Arama

Osmanlı'da Tıp

Güncelleme: 23 Mart 2010 Gösterim: 11.410 Cevap: 2
HipHopRocK - avatarı
HipHopRocK
Ziyaretçi
11 Mart 2009       Mesaj #1
HipHopRocK - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı'da Tıp

Sponsorlu Bağlantılar
İslam tıbbının bir parçası olan ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde geliştirilen tıp biçimi.


230px Cerahatulhaniye


Şefareddin Sabuncuoğlu'nun Cerrahatü'l-Haniye adlı eserinde hekim hastasını tedavi ederken görülüyor. 15.yüzyıl.

Dönemler

Osmanlı tıp tarihi üç dönemde incelenmektedir.
- Klasik Dönem (1450-1730): İslam tıp teorisine dayalı çalışmaların yapıldığı, külliyelerin parçası olan büyük darüşşifaların açıldığı bir dönemdir. Osmanlılar ilk hastaneyi 1399'da Sultan Orhan zamanında Bursa'da yapmışlardır (Yıldırım Darüssifası). İlk başhekimi Tabib Hüsnü'nün olduğu hastahanenin bir baştabibi, yardımcısı, tabibi, cerrahı ve göz hekimi ve çeşiti personeli vardı. Dönemin önemli hekim ve cerrahlarından biri Şerafeddin Sabuncuoğlu (1386?-1470) eğitimini 1308’de insa edilmis olan Amasya Darüssifası’nda tamamlamıs aynı yerde hekimlik yapmış ve eserlerini de burada yazmıştır. Eserlerinde tedavi metodlarını en ince ayrıntısına kadar vermis olan Sabuncuoğlu'nun Kitâbü’l-Cerrâhiyyetü’l-Hâniyye (1465) adlı eseri Osmanlılarda kaleme alınmıs tek resimli cerrahi eseridir.
Fâtih Sultan Mehmed devri, tibbî faaliyet ve gelismeler bakimindan önemli bir devirdir. Fâtih, saglik islerini organize eden ve o günün sartlarina göre çok ileri bir zihniyetin anlayisi oldugu anlasilan Hekimbasilik (Reisu'l-Etibba) müessesesini kurarak, basina Kutbeddin Ahmed'i getirmisti. Sultan Fâtih’in oğlu II. Bâyezid ise Edirne’de Kirişhâne Mahallesi’nde bir cüzamhane ile akıl hastanesi yaptırmıştır. Evliya Çelebi, Seyahatname adlı eserinde Fâtih, Süleymâniye, Sultânahmed hastahanelerini anlatır.
Osmanlı'nın klasik döneminde tıp adamlarına büyük önem verilmekte, yerli tıp adamlarının yanı sıra farklı bölgelerden gelen tabibler de Osmanlı'da ilgi görmekteydi. Bu dönemin tabipleri ameliyatlar yapabilmekteydi. Örneğin nebatî (bitkisel tıp) tıpla meşgul olan Altunîzâde'nin (öl. XV. yüzyil sonlari) idrar darligi çekenlere başarılı sonda ameliyatları yaptığını Şakaik-i Numaniye'den ögrenmekteyiz.
- Batıyı Tanıma (1730-1825) : Eğitimde yenileşme hareketlerinin görüldüğü ve Batı'daki gelişmelerin tercümeler yoluyla aktarıldığı bir dönemdir.
- Batıya Açılış ve Modernleşme Dönemi (1827 sonrası) : 1827'de Mustafa Behçet'in çalışmalarıyla kurulan Tıbhâne-i Âmire ve 1839'da kurulan Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şâhâne dönemin önemli tıp eğitimi kurumlarıdır.
Batı’da bilimin son derece ilerlediğini ve Osmanlıların çok geri kaldığını düsünen II. Mahmut, tercüme ile vakit kaybedilemeyeceğini söyleyerek hekimliğin Fransızca okunmasını emretmiştir. 1827’de ordunun tabib ve cerrah ihtiyaçlarını karsılamak amacı ile Hekimbası Mustafa Behçet Efendi’nin önderliğinde Tıphâne-i Âmire adında bir tıp mektebi açılması yolundaki çalışmalara baslanmış. Mustafa Behçet Efendi bu mektebin ilk nizamını hazırlamıs ve Türkiye’de modern tıp mektebinin kurucusu olmustur. Gülhane bahçesinde bulunan binalarda faaliyetine baslayan Tıphâne-i Âmire’yi aynı yıl Sehzadebası’nda açılan Cerrahhane takip etmistir. 1831-1832 tarihlerinde Cerrahhane, Topkapı Sarayı bitisiğindeki bir binaya nakledilmistir. 1836’da iki mektep birlestirilmis, 1839’da da Gülhane’den Galatasaray’a tasınmıs ve mektebin basına Avustruyalı doktor C. Ambroise Bernard getirilerek mektebin adı Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Sahâne olarak değistirilmistir.

Eserler

Osmanli döneminin ilk Türkçe telif tib kitabi olarak kabul edilen "Havâsu'l-Edviye"yi te'lif eden Ishak b. Murad ile Amasya Hastahânesi bashekimi Sabuncuoglu Serafeddin ve Sultan II. Murad adina 841 (m. 1437)'de "Zahire-i Muradiye" adli büyük tip kitabini yazan Sinoplu Mü'min b. Mukbil, sonradan Osmanli Devleti'ne gelip hizmet eden tabiblerdir.
Osmanlı'da yazılan bazı tıp eserleri ve yazarları şunlardır:


  • Ahmedî : Tervihu'l-Ervah, Müntehab-i Sifa
  • Haci Pasa : Kitabu'l-Feride, Kitabu's-Saade ve'l-Ikbal, Kitabu't-Ta'lim, Sifau'l-Eskam ve Devau'l-Âlâm, Müntehab-i Sifa
  • Şeyhî : Kenzu'l-Menafi'
  • Mü'min b. Mukbil : Kitabu't-Tib, Miftahu'n-Nur ve Hazainu's-Surûr, Zahire-i Muradiye
  • Aksemseddin : Kitabu't-Tib, Maddetu'l-Hayat
  • Serafeddin Sabuncuoglu : Cerrahiye-i Ilhaniye, Mücerrebnâme
  • Bedr-i Dilsad : Kehhalnâme, Kemalnâme, Muhtasaru't-Tib
  • Ibn-i Serif : Yadigâr-i Ibn-i Serif
  • Mehmed b. Lütfuullah : Müfredat-i Tib
  • Sükrullah Sirvanî : Ilyasiye fi't-Tib
  • Kaysunîzâde Mehmed : Tıb Mecmuasi
  • Halimî Lütfullah Efendi : Kasimiyye
  • Hekimsah Mehmed Kazvinî : Asbabu Sitteti'z-Zaruriyye, Mucez Serhi, Nasihatnâme
  • Ahi Çelebi : Risâle-i Hassatu'l-Kilye ve'l-Mesâne, Mucez Tercümesi
  • Kaysunîzâde Mehmed b. Mehmed : ed-Dürretu'l-Muntahab, Düsturu'l-Bimâristan, Düsturu't,Tibbi'l-Misbah, Zâdu'l-Mesir fî Ilaci'l-Bevâsir
  • Atufî: Hifzu'l-Ebdân, Ravzu'l-Insan fî Tedabir-i Sihhati'l-Ebdân
  • Ilyas b. Isa : Müfredât
  • Nidaî : Baytarnâme : Manzume-i Tib, Menafi'n-Nâs, Tababet-i Beseriye ve Baytariyye
  • Takiyüddin Sirazî: Enisu'l-Etibba fi't-Tib
  • Mehmed Efendi : Menbau'l-Hayat
  • Davud Antakî : Bugyetu'l-Muhtac, ed-Durretu'l-Muntahab, Elfiye fi't-Tib, Letaifu'l-Minhac, Mecmau'l-Menafii'l-Bedeniyye

Ayrıca bakınız: Kitabu'l-Müntehab


asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
12 Ocak 2010       Mesaj #2
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
İslamiyet Öncesi Türklerde Tıp

Sponsorlu Bağlantılar

İslamiyet’ten önce, Orta Asya’da Türklerin yaşam biçimi içerisinde dinsel inançlar doğrultusunda sağlık ve tıp konuları kendine özgü bir yere sahiptir. Hemen hemen tüm eski topluluklarda olduğu gibi eski Türklerde de tıbbi etkinlik dinsel-büyüsel temadan başlayıp ampirik uygulamalara kadar uzanıyordu.

Türklerde tedavi ile uğraşanları iki grupta değerlendirebiliriz. Bunlardan ilki dinsel-büyüsel tedaviler yapan ve “Kam” ya da “Baksı” denen şamanlardır. İkincisi ise “Otaçı”, “emçi” ya da “atasagun” adı verilen ilaç ve daha başka maddelerle tedavi eden hekimlerdir. (Bayat, 2003:203). Büyüsel tıp kapsamında ele aldığımız Şamanizm, eski Türklerin yaşam ve tıp anlayışı açısından önemli bir yere sahiptir. Çok zaman Türklerde din olarak Şamanizm’i benimsedikleri dile getirilir. Bu konudaki tarihsel olayları bir kenara bırakarak belirtmek istiyoruz ki Şamanizm bir din değil değindiğimiz gibi bir “ruhsal ritüeller” alanıdır.

Kam kelimesi, “kahin,” “tabip”, “filozof,” “alim” anlamlarına gelmektedir. Eski Türkçe metinlerde “sihirbaz” ve “rahip” anlamlarında kullanıldığı da olmuştur. Kam kelimesi Divan-ü Lugatit-Türk’te “çeşitli hastalıkları tedavi etmek için tabibin yanında kam da yer alır. Tabip hastalığı ilaç (ot) ile tedavi eder. Kam ise hastayı kendi usulüne göre daha çok ruhi yollarla, efsun ve sihirle iyileştirmeye çalışır” denmektedir. Kam’ın vazifesi efsun ve büyü yapmaktır. divan lugata göre “kahin” anlamına gelen kamın başlıca vazifesi efsun yapmak, falcılık yapmaktır” .

Anadolu Selçuklu Döneminde Tıp


Üzerinde yaşadığımız topraklar üzerinde, yaklaşık bin yıldan beri üç büyük Türk devleti kurulmuştur. Bunlar Anadolu Selçuklu Devleti, Osmanlı İmparatorluğu ve bugün bir ferdi bulunduğumuz Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bilindiği Türklerin Anadolu’ya girişi Malazgirt Savaşı’nın kazanılmasıyla, 1071 tarihiyle başlar. Türklerin Anadolu’da yerleşmeleriyle birlikte bazı imar faaliyetleri başlar. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde hanlar, hamamlar, köprüler, camiler, medreseler kurulur.

Selçuklular döneminde daha sonra inceleyeceğimiz Osmanlılardaki gibi, bir “Hekimbaşı”lık makamının bulunduğu söylense de bu konuda tarihsel bir belgenin varlığı söz konusu değildir. Bunun yanında, Selçuklu hükümdarları gerek gördüklerinde kendi tıbbi bakım ve tedavileri için hekim görevlendirmişlerdir.

Selçuklu döneminde benimsenen tıp anlayışı İslam tıbbının özelliklerini taşımaktadır. Hipokrat, Galen gibi hekimlerin tıp anlayışını benimseyen İslami tıp anlayışı Anadolu Selçuklu döneminde de etkisini sürdürmüştür. Burada da evren (makrokosmos) ile insan (mikrokosmos) arasındaki ilişkiden yola çıkan anlayış; insanı tanımamız için evreni tanımamız gerektiğini düşünür. Klasik tıp anlayışı içinde Selçuklu hekimleri de 4 humor (hılt, suyuk) teorisine bağlı kalmışlardır. Bu dönemde Anadolu’da bulunan hekimler göz ile ağız ve diş tedavisine önem vermişlerdir. Göz hastalıkları için “kehhal” adını taşıyan hekimler bulunmaktadır. İç hastalıklarına ilişkin tedaviler daha çok ilaçla yapılırken cerrahi nitelikteki müdahaleler kırık-çıkık, incinme, çıban, ur, yaraların tedavisi gibi müdahaleler şeklindedir

Darüşşifalar


Darüşşifalar, işlevsel olarak bugünkü hastanelere karşılık gelen hizmet kurumlarıdır. Buralarda halka tedavi edici sağlık hizmeti sunulmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi darüşşifa ismine atfen “şifahane, maristan, bimaristan, darülsıhha, darülafiye, darültıp isimleri de kullanılmaktadır. Bunlar da işlevsel yönden darüşşifalara karşılık gelen yapılardır. Darüşşifaların tedavi edici hekimlik hizmetlerinin yanısıra tıp eğitimi veren kurumlar da oldukları söylenir. Buradaki eğitim usta-çırak ilişkisi şeklindeki bir eğitimdir. Burada eğitim görenler “Hoca”sından “icazet” (diploma, mesleki belge) almaktadırlar.

Bu dönemde Anadolu'da çok sayıda hastane kaplıca, hamam, sosyal yardım kuruluşu gibi tesisler de bulunmaktadır. Ayrıca kervansaraylarda da sağlık hizmeti verilmektedir. Dönemi için hayli gelişmiş bu sağlık hizmeti anlayışının ardında, Devletin bilinçli bir politikasının varlığını aramak gerekir. Sağlık tesislerinin vakıflar biçiminde yapıldığı bu dönemde devletin yönlendirmesi sonucu; özellikle de ticaret yolları üzerinde bir hayli çok sayıda sağlık tesisi hizmete sokulmuştur.

Anadolu’daki darüşşifalar bilgi ve beceriye sahibi hekim ve sağlık kadrosuna sahiptirler. Halk, hastalık durumlarında bu hekimlere güvenerek rahatça başvurabiliyorlardı. Darüşşifalarda din, dil, ırk farkı gözetilmeden her hastanın tıbbi bakım ve tedavisi yapılmıştır. Hastaların ilaçları da buralarda yapılır ve parasız hastalara dağıtılırdı. Darüşşifaların yönetimi vakıflar tarafından yapılırdı. Herhangi bir darüşşifa kendi vakfıyesinde belirtilen kurallar doğrultusunda işleyişini sürdürmek zorundadır. Sağlık kuruluşları ait olduğu vakıflar tarafından idare edilmiş olsalar da, buralarda görev yapacak hekimlerin (belki öteki sağlık personelinin) Selçuklu sultanı tarafından tayin edildiklerine dair belgeler mevcuttur. Selçuklu döneminde Anadolu’da inşa edilmiş olan darüşşifalardan yalnızca Sivas’takinin vakfiyesi günümüze kalmıştır.

Osmanlılar Döneminde Tıp

Tıp alanında da benzer biçiminde Osmanlı’nın ilk dönemindeki tıbbi etkinlik İslam tıp anlayışı çerçevesinde ortaya çıkmış ve çok uzun süre bu niteliğini korumuştur. Diğer yandan Osmanlı Devleti’nin, Anadolu Selçuklunun mirasçısı olması nedeniyle Selçuklu dönemindeki sağlık hizmet ve kurumsal yapılanma Osmanlı’ya intikal etmiş; İslam tıbbının özellikleri çerçevesinde, Selçuklu dönemindeki tıp anlayışı Osmanlı döneminde varlığını sürdürmüştür. Özellikle darüşşifaların, yani hastanelerin, Osmanlı yönetimine geçtiği ve hizmetlerini sürdürdükleri açıktır

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hekim eğitimi, önceki İslami dönemlerdeki gibi usta-çırak ilişkisi şeklinde kendini gösteriyordu. Hekimler, hastane ya da özel muayenehanelerinde yanlarında çırak şeklinde hekim yetiştiriyorlardı. Bu tür bir eğitim kurumsal niteliği olmayan, sistemli bir okul eğitimi değildir. Osmanlı’da sistemli tıp eğitimi bilindiği gibi 19. yüzyılda Askeri Tıp Okulu’nun açılmasıyla başlayacaktır. Başta Süleymaniye Medresesi olmak üzere Osmanlı’da “resmi” anlamda hekim yetiştirilen medreselerdeki eğitim ise tıbba özel değil genel eğitim şeklindedir. Buradaki eğitimde yetişen hekimlerin diplomaları okul adına değil medreseyi yöneten hocanın adına verilirdi. Çok geniş topraklar üzerinde kurulan ve çok uluslu bir İmparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu’nda hekim olan ihtiyacın giderilmesiçeşitli kaynaklardan hekim teminini gerek kılıyordu. 19. yüzyıla gelindiğinde ordunun hekim ihtiyacı kendini önemle hissettirdi.

Böylece ilk tıp okulu açılır. Bu Askeri Tıp Okulu (Mektebi Tıbbıye-i Şahane) 14 Mart 1827 tarihinde açılır. Bu tarih bugün Tıp bayramı olarak kutlanmaktadır. Günümüzde ele geçen Okula ait bulunan mermer bir levhada okulun aslında bir “medrese” anlayışı içinde kurulduğu sonucu çıkartılabilir. Okulun eğitim anlayışı o zamanki çağdaş tıp eğitimi seviyesine henüz tam ulaşamıyordu. Bu nedenle Okulun başına 1839’da Viyanalı hekim Ambrois Bernard (1810-1844) getirilir. Bu suretle Osmanlı’daki eğitimin niteliğinde önemli bir adım atılmış olur.

Her ne kadar bu okuldan mezun olan hekimlerin sayısı ordu için bile yetersiz geliyorsa da buna karşın Osmanlı’da sivil halka hizmet vermesi için hekimler yetiştirecek hiçbir tıp okulu bulunmuyordu. İşte bu ihtiyaç doğrultusunda 1867 yılında ilk Sivil Tıp Okulu (Mektebi Tıbbiye-i Mülkiye) eğitime açıldı. 1908 yılında Sivil Tıp Okulu “Fakülte”ye dönüştürülmüş ve bir yıl sonra da her iki okul Sivil Tıp Okulu çatısının altında birleştirilmiştir. Ülkemizde “14 Mart Tıp Bayramı”, ülkemizde söz konusu ilk tıp okulunun kuruluşu olan 14 Mart 1827 tarihine istinaden kutlanmaktadır.

Osmanlı Darüşşifaları

Yukarıda belirttiğimiz gibi Türk-İslam dünyasındaki hastaneler, “darüşşifa” kelimesi ile birlikte “bimeristan”, “maristan” isimleri yanında “darülsıhha, darulafiye, darulmerza, şifaiyye bimarhane, tımarhane” gibi isimlerle anılıyordu. Osmanlı İmparatorluğu döneminde de banzer adlar kullanılmıştır. En onunda da 19. yüzyılda “hastane” kelimesi ötekilerin yerini almıştır. 19. yüzyıl Osmanlısında, hastane kuruluşu açısından gerçekten hareketli bir dönem yaşanmıştır. Bu yüzyıla gelene kadar darüşşifaların sayısından yola çıkılırsa bu dönemin farkı kolayca anlaşılabilir. Bu hareketliliğin, nedenlerinin askeri alandaki hastane ihtiyacının karşılanmaya çalışılması gelmektedir.

19. yüzyıla gelene kadar, İstanbul’da son hastane (darüşşifa) 1617 yılında açılmıştır. Bundan sonra İstanbul’da yaklaşık 200 sene yeni bir hastane hizmete girmemiştir. Buna karşın 1905 yılında İstanbul dışında, asker ve azınlık hastanelerini saymazsak 40’ı bulan sayıda hastane bulunmaktadır. Karantina, yerel ve özerk (azınlık hastaneleri vd.) yönetimdeki hastaneler dışında devlet teşkilatında çalışan hekimlerin sayısı 405 kadardır. Osmanlı dönemi darüşşifaların listesi ilişiktedir

“Gureba” kelimesi “garib” kelimesinin çoğuludur ve kimsesizler anlamına gelmektedir. Osmanlı’da, 19, yüzyılda bu isim altında kurulan hastaneler günümüz açısınden devlet hastanesi anlamını taşımaktadır.

Ülkemizde bugünkü anladığımız anlamda ilk eczanenin 1757 yılında İstanbul, bahçakapı’da semtinde açılan İki kapılı Eczane olduğu bilinmektedir. 1880’li yıllarda Doğu’da (Erzurum, Van, Trabzon gibi şehirlerin herbirinde 3-4 eczane bulunmaktadır ve bunları yönetenlerin çoğu diplomasız kişilerdir.


Hekimler


Hekim olarak mesleğine sürdüren kişilerin Osmanlı toplumu içindeki varlığı hakkında tarihsel kaynaklar önemli bilgiler vermektedir. Osmanlı’nın ilk yüzyıllarında gerek tıbba özgü bir okul eğitiminin olmaması gerekse ülke denetleme ve yönetimi mekanizmalarının özellikleri göz önüne alındığında hekimlerin büyük bir serbestlik içerisinde mesleklerini icra edebildiklerini bilmekteyiz. Çokuluslu bir imparatorluk olarak Osmanlı ülkesinde değişik yerlerden gelen hekimlerin mesleklerini rahatlıkla yerine getirmeleri için son derece müsait bir ortam bulunmaktadır. Hem askeri amaçlar hem de halkın tıbbi ihtiyaçları hekim gereksinimini ortaya çıkartıyordu.

Hekimlik, Osmanlı yönetimi için üzerinde önemle durulmuş bir alandır. Hekimlikle ilgili resmi evraklarda birçok ayrıntılı bilgilere rastlamak mümkündür. Darüşşifa başhekimleri Saray tarafından atanmakta ve Osmanlı yönetimi Süleymaniye Tıp Medresesi’ndeki eğitimle ilgili gelişmeleri yakından takip ederdi. Saray hekimliğine atananların birçoğu darüşşifa hekimlerinden ve Süleymaniye Medresesinden mezun olanlar arasından seçilir; atamalarda liyakata dikkat edilirdi (Sarı, 1995).

Darüşşifalara hekim tayininde iyi ve tecrübeli hekimden beklenen özelliklerden bazıları şunlardı: Teşhis ve tedavi sırasında dört humor (unsur) teorisini uygulamakta tecrübeli olmalı, hasta mizacını belirleme ve ona göre ilaçlarını vermede ustalaşmış, teoriyi pratiğe, pratikten öğrendiklerini tecrübesine katan, diğer bilimlere de hakim vb. Hasta muayenesi son derece basit bir şekilde gerçekleştiriliyordu. Hastanın yüzüne doğru bir bakış ve birkaç sorudan sonra nabız kontrolu muayenenin aslını teşkil ediyordu. Nabız bilmek bir hekim için en önemli bir şeydi. Nabzın hızlanması hararete, yavaşlaması soğukluğa, genişliği rutubete ve vücutta cerahat çokluğunu anlamlara geliyordu.

Hekimlerin mesleklerini icra edecekleri yerlerin bir yandan hastane türü bir toplumsal niteliği olan kurumsal yapılar olabilirken diğer yandan da her hekimin kendi başına çalıştığı kendisine özel mekanlar da olabilmektedir. Günümüzde, hekimlerin kendi özel işyeri diyebileceğimiz muayenehane niteliğindeki yerlere Osmanlı döneminde de rastlıyoruz. İşte, eskiden Osmanlı’da hekimlerin açtıkları bu muayenehanelere “dükkan” ismi verilirdi. Cerrahlar da “Cerrah dükkanı” denen yerlerde hasta bakıyorlardı. Hekim dükkanlarından başka “fıtıkçı karhanesi”, frengi dükkanı”, “çıkıkçı dükkanı” gibi çeşitli hastalıklar için dükkanlar da bulunmaktaydı.

1700 yılına ait bir başka belgenin gösterdiğine göre İstanbul’daki hekimler ve cerrahlar Hekimbaşı’nın başkanlığında bir heyet tarafından imtihan edilmişlerdir ve çalışabileceklerine dair bir izin belgesi verilmiştir. O sırada İstanbul’da 21 hekim dükkanı ve 4 dükkansız hekim bulunmaktadır. Ayrıca 27 dükkanı olan cerrah ile bir de dükkansız olan cerrah bulunduğunu görüyoruz. Yani o zamanki İstanbul’da tıp ve cerrahi alanında serbest çalışan hekimlerin toplam sayısı yalnızca 53’dür.

Hekimbaşılık

Osmanlı İmparatorluğu’nda, devlet yönetimi içerisinde sağlık alanındaki en yüksek mevki “Hekimbaşılık”tı. Bu kurumun Osmanlı yönetimi içerisine hangi tarihten itibaren yerleştiği konusunda net bir şey söylenememektedir. Tarihsel kaynakların verileriyle Osmanlı Padişahları ile hekimler arasındaki ilişkiler 15. yüzyılın başlarından itibaren izlenebilmektedir. Bir kurum olarak hekimbaşılığa ait ilk belgeleri II. Beyazıt döneminden itibaren tespit edilebilmektedir.

Hekimbaşılar birkaçı dışında medreseden mezun, ilmiye sınıfından tıp sanatına vakıf tanınmış kişiler arasından seçilirdi. Hekimbaşılar, birlikte çalıştığı Padişahın ölümünden sonra yeni gelen görevden uzaklaştırılırlardı. Bunun nedeni tedavide başarısız olduğu inancıydı. Yüksek ücret alan hekimbaşılar ayrıca arpaılık ve bahşişleri de yüksek bir bir gelir düzeyine sahiptiler. Bunlardan başka çeşitli gelir ve hediyeleri de vardı.

Hekimbaşılar her şeyden önce padişahı ve ailesinin sağlığından sorumlu kişilerdi. Gerekli olduğunda başka hekimler de tedavi için çağrılabilirlerdi. Hanım sultanların hastalıklarında, onları muayene ve tedavi ederdi. Bu sırada odada Padişahın cariyelerinden biri bulunurdu. Muayene hastanın başından ayağına kadar kıymetli ince bir şal örtülerek tüller üzerinden yapılırdı. Her sene, yeni yılın başında Nevruz’da hekimbaşı tarafından Nevruziye adı verilen ve çeşitli maddelerden oluşan özel macunlar hazırlanırdı. Macunları devletin üst kademelerindeki kişilere takdim edilen hekimbaşı karşılığında hediyeler alırdı. Hekimbaşı savaşta padişahın yanında olur ve savaşa gidecek hekim ile eczacıları da belirlerdi. 19. yüzyılda askeri teşkilatın ilaç imali, satın alınması ve dağıtımı konusuyla da hekimbaşılar ilgilenmişlerdir. Padişahın isteği üzerine İstanbul’da çalışan yerli ve yabancı hekimlerin sınav ve teftişini yapar; icazetnamelerini verirdi. Sınavlarda başarısız olanların dükkanları (muayenehane) kapatılırdı. İstanbul’un sağlık işlerinden hekimbaşılar sorumluydu. Darüşşifa hekimlerinin tayini de hekimbaşılar tarafından yapılırdı. Padişah Abdülmecit döneminde, 1850 yılında hekimbaşılık. Hekimbaşılar yalnızca Padişahın ve yakınlarının hekimi (sertibba) olarak varlıklarını sürdürürler

Prof. Dr. Erdem Aydın

Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
23 Mart 2010       Mesaj #3
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın

Islâm dünyasinda tib egitim ve ögretimi ile tedavinin birlikte yürütüldügü müesseseler, "Dâru't-tib", "Dâru's-sifa", "Dâru's-sihha", "Dâru'l-merza", "Sifahâne", "Mâristan","Bimaristan", "Dâru'l-afiye" ve "Bimarhane" gibi isimlerle anilmaktadir.
Islâm'dan önce Arap tibbi, genellikle tecrübeye dayaniyordu. Bununla beraber onlar, daha ziyade bitki ve özellikle çöl bitkilerini ilaç olarak kullaniyorlardi. Islâm'in gelisi ile tib için yeni ufuk ve kapilar açilmaya baslandi. Çünkü bizzat Hz. Peygamber, doktorlarla istisare ve görüsmeyi tesvik ediyor, onlarin bilgilerinden istifade etmeyi gerekli görüyordu. Hatta bu konuda o, doktorlarin Müslüman olup olmamasina da bakmiyordu. Nitekim Veda Hacci esnasinda hastalanan Sa'd b. Ebi Vakkas'in tedavi edilmesini, zamanin Arap tabibi ve henüz Müslüman olmamis bulunan Hâris b. Kelde es-Sakafî'den istemisti.
Islâm tarihinde tip ilmi ile mesgul olma ve tedavi için hastahâne kurulmasinin gerektigi anlayisi, Hz. Peygamber dönemine kadar uzanmaktadir. Nitekim Hendek Gazvesi (Savasi) esnasinda yaralanan Sa'd b. Muaz ile diger yaralilar için seyyar savas hastahânesi diyebilecegimiz bir hastahânenin (Rüfeyde Çadiri), mescidin yanina kurulmasini emreden ve yaralilarin buraya kaldirilip tedavi edilmesini isteyen Hz. Peygamber, Eslem kabilesinden olan Rüfeyde el-Ensariye adindaki kadinin, bu çadirda yaralilari tedavi etmesini de istemisti. Böyle bir uygulama sayesinde biz, Hz. Peygamber'in, Islâm âleminde ilk defa hastahâne kurulmasini emreden kimse oldugunu söyleyebiliriz. Bununla beraber, ilk defa tam teskilatli dâru's-sifa (hastahâne)nin Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik tarafindan Sam'da hicrî 88 (miladî 706) tarihinde kuruldugu bilinmektedir. Yine Emevîler döneminde Fustat'ta Kanadil sokagindaki Ebû Zübeyd'in evi bimaristan haline getirilerek burada da bir bimaristan yapilmisti. Velid, burayi bazi doktorlarin nezaretinde cüzzama yakalananlarin tedavisi için açmisti. O, doktorlara ücret tayin eden ve cüzzamlilar ile körlerin sokaklara çikip sikinti çekmemelerini isteyen, bu sebeple onlara maas baglayan birisi idi. Ayrica o, bunlara yardimci olacak bedenen saglam insanlari da görevlendirmisti. Emevîler döneminde tip egitim ve ögretiminde büyük bir gelisme olmustu. Emevî Halifesi Ömer b. Abdülaziz (99-101/717-720) döneminde tip ilminin büyük bir merhale katettigi görülür. Çünkü o, Iskenderiye'deki bu meslegi Antakya ve Harran'a tasidi. Bu da Abdülmelik b. Ebcer el-Kinanî'yi Antakya'ya getirmekle olmustu.
Bütün bir Islâm dünyasina ve dolayisiyle Osmanlilar üzerinde de tesiri olmasi bakimindan kisaca Abbasî dönemi tibbina bir göz atmak istiyoruz. Böylece Osmanli dönemindeki gelismelerin köklerini görmüs olacagiz.
Abbasî halifelerinden Harun Resid (170-197/786-809) Bagdad'da bir hastahâne tesis etmisti. O, Cündisapur hastahânesinin doktorlarindan kendi sarayina gelenlerin tabibligini begendigi için onlara ayni sistemle Bagdad'da bir hastahane kurdurur. Bagdad'da kurulan bu hastahanenin söhreti her tarafa yayilir. Bu durumdan haberdar olan imkân sahibi herkes benzer bir hastahane yapma gayretine düser. Böylece Islâm dünyasinin birçok yerinde ayri ayri hastahaneler kurulur. Buralarda din ve mezheb farki gözetilmeksizin her hasta en iyi sekilde bakilip tedavi edilirdi. Her hastalik için de ayri salonlar tahsis edilmisti. Ayrica buralarda hocalar, asistanlar ve ögrenciler bulunmak suretiyle amelî dersler de görülürdü. Bu dönemde Hiristiyan Avrupa, çok kati bir din taassubu içinde bulunuyordu. Zira bunlarin anlayisina göre eski dönemlere ait ne kadar ilim varsa ya "yalanci" veya "zararli" idi. Hele tip konusunda Kitab-i Mukaddes'ten baska bir sey aramak dinsizlik belirtisi idi. Zira bedenî rahatsizliklarin sebebi, Allah'in kula olan gazabi idi. Onun için doktor eli ile tedavi olmaya çalismak inançsizlik sebebi sayiliyordu. Kilise babalari, hastaliktan kurtulmak gayesiyle seytani bedenden uzaklastirmaya gayret ediyorlardi. Bu da ancak ölüm ile mümkündü.
Türk emirlerinden Emir Ebu'l-Hasan Yahkem (öl. 329/941) Bagdad'da bimaristan tesis etmisti. Türk hükümdarlari tarafindan kurulan ve sonradan "Bimaristan el-atik" adiyla anilan ilk bimaristan, Ahmed b. Tolun tarafindan h. 259 (m. 872) tarihinde Kahire'de tesis edilmisti. Bundan baska Nureddin Mahmud b. Zengi'nin Haleb ve Sam'da, Suriye Atabeklerinden Emîr Alemüddin Sencer Kerek'te, Tutus'un oglu Dukak da yine Sam'da dâru's-sifalar kurmuslardi. Daha sonra Eyyubî ve Memlûklular'in da birçok bimaristan yaptirdiklarini kaynaklardan ögrenmekteyiz.
Osmanlilar'dan önce Anadolu'da kurulan birçok dâru's-sifa bulunmaktadir. Kayseri Gevher Nesibe Dâru's-Sifasi (602/1205), Sivas I. Keykâvus Dâru's-Sifasi (614/1217), Mengücekler'den Fahreddin Behram Sah'in kizi Turan Melike Hanim'in Divrigi'de (626/1228) yilinda yaptirdigi Divrigi Dâru's-Sifasi, Ilhanlilar devrinde Amasya'da yaptirilan (708/1308) dâru's-sifa, ayrica Diyarbakir ve Mardin gibi yerlerde Artuklular tarafindan yaptirilan dâru's-sifalar, belirtilen dönem için örnek olarak gösterilecek dâru's-sifalardan sadece birkaçidir.
Islâm dünyasinda hastahâneler sadece bedenî rahatsizliklarla degil, ayni zamanda ruhî ve psikolojik hastaliklarla da ilgileniyorlardi. Yakubî ile Mes'udî eserlerinde Bagdad yakinlarinda bulunan bir tekkenin psikiatrik bir müessese olarak akil hastalarinin tedavisine tahsis edildigini belirtirler. Mes'udî'nin ifadesine göre Deyr Hizkil akil hastahânesi Abbasî Halifesi Mütevekkil Alallah zamaninda (847-861) ünlü dilci el-Müberred tarafindan Bagdad ile Vâsit arasindaki hastahâne hakkinda IX ve X. yüzyil müellifleri tarafindan genis bilgi verildigine göre (Ya'kubî, s. 321; Mes'udî, IV, 89; Yakut, II, 540-541) hiç süphesiz burasi, sadece akil hastalarinin tedavisine tahsis edildigi belgelerle isbat edilebilen en eski psikiyatrik hastahane olma serefine daha layiktir. Çünkü bu müessese, Bati'da ancak XV. asirda ve çok zor sartlarda ortaya çikan hastahânelerle mukayese edilemeyecek kadar bir öncelige sahiptir.
Selçuklular'in, Dogu Islâm dünyasinin koruyucusu olarak Çin ve Hindistan'dan Akdeniz'e kadar yayilmalarinin sadece Türk-Islâm tarihi için degil, Avrupa tarihi için de bir dönüm noktasi teskil ettigi, son zamanlarda yapilan arastirmalarin isigi altinda anlasilmaya baslanmistir. Avrupa'da Rönesans devrinin dogmasinda Müslüman Türklerin oynadigi rol etraflica incelendiginde Selçuklular'in Avrupa kültürünü, özellikle Avrupa tibbini, hastahanelerini ve üniversite kuruluslarini ne kadar çok etkiledikleri daha belirli bir sekilde ortaya çikacaktir. Bununla beraber, Selçuklular'in daha Sultan Alparslan zamanindan baslayarak Nisabur, Bagdad, Siraz, Berdesir, Kâsân, Ebher, Zencan, Gence, Harran ve Mardin gibi merkezlerde kurduklari bimaristanlar ne yazik ki bugün ortadan kalkmis bulunmaktadirlar.
Selçuklular döneminde genel bimaristanlardan baska sadece akil hastalarinin tedavisi ile ugrasan Bagdad yakinindaki Deyrihizkil Tekkesi gibi müesseselerle, cüzzamlilarin tecrid edilerek bakildigi miskinler tekkesi veya cüzzamhâne denilen hastahaneler de kurulmus ve bunlardan Anadolu'da bulunanlar Osmanlilar tarafindan yakin zamana kadar isletilmistir. Mesela Afyon dolaylarindaki Karacaahmet Tekkesi ile Burdur yakinlarinda Onacak'taki Melek Dede Türbesi bunlardandir. Erzurum civarinda simdiki adi Deli Baba olan köyde akil hastalarinin tedavisiyle ugrasan Selçuklu dönemineit böyle bir tekkenin XV. yüzyilin baslarinda faal oldugu, Ispanya Krali'nin Timur'a gönderdigi elçi Klavijo'nun seyahatnamesinden ögrenilmektedir. Semerkant'a giderken buradan geçen Klavijo'nun yazdigina göre Deli Baba köyünde akil hastalarinin tedavisiyle mesgul olan dervisler yasiyor ve buraya getirilen hastalar, onlarin telkin ve mesguliyet tedavileriyle sifa buluyorlardi.
Diger medreselerde oldugu gibi Osmanli tip medreseleri de Islâm dünyasinda daha önce kurulmus olan dâru's-sifa ve özellikle Anadolu Selçuklulari dâru's-sifalari örnek alinarak kurulmuslardir. Osmanlilarda ilk dâru's-sifa Yildirim Bayezid tarafindan Bursa'da kurulmustu. Bundan sonra Istanbul'da Fatih Sultan Mehmed, Edirne'de II. Bayezid, Istanbul'da Haseki Sultan ve Atik Valide gibi tesisler kurulmustu.
Günümüze ulasabilen Islâm hastahanelerinin çogu, Osmanlilara ait olanlardir. Özellikle XVI ve XVII. yüzyillarda dünya tarihinin en büyük devletlerinden biri olan Osmanli Devleti'nin genis topraklarinda halk, ordu ve saray mensuplari için bimaristan, bimarhâne, sifahâne, timarhâne veya dâru's-sifa denilen hastahaneler tesis edilmisti.
Yildirim Bayezid döneminde askerî islere verilen önem kadar ilim, irfan ve kültürel gelismelere de önem veriliyordu. Bu sebeple, daha önce kendi imkânlari ile tibbin gelismesine yardimci olanlar için XV. yüzyilin ilk senesinde (15 Ramazan/12 Mayis 1400) Yildirim Bayezid tarafindan Bursa'da "dâru't-tib" adiyla bir hastahane açilmisti. Baslangiçta en güzel tibbî müesseseler ve hastahaneler Iran'da, Cündisapur'da idi. Araplar da bunu örnek alarak en güzellerini Bagdad'da yapmislardi. Osmanli ülkesinde yapilacak olan da bunlara benzeyecekti. Islâm medeniyet tarihinde bimaristanlar hem hastahâne hem de tip ilminin tedris edildigi birer tip fakülteleri idi. Daha önce de belirtildigi gibi Türkler bazi farklarla bu müesseseleri Araplardan almislardi.
Bursa'da kurulan bu ilk tip medresesi, o zamanlar Türkiye'de insa edilen hanlarin mimarî özelliklerine göre yapilmisti. Bu medrese iki katli olup ortada genis bir bahçe vardi. Hücre ve salonlarin kapilari bu bahçeye açilirdi. Yildirim Bayezid tarafindan insa ettirilen bu ilk Dâru't-tib, kisa zamanda büyük bir söhrete ulasti. Genis vakiflari ile herkese hizmet eden bu müessesenin egitim sisteminin, Cündisapur ve Selçuklu dönemi Sivas Darussifasina benzemesi normal karsilanmalidir. Bu devrin (XV. asir) sonunda da Mukbilzâde Mü'min adinda bir hekim yazar, II. Murad zamaninda yetismisti. "Zahire-i Mudariye" adiyla padisaha ithaf edilen eserin en dikkate deger tarafi, Arapça terimler arasinda Türkçe terimlerin serbestçe kullanilmis olmasidir.
Fâtih Sultan Mehmed tarafindan tesis edilen sahn medreselerinin yaninda bir de Dâru's-sifa yapilmisti. Bu müessesenin mükemmel bir sekilde vazife icra etmesi için hiç bir masraftan kaçinilmamisti. Fâtih hastahânesi (bimarhâne)nin yetmis hücre ve seksen kubbesi oldugu belirtilmektedir. Buraya Fâtih tarafindan dersiam ve hekim basi tayin edilmisti.
Osmanli hastahânelerinin en bariz mimarî özelligi câmi, medrese, imaret, tabhâne, kervansaray, hamam, çarsi, çesme, kütüphâne ve benzerlerinden meydana gelen külliyelerin bir parçasi olarak planlanmalaridir. Bu külliyeler sehir içinde adeta yeni birer küçük mahalle olusturarak bir sosyal merkez gibi halkin her türlü sosyo-kültürel ve saglikla ilgili ihtiyaçlarini da karsiliyorlardi. Osmanli hastahânelerinde Selçuklu geleneklerinin devam ettirildigi, ancak bu dönem hastahânelerinde yeni mimarî fikirlerin de uygulandigi görülmektedir. Nitekim Bursa'daki Yildirim Bayezid ve Manisa'daki Hafsa Sultan dâru's-sifalarinda Selçuklu hastahanelerinin mimarî özellikleri yasatilirken, Edirne'deki II. Bayezid Dâru's-sifasinda ve Mimar Sinan'in Istanbul'da yaptigi hastahanelerde yeni mimarî düsüncelere yer verilmistir.
Mimar Hayreddin'in Edirne'de insa ettigi II. Bâyezid Dâru's-Sifasi, hastahâne tarihinde esi bulunmayan bir âbidedir. Bu hastahânenin külliyeye dahil medrese, câmi, tabhâne, firin ve imâretle birlikte Tunca nehrinin kenarinda yesil ibr sahaya insa edilisi, sehircilik bakimindan da bugünün modern Isveç hastahanelerindeki en ileri planlama yönteminin Türkler tarafindan 500 yil önce uygulandigini göstermektedir.
Osmanli döneminde hastalar, bimarhânede kendilerini sagliga kavusturacak müsfik eller buluyorlardi. Kadinlar ve hiristiyanlar için özel daireler ayrilmisti. Tedavide en küçük teferruat bile gözden kaçirilmiyordu. Tedavi mükemmeldi. Hastalara uygun devalar (ilaçlar)dan baska ruhî tedavi de uygulaniyordu. Icra edilen musikî ahengi karsisinda hastalar maddî izdiraplarini unutuyorlardi. Vakfiyelerde kimlerin hangi vazife ile buralarda hizmet görecekleri, ne kadar ücret alacaklari ve nasil hizmet etmeleri gerektigine dair bilgilerin yaninda hastalara hangi ilaç ve yemeklerin verilecegine dair bilgi de bulunmaktadir.
XV. yüzyilda Bursa'da kurulan dâru't-tibbi, bir tip okulu sayanlar vardir. Her ne kadar vakfiyede ögretime dair bir bölüme tesadüf edilememekte ise de, eskiden beri devam edegelen âdete göre usta hekimler çirak yetistirirlerdi. Hastahânelerde tip ve eczaciliga dair dersler verilir ve her iki sanatin tatbikati gösterilirdi. Elimizde bulunan birçok belge, buralarda "Muidlik" esasina dayali ve ögrencilere mümkün mertebe faydali olma anlayisinin bulundugunu göstermektedir. Binaenaleyh,herhangi bir sebeple vazifesinden ayrilan muidlerin yerine derhal yenisi geliyordu. Nitekim 12 Zilhicce 1167 (30 Eylül 1754) tarihli bir belgeye göre Sivas'taki Sifaiyye medresesine Mehmed Halife adinda bir muidin tayini istenmektedir. Çünkü daha önce muidlik yapan Abdullah adindaki sahsin öldügü anlasilmaktadir. Doktorlar her çesit tib bilgilerini ögrendikleri gibi, günümüzdekine benzer, cerrah, kan alici, kehhal (göz doktoru), disçi, akil hastalari tabibi gibi ihtisas siniflarina da ayriliyorlardi.
Osmanli dönemi Dâru't-tiblarindaki egitim hakkinda kesin bir bilgiye sahip olmamakla beraber, buralarda umumi medreselerde ve dâru'l-hadislerde uygulanan sistemden farkli bir uygulamanin oldugunu söyleyebiliriz. Çünkü tabiblik, daha ziyade uygulama gerektirmektedir.Bu bakimdan, bazi tabiplerin özel dersler vermek, bazisinin da özel dershaneler açmak suretiyle sakird (çirak) yetistirdikleri görülmektedir.
Osmanli tip hayatinda muhtesib ile tabiplerin birbirleri ile siki bir iliskileri bulunmaktadir. Zira görevi geregi muhtesib (veya ihtisâb Agasi) zaman zaman tabipleri kontrol etmekte, onlardan sanatini kötüye kullananlar veya gerçekte tabip olmadigi halde tabiblik yapanlari bu isten uzaklastirabilmektedir.
MsXLabs.org & OT
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....

Benzer Konular

24 Temmuz 2016 / Misafir Cevaplanmış
15 Ağustos 2015 / Misafir Tıp Bilimleri
6 Nisan 2010 / ThinkerBeLL Osmanlı İmparatorluğu
10 Temmuz 2012 / Misafir Soru-Cevap
15 Şubat 2010 / _KleopatrA_ X-Sözlük