti, Osmanlı ülkesi tamamen parçalanmıştı, ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da parçalanmasını sağlamaktı. Osmanlı Devleti’nin, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi kavramını yitirmiş bir takım anlamsız sözlerdi.”

“ Neyin ve kimin korunması için, kimden ne yardım isteniyordu. Ohalde gerçek karar ne olabilirdi?”

“ Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da milli egemenliğe dayalı, kayıtsız şartsız yeni bir Türk Devleti kurmak.”

“ İşte daha İstanbul’dan çıkmadan düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar bu karar olmuştur.”(5)

Böylece daha işin başından izlenecek strateji ve varılacak amaç belirlenmiş ve ulusal egemenliğe dayalı yeni bir Türk devletinin kurulmasına adım adım yürünmüş ve sonunda amaca varılmıştır.

Burada bir noktayı vurgulamak gerekir. M. Kemal’de ulusal egemenlik fikri Samsun’a çıktığı 1919 Mayıs’ında doğmuş değildir. Ulusal Egemenliğe dayalı Cumhuriyet ülküsü onda gençliğinden beri vardır. Demokrasi benim karakterimdir diyen Atatürk’ün hem genel yapısında hem de tüm düşünce ve sözlerinde demokrasi en başta gelen ögesidir. Aile veya kişinin salt egemenliğine dayalı yönetimleri beğenmemektedir. Ulus egemenliği onun Cumhuriyet anlayışının en önde gelen ilkesidir.

Selanik’te 1906’da arkadaşlarına bu düşüncelerinden söz ettiğini biliyoruz.

Suriye cephesinden 1917’de yazdıklarına ise saltçı yönetim (mutlakiyet) yerine artık ulusal egemenliğe dayanan bir yönetim kurulmasını ister. Bunun için de bir yandan arkadaşlarını bu doğrultuda bilinçlendirmeye çalışmıştır. (6)

Samsun’a çıktığından itibaren de bu amaç doğrultusunda adım adım ilerlemiştir.

Türk ulusu var olmak ile yok olmak arasında çizgisindedir. 23 Nisan 1920 Türk tarihinde böylesi olguların çatıştığı çizgidir... 23 Nisan 1920; yeni Ulusal Türk Devleti’nin ve Mustafa Kemal Atatürk gerçeğinin çakıştığı ve Ulusal Egemenliğin somutlaştığı noktadır.

Kuşkusuz kendine özgü ögeler taşıyan Türk Devrimi eşi ve benzeri olmayan bir özellik içinde bütünleşmiştir. Ulusal Kurtuluş Savaşı ve aynı süreç içinde Ulusal Egemenlik... Bir yanda yurdu bölmeye, patlaşmaya çalışan dıştaki emperyalist güçler, diğer yanda parçalanmış iç bütünlük ... Kararsız, yoksul ve yorgun insanlar... İşte bu gerçekler karşısında ulusal güçleri birleştirmek, emperyalistleri kovmak ve daha da önemlisi yeni bir Türk Devleti olgusuna varmaktır.

Düşünülen Türk devleti nasıl gerçekleştirilecekti? Başlangıç yeri ve noktası neresi olacaktı?

Bunun yanıtını Mustafa Kemal, Anadolu İhtilalinin bildirgesi ve ulusal egemenliğe ulaşmamızın ilk adımı sayılan Amasya Genelgesi’nde temel ilkeyi şöyle belirtiyordu:

“Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir. İstanbul hükümeti, yenen devletlerin etkisi altında bulunduğundan yüklendiği sorumluluklarının gereğini yerine getirememektedir. Bu durum ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor. ULUSUN BAĞIMSIZLIĞINI YİNE ULUSUN KESİN KARARI VE DİRENİŞİ KURTARACAKTIR...

Yine o, 12 Temmuz 1920 günü şöyle konuşuyordu. “Sanırım bugünkü varlığımızın temel niteliği ulusun eğilimini kanıtlamıştır. O da halkçılık ve halk hükümetidir. Hükümetlerin halkın eline geçmesidir. Yönetimi halka vermek için çalışalım.” (7)

Kaynak ve başlangıç noktası artık belirlenmiş, ulusun yazgısının karar yeri saptanmıştır. Ulusun kendisi; yani Türk HALKIDIR. Bunun somut verisi ise 23 Nisan 1920’de açılan T.B.M.M. olmuştur.
23 Temmuz 1919’da toplanan Erzurum Kongresi’nin almış olduğu kararlardan birisi de”Ulusal gücü etken ve ulusal istenci egemen kılmak temel ilkedir” denilerek ulusal egemenlik ilkesi bir kongre kararı olarak duyurulmuştur. Amasya Genelgesi doğrultusunda 4-11 Eylül 1919’da Sivas’ta toplanan Ulusal kurtuluş savaşımızın genel örgütlendirilmesi yapılmıştır. Buna göre her köy, mahalle, nahiye, kasaba ve ilde ora halkınca seçilen üyelerden oluşan “ Kuvvayi Milliye” örgütleri kurulmuş bunların tümü illerden gelen temsilcileri oluşturduğu ulusal kongreye bağlanmıştır. En yüksek ve yetkili kurum olan ulusal kongre, Erzurum Kongresince seçilen Temsil Heyeti’nin yetkilerini genişleterek bir yürütme organı, niteliğinde yurdun tümünü temsil eder ilkesini de benimsemiştir. Buradaki uygulamalar demokratik kurallara bağlıdır. Bir benzetme yapılırsa, seçilip gelen temsilciler; milletvekilleri, ulusal kongre: Bir meclis, Temsil Heyeti ise: Bir tür bakanlıklar kurulu niteliğindedir.

Bundan sonraki aşama olan T.B.M.M.’nin açılışı ise ulusal istence dayanan yeni Türk Devleti’nin örgütlenişinin somut sonucudur.

23 Nisan 1920 tarihinde açılan T.B.M.M. bir yandan geçerliliğini uluslar arası konumda kanıtlarken aynı meclis ulusal kurtuluşu yönetmiş ve yönlendirmiştir. Çıkardığı anayasa ve yasalarıyla Anadolu ihtilalinin kurallarını ve yeni Türk Devletinin yapısal niteliklerini de saptayıp uygulamamıştır. Daha açıldığı ilk günü meclis başkanlığına seçtiği Mustafa Kemal tarafından verilen önergenin kabulü bu ilkelerin temeli olmuştur. Bunlar:

Geçici olarak bile olsa bir hükümet başkanı – yani padişah- vekili tanınamaz.

1. Derhal bir hükümet kurmak gereklidir.
2. Mecliste toplanmış olan ulusal istenci (iradeyi) yurdun geleceğine egemen kılmak esastır.
3. Yasama ve yürütme yetkileri T.B.M.M. ‘ne aittir. Meclis tarafından seçilen bir kurul meclis adına işleri yapar.(8)

İşte bu ilkelere göre kurulan yönetimin niteliği kuşkusuz ve tartışmasız Ulusal egemenlik temeline dayanan bir yönetimdi. İşlevsel olrak adı konulmamış cumhuriyetti. Halkın oylarıyla seçilmiş milletvekillerinden oluşan bir meclis ve onun adına işleri yürüten bir kurul yani bakanlar kurulu vardı. Ancak meclis yani ulusal istencin oluştuğu bu organ her şeyin üzerindeydi. Onun üzerinde ne bir padişah, ne halife, ne bir soyun tekeli (Hanedan) ve ne de herhangi bir zümre vardı.

Bu meclis salt ulusal savaşı yönlendirmekle de kalmayacak Türk Devriminin yönünü ve kaynağını da belirleyecektir. Diğer bir tanımla savaş, bir ulusal savunma, ulusal bağımsızlık savaşı olarak kalmayacak halkçılık ilkesine dayanan çağdaşlaşmaya açık yeni Türk Devleti’nin doğuşuyla bütünleşecektir. Mustafa Kemal’e göre yeni kurulmakta olan devletin en önemli özelliklerinden biri, bu devletin kişi, zümre ya da sınıf devleti olmayıp halkın devleti olmasıydı. Buna göre güç, ulusal istence ve egemenliğin ulusun birlik olarak kişiliğine aitti, birdi, paylaşılmazdı, ayrılmaz ve vazgeçilmezdi. O, 03 Ocak 1921’deki konuşmasında bunu şu şekilde belirtmiştir:”... Bu siyasette egemenlik ulusun tümüne aittir. Yoksa şu veya bu zümrenin , partinin egemenliği söz konusu değildir.” Bu sistemde egemenliğin tek sahibi Türk ulusudur. T.B.M.M. ulus adına bu egemenlik hakkını kullanır.(9)

Mustafa Kemal’in asıl amacı çağdaş bir cumhuriyet kurmaktır. Ulusal egemenlik; onun zorunlu ve kaçınılmaz sonucu olan cumhuriyet uzun bir tarihi geçmişi olan Türk ulusuna Atatürk ile girmiş ve yerleşmiştir. Çağdaş bir Cumhuriyet kurmak demek, ulusun insanca yaşaması, insanca yaşama bilincine ermesi demektir.

Kuracağı cumhuriyetin temelinin Türk ulusu olduğunu belirten Atatürk, onların arasında tüm etnik, sınıfsal ve düşünsel ayrılıklara karşı çıkmış kendisini Türk sayan, herkesi yurttaş olarak saymış ve hepsine değer vererek hiçbir ayrıcalıklı uygulamayı kabul etmemiştir. Ona göre ulusal egemenlik esaslarına dayalı cumhuriyet yeni bir devlet biçimi olduğu kadar, çağdaş bir toplum ve insan demektir. Türk toplumu içine kapanık, olayların, karar oluşturma, karar verme sürecinin dışında kapalı toplum olarak bırakılamaz, bırakılmamalıdır. Toplum açık ve katılan toplum olmalıdır. Bunun yanında cumhuriyet yönetim biçiminin çağdaş bir yapıya kavuşması usu, bilimi ilke edinen laik düzenin kurulmasıyla olanaklıdır. Bu da en kısa zamanda gerçekleştirilmiştir. Bu nedenledir ki Atatürk’ün cumhuriyet anlayışı usçu, demokratik, özgürlükçü çoğunluğa açıktır.

Atatürk cumhuriyete her zaman demokrasi kavramıyla birlikte almıştır. 27 Ocak 1923’te egemenliğin “ Kayıtsız şartsız millete “ ait olduğunu anlatırken, kayıtsız şartsız deyimiyle anlatılan, egemenliği millete vermek bu egemenliğin bir zerresini,sıfatı, ismi ne olursa olsun hiçbir makama vermemek , verdirtmemektir.”
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Mayıs 2008       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Milli Egemenlik Milli egemenlik, Egemenliğin, yani devleti kuran, yöneten en üstün gücün, kişilere veya belli zümrelere değil, doğrudan doğruya millete ait olmasıdır. Cumhuriyetçilik ilkesini bütünler.
Gerçek cumhuriyet egemenliğin millete ait olduğu cumhuriyettir. Atatürk, TBMM'nin toplanmaya başladığı ilk günden başlayarak sırası geldikçe bütün gücün millette olduğunu belirtmiştir. O'na göre, millet her türlü isteğini yerine getirme gücüne sahiptir. Millet girişimlerinin önüne geçebilecek hiçbir kuvvet yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti, Türk Milleti'nin egemenliğini kendi eliyle kullanmasından doğup gelişmiştir. Egemenliği milletinin elinden almak artık düşünülemez.
Son düzenleyen Safi; 15 Nisan 2016 21:30

Benzer Konular

22 Mayıs 2011 / Misafir Mustafa Kemal ATATÜRK
13 Mayıs 2008 / Misafir Mustafa Kemal ATATÜRK
3 Aralık 2008 / Misafir Mustafa Kemal ATATÜRK
13 Mayıs 2008 / Misafir Mustafa Kemal ATATÜRK
22 Mayıs 2011 / Mystic@L Mustafa Kemal ATATÜRK