Arama

Türkiye Müzik Kültürü

Güncelleme: 8 Nisan 2007 Gösterim: 99.446 Cevap: 10
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Türkiye Müzik Kültürü Türkiye'nin kültürel yapısı, tarihinin derinliklerinden gelen çok zengin ve çeşitli kültürlerin birikiminden oluşmuştur. Türkiye, coğrafi konumu gereği Doğu, Batı, Ortadoğu, Akdeniz, İslam kültürü gibi farklı kültürlerin merkezindedir. Dünyanın en eski yerleşim bölgelerinden biri olan Anadolu, binlerce yıllık geçmişi ve tarihinde var olan bir çok farklı kültürün etkisiyle ender görülen kültürel zenginliğe sahiptir.

Sponsorlu Bağlantılar
Bu öylesine bir zenginliktir ki, birbirine çok yakın yerleşim bölgelerinde bile bu zenginliğin yarattığı kültürel farklılıkları görebiliriz.
Genel kültürel yapıdaki bu zenginlik doğal olarak müzik kültürümüze de yansımaktadır.

Türkiye coğrafyasında oluşmuş ve yaşayan "müzik türlerini" genel bir yaklaşımla üç başlık altında toplayabiliriz :

Geleneksel / Yerel Müzikler
Çağdaş Türk Sanat Müziği
Popüler Müzikler
Diğer Müzik Örnekleri

Son düzenleyen Blue Blood; 8 Nisan 2007 20:00
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Geleneksel Müzik Kavramı : Genellikle ortak bir biçim içinde yaratılıp, üretildiği zamandan bugüne kadar yaşayan, bulunduğu yöre ve çevrelerde sevilerek sıklıkla çalınan, söylenen ve çoğunlukla anonim müziklerdir.

Sponsorlu Bağlantılar
Ülkemizde, yukarıdaki tanıma uygun özelliklerde, yerleşik kültürümüzün içinde üretilen ve yer alan, gelenekselleşmiş müzikleri, "dinsel" ve "din dışı" oluşlarına göre ikiye ayırabildiğimiz gibi, bunları "Halk Müziği / Yerel Müzik" ve "Osmanlı Müziği" başlıkları altında da inceleyebiliriz. Pek çok ortak yönleri bulunan bu iki öbekte yer alan yapıtları, "Çalgı müziği" ya da "Sözlü müzik" oluşlarına göre de sınıflayabiliriz.



- Halk Müziği / Yerel Müzik
- Osmanlı Müziği
- Mehter Müziği
- Dini Müzikler
- Geleneksel / Yerel Müzik Çalgıları


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Nisan 2006       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Daha XIX. yüzyılın ortalarına doğru, Osmanlı müziğinde Batı etkileri görülmeye başlanmış, yüzyılın sonlarına doğru ise bu etkiler oldukça güçlenerek, genelde teksesli (monodik) yapıdaki Osmanlı müziğini çoksesli (polifonik) hale dönüştürmeye yönelik çalışmalara olanak sağlamıştı.

1923'te Cumhuriyetin ilanı üzerine, o sıralarda Avrupa'da müzik eğitimi gören Cemal Reşid (REY) Türkiye'ye dönmüş ve İstanbul'da kurulan müzik okulunda hocalığa başlamıştı. Bu arada, bazı yetenekli gençler de, Cumhuriyet yönetimi tarafından, müzik eğitimi almak üzere Avrupa'nın çeşitli kentlerine gönderildiler. Bu gençler yurda döndükten sonra Çağdaş Çoksesli Türk Müziğinin temellerini atan ve sonraları Türk Beşleri olarak adlandırılan grup oluştu. Bu grubun ortak amacı, geleneksel Türk Müziği temalarını kullanarak eğitimini aldıkları Batı Sanat Müziği değerleri içinde çağdaş çoksesli yeni yapı ortaya çıkarmaktı. Sonraki aşamalarda, daha özgür çağrışımları hedefleyen her besteci, halk ezgilerinin renklerini ve gizemini kendine özgü bir yolla yorumlamış ve giderek bilinen halk ezgilerini doğrudan ele almak yerine, soyutlama yöntemleri ile farklı sentezlere ulaşmaya çalışmıştır. Türk beşleri olarak bilinen kadro; Cemal Reşit REY, Ulvi Cemal ERKIN, Hasan Ferit ALNAR, Ahmet Adnan SAYGUN ve Necil Kazım AKSES'den oluşmaktadır. Türk beşlerinden sonra bu alanda, Nuri Sami KORAL, Kemal İLERİCİ, Ekrem Zeki ÜN, Bülent TARCAN, v.d. ikinci; Sabahattin KALENDER, Nevit KODALLI, Ferit TÜZÜN, İlhan USMANBAŞ, Bülent AREL, İlhan MIMAROĞLU, v.d. üçüncü; Muammer SUN, Cenan AKIN, Cengiz TANÇ, Kemal SÜNDER, İlhan BARAN, Yalçın TURA, Ali Doğan SİNANGİL, v.d. dördüncü kuşak olarak bu alanda ürünler vermişler ya da vermeye devam etmektedirler. Bu kuşaktan sonra da yine bu alanda, giderek artan oranda bir çok besteci ürün vermeye devam etmektedir. Günümüzde ise bu alanındaki besteci sayısı 60'a yaklaşmıştır.

Çağdaş Türk Sanat Müziği Örnekleri

Çagdas Türk Sanat Müzigi Örnekleri
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
27 Nisan 2006       Mesaj #4
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
ATATÜRK DÖNEMİ MUSIKİ DEVRİMİ

Cumhuriyet ilan edildiğinde Türkiye’de iki önemli musiki kurumu bulunmaktaydı. Muzıkay-ı Hümayun ve Darülelhan Her ikisi de İstanbul’daydı.

Muzikay-ı Hümayun 1828 yılında 2. Mahmud tarafından kurulmuştu. 1826’da Yeniçeri teşkilatının kaldırılışı ile birlikte, buna bağlı Mehterhane de lağvedilip, yerine Avrupa askeri bandolarına benzeyen bir müzik teşkilatı kurulmuş, başına İtalya’dan ünlü opera bestecisi Gaetano Donizetti’nin kardeşi, Guiseppe Donizetti getirilmişti. Çok sesli müziğin devlet eliyle ülkemizde ilk kurumlaşması böyle olmuştu. Cumhuriyetin ilanı sırasındaki Muzıkay-ı Hümayunun başında, Osman Zeki Bey bulunmaktaydı. Osman Zeki Bey, şefliğini yaptığı Saray Orkestrasıyla, 1. Dünya Savaşı sırasında, müttefikimiz olan ülkelerde, senfonik konserler vermişti. Darülelhan ise bir musiki eğitim kurumu idi. 1916 yılında Maarif Encümenine bağlı olarak kurulmuştu. Burada Türk ve Batı musikisi eğitimleri birlikte sürdürülmekteydi. Cumhuriyet öncesi çok sesli müzik ürünlerinin en yaygın türü askeri marşlardı. Bu alanın da öncüsü Mahmudiye ve Mecidiye marşlarının bestecisi Donizetti Paşa idi. Daha sonra Rıfat Bey, Mehmet Ali Bey ve Leyla Hanım günümüze kadar yaşayan bazı marşların bestecileri arasında yer aldılar. Çok sesli müziğin bir başka gelişme alanı da müzikli sahne eserleriydi. Tanzimat döneminde ülkeye birçok Avrupa opera ve operet kumpanyaları gelmiş, bunların etkisi sonucu, özellikle gayri Müslim Osmanlı sanatçıları arasında bu türde eser verme gayretleri görülmüştür. Bu çalışmaların hiç kuşkusuz en çok tanına Dikran Çuhacıyan’ın, ilk olarak 1875’te temsil edilen Leblebici Horhor Ağa adlı operetiydi. Bunların ötesinde, cumhuriyetin ilanına kadar, ülkemizde senfonik müzik alanında dikkate değer bir çalışmanın kaydına henüz rastlayamadık. Yani Türk asıllı bir bestecinin, orkestra müziği alanında, senfonik bir türde eserinin herhangi bir icra olayından hiçbir kaynak söz etmemektedir. Cumhuriyetin ilanı sırasında Türkiye’nin en dikkate değer iki çok sesli müzik bestecisi İsmail Zühtü Kuşçuoğlu ve Edgar Manas’tır. İzmir’de musiki öğretmenliği yapan İsmail Zühtü’nün bazı marşları dışında, bestelemiş olduğu senfonik eserlerin hiçbiri bugüne kadar henüz icra edilmemiştir. Bu, Türkiye’de çok sesli müziğin gelişme tarihi bakımından büyük bir eksikliktir. İsmail Zühtü Kuşçuoğlu’nun musiki tarihimiz bakımından bir başka önemi de Adnan Saygun’un ilk musiki öğretmeni olmasıdır. Ermeni asıllı Edgar Manas’ın da bir musiki öğretmeni alarak, Darülelhan da bir çok öğrenciye emeği geçmiştir. Osman Zeki Üngör tarafından bestelenen İstiklal Marşımızın orkestralanmasını da hazırlayan Edgar Manas’ın senfonik eserlerinden Şark Rapsodisi ancak Cumhuriyet döneminde seslendirilebilmiştir. Cumhuriyetin ilanı günlerinde 19 yaşında bir delikanlı, Fransa’da müzik eğitimini tamamlayarak, çantasında dört operasının çalışma taslaklarıyla yurda dönmüştü. Cemal Reşid adlı bu genç müzikçi yeni bir soluk olarak Darülelhan’ın öğretim kadrosuna katıldı. İşte Cumhuriyet ilan edildiğinde çok sesli müzik alanında devralınan birikim ana hatlarıyla böyleydi.. Cumhuriyetin ilanından sonra Türkiye’de kurulmakta olan yeni siyasi ve toplumsal düzenin, yeni bir kültür anlayışı ile desteklenmesi, hatta bu yeni düzenin kendine uygun yeni bir kültür yaratması doğaldı. Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki fark , hiç şüphesiz hükümdarlığın bir hanedandan gelen padişah yerine, millet meclisinin seçtiği bir cumhurbaşkanına geçmesinden ibaret değildir. En önemlisi, Osmanlılığın bir milletler mozaiği özelliği taşıyan çok uluslu yapısının çökmüş olması, yerine tek millet esasına dayanan milli bir devletin kurulmuş olmasıydı. Türkiye Cumhuriyeti, millet olarak Türk Ulusunu, dil olarak Türkçe’yi kabul eden bir Milli Devlet olarak ortaya çıkmaktaydı. Bunun musikideki sonuçlarına bakmadan önce buradaki Türklük ve millet kavramına bir açıklık getirmek gerekir. Atatürk Ne Mutlu Türk Olana değil; Ne Mutlu Türküm Diyene demekle durumu en özlü biçimde açıklamış olmaktaydı. Yeni devletin Türklük ve millet anlayışı, ırkçılıkla etnik köken esasına değil, siyasi birlik ve kültür ortaklığı, özgür vatandaşlık esasına dayanmaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin gündemine aldığı en önemli sosyal siyaset ise, Atatürk’ün deyimiyle Muasır Medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak, yani bugünkü deyimi ile Çağdaşlaşmak idi. Milli olmak ve çağdaşlaşmak cumhuriyet devletinin kurucusu Atatürk tarafından konulan, birbirini tamamlayan iki kültür ilkesi olduğu halde, Atatürk’ün ölümünden sonra, özellikle çok partili siyasi hayata geçildikten sonra bu iki temel kültür ilkesi, birbirine karşıt hale getirildi; Milli Olmak gericilik, Çağdaş Olmak ilericilik haline dönüştürüldü. Bu, kültür hayatımızda büyük bir kargaşalık ve keşmekeşe yol açtı. Bu durumun en keskin görüntülerine özellikle müzik alanında rastlanmaktadır. Türk Musıkisi Batı Musıkisi , Tek Sesli Musıki Çok Sesli Musıki gibi uzlaşmasına imkan olmayan karşıtlıklar yaratılmıştır. Bunlar hatta zaman zaman düşmanlığa varan kültür cepheleri haline sokuldu. Sonuçta, belirli bir milli kültür siyaseti olması gereken devletin yapısı içinde iki karşıt kültür siyaseti güden müzik kurumları ortaya çıktı. Atatürk Musıki alanında ne yapılmasını istemişti, ne oldu? Bu açıklıkla bilinirse devletin bu alandaki kültür siyaseti de daha kararlı, yapıcı ve verimli bir hale getirilebilir. Atatürk’ün Musıki alanında ilk icraatı 1924 yılında Muzıkay-ı Hümayunun Saray Orkestrasını İstanbul’dan Ankara’ya getirerek, Riyaseti Cumhur Musıki Heyeti adıyla, bugünkü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasını kurdurmak oldu. Ayrıca gene Muzıkay-ı Hümayun elemenlarından yararlanarak Ankara’da Musıki Muallim Mektebi kuruldu. Bu okulda hem Türk Musıkisi hem de Batı Musıkisi eğitimi yapılmaktaydı. Her iki kuruluşunda başına Osman Zeki Bey getirildi. Aynı zamanda İstiklal Marşının da bestecisi olan Osman Zeki Bey cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında devletin en yüksek Musıki memuru idi. Riyaseti Cumhur Musıki Heyetinin Ankara’da Osman Zeki Bey yönetiminde 11 Mart 1924 günü ilk konseri bir Türk bestesiyle başladı: Osman Zeki Üngör’ün Cumhuriyet Marşı. Ondan sonra Beethoven’in 5.Senfonisi çalındı. Atatürk’ün Musıki alanında devlet siyaseti olarak ilk icraatının başkentte bir senfonik orkestra kurdurması ve ilk konserin milli bir Türk bestesi ile açılması, üstünde çok dikkatle durulması gereken bir olaydır. Gene Atatürk’ün direktifiyle 1924 yılından itibaren Musıki eğitimi görmek üzere Avrupa ülkelerine gençler gönderilmeye başlandı. Bu gençlerin arasında Osman Zeki Bey’in oğlu olan Ekrem Zeki Ün (1924-1930), Ulvi Cemal Erkin (1925-1930), Necil Kazım Akses (1926-1934), Ferit Alnar (1927-1932) ve Ahmet Adnan Saygun (1928-1931) yılları arasında çeşitli Avrupa ülkelerinde müzik eğitimi gördükten sonra yurda döndüler ve daha önce başka imkanlarla Avrupa’da müzik eğitimi görüp 1923’de Darülelhan’a müzik öğretmeni olarak dönen Cemal Reşit Rey ile birlikte Cumhuriyet döneminin ilk besteci kuşağını meydana getirdiler. Milli Musıkimiz, memleketimizdeki halk Musıkisi ile Garp musıkisinin imtizacından doğacaktır diyen Ziya Gökalp gibi, Atatürk’de Cumhuriyet Türkiyesi’nin yeni Musıki kültürünün halk musıkisinden kaynaklanması gerektiğini düşünmekte, bu yoldaki çalışmaları teşvik etmekteydi. İstanbul’da Darülelhan’da önemli bir Türk Musıkisi bilgini olan, Rauf Yekta Bey’in öncülüğünde Türk Halk Musıkisi araştırmalarına girilmişti. Bu ortam içinde Darülelhan’ın genç Musıki öğretmenlerinden Cemal Reşit Rey 1925 yılında halk türkülerimi çok seslendirme denemelerine girişerek bu yolun öncüsü olarak sivrildi. Musıkide bu geniş ileri adımlar atılmaktayken, devrimci davranışın sonradan geri tepecek yanlışlıkları da olmaktaydı bunların ilki 1926’da Darülelhan’ın İstanbul Belediye Konservatuarı haline getirilirken burada Türk Musıkisi eğitiminin yasaklanmasıdır. Bu davranış tek sesli geleneğe bağlı Türk musıkicileriyle, cumhuriyet devletinin desteklediği, çok sesli çalışmalar yapan Türk musıkicileri arasında günümüze kadar süre gelen bir uçurumun ortaya çıkmasına sebep oldu. Atatürk, tek sesli geleneksel Musıki ile, çok sesli Batı tarzı Musıki ikilemi üzerine şahsi görüşünü, Müniret-ül Mehdiye adlı Mısırlı bir şarkıcının vesilesi ile, halka ilk olarak 1928 yılında Sarayburnunda açıkladı. Artık bu şark Musıkisi, bu basit Musıki, Türkün münkesif ruh ve hissiyatını tatmine kafi gelmez diyerek kesin tavrını ortaya koydu. Kendisi geleneksel Türk musıkisinden hoşlanmakla birlikte, Türk musıkisinin dünyaya açılmasının, ancak büyük senfonik orkestra eserleriyle olacağına inanmıştı. Bu yolu teşvik etmekteydi. Bu yolun ilk örnekleri yurt dışında sergilenmeye başlanmıştı. İlk olarak Cemal Reşit Rey’in çok seslendirilmiş Dört Anadolu Türküsü 16 ocak 1927 günü, Paris’te Albert Wolff yönetimindeki Pasdeloup Orkestrası ve Kedrof vokal üçlüsü tarafından seslendirildi. Bunu takip eden birkaç yıl içerisinde, özellikle Cemal Reşit Rey’in gayretleriyle, Paris yeni Türk Musıkisinin dünyaya açılışında bir kapı oldu. Cemal Reşit Rey’in orkestra eserlerinin bir çoğunun ilk seslendirilişi buradadır. 1929’da Bebek, 1932’de Enstantaneler, Karagöz, Türk Manzaraları, 1933’de Concerto Chromatuque seslendirildi. Adnan Saygun’un ilk orkestra eseri olan Op. 1 Divertimento da ilk olarak 1931 yılında, öğrenciliğinin sona erdiği Paris’te seslendirilmişti. Cemal Reşit Rey yurt dışında ciddi orkestra eserleriyle besteciliğini ortaya koymaktayken, yurt içinde, daha doğrusu İstanbul’da, çevresinden gelen talepler doğrultusunda müzikalleriyle ün kazanmaktadır. 1932’de Üç Saat, 1933’te Lüküs Hayat, 1934’te Deli Dolu Cemal Reşit Rey’in ağabeyi Ekrem Reşit Rey’in librettoları üzerine bestelediği operetlerin ilk başarılı örnekleridir. İstanbul’un 1930’lu yıllardaki delidolu yaşayışını herhalde en iyi biçimde bu operetler ifade etmekteyken, Ankara’da Atatürk’ün eli altında, devletin milli kültür siyasetine örnek olacak daha ciddi atılımlar hazırlanmaktaydı. Adnan Saygun yurda döndükten sonra Musıki Muallim Mektebi’nde öğretmenliğe başlamıştır. Bir yandan da, bir halk Musıkisi araştırmacısı olarak dikkati çekiyordu. 1934 yılında Osman Zeki Üngör’ün emekli olması üzerine Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası şefliğine Adnan Saygun getirildi. Aynı yıl içinde, Atatürk kendisine birer perdelik, iki opera bestelemesi için fikir verdi. Bunların ilki Özsoy İran şahı’nın Türkiye’yi ziyareti sırasında temsil edilebilmek için oldukça acele bir şekilde hazırlandı. İkincisi Taşbebek gene 1934 yılında sahnelendi. Her ikisinin de librettoları Münir Hayri Egeli tarafından meydana getirilmişti. Bu, ilk Türk operalarının bizzat Atatürk tarafından telkin ve teşvik edilmeleri, yeni devletin milli kültür ve Musıki siyaseti bakımından önemle üzerinde durulması gereken davranışlardır. Atatürk 1 kasım 1934 günü T.B.M.M. de Musıki üzerine tarihi bir konuşma yaparak, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin müzik politikasına açıklık ve kesinlik getirir. Bu konuşmasında Atatürk şunları söyler: Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, Musıki değişikliğini alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün dinletilmeye yeltenilen Musıki yüz ağartıcı değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları biran önce genel Musıki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu şekilde, Türk ulusal Musıkisi yükselebilir, evrensel Musıkide yerini alabilir Atatürk’ün bu sözleri radyodan alaturka denilen geleneksel Türk Musıkisi yayınlarının kaldırılması için bir işaret sayılmıştı. Böylece, yeniyi yapmadan eskiyi yıkmaya çalışan kolaycı bir anlayışın Musıki alanında geri tepen adımlarından biri atılmış oldu. Bu yanlışlıkların geri tepen ve tamiri güç yaralar açan bir başka örneği ise, müzikte devrim yapılması için tek sesli musıkinin yasaklanması gayretleridir. Cemal Reşit Rey hatıralarında bu olayı şöyle nakletmektedir: Atatürk’ün direktifi üzerine bir müddet sonra Maarif Vekili ağabeydin Özmen, sekiz müzisyen olarak bizleri ( Cevat Memduh Atlar, Halil Bedii Yönetken, Hasan Ferit Alnar, Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin, Nurullah Şevket Taşkıran, Cezmi ve beni) Ankara’da kongreye toplamıştı. Toplantı açılıp, nazikane nutukların teatisinden sonra, Maarif Vekili sevimli şivesiyle bizlere Ey, hadi bakalım, Musıki inkılabı yapacakmışız, bunu nasıl yapacağız? demesi üzerine kongrede bir şaşkınlık havası esmeye başladı. Toplantı dört saat kadar devam etti. Arada sırada Maarif Vekilini telefona çağırıyorlardı. Son telefondan sonra ağabeydin Özmen heyecanla bizlere Paşa Çankaya’dan birkaç saattir telefon ettiriyor. Musıki inkılabı ne yoldadır diye soruyor? dedi. Biz büsbütün şaşkına döndük. Ne gibi bir tavır alınacağını bir türlü kestiremiyorduk. Nihayet hatırlamadığım birisi, memlekette tek sesli şarkı söylemenin yasak edilmesi gerektiğini teklif etti. Bunun üzerine zannediyorum ben kalktım ve dedim ki, Bir çoban, faraza davarlarını otlatırken, şarkı söylemek ihtiyacını hissederse, ille köye gidip, bir ikinci çoban bulup, gel birader sen de şu ikinci sesi uydur da söyle mi desin? Nihayet bu tasavvur eriyip gitti. Bazı işgüzarlarca, tarihi ve geleneksel Türk Musıkisine gereksiz bir düşmanlığın yaratılmak istenildiği sıralarda, çok olumlu bazı çalışmalar da yapılmaktaydı. Bunların başında Adnan Saygun’un Türk Halk Musıkisi araştırmaları gelmekteydi. Saygun başka ünlü bir Halk Musıkisi araştırmacısı olan Bela Bartok’un bir yazısında Türk Halk musıkisini, Arap ve İran müzikleri çerçevesinde değerlendirildiğini görmüş, kendisine bir mektup yazarak Türk Halk musıkisinin özgür karakterini anlatmıştı. Saygun’un yazısıyla ilgilenen Bartok, 1936’da davet üzerine Türkiye’ye geldi. Ankara’da üç önemli konferans verip, Adnan Saygun ile birlikte Anadolu’da Türk Halk müziği araştırmalarına katıldı. Bartok konferanslarında Macar halk musıkisinin Asya kökenli oluşunu, bu bakımdan eski Kuzey Türk Musıkisi kültürünün bir kolu sayılması gerektiğini vurgulamış; Türklerin Kuzey müzik kültürleriyle, Güneyin İslami müzik kültürleri arasında bir köprü kurmayı başardıklarını belirtmiştir. Bartok’un Türk musıkisinin tarihi önemini bu şekilde vurgulamasına rağmen ulusallık yerine evrensellik taraftarları Ankara’da ağır basmaya başlamıştır. Bunun yanı sıra, esas itibarıyla Saygun’dan pek farklı düşünmedikleri halde onun devlet merkezinde ve Atatürk’ün gözümde fazlaca sivrilmesinden gocunanlar, Saygun’un Bartok ile yakınlığına karşılık, o sırada Ankara’ya gidip gelmekte olan Alman besteci Paul Hindemith’e yakınlaşmışlardır. Bartok Türkiye’den ayrıldıktan bir süre sonra Adnan Saygun rahatsızlanmış, İstanbul’da tedavi için Ankara’dan uzaklaşmıştır. Bu arada Ankara’da Alman kültürüne yakınlığı olan bürokratik çevreler, Hindemith görüşlerine uygun bir konservatuar kurulması hazırlıklarını geliştirmektedirler. 1935 yılından beri aralıklarla Türkiye’ye gelmesi sağlanan Paul Hindemith, kendisine rakip gördüğü Bartok’un çalışmalarını küçümsemektedir. Çevresine, halk Musıkisi araştırmalarının modasının geçmiş olduğunu telkin etmektedir. Milli Musıki yerine uluslararası sanat Musıki eğitimini öğütlemekte, Musıki Muallim Mektebinin yerli kaynaklara önem veren eğitimini beğenmemektedir. Kurulacak olan konservatuarın evrensel ölçülere göre eğitim yapmasını önermektedir. Hindemith’in gösterdiği yol üzerine Musıki Muallim Mektebinin yerini 1936 yılında Devlet Konservatuarı aldı. Hindemith’in Konservatuardaki idari yardımcılığına Necil Kazım Akses, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının başına getirilen Alman şef Ernst Praetorius’un yardımcılığına Hasan Ferit Alnar tayin edildi. Atatürk’ün geleneksel Türk Musıkisine sevgisi herkesçe bilinen bir gerçekti. Fakat devletin geleceğe yönelik kültür siyasetini kendi kişisel eğilimlerinden farklı tutuyordu. Cumhuriyet Türkiyesi’nin Musıki siyasetini bizzat kendisi belirlemişti. Senfonik orkestra, Musıki eğitim kurumu, yaratıcı sanatçı yetişmesini teşvik, Türk musıkisinin senfonik orkestrayla çalınabilir biçimlere sokulması, sahne için müzikli Türk eserlerinin yaratılması… Atatürk’ün bu Musıki siyaseti geleneksel Türk Musıkisine bir düşman kültürü muamelesi yapılmasından çok farklı bir şeydi. Nitekim Vasfi Rıza Zobu hatıralarında, Atatürk’ün Dellalzade İsmail Efendi’nin İsfahan bestesini dinledikten sonra, kendisine bu konuda şunları söylediğini belirtiyor: Ne yazık ki benim sözlerimi yanlış anladılar. Şu okunan ne güzel bir eser. Ben zevkle dinledim. Sizlerde öyle. Ama bir Avrupalıya bu eseri böyle okuyup ta bir zevk vermeye imkan var mı? Ben demek istedim ki, bizim seve seve dinlediğimiz Türk bestelerini onlara da dinletmek çaresi bulunsun. Onların tekniği, onların ilmiyle, onların sazları, onların orkestralarıyla Çaresi her ne ise, mesela Ruslar ne yapmışlarsa. Biz de Türk musıkisini milletler arası bir sanat haline getirelim. Türk’ün nağmelerini kaldırıp atalım da sadece Batı musıkisini alıp kendimize maledelim, demedim yalnız onları dinleyelim demedim. Yanlış anladılar sözlerimi, ortalığı öyle bir velveleye verdiler ki ben de bir daha lafını edemez oldum Atatürk’ün 1938’de ölümünden sonra, onun halk Musıkisi kaynaklarından yararlanan çağdaş milli Musıki tezi geri plana atılmış, Musıki eğitimi, yabancı hocaların yönetiminde evrensel olma iddiasında, memleketin özünden kopmuş bir yola sapmıştır. Buna geniş halk tabakalarından tepkiler başlamış, geleneksel Türk musıkisini kendi radyolarında dinleyemez olanlar, benzer bir Musıki için Arap radyolarının tiryakisi haline gelmişlerdir. Mısır filmleri ile ülkede yaygınlaşan Arap Musıkisi, devletin kendi kaderine bıraktığı geleneksel Türk musıkisini de, geniş ölçüde etki alanına almıştır. Atatürk’ün istediği yeni Türk toplumunun dinamizmine yaraşır, çağdaş bir ulusal Musıki idi. Bu Musıki en güçlü ifadesini, Türk bestecilerinin büyük çaplı eserlerinde, senfonilerde, operalarda bulacaktı. Ama Hindemith’in de telkinleriyle, ulusal Musıki yaratıcılığının yerini, uluslar arası sanat müziği eğitimi siyaseti almış, bunun sonucu konservatuarlar Türk Musıkisi özelliklerini bir kenara bırakıp, batı müziği eğitimine ağırlık vermişlerdir. Böylece orkestra konser programlarına, opera repertuarlarına, Türk bestecilerinin eserlerinin girmesi çok zorlaşmış, Türkiye’de Musıki alanında yaratıcı bestecilerden çok, yabancı eserlerin icraatları önem ve değer kazanmıştır. Çok sesli müzik alanındaki bu yabancılaşma, geleneksel Türk Musıkisi çevrelerini de tepkici bir hale getirmiş, milliliği tek seslilikten vazgeçmeme gibi yanlış bir tefsire bağlamışlar, ya da çok sesliliği Türk Musıkisi sazlarıyla elde etmeye çabalamak gibi başka bir çıkmazın içine düşmüşlerdir. Bir karanlık gibi görünen bu duruma rağmen Türkiye’de Musıki meselesi aslında hiç de umutsuz bir durumda değildir. Bağımsız, milli, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni ifade eden bir Musıki doğmuştur bile. Cumhuriyetin ilk Musıki direktiflerini bizzat Atatürk’ten alan Cemal Reşit Rey, Ahmet Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Necil Kazım Akses, Hasan Ferit Alnar ve Ekrem Zeki Ün gibi bestecilerin eserleri, ulusal çağdaş Türk musıkisinin temel taşlarıdır. Bu büyük öncülerden sonra gelen besteciler, Bülent Tarcan, İlhan Usmanbaş, Nevit Kodallı, Ferit Tüzün, Muammer Sun, Cengiz Tanç, Kemal Sünder, Yalçın Tura, Okan Demiriş, Çetin Işıközlü senfonik eserleri, sahne için müzikleri, konser parçaları ile önemli bir Musıki birikimi ortaya çıkarmışlardır. Bu birikim Cumhuriyetin Musiki birikimidir. Son söz olarak şunu söylemek gerekir. Atatürk’ün milli kültür siyaseti çerçevesi içinde bizzat tespit ettiği, Cumhuriyetin Musıki politikasının temel kuruluşları gerçekleştirilmiş, yaratıcı besteciler yetişmiş, büyük temsilci eserler ortaya konmuş, parlak icracılara da kavuşulmuştur. Fakat Atatürk’ün ölümünden sonra bu kuruluşlar Atatürk’ün çizdiği Musıkide milli olma siyasetinden uzaklaşmışlar, çağdaş ve evrensel olma kaygısı ön plana geçmiştir. Fakat başlangıçta da belirttiğimiz gibi, bu tavır Cumhuriyetin temel kuruluş felsefesiyle çatışan bir davranıştır. Çünkü çağdaşlık Cumhuriyetin temel ilkelerinden biri olduğu kadar, milli olmak da aynı önemde unutulmaması gereken öbür temel ilkedir. Cumhuriyetin, bağımsız milli devletin varlığının korunmasında, musıkiden bir milli ruh ve memleket sevgisi yaratılmasının çok önemli rolü vardır. Atatürk’ün Musıki devrimiyle ulaşmak istediği amaç budur
Son düzenleyen asla_asla_deme; 3 Kasım 2010 21:59
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Nisan 2006       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Türk Musikisi başlangıcından bu yana, İlk Bilimsel, İlk Klasik, Son Klasik ve Yeni Klasik olarak adlandırılan teorik dönemlere ayrılır.

İlk Bilimsel Dönem, başlangıç ve hazırlık dönemi olarak kabul edilir ve 900-1450 yılları arasını kaplar. 10. yy.da İslamiyet'in kabulü ile Türk kültürünün ayrılmaz bir parçası olan Türk musikisi belirgin bir biçimde ortaya çıkmaya başladı. Saraylarda müzikle uğrasan bölümler konservatuar haline getirilip, çalma ve söyleme haricinde müzik kuramsal olarak da incelendi.

Çalgıları bilimsel olarak ilk açıklayan ve geliştiren Farabi, Türk musikisinde makamların günün belirli vakitlerinde insanlar izlerindeki etkileri hakkında bir de cetvel hazırladı. Farabi üstat derecede saz çalardı ve hakkında 'Türk musikisini bu güne kadar açıklayabilenlerin en büyüğü' olarak bahsedilmiştir.

Farabi'nin ölümünden 30 sene sonra dünyaya gelen matematik, fizik, tip bilgini Ibni Sina değişik konularda yapıtlar oluşturmuştur. En ünlü eseri olan Kitabu'l-Sifa'nin 1.bölümü tamamen müziğe ayrılmıştır ve ayni kitap 16.yy.a kadar tüm Asya ve Avrupa ülkelerinde tip ve eczacılık dalında eğitim kitabi olarak kullanılmıştır.

Farabi (870-950) ve Ibni Sina (980-1037)'dan sonra Türk musikisinde 200 senelik bir sessizlik oluşmuştur. Daha sonra Safiüddini Urmevi, Sultan Veled ve Abdülkadir Meragi gibi bestekarlar Farabi ve Ibni Sina'nin yani sira bu dönemde yasamis ve Buselik, Çargah, Hicaz, Hüseyni, Kürdi, Isfahan, Evç, Muhayyer,Neva, Nikriy, Rast, Saba, Ussak, Yengüle, Mahur, Şehnaz, Bayati, Hisar, Hümayun ve Nihavent makamlarını tertip etmişlerdir.

Anadolu Türklerinin ilk dini yapımcısı olarak Hacı Bayram Veli bilinir. Bayramı tarikatını kuran Hacı Bayram Veli Yunus Emre'nin de şiirlerini ezgilemistir. Tarikatların kurulması ve yayılmasıyla tekke müziği gelişmiştir.

İlk Klasik Dönem 1450-1720 senelerini içine alır. Bu dönemde Hüzzam, Seddüaraban, Hicazkar, Acemaşiran, Hisarbuselik, Bestenigar, Karcığar ve Zavil gibi makamlar oluşmuştur. Dönemin besteci ve müzisyenlerine bir kaç örnek: Ömer Ruseni, Sadi Golami, Ali Sir Nevani, Ladikli Mehmet Çelebi, Hüdai, Itri, Osman Dede, v.s.

Son Klasik Dönem 1700-1880 yıllarını kapsar. Kalıplara bağlı büyük formlu eserler yerine, yapısında lirizm unsuru taşıyan şarki formunda eserler üzerinde de çalismalar başlamıştır. Devrin en belirgin kişisi Dede Efendi'dir. En tantanalı formlardan, okul şarkılarına kadar herkese hitab eden eserler vermiş, devrinin öncüsü olmuştur. Dönemin son bestecisi Zekai Dede'den sonra Klasik Ekol geriledi ve biraz da unutuldu

Bu devrede Acemkürdi, Evcara, Ferahfeza, Muhayyerkürdi, Suzidil, Sevkefza, Tahirbuselik, Neveser, Ferahnak, Sultani yegah ve Suzinak makamları tertip edilmiştir.Dönemin bir kaç temsilcileri:Halil Efendi, Tab'i Mustafa Efendi, Dilhayat Hanim, Selim III. (30. Osmanlı Padişahı) Isak, Numan Ağa, v.s.

Yeni Klasik Dönem Türk musikisinin 1850 yılından günümüze kadar uzanan devresidir. Hacı Arif Bey'le başlayan ve Sefki Bey'le devam eden bu dönemde, ağır formlu eserlerin icrasına devam eden ve eski döneme bağlı kalan bir çok bestekar olmasına rağmen, her topluluğa hitab eden şarkılar ağırlık kazanmıştır. Bu eserler ve ayni zamanda saray ve konaklarda icra edilen müzik, mütevazı ailelere ve halka kadar inip, bir şeyler verebilmiştir. 1850 senesinde Hacı Arif Bey tarafından tertip edilen Kürdili Hicazkar makamı günümüze kadar en çok eser verilen makam olmuştur.

Cumhuriyetin kurulusu ile beraber, önceki dönemlerin Tekke zaviye v.b. gibi dini müziğin yapıldığı kurumlar birer, birer kapatılmış, Türk dili Arapça ve Farsça'dan arındırılmaya başlamıştır. Bu şartlar altında dini müzik ve yapıtları önemini büyük ölçüde yitirmiştir. Ayni biçimde dini olmayan müzik de çağsal gidişe ayak uyduramayınca, divan edebiyatına bağlı olan eserler yeni kuşaklar tarafından anlaşılamamış ve tutulmamıştır. Cumhuriyet döneminin müzik yapımcıları da müziğimizin gelişmesine katkıda bulunamadılar.Onu geliştirmek yerine, eski uslupları takip ettiler. Yalnız güftelerde bağımsız hareket ederek. günün dilini kullanmış olmaları, bir kaç ölçü içinde sıkışıp kalmış olmasına rağmen, Türk Klasik Musikisini bu biçimde de olsa günümüze dek getirmiştir.

Feridun Darbaz, Türk ve Bati Müziği isimli kitabında konuyla ilgili olarak Hüseyin Saadettin Arel'i övgüyle anıyor ve kendisinin batılılar tarafından ansiklopedilere alinmiş olduğunu ifade ediyor. Arel bilimsel uğraşılarının yanı sıra, tek sesli ve çok sesli yapıtları ile Türk Müziğinde yeni ufuklar açmaya çabalamıştır. Eskiyi taklit etmeden, fakat Türk Musikisinin makam anlayışına sadık kalarak, ince, temiz ve parlak bir üslup ve ileri bir teknik yaratmıştır. Arel'in çalışmalarını benimsemeyen ve ona karsı direnen çevreler oluşmuş olmasına rağmen, Arel yöntemi sanat çevresinde kısıtlı bir egemenlik kazanmıştır. Fakat üslubu ve tekniği Kemal İlerici'nin Türk Müziğinin evrensel bir düzeye ulaşması için gösterdiği çabaların dışında geliştirilmemiştir.

Dönemin büyük formlu eser veren müzisyenleri arasında Suphi Ezgi, İsmail Hakki Bey, Ahmet Irsoy, Rifat Bey gibi isimler vardır. Şarkı reformunu takip edenler ise Sevki Bey, Hasim Bey, Nikogos Ağa, Haci Arif Bey, Tatyos Efendi, Hristo Efendi, Rahmi Bey, Leyla Hanim, Bimen Dergazaryan, Ali Rifat Çağatay, Aleko Bacos, Münir Nurettin Selçuk, Saadettin Kaynak gibi bestekarlardır.

Türk Klasik Musikisi'nde Kaynaklar

Bu konuda bir kaç müzisyen ve araştırmacıların görüşlerini sunmak istiyoruz.

Doç. Dr. Cem Bahar , Klasik Türk Müziği bestecileri tarihte nota kullanmadığı için, klasik Türk Musikisi repertuarı 70-80 sene içerisinde notaya alınmış eserlerden oluşur, diyor. Bu gerçek köklü müzikoloji araştırmalarına en büyük engeli teşkil ediyor. Dolayısıyla Klasik Türk Müziği tarihinde ve müzikolojisinde, seyahatnameler, anılar, güfte mecmuaları, biyografiler v.b. kaynaklara başvurulur.

En önemli kaynak olması gereken, müzik nazariyatı, yani teorisi kitaplarına ise dikkatle yaklaşılması gerekiyor. Bu kitapları yazan musiki nazariyatçıları ne besteci, ne icracı, ne de tarihçidir. Kendi teorik kurguları ve dönemlerinin müzik icrasının somut gerçekleri arasında doğrudan ilişki bulunmayabilir. Araştırmalarda bunu göz önünde bulundurmak gerek.

Doç. Dr. Cem Bahar ayrıca, günümüz Türkiye'sinde Klasik Türk Musikisine, kati kültürel bir tutuculukla, musikinin gelişmesini engelleyen kısır ve içe dönük bir yaklaşımın yani sıra onu çağdışı ilan edip, yok sayan bir zihniyetle bakılıyor görüsünde. Cumhuriyet'ten ve hatta daha öncesinden beri sürdürülen bu tür acımasız ve kısır polemikler müzik dünyamızın geliştirilip, çeşitlilik kazanmasına engel oluyor.

Prof. Dr. Alaeddin Yavaşça ., Türk Musikisinde geriye dönük çalışma yapan kişi için yeterli materyal bulmak zordur, tarihimizde kayıt düzeni ihmal edilmiştir ve bu yüzden tarihçilerimiz özümüze ait eserleri yazarken, yabancı kaynaklardan faydalanmak zorunda kalmışlardır sözleriyle yukarıdaki görüsü destekliyor.

Murat Bardakçı (gazeteci, yazar ve müzisyen), Türk Musikisi ile ilgili kaynak bulmanın güç olduğu görüsü yanlıştır ve böyle düşünen kişiler konuya uzak ve metodolojiden haberdar değildir, arşivlerimiz belgelerle doludur, fakat bunların onda biri bile incelenmemiştir görüsünü savunurken, Cem Bahar'in teori risalelerine olan kritik bakisini paylaşmıyor.

Cüneyd Orhon , Cumhuriyetimizin kurulusunda ülkemizde çeşitli sahalarda çok büyük reformlar yapılmış ve bati müziğinin öğrenilmesi için Konservatuarlar açılmış olmasına rağmen, milli mu*****izin eğitimine gereken önem verilmemiştir, Türk musikisi, eğitim imkanlarından mahrum edilince, teori,repertuar, biyografi ve daha bir çok konuda yeterli yazılı belgelere sahip olamamıştır, biçiminde kaynak konusunda fikrini ifade ediyor.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
28 Nisan 2006       Mesaj #6
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
TÜRK VE BATI (SANAT - MÜZİK) KÜLTÜRLERİ ETKİLEŞİMİ


Bu oluşumun en yoğun yaşanmaya başladığı dönem, III. Selim ve II. Mahmut dönemleridir.
Özellikle Hammer, en son baskısı 1840 yılında 4 büyük cilt halinde yayınlanan Osmanlı İmparatorluğu Tarihi'nde (Geschichte des Osmanischen Reiches), Türklerin çeşitli kültür alanlarındaki önemliliğini ortaya koymaya çalışır.
Herodot, ulusların yaşam çabasını Doğu-Batı insanının farklılıkları açısından değerlendirmiş, böylece sonuçlandırılması imkânsız bir Doğu-Batı ayrımının öncüsü olmuştur.
En yoğun etkileşim ise, özellikle XV. yüzyıldan bu yana Osmanlı ile Venedik Cumhuriyeti ve eski Alman devleti (Das alte Reich) arasında yaşanan kültür-sanat etkileşimidir.
Fatih'in istemi doğrultusunda İstanbul'a gelen ve bir yıl sarayda kalan Venedikli ünlü ressam Gentille Bellini'nin (1429? - 1507) yaptığı portre örneği de etkileşim açısından önemlidir. (Gentille Bellini, Fatih Sultan Mehmet'i Portresi, 1480, National Gallery, Londra).
1886 yılında Fransa'ya giden ilk Türk müzik öğrencisi olan (flütçü) Saffet ise, Türk-Batı müzik kültürü etkileşimi içinde önemli bir adımdır.
Avrupa'dan İstanbul'a değişik sürelerde gelen opera ve operet toplulukları seçkin örnekler sunmuşlar ve opera sanatının sevdirilmesine önemli katkıda bulunmuşlardır.
Franz Liszt'in 1847 yılında İstanbul'da verdiği konser, kültürel açıdan geleneksel yapımızda dönüm noktasını oluşturur.
"Fransa Kralı I, François, Kanuni'den iki milyon düka altın borç ile at ve savaş gemisi istemiş, bu yardıma karşılık olarak da seçkin müzikçilerden oluşan bir topluluğu İstanbul'a göndermişti".
Şehzadelerin, hanım sultanların, hatta cariyelerin, yerli ve yabancı hocalardan özel dersler almaları, daha çok, özenilen Avrupa örneği yaşamın bir parçası ve "alla Franca" modasının bir sonucudur. Bu değişme ve gelişmeler içerisinde 1867'de Paris'i ziyaret eden Abdülaziz, Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi'nin övgüyle söz ettiği, operaya giden ilk Osmanlı padişahı olmuştur.
Tüm bunların yanında Avrupa'yı saran Türk modası sonucu mehterin vurma çalgılarından bazıları olduğu gibi, bazıları da birtakım değişikliklerle Avrupa bandolarına yerleşmişlerdir.
Türklerin mehter takımını model olarak bunu kendi ordusunda ilk uygulayan, Polonya Kralı Jan Sobieski'dir.
Nakkare, haçlılar zamanında Avrupa'ya götürülmüş, kısa bir süre unutulduktan sonra XVI. yüzyılda Osmanlılar aracılığıyla Avrupa'da yeniden tanınmıştır.
Alman gezgin Sulzer'in gözlemlerinden, bu yüzyıldan Almanya ve kutsal Roma İmparatorluğu'nda "yeniçeri musikisi"nin taklidine dayanan bir askeri müzik türü oluştuğunu görüyoruz...
"Alla Turca" (alla Turka) müzik, XVIII. yüzyılın ünlü Avrupa bestecilerinden de etkileyicisi olmuştur. Özellikle "Mozart ve Bizet gibi bestecilerin böyle bir etki altında kalarak Türk tarzında alla Turca denilen kısımları yazdıkları" söylenir. Mozart'tan önce Haydn da Der Apotheke adlı bir perdelik komik operasında Türk konusunu işler. Ancak, Nadir Nadi bu esinlenişlerin kaynağıyla ilintili olarak şöyle diyor: "Mozart'ın, bize karşı özel bir sempati falan beslediği yoktu. Durum sadece bir moda konusundan doğuyordu. XVIII. yüzyılda Batı Avrupa'da yabancı (exotique) ülkelere karşı ilgi giderek artıyordu. Batı'ya en yakın ülke biz olduğumuza göre Türkleri konu alan daha çok piyes yazılıyor, daha çok opera besteleniyordu.
Mozart'ın bu eserindeki ritmik doku, onun, mehter müziği hakkında belki kulaktan dolma az çok fikir edinmiş olabileceğine bağlanabilirliğinin yanı sıra, henüz Paris'teyken mehter müziği dinlemiş ve bu müziğin karakteristiklerini belleğine yerleştirmiş ve eserinde aynen olmasa da, hissettiği kadarıyla kullanmış olabilirliğiyle ilintilendirilebilir.
Batılı bestecilerin, Türkler, Türk sultanları, Türk devlet adamları, Türk tarihi ve Türkiye ile ilgili değişik konularda bestelemiş oldukları opera ve bale eserlerinin oluşturuldukları dönemler, 1686-1925 yılları arasını kapsamakta, yaşamı ve kültürünün etkisiyle yazılmış olan 120 kadar eserin 4 ayrı kategori içinde incelenebilmesi, eserlerin bestelendikleri süreleri de kapsayan bir sınıflamanın ortaya çıkmasına olanak sağlamaktadır.
Batı tiyatrosunun Türkiye'ye yerleşmesi her ne kadar Tanzimat'la başlarsa da, daha öncelere dayanan bir tanışmanın olduğunu gösteren kanıtlar da bulunmaktadır.

İçten dışa olan yansımanın uzantılarından biri de, Karagöz oyununun yalnız Türkiye'de değil Türkiye dışında da birçok İslam ve Balkan ülkelerine yayılmasıdır.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
29 Nisan 2006       Mesaj #7
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Batı notalarında Türk musikisi



Tanburi Cemil Bey Türk musikisi tarihinin en büyük tanbur virtüozudur. Kemençe ve lavtayı da aynı ustalıkla çalan Tanburi Cemil Bey asıl tanbur icra tekniğine getirdiği yenilikle tanınır. 9 Mayıs 1873’te doğan Tanburi Cemil Bey üç yaşındayken babasının ölümü üzerine Ticaret Müdürü olan amcası Refik Bey’in himayesinde büyümüştür. Ticaret müdürü Refik Bey, kişiliğiyle edindiği saygınlığa dayalı bir yönetim taraflısıdır. Düşünce ve fikirlere büyük saygı göstermesiyle çevresindekilere verdiği değer, kendisine karşı saygı ve güveni daha da artırmıştır.

Tanburi Cemil Bey’in ailesi de müzikle iç içedir. Annesi Zihniyar Hanım lavta, ağabeyi Ahmet ile Reşat saz ve tanbur çalıyordu. Daha çok küçük yaşlarda olmasına rağmen kendi başına kanun ve keman çalmaya başlayan Tanburi Cemil Bey bu enstrümanları akort edebilen ve en küçük bir ses kaymasını, en küçük bir tını farkını fark edebilen bir kulağa sahiptir. Daha sonra ağabeyi Ahmet’in hediye ettiği tanburla daha çok ilgilenmeye başlar. Tanburi Cemil Bey ortaokulla birlikte Kemani Ağa’dan nota ve keman dersleri almaya başlar. Bununla birlikte amcası Refik Bey’in konağında piyano ve Fransızca dersleri de alır. Refik Bey Abdülhamit’in eski arkadaşı olmasına rağmen padişahın ülkeyi yönetim şeklini beğenmez. Abdülhamit, Refik Bey’i üstü kapalı olarak bir kaç defa tehdit etse de Refik Bey halk içinde padişah karşıtı gruplarla işbirliği içerisinde olur. Abdülhamit, Rasih Paşa aracılığıyla gönderdiği bir mektupla, Refik Bey’i görüşmek için çağırır. Rasih Paşa’nın konağına gelen Refik Bey’i ise, kahvesine koydurduğu zehirle öldürtür. Babasından sonra amcasını da kaybeden Tanburi Cemil Bey, amcasının ölümü üzerine amcasının konağından ayrılarak Taşkasap’ta oturan annesinin yanına dönmüştür.

Derslerinden çok tanburuyla ilgilenmeye başlayan Tanburi Cemil Bey kısa süre sonra okulu bırakır ve bütün gününü tanburuna ayırır. Bir süre sonra Kemani Ağa artık ders vermekten ziyade onu dinlemeye, onunla çalmaya gelir. Tanburi Cemil Bey kısa süre içerisinde neredeyse tüm Istanbul’daki büyük usta müzisyenler tarafından tanınır ve artık paşa konaklarına çağrılır. Zamanın en usta tanburisi olarak kabul edilen Tanburi Ali Efendi bir toplantıda Cemil Bey’i dinler. Tanburi Ali Efendi henüz onüç yaşında olan Tanburi Cemil Bey’i hayranlıkla izledikten sonra “Evladım bunca senedir bu sazı çaldım, eh şöyle böyle biraz yendik sanırdım. Şimdi seni dinledikten sonra bir daha tanburu elime almayacağım” der. Tanburi Ali Efendi bu sözüyle başındaki tacı çıkartıp Cemil Bey’e giydiren ve tahtını ona terk eden soylu ve o denli de güçlü bir kral gibidir. Bunu yaparken başı önündeki çocuğun kimsenin tacında tahtında gözü olmadığını da biliyordur. Kökü aynı bilinmezde olan iki doruktu onlar. Tanburi Ali Efendi’nin güçlü kişiliğinden doğan bu olay Tanburi Cemil Bey’in şöhretinde parlamalara, patlamalara neden olur.
Tanburi Cemil Bey Türk musikisi kadar batı müziğiyle de ilgilenir. Uzun bir dönem Aleksan Efendi’den hamparsum ve batı notaları üzerine ders alır. Tanburi Cemil Bey “Piyano, arp gibi enstrümanlar mu*****izin ses düzenine, makam yapısına göre düzenlenirse ancak o zaman öz sazlarımız arasına girebilir ve mu*****izin geleceği için yarar sağlayabilir. Batının majör ve minör yapısına uygunluk gösteren makamlarımız için bu enstrümanlar üzerinde fazla katı olmamıza gerek yoktur” kanısındaydı. Bu konular üzerinde fikrini almak, kendi kanaatlerini söylemek için bilgisine güvendiği mu******lerden Ali Haydar Bey’le tanışmayı çok ister, fakat bu isteği gerçekleşmez. Daha sonra Yanyalı Refik Mustafa Paşalı on yıl başlar. Paşa musikiye çok önem verir ve sever. Dönemin en usta müzisyenlerini her salı günü konağında toplayarak sazlı sözlü toplantılar düzenlemektedir. Tanburi Cemil Bey’le yine konağında düzenlediği bir toplantıda tanışır. Ağır bir tempoyla çalınan tanburun bu kadar kıvrak, hızlı ve ritmik çalındığını ilk kez gören Mustafa Paşa çok etkilenir ve şaşırır. Mustafa Paşa henüz onsekiz yaşındaki bir çocuğun bu kadar iyi tanbur çalabilmesi karşında şaşkın kalmıştır. Tanburi Cemil Bey’in çok hassas ve duygusal bir yapıya sahip olduğunu öğrenen paşa el altından ailesine ve kendisine yardım eder ve bu on yıl kadar yani paşanın ölümüne dek sürer. Tanburi Cemil Bey ismi artık tüm Istanbul’da duyulmaya başlar. Duyulur ama onu dinlemek pek de mümkün değildir. Çünkü bütün usta müzisyenler belli günlerde paşaların konaklarında düzenlenen toplantılarda çalarlar. Belki de bundandır ki Türk sanat müziği saraylı musikisi olarak adlandırılır.

Mustafa Paşa’nın ölümden sonra Tanburi Cemil Bey’in manevi ve maddi olarak sıkıntılı günleri de başlar. Tanburi Cemil Bey ders verdiği öğrencilerin yanı sıra uzun zamandır üzerinde çalıştığı Rehber-i Musiki adlı nazariyat kitabına da hız verir. Bu kaygıları fark eden nüfuzlu çevresi de ona yardımcı olmak için dışişleri konsolosluk kaleminde ona memur olarak iş bulurlar. Ama musikiye verdiği önem ve ayırdığı zamandan dolayı iş hayatı pek de düzenli gitmemiştir. 1902 Temmuz başında kitabın baskısı biter. O güne kadar nota ve tertip bakımından batı kaynaklarından da yararlanılarak makamlar, usuller ve diğer hususlar üzerine yazılan ilk musiki kitabıdır. Tanburi Cemil Bey bunun yanı sıra, dönemin önemli gazeteleri sayılan İkdam ve Sabah gazetelerinde uzun süre musiki üzerine yazılar yazmıştır.


Kovanlı fonograf günleri


1900’lü yıllarla birlikte Istanbul’da da artık kovanlı fonograflar konuşulmaktadır. Bir çok üstat ve sanatçı bu yeni buluşa sıcak baksa da Tanburi Cemil Bey pek de sıcak bakmaz. Çünkü eserlerin bu kayıtlarla zorlama bir ses kaydedildiğini ve istenilen kalitenin alınamayacağını düşünüyordu. Daha sonra tüm ısrarlara saygısızlık etmemek için bu teklifi istemeden de olsa kabul eder. Kovanlı fonograflar her birini teker teker doldurduğu silindirler, sihirli birer kutu gibi imparatorluğun en uzak köşelerine gidiyor, bir lira çeyreğinden bir kaç altına kadar satılıyordu. Her kovanın seslendirilmesi yeniden çalmayı gerektirdiği için büyük emek, uzun zaman istiyordu. Elektronik mikrofonun icadından önce yapılan bu kayıtlar akustik kayıtlar olarak tanımlanmaktadır. Bu ilkel kayıtta icracı önce çok geniş ağızlı bir borunun içine ya çalarak, ya da okuyarak ses titreşimlerinin bir tür balmumu silindirlere kaydedilmesini sağlar. Sonra balmumundan madeni kalıplar üretilir. Bütün bu süreç özellikle keman ya da soprano ses gibi tiz ses renklerini kayıtta başarılı olmuştur. Bir iki firmaya deneme olarak doldurduğu birkaç plaktan sonra bütün rica ve ısrarlara rağmen bu kazançlı işi istemez ve teklifleri geri çevirir.

1908 yılı sonuna doğru Istanbul’da plak işi yapan en büyük firma, Odeon plak fabrikasının Türkiye acentası Blumentahl kardeşlerin stüdyosunda 100 Napolyon altını karşılığında plak yapmak için anlaşma yapar. Ama anlaşmanın ertesi günü gidip tüm anlaşmayı iptal eder. Paranın daha fazla artırılabileceği önerilse bile bunu kabul etmez. Daha sonra Hacı Arif Bey, Şehzade Ziyaeddin Efendi, Udi Sami, Udi Şefki, Kemani Salih, Kemani Ağa, Kemani Kirkor, Leon Hancıyan Efendi, Edhem Efendi ve aralarında bulunan birçok müzisyenle birlikte “Dar-ül Musiki-i Osmani Meşkhanesi” adını verdikleri, Ragıp Paşa kütüphanesinin karşısında bir yer kiralarlar. Kuruluşun amacı sağda, solda darma dağınık bilgisiz ellerde ve dillerde bozulup kaybolma yolundaki musikiye ellerinden geldiğince sahip çıkmak. Çalışma şekli ise eserlerin yeni baştan gözden geçirilmesi, eksiklerinin giderilmesi vb. Çalışmaları pazartesi günleri Şehzade Ziyaeddin Efendi tarafından yönetilmek suretiyle karar alırlar. 26 Ekim 1914’te Şehzade başında Dar-ül Beda-i binasında da bir konservatuar açarlar. Bu binanın açılışında Dâr-ül Aceze musiki grubu tarafından bir konser verilir. Bir de temsili tiyatro gösteri yapılır. Oyunculardan işçi elbiseli olan 17 yaşındaki genç gelip Tanburi Cemil Bey’in elini öper ve kendini takdim eder, “Muhsin Ertuğrul”.
Bu çalışmalar içinde musikiye gönül vermiş birçok sanatçı yetiştirirler. Abdülhamit’in tahttan indirilmesiyle tiyatro, oyun eğlence yerlerine de canlılık gelir. Bunun üzerine Dar-ül Musiki-i Osmani Meşkhanesi de bir halk konseri düzenlemeye karar verir. Fasılların tespiti, eserlerin seçimi, tertibi ve konser çalışmalarının idaresi Tanburi Cemil Bey’e verilir. Haftalarca süren hummalı ve uykusuz geceler geçirirler. Gazete ve el ilanlarıyla duyurulmaya çalışılan konser haberi şimdiye kadar kendi musikisinde böyle bir olay yaşamamış olan Istanbul’da büyük yankılar yapar. Saraydan, paşa konaklarından, nazır köşklerinden ve zengin evlerinden başka yerde gerçek haliyle çalınıp söylenmeyen musiki nihayet halka da dinletilecekti. Konser günü gelir ama son dakikalarda kalabalık ve gürültüden sıkılan Tanburi Cemil Bey bir kadeh içmek için ayrıldığı salona yarım saat gecikerek geldiğinde, kendisinin gelmeyeceğini sanıp konserin iptal edildiğini öğrenir.

Annesi Zihniyar Hanım’ın tüm zorlamaları ve baskısıyla evlenmeyi kabul eder. 1901 yılında Saide Hanım’la evlenir. Bir yıl sonra da oğlu Mesud dünyaya gelir. Mesud da babası Tanburi Cemil Bey gibi iyi bir müzisyen olur. İsfahan peşrevinde viyolonsel, ana melodi yanında pedal sesler vererek armonik bir derinlik sağlamaktadır. Bu teknik Türk müziği icralarına Mesud Cemil ile girmiştir.


Yaylı tanbur dönemi


Mesud’un doğumundan sonra çalışmalarını aksatmaya başlayan Tanburi Cemil Bey kısa süre sonra tekrar hummalı bir çalışmaya başlar. Ama hummalı çalışma musikiye çok şey katacaktır. Tanburlarından birinin eşiğinde değişiklik yaparak “Yegâh” telini yükseltip kemençenin yayıyla çalmaya uğraşır. O güne kadar hiç bir sazda duyulmayan buğulu, yumuşak, içli bir ses elde etmiştir. Daha sonra eşik ve perde ayarlarını değiştirip tanburu yayla çalmaya başlamıştır. Tanburu yaylı olarak ilk defa Mustafa Paşa’ya dinletir. Yine bir paşa konağındaki toplantıda ilk kez yaylı tanburunu çalar ve yeni sazın sesi dinleyen herkesi büyüler.

Tanburi Cemil Bey artık sağlıklı değildir, hastalığı ilerledikçe bitirmeye çalıştığı kitapları, notlarıyla daha çok ilgilenir. Bir çok paşa, eş, dost tedavi için yurtdışına göndermeyi teklif etse de hiçbirini kabul etmez. 1916 yılının 29 Temmuz’unda Kâtip Muslıhiddin sokağından bir tabut çıkar. Gönüller tahtının sultanı Tanburi Cemil Bey milyonların kara sevdası ardında üç beş kırık plak ve çözümsüz bir muamma bırakarak yirmi gönüllüyle Merkez Efendi mezarlığına gömülür.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
3 Mayıs 2006       Mesaj #8
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Mehter

Dünyanın en eski askeri bandosudur. Çalgılar çevgen kös nakkare davul zurna ve zil bulunur. Yeniçeri ocağının bir parçasıydı. Bu ocak kaldırılınca kapatıldı sonra yeniden açıldı. Günümüzde en ünlüleri fatih ve eyüp mehteran bölükleridir. 13yy. ilk kez yazılı kaynakta Mehter adı geçiyor.



Takım

'Altı kat', 'yedi kat' ve 'dokuz katlı' takım. 'Dokuz katlı' takım , kös, davul, nakkare, halile, çevgan, nefir, boru seslerden oluşuyor. Mehterhane-i Hakani veya Mehterhane-i Hümayun, Padishah Mehteri 18 katlı takımdan oluşuyordu ,özelikle savaşzamanlarda.

Sesler
  • Tuğlar
  • Çorbacıbaşı
  • Sancaklar
  • Zurnazen
  • Boruzen
  • Zilzen
  • Davulzen
  • Cevgen
  • Kös
  • Nakkrezen


Marş örnekleri
  • Gülbank
Allah Allah Celilü'l- Cebbâr,Muinü's-Settâr,Hâliku'l-leyli ve'n-Nehâr,Lâyezâl, Zü'l-Celâl,birdir Allah! Ânın birliğine,Resûl-ü Enbiyâ Peygamberimiz Cenâb-ıAhmed-i Mahmûd-u Muhammed MustafaÂl-i evlâd-ı Resûl-i Müctebâ imdâd-ı ruhâniyetine!Piran mürşidin, âşıkin, vâsilin hamele-i Kur'ân,güzeştegân, ehl-i imân ervâhına, avn-ü inâyetine!Halifetü'l-İslâm es sultân İbni's-sultânbil-cümle İslâmın necât ve seâdet ve selâmetine,pirler, erenler, üçler, yediler, kırklar, göçenler,demine devrânına Hû diyelimHuuuHuuuEli kan, kılıcı kan, sinesi üryân, ciğeri püryânmeydân-ı şehâdette Allah yoluna revân.Gazâ-yı şühedâya Cemâl-i Hak görünür ıyân.Kahrımız, gazabımız düşmana ziyân!Eûzubillâh, Eûzubillâh. Hüdâ'ya şükr-i bihad,lâilâhe illallâh! El-melikü'l- Hakku'l mübin!Muhammedü'r- Resûlullah, Sâdıkü'l-va'dü'l Emin!İnnâ Fetehnâ leke fethan mübinâ ve yensurekallâhunasran aziza! Ey padişah-ı halifetullah,Es Selâmu aleyke avnullah! Sensin hâris-i din-i mübin,hâris-i Şeriatullah! Uğrun açık olsun ey padişahım,Emr-i ikbâlin mecid! Hûdâ kılıcını keskin eylesin,nûr-ı şân satvetine gün gibi medid! Rûh-ı pâk-ıFâhri âlemi hoşnûd etsin; Hak,gazâyı ekberin etsin mübârek ve said.Nasrunminallahi ve fethün karin. Ve beşşiri'l- mü'minin'Yaaa! MuhammedYektir Allah Yektir AllahYektir Allahİllallah
  • Ceddin Deden
Ceddin deden, neslin baban Hep kahraman Türk milleti Orduların, pekçok zaman Vermiştiler dünyaya şan. Türk milleti, Türk milleti Aşk ile sev milliyeti Kahret vatan düşmanını Çeksin o mel'un zilleti.
  • Gafil Ne Bilir
Gâfil ne bilir neş’ve-i pür-şevk-i vegâyıMeydân-ı celâdetteki envar-ı sefâyıMerdân-ı gazâ aşk ile tekbir tekbirler alıncaTitretti yine, rû-yı zemin arş-ı semâyı.Allah yolunda cenk edelim şân alalım şanKur’an’da vaadediyor Hazret’i Yezdan.Farzeyledi Hallak-ı Cihan, harb-ü cihadı,Hep cenk ile yükselmede ecdadımın adı...Dünyaları feth eyleyen ecdadımız EL HAK,Adil idi, hıfzeyler idi, Hak-kı ibadı...Allah yolunda cenk edelim şân alalım şanKur’an’da vaadediyor Hazret’i Yezdan
  • Buna Er Meydanı Derler
Buna er meydanı derler Bunda söz olmaz yandım aman aman Çifte yürekli erkekler Şahım gelir bu yane yandım aman aman. Ele bele dine imânım İhanet olmaz yandım aman aman Okurlar fermânı imanım Yandım kıyarlar cane yandım aman aman.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik, Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik. Aktolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle ! Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle... Şimşek gibi, bir semte atıldık yedi koldan, Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yolda

Akıncılar Marşı

Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla, Birden yedi kat arşa kanatlandık o hızla... Cennette bugün gülleri açmış görürüz de, Hala o kızıl hatıra titrer gözümüzde. Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik, Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik

GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
6 Mayıs 2006       Mesaj #9
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE - GÜNÜMÜZDEN GELECEĞE TÜRK MÜZİK KÜLTÜRÜ

Türk müzik kültürü, ilk kökleri/kökenleri itibariyle Tarih Öncesi’nde başlayan ve tüm Tarih Çağları boyunca devam eden “sürekli bir oluştur”; başlangıcından günümüze değin kesintisiz sürüp gelen varlığı ve evrimiyle Dünya müzik kültürünün en eski, en köklü, en etkin ve en yaygın öğelerinden biridir. Türk müzik kültürünün (en) uzak geçmişinden günümüze değin süregelen bu temel özelliğinin, günümüzden (en) uzak geleceğine doğru da süregitmesi doğaldır, doğal bir beklentidir.

Günümüzde Türk müzik kültürü, Avrasya’da yaklaşık 11 milyon kilometrelik bir alana yayılmış olan, Türk dil-kültür kökeninden gelen, Türkçe konuşan-Türkçe yaşayan, yaklaşık 250 milyonluk bir insan topluluğunun ve onun oluşturduğu Türk Dünyası’nın müzik kültürüdür. Somut olarak günümüz Türk Dünyası’nın müzik kültürü denilince, başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere, bağımsızlığına kavuşmuş Kuzey Kıbrıs, Kafkasya ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile özerk, yarı bağımsız veya bağımlı yaşayan, örgütlü veya örgütsüz, irili ufaklı tüm Türk Toplum ve Toplulukları’nın müzik kültürleri anlaşılır


2. Türk Müzik Kültürünün Tarihî Dönemleri ve Evrim Evreleri
Bilindiği gibi, “kültürün tahmini yaşı 2 milyon yıl öncesine gider”. Başlangıcından günümüze insanlığın kültürel evrim süreci, insanbilimde (çoğu insanbilimcilerce), genel olarak “üretim öncesi” (paleolitik), “üretim” (neolitik) ve “yoğun üretim” (endüstri) olmak üzere en azından üç ana evre ye ayrılır.3 Bu ayrım, kuşkusuz, Türk toplumunun kültürel evrimi ve onun bir parçası’ olan Türk müzik kültürünün evrimi için de geçerlidir. Ancak, Türk müzik kültürünün “üretim öncesi” (paleolitik) evresine ilişkin eldeki insanbilimsel bulgu, kazıbilimsel buluntu ve tarihbilimsel bilgiler henüz çok yetersizdir.4 Müzikbilimsel veriler de henüz son derece kısıtlıdır, hatta yok denecek kadar azdır. Bu nedenle Türk müzik kültürünün varlığını ve evrimini inceleme ve betimleme işine, daha çok “üretim” (neolitik)5 evresinden başlamak (daha) doğru olur.6
Türk müzik kültürünün “üretim” (neolitik) evresinden bu yana geçirdiği en azından 5000 yıllık uzun evrim süreci, Türk kültür tarihinin kendine özgü akışı içinde kendine özgü belirli dönemlere, her bir dönemde kendine özgü belirli evrelere ayrılır.
Türk müzik kültürünün “üretim” (neolitik) evresinden bu yana geçirdiği uzun evrim sürecinde Türk kültür tarihinin kendine özgü akışı içinde ortaya çıkan kendine özgü belirli dönem ve evrelere bakarken yüzer yıllık, beşyüzer yıllık ve biner yıllık zaman dilimleri “anlamlı birimler” olarak belirir ve evrimin tarihî akışının izlenmesinde çok büyük kolaylıklar sağlar. Çünkü, kültürel evrim sürecinde yüzyıllar beşyüzyıllara, beşyüzyıllar binyıllara ağar, akar, dökülür ve yığılır. Bu bağlamda göreli olarak binyıllar “geniş zaman dilimleri”, beşyüzyıllar “orta zaman dilimleri”, yüzyıllar ise “dar zaman dilimleri” olarak işlev görür.
Nitekim, “tarih öncesi”ne dayanan kökleriyle “tarih çağları insanlığı”nın en önemli ve en sürekli öğelerinden biri olan Türk toplumunun müzik kültürünün yaklaşık beşbin yıllık evrim sürecine geniş zaman dilimleri halinde bakıldığında “binyıllar”, orta zaman dilimleri halinde bakıldığında “beşyüzyıllar”, dar zaman dilimleri halinde bakıldığında ise “yüzyıllar” daha çok anlam ve önem kazanır. Öbür yandan aynı sürecin yakın geçmişine “yüzer yıllık”, orta geçmişine “beşyüzeryıllık”, uzak geçmişine ise “bineryıllık” zaman dilimleri halinde bakışın (kendine özgü) belli kolaylık, yararlık ve üstünlükleri vardır.

Türk müzik kültürünün yaklaşık beşbinyıllık evrim süreci dikkatlice incelendiğinde, bu sürecin, her yüzeryıllık dilimler içinde adım adım


GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
10 Mayıs 2006       Mesaj #10
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Türk Müzik'indeki Bazı Makamlar

Acem, Klasik Türk müziğinde mi notasına yakın bir perde. *Acem kelimesinin sözlük anlamı Arap olmayan, İranlı demektir. Yunanlıların kendisi dışındakilere Romalı veya rum demesi gibi. Osmanlıların kendisi dışındakilere Ecnebi demesi gibi.
Acem, kelimesine XV. yüzyıla ait en eski Türkçe müzik yazmalarından beri rastlanılmaktadır. Acem, ayrıca, acemaşiran, acembuselik, acemkürdi, Nevrûz-ı Acem, Uzzâl-acem, Yegâh-ı Acemî gibi bir çok terim içerisinde de kullanılmıştır.

Bestenigar (Bestenigâr), Klasik Türk müziğinde en eski birleşik makamlardan

Bayati (Bayâtî, Beyâtî), Klasik Türk müziğindeuşşak dörtlüsüne buselik beşlisi katılmasıyla yapılmış eski bir makam

Çargâh Türk müziğinde do perdesinin adı ve bu perdede karar kılan makam.

Dügâh, Klasik Türk müziğinde bir birleşik makamdır.

Hicâz, Klasik Türk müziğindedügah perdesinde karar kılan bir makam veya do diyez notasını andıran perdedir.

Hicazkar (Hicazkâr), Klasik Türk müziğinderast perdesinde karar kılan bir makam

Hüzzam, Klasik Türk müziğindesegah perdesinde bir makamdır.


Isfahan: Klasik Türk müziğindedügah perdesindeki makamlardan biri.

Kürdi (Kürdî), Klasik Türk müziğindesi bemol notasını andıran perde ve dügah perdesindeki bir makam.

Mahur (Mâhûr, Farsçadan), Klasik Türk müziğinde birleşik bir makam.

Muhayyer, Klasik Türk müziğinderast perdesinde bir makam.

Muhayyerkürdi (Muhayyerkürdî), Klasik Türk müziğinderast perdesinde bir makam.

Müstear (Arapçadan), Klasik Türk müziğinde bir makamdır.

Neva (Nevâ), Klasik Türk müziğinde bir makam adı ve yegahtan bir oktav tiz olan re perdesidir.
Neva makamı basit makamlardan olup, Durağı Dügah perdesidir. Seyri inici çıkıcı olan makamın dizisi ise Yerinde uşşak dörtlüsüne, Neva perdesinde bir rast beşlisinin eklenmesiyle meydana gelir. Güçlüsü aynı adı taşıyan perdenin adı Neva'dır. Rast perdesiyle yeden alır. Donanımları ise Si bemol ve fadiyezdir. Makamın Özelliği: Neva makamı parlak bir makam değildir. Genişleme seslerinin fazlaca kullanılmadığı bu makamda, inici seyir yapılırken Fa bakiyye diyez (Evc) perdesi, bekar hale getirilerek Acem perdesi haline gelir. Neva üzerinde bu şekilde inici bir Bûselik Beşlisi meydana gelmiş olur.

NÜFFÜS (Nuhuft, Farsçadan): Klasik Türk müziğinde bir bileşik makamdır. Yegah makamına, hüseyniaşiran perdesi üzerindeki uşşak dörtlüsünün eklenmesiyle oluşturulmuştur. Az kullanılmış makamlardandır

Pençgâh (Farsçadan), Klasik Türk müziğinderast ve bayati dizilerinden oluşan birleşik bir makamdır.

Saba:Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam.

Segah (Segâh), Klasik Türk müziğindesi perdesi ve bu perdedeki makam.

Şehnaz (Şehnâz), Klasik Türk müziğinde bir makam

Tahir (Tâhir), Klasik Türk müziğinde bir makam.

Uşşak, Klasik Türk müziğinde ana makamlardan biridir.Bu makamdaki en güzel eserleri Şevki Bey vermiştir

Yegah (Yegâh), Klasik Türk müziğinde kalın re notası karşılığı sayılan makam


Benzer Konular

4 Kasım 2012 / düşler perisi Soru-Cevap
25 Mart 2014 / Misafir Soru-Cevap
7 Ekim 2012 / Ziyaretçi Soru-Cevap
1 Kasım 2010 / Daisy-BT Mimarlık