TANZİMAT
OsmanlI devleti tarihinde Abdülmecit’in imzasını taşıyan Gülhane hattı hümayunu'nun Mustafa Reşit Paşa tarafından okunmasıyla başlayan ve Birinci meşrutiyet’e kadar süren ıslahat ve batılılaşma dönemi (1839-1876). Bir zamanlar dünyanın sayılı devlet örgütleri arasında yer alan osmanlı kuruluşları, 300 yılı aşkın bir süre düzenli olarak çalıştıktan sonra bozularak etkinliğini yitirmiş, özellikle Batı’nın dev adımlarla ilerleyen düşünce akımlarıyla teknolojisi karşısında varlığını güçlükle sürükler duruma gelmişti. Bu bozuk düzene karşı ilk yenileştirme atılımına girişen Osman ll’nin (Genç) yaşamına mal olan Haile-i Osmaniye'den (1622) Vaka-i hayriye'ye (1826) kadar geçen 204 yıl içinde kişinin en doğal ve kutsal hakkı olan can ve mal güvenliği osmanlı toplumunun başlıca eksikliği olarak çözüm bekledi: can güvenliği yalnız padişahın değil, sadrazamın, vezirlerin ve valilerle voyvodaların bile dudakları arasından çıkacak bir söze bağlıydı; mal zoralımı yöneticileri, vezirleri korkutan büyük bir tehlikeydi. Bu durumdan hıristiyan yurttaşlar kadar müslüman halk da tedirgindi (böylece, bir bakıma kapitülasyonlar nedeniyle yabancılar, yerli halka oranla çok daha güvenli ve korunmuş durumdaydılar).
Mahmut II döneminin en önemli olaylarından biri olan Vaka-i hayriye’yi izleyen yeni düzenlemeler ve ıslahat programları, umulduğu gibi bu duruma son veremedi. Sözgelimi, Yeniçeri ocağfnın yerine kurulan Asakiri mansurei Muhammediye ordusu için taşraya giden ahzı asker (asker toplama) görevlilerinin önlerine gelen gençleri zorla toplayıp bir daha köylerine dönme olanağı olmaksızın sürekli asker yazmaları yüzünden yeni osmanlı yönetimi de halkın gözünde saygınlığını yitirdi. Bu nedenle, Mısır ayaklanması sırasında (1832-1841) halk kitlelerinin Anadolu’da Mehmet Ali Paşa’ya yakınlık gösterdiği görüldü. Bu bozuk düzen dolayısıyla OsmanlI devletinin içerde ve dışarda saygınlığının kalmaması sonucu, Mahmut II döneminin sonlarında Tanzimat'a gereksinim duyuldu. Ancak, tutucu Dahiliye nazırı Akit Paşa’nın padişaha saltanat hakkının sınırlanmasından söz ederek buna şiddetle karşı çıkması yüzünden tasarım gerçekleştirilemedi.
Bu tasarımın baş mimarı olan ve Hariciye nazırlığına ek olarak Londra sefirliğinde bulunan Reşit Paşa, Abdülmecit’in cülusu üzerine (1839) İstanbul'a gelince, sadrazam Koca Hüsrev Paşa başta olmak üzere tutucu devlet adamlarının hiç hoşlanmadıkları Tanzimat’ın osmanlı yönetimi için yaşamsal bir zorunluluk olduğunu gizli görüşmelerde genç padişaha anlattı. Abdülmecit, tüm deneyimsizliğine ve yaşının küçüklüğüne karşın, kendi mutlak erkinin sınırlanmasıyla sonuçlanacak bu öneriyi kabul edip benimseme büyüklüğünü gösterdi. Böylece Abdülmecit’in tahta çıktıktan 4 ay sonra imzalayıp onayladığı Hattı hümayun, Gülhane meydanında Reşit Paşa tarafından okunarak Tanzimat’ın ilan edildiği duyuruldu (3 kasım 1839).
Devlet ve hükümet kurulları (Mecalisi devleti âliye), yönetsel ve parasal denetim, adliye ve ilmiye yenilikleri, askerlik işleri gibi başlıca dört alanda yeni düzenlemelerin öngörüldüğü Hattı hümayun, gerçekte avrupa devletlerinin baskısıyla yurttaşların, özellikle reayanın (hıristiyan tebaa) ana haklarını güvence altına alan bir belge niteliğindeydi. Buna göre, padişah başta olmak üzere hiç kimse mahkeme kararı olmadan kişiyi idam ettiremeyecek ya da sürgüne gönderemeyecek; vergiler, müslüman ve hıristiyanlardan yasalar uyarınca eşit olarak toplanacak; yurttaşlık hakları ırk ve din ayrımı gözetilmeksizin korunacak; hıristiyanlar da asker ve devlet memuru olabileceklerdi.
Gülhane hattı hümayunu bir tür ilkel Anayasa olduğuna göre, Tanzimat yönetimi de mutlakıyetle meşrutiyet arasında 37 yıl süren bir geçiş dönemi sayılabilir. Ancak, bu kendine özgü rejimin tek güvencesi, padişahla vükela ve ulemanın Htrkai şerif odasında içtikleri antla sınırlıydı, içtiği ant gereğince keyfi yönetimden vazgeçip yasaya bağlı kalacağını açıklayan padişah, böylece saltanat yetkisini kendi isteğiyle sınırlamakta ve mutlakıyet rejimine resmen son vermekteydi. Böylesi bir davranış türk demokrasi tarihinde çok önemli bir devrim niteliği taşımakla birlikte, halkın devlet işlerini denetlemesini sağlayacak bir meclis kurulmadığı için, ulusal egemenlik henüz başlamış değildi. Gülhane hattı hümayunu’nun yasama yetkisiyle donattığı kurullar millet meclisleri değil, devlet meclisleriydi.
Topluma ilişkin kanunların çıkarılması Meclisi vâlâ’ya ve askeri kanunların düzenlenmesi de Dârı şûrayı askeri'ye bırakıldı. Bunlardan Meclisi vâlâ, vekiller heyeti ve devlet ricalinin de kendi üyelerine katılmasıyla kanun çıkarabilecekti ve üyelerinin vekiller heyetinden açıklama isteme yetkisi bile vardı. Ancak, Tanzimat, padişahla yönetimin kendilerini halkın üstünde tutarak gerçekleştirdikleri tepeden inme bir halkçılık kavramı olduğundan, Batı'daki gibi aşağıdan yukarı değil de tam tersine yukardan aşağı doğru bir yol izledi. Ayrıca, Tanzimat’ın ilanına kadar geçen 540 yıilık dönemde Osmanlı imparatorluğu’nda egemen bir ulus değil, egemen bir ümmet vardı. Devlet yapısına "müsavatı islamiye" (müslümanların eşitliği) ilkesinin egemen olduğu bu beş buçuk yüzyıl içinde İslâmlaşmış uluslardan Boşnaklar, Pomaklar, Çıtaklar, Arnavutlar ve öteden beri müslüman olan Araplar, Kürtler, Berberiler gibi daha birçok öğenin devlet sahibi bulunan Türkler’le hukuk eşitliği olduğundan, bunların tümü birlikte ortak bir egemen kitle oluşturmuşlardı.
Böylece Türkler, bu beş buçuk yüzyıllık dinsel egemenlik döneminde ulusal kişiliklerini unuttular. Tanzimat, "ehli İslam ve milleti saire” (müslümanlar ve müslüman olmayanlar) eşitliğiyle ümmet egemenliğine son verince, imparatorlukta bunun yerini kozmopolit (çokuluslu) bir Osmanlılık dönemi aldı. Bu iğreti öğeler topluluğunda Türkler azınlık durumunda kalırken, ümmet egemenliğinin yıkılması da halk arasında zamanla çeşitli tepkilere yol açtı; üstünlüklerini yitiren müslümanlar hoşnutsuzluğa kapıldılar, yeni haklar elde eden müslüman olmayanlarsa hoşnut kaldılar.
Ote yandan, Tanzimat’la birlikte osmanlı toplum yapısına olduğu kadar edebiyat ve düşünce alanına da birtakım yenilikler geldi. Eğitim, ulemanın denetiminden çıktı, medreseler dışında çağcıl okullar açıldı; türk edebiyatında başlamış olan batılılaşma hareketleri Tanzimat’tan sonra daha da hızlanınca, doğu edebiyatı çerçevesinden çıkmanın gereğine inananlar tarafından "Tanzimat edebiyatı” diye anılan yeni bir edebiyat türü geliştirildi. Mahmut II döneminde kurulmuş olan ilkokullarla rüştiyeleri (ortaokul) ve yeni açılan idadileri (lise) yönetmek üzere Maarifi umumiye nezareti kuruldu (1847).
Tanzimat fermanı, Avusturya ve Rusya dışında öteki avrupa devletlerince iyi karşılandığından, sürüncemede kalan Mülteciler sorunu türk tezi doğrultusunda çözümlendi (1849); bunu Encümeni daniş’in (bilim akademisi) açılış töreni izledi (1851). Ancak, Osmanlı devleti yine Tanzimat döneminde Kırım savaşı’nın (1853-1856) ağır harcamaları yüzünden tarihinde ilk kez dış ülkelerden borç para almak zorunda kaldı; Londra’da imzalanan 5 maddelik bir sözleşmeyle (1855) İngiltere ve Fransa’ dan % 4 faizle 5 milyon İngiliz altını borç alındı. Bu borç için Mısır haracı, İzmir ve Suriye gümrüklerinin geliri karşılık gösterildi. Bu arada, Türkiye'de işletmeye açılan ilk telgraf hattı, Malakoff zaferi üzerine Kırım’dan İstanbul'a çekilen ilk telgrafta Sivastopol’ün ele geçirildiği müjdesini iletti (1855). Sürüp giden Kırım savaşı'nda anlaşma olasılıkları belirince, barış görüşmelerinde Rusya’nın Osmanlı Imparatorluğu’ndaki hıristiyan uyruklular çıkarına birtakım siyasal dolaplar çevirerek avrupa kamuoyu üzerinde olumlu etki yaratmasını engellemeyi düşünen bağlaşık devletler (İngiltere ve Fransa), Viyana'da Avusturya delegesinin de katıldığı bir toplantı düzenlediler (1 şubat 1856). Burada barış görüşmelerine temel olacak ilkeler saptanırken, arasına Osmanlı devletindeki hı- ristiyan uyrukluların hak ve ayrıcalıklarının açıklanmasını isteyen bir madde de eklendi. Ortaya atılan çeşitli tezlerden Fransa’ ntnkini benimseyen Babıâli, bunu sadrazam Âli Paşa’nın başkanlığında toplanan şeyhülislam, Hariciye nazırı ve avrupa devletleri elçilerinden oluşan bir heyete ferman biçiminde hazırlatarak Islahat fermanı adıyla ilan etti (18 şubat 1856).
Gülhane hattı hümayunu'nda olduğu gibi, Islahat fermanı’nda da, başlıca düşünce tüm yurttaşları din ve ırk ayrımı gözetmeksizin kaynaştırmak, devletin geleceğiyle ilgili bir osmanlı toplumu yaratmaktı. Bu amaca ulaşmak için müslümanlarla hıristiyanları ayıran özellikleri ortadan kaldırmayı ön planda tutan Islahat fermanı din, vergi, askerlik, devlet memurluklarına geçme gibi pürüzü olan sorunları çözümlemeye yöneldi. Gülhane hattı hümayunu gibi anayasa benzeri bir nitelik taşımaktan çok, ondaki vaatleri gerçekleştirmeye yarayacak somut reformları içeren ferman, müslüman-hıristiyan eşitliği konusunda cizyenin kaldırılmasını ve bunun yerine hıris- tiyanların da askerlik yapmalarını öngörmekteydi. Tanzimat fermanı'na göre İslamiyet! kabul etmiş bir gayri müslimin yeniden din değiştirmesi yasaklandığı halde, bu konu Islahat fermanı’nda “kimse dinini değiştirmeye zorlanamaz” biçiminde yer alarak batılı devletlerin itirazına böylece hükümet güvencesi verilmiş oldu. Vilayet ve belediye meclislerinde müslim ve gayri müslim temsilcilere yer verileceğini, devletin kuruluşundan bu yana var olan ve Fatih tarafından saptanan gayri müslimlerin "millet” olarak örgütlenmelerinin yeniden düzenleneceğini; kilise adamlarından oluşan ruhani meclislerine halktan temsilcilerin de katılacağını bildiren Islahat fermanı, anayasal gelişme açısından halkın temsil edilmesi konusunda ve batılı anlamda ilk önemli adımı oluşturdu. Ancak, ferman çeşitli yönlerden eleştirilere uğradı.
En büyük eleştiri de Tanzimat fermanı’nın baş mimarı olan eski sadrazam Mustafa Reşit Paşa’dan geldi. Paşa, Avrupa'nın bir olupbittiyle OsmanlI devletine kabul ettirdiği bu ıslahat programının Kırım savaşı'na son veren Paris antlaşması'nda(30 mart 1856) anılması yüzünden reformların uluslararası bir sorun olacağını ve merkezden uzak eyaletlerde müslümanlarla gayri müslimler arasında çatışmalar çıkabileceğini ileri sürdü. Öte yandan, ferman, kilise ruhanileri arasında da hoşnutsuzluk yarattı. Bunlar, fermanda "millet" olarak tanımlanan eski cemaatleri üzerindeki yetkilerinin azalmasına şiddetle karşı çıktılar. Müslüman olmayan halk, fermanla sağlanan haklardan şimdilik memnun kaldığını belirtmekle birlikte askerlik hizmetinin kendilerine de yüklenmesinden hiç hoşlanmadı.
Ayrıca, tam anlamıyla tatmin olmayan ve fermanın hazırlanmasında başlıca rolü oynayan avrupa devletleri temsilcileri de kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda gayri müslimlere daha çok ayrıcalık tanınmasını istediler. Böylece Paris antlaşması'ndan sonra batılı devletlerin, özellikle dış borçların ödenememesi yüzünden Osmanlı imparatorluğu’nun iç işlerine artık iyice karışmaya başlamaları üzerine reaya yararına yeniden birtakım değişiklikler yapıldı: birleşik Eflak ve Boğdan voyvodalıkları adını alan Memleketeyen'e özerklik tanınmakla (1858) gelecekteki bağımsız Romanya’nın temelleri atıldı; bir hıristiyan mutasarrıf tarafından yönetilmesi kabul edilen Lübnan sancağına ayrıcalıklı özerklik verildi (1861) ve Abdülmecit, yine büyük dış borçlanmalara gidilerek yaptırılan görkemli Dolmabahçe sarayı'nda öldü (1861).
Abdülmecit’in kardeşi ve ardılı olan Abdülaziz döneminde de Tanzimat yasaları yürürlükte kalmakla birlikte, imparatorluk yine önemli iç ve dış sorunlarla karşılaştı. Bu arada, Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla yetinmeyen azınlıkların istekleri giderek arttı. Doğal olarak, batılı devletlerin de bir süredir alışageldikleri gibi bu istekler doğrultusunda Babıâli üzerindeki baskıları yoğunlaştı, imparatorluk yönetiminin ayaklanmaya kışkırtılan Karadağ’da aldığı önlemlere Fransa ve Rusya birlikte karşı çıkınca, bu uygulama durduruldu (1862). Bundan yüreklenen Sırplar ve Ulahlar (Rumenler) da bağımsızlık yolunda harekete geçtiler. Romanya adını alan Memleketeyn’in birliği ve Prusya hanedanından Carol’un prensliği onaylandı. Ancak, Girit'in Yunanistan'a katılma isteği kabul edilmedi ve sadrazam Âli Paşa'nın hazırladığı nizamnameyle Girit için özel bir yönetim öngörüldü (1867).
Bu arada, ortaya çıkan meşrutiyet yanlısı Yeni OsmanlIlar, Tanzimat’a karşı propagandaya başladılar. Eleştiriler, giderek güçlenen ve hükümete karşı tutum takınan basına (Tercümanı ahval, Tasviri efkâr vb.) da yansıdığından, yönetim "Kararnamei Âli” denen sansür yasasını çıkardı (1867). Ağır borçlar altında ezilen osmanlı mâliyesinde yeni düzenlemelere gidilirken, Fransa ve Ingiltere ile imzalanan ticaret anlaşmalarıyla bu devletlere kapitülasyonlara ek olarak ticaret ayrıcalıkları verildi. Avrupa ile kaynaşmak ve ticaret ilişkilerini geli; tirmek isteyen hükümet, Londra ve Paris sergilerine katıldı. Paris sergisi dolayısıyla bir avrupa gezisine çıkan Abdülaziz’in buradan dönüşünde padişahın yetkilerini eskisine oranla daha çok sınırlayan bir nizamnameyle Millet meclisi durumunda büyük bir “Şûrayı devlet" ve adliyenin bağımsızlığı anlamında bir “Divanı ahkâmı adliye” kurularak demokrasi yolunda önemli bir adım daha atıldı (1868).
"Teşkili vilayat” nizamnamesiyle de eski eyaletlerin yerine sancak, kaza ve nahiye örgütlenmesine dayalı yeni vilayetler kuran bu yasa önce Silistre, Vidin, Niş ve Sofya yörelerinin birleşmesinden oluşan Tuna vilayetinde uygulandı. Çok yetenekli bir vali olan Mithat Paşa’nın bu deneyimsel uygulamada gösterdiği başarı üzerine yeni örgütlenmenin tüm ülkeye yayılmasına karar verildi. Bu nizamname gereğince vilayetlerde valilerin, sancaklarda mutasarrıfların ve kazalarda kaymakamların başkanlığında birer “meclisi idare” (yönetim meclisi) bulunacak ve bu meclislerin yerel yönetim erkânından oluşan doğal üyeleri dışında tüm müslim ve gayri müslim üyeleri yasanın uygun gördüğü seçim yöntemiyle iki yılda bir seçilecekti; yeni kurulan karma mahkemelerin üyeleri için de aynı yöntem uygulanacaktı. Ayrıca, yine aynı yasaya göre, her vilayetin yılda bir kez toplanan bir "meclisi umumi”si (genel meclis) bulunacak, bu meclis tüm kazalardan gelecek temsilcilerden oluşacak ve vilayetin ticaret, tarım, sanayi, eğitim, bayındırlık gibi alanlarına ilişkin genel işlerini görüşecekti. Böylece halkı yönetsel etkinliklere ve seçimlere alıştırmak konusunda olduğu kadar, yönetim işlerini adliye işlerinden ayırmakla da “tefriki kuva"nın (erklerin ayırımı) ilk temelleri İstanbul’dan önce taşrada atıldı.
İstanbul'da ise, Tanzimat'ın ilanından sonra oluşturulan Meclisi vâlâ birtakım değişimlere uğramış olmasına karşın, tüm yasama, yürütme ve yargılama erklerini yapısında toplamış büyük bir güçler birliği kuruluşu ve simgesi durumundaydı. Ancak, Girit seferinden dönen Âli Paşa, Meclisi vâlâ’nın görevine son vererek ilk Şûrayı devlet ve Divanı ahkâmı adliye'yi kurmakla, yürütme ve yargılama erklerinin birbirinden ayrılmasını sağladı. Beş daireden oluşan bu ilk Şûrayı devlet, bir tür ilkel Millet meclisi ya da meşrutiyete giden yolda deneysel bir "Meclisi mebusan” niteliğindeydi. Yasama yetkilerine ek olarak bütçenin düzenlenmesi bile bu kuruluşa bırakılırken, tüm ülkeyi ve imparatorluğun tüm öğelerini temsil etmesine özellikle önem verildi. Ayrıca, Şûrayı devlet’in vilayet meclisi umumileri ile işbirliği yapması da sağlandığından, bu meclislerin her yıl isteyecekleri ıslahata ilişkin mazbatalarının Şûra’da hep birlikte görüşülmesi için bunların her birinden 3-4 temsilci gelmesi kararlaştırıldı. Böylece Suriye, Bulgaristan, Sırbistan gibi çeşitli vilayetlerden gelen ve tüm öğeleri temsil eden üyelerin katıldığı açılış gününde (10 mayıs 1868) Şûrayı devletin yalnız erklerin ayırımı ilkesine değil, devlet yönetiminde dinle dünya işlerinin ayrımına da dayandığına değinilerek bunun laikliğe doğru atılmış büyük bir adım olduğu da vurgulandı.
Tüm ruhaniler ve avrupa devletlerince çok olumlu karşılanan Şûrayı devlet, sonradan Mülkiye, Maliye ve Tanzimat adları altında 3 daireye ayrılarak ilk niteliğini tam anlamıyla yitirdi. Ote yandan, bir süre sonra Adliye nezaretine dönüştürülen Divanı ahkâmı adliye ise başlangıçta bir nazır yönetiminde iki büyük mahkemeden oluşmaktaydı. Bunlardan Temyiz mahkemesi Plukuk ve Ceza bölümlerine, istinaf mahkemesi de Hukuk, Ceza ve Ticaret dairelerine ayrılmıştı. Adliyenin bağımsızlığını sağlamak amacıyla, müslim-gayri müslim karmasından oluşan üyelerinin "layenazil” (görevden alınamaz) olması ilkesi kabul edildi. Şeyhülislamlığa bağlı olan Şeriye mahkemelerinin yetkisi kısıtlanarak yalnız şeri davalara bakmalarına izin verildi. Şûrayı devletin ilk başkanlığına Mithat Paşa, Divanı ahkâmı adliye’nin ilk nazırlığına da Cevdet Paşa getirildi.
Bu arada, Türkiye'de yabancılara mülkiyet hakkı tanındı. Tanzimat öncesinde osmanlı topraklarında hiçbir yabancıya mülkiyet hakkı tanınmazken, çıkarılan 5 maddelik bir kanuna göre, Hicaz dışındaki tüm imparatorluk topraklarında yabancı uyruklular mülkiyet hakkına sahip olabilecekler, ancak bu konuda onlar da her bakımdan osmanlı yasalarının hükümlerine kesinlikle uyacaklar ve yurttaşlarının bu haktan yararlanmasını isteyen yabancı devletler önce BabIâli’nin koşullarını kabul ettiklerini resmen bildireceklerdi. ilk protokol Fransa ile imzalandıktan sonra bunu sırasıyla İsveç, Norveç, Belçika, Ingiltere, Ayusturya-Macaristan, Danimarka, Prusya, ispanya, Yunanistan, Rusya, İtalya vb. devletlerle imzalanan protokoller izledi.
Ûte yandan, fransızca eğitim yapan Galatasaray sultanisi’nin açılmasıyla eğitim alanındaki yeniliklerin ilki gerçekleştirildi. Ardından, eğitim sorununa yeni düzenlemeler getiren "Maarifi umumiye" nizamnamesi yayımlandı (1869). Bunu askeri rüştiyelerle idadilerin kurulması, Tibbiyei mülkiye mektebi’nin öğrenime açılması izledi. Bu arada, ordu için yeni silahlar alındı; güçlendirilen donanma, İngiltere’den sonra dünyanın ikinci büyük deniz kuvveti durumuna getirildi. Rumeli ve Anadolu demiryollarının yapımı başlarken, “idarei Aziziye” adıyla bir denizyolları işletmesi kuruldu; Boğaziçi’nde gemi çalıştırmak üzere "Şirketi hayriye”ye imtiyaz verildi. Türk medeni kanunu sayılan Mecelle'nin yayımlanmasına da başlandı. Ancak, reformlar konusunda Osmanlı imparatorluğu'nu destekleyen Fransa'nın savaştığı Prusya'ya yenilmesi üzerine (1870) ıslahat programlarını yetersiz bulan Rusya’nın bu durumdan yararlanmak üzere harekete geçerek Paris antlaşması’nın (1856) bağlayıcı hükümlerini tanımadığını ilan etmesi, olumlu meyvelerini vermeye başlayan Tanzimat'ın zararına oldu. Yine Ruslar’ın kışkırtmasıyla bağlı oldukları Rum Ortodoks kilisesi'nden ayrılarak ulusal kiliseleri çevresinde toplanan Bulgarlar, bağımsızlığa giden yolda önemli bir adım attılar. Ote yandan bu dönemde yetişen Mustafa Reşit Paşa (öl. 1858), Keçecizade Fuat Paşa (öl. 1869) gibi büyük devlet adamlarının sonuncusu olan sadrazam ve Hariciye nazırı Âli Paşa'nın ölümü üzerine (1871) Tanzimat da artık can çekişme sürecine gıraı. unun oıumuyıe sallananımı ikinci dönemi başlayan Abdülaziz, bu güçlü sadrazamın almış olduğu mali önlemler sayesinde sağlanan geçici refaha dayanarak harcamalarını büyük ölçüde artırdı. Bu arada, Âli Paşa’nın ölümünden sonra sadrazamlığa getirilen ve dış siyasette Rusya yanlısı bir tutum izlediği için “Nedimof” diye anılan mutlakıyetçi Mahmut Nedim Paşa, padişahın keyfi isteklerine kayıtsız şartsız teslim olurken, saraya para yetiştirebilmek için her çareye başvurdu. Tanzimat geleneğine aykırı olarak aziller ve sürgünler yeniden başladı.
Böylece Tanzimat dönemini iki evreye ayırmak gerekir: Reşit Paşa tarafından Tanzimat' ın ilanından (1839) başlayarak Fuat ve Âli paşalar sayesinde Tanzimat ilkelerine tam anlamıyla uyulduğu ilk 32 yıl; 25 eylül 1871'den Abdülaziz’in tahttan indirilmesine kadar süren ve keyfi bir yönetim biçiminde geçen son 5 yıl.
Tanzimat'ın bu ikinci evresinde kıtlığa neden olan kuraklık ve sel felaketleri de köylüler arasında geniş bir hoşnutsuzluk yarattı. Ûte yandan, merkezleri Rusya'da bulunan slav cemiyetlerinin Bosna-Hersek, Karadağ, Sırbistan ve Bulgaristan hıristiyanlarını ayaklandırmak için uzun süredir harcadıkları çabalar, Hersek ayaklanmasının patlak vermesiyle sonuçlandı (1875). Bu arada, 1855’te başlayan dış borçların tutarı yıllık ulusal gelirin yarısından çoğuna yükselince (1875), “Tenzili faiz" kararı alındı. Buna göre dış borç faizlerinin yarısı nakit olarak, yarısı da yeni hisse senetleri çıkarılarak borcu borçla ödeme durumunda kalındı. Böylece devlet hâzinesinin kendi iflasını açıklamış gibi olması üzerine İngiliz ve fransız hükümetleri, bankerlerine BabIâli’nin bundan böyle almak isteyeceği kredilerden ötürü hiçbir sorumluluk üstlenmeyeceklerini ilan ettiler. Bu karar yüzünden Osmanlı devleti iç ve dış tüm parasal saygınlığını yitirdi. Parasal güçlükler içinde bocalayan devletin bir türlü bastıramadığı Hersek ayaklanması, Bosna'ya da sıçradı. Bosna -Hersek’e göz dikmiş olan Avusturya-Macaristan Başbakanı kont Andrâssy, BabIâli’ ye sorunun sözde çözümü için kendi adıyla anılan ıslahat tasarısını sundu (Andrâssy layihası). İstanbul'da öneri üzerinde görüşmeler sürüp giderken, bulgar ayaklanması başladı (1876).
Aynı yıl Selanik olayı sırasında iki yabancı konsolosun (fransız ve alman) öldürülmesi, avrupa kamuoyunda türk düşmanlığını büsbütün artırdı. Ûte yandan, meşrutiyet yanlısı Mithat Paşa ve arkadaşlarının kışkırtmasıyla İstanbul’da gösteri yürüyüşleri düzenleyen medrese öğrencilerinin (Talebe-i ulum) baskısı üzerine azledilen Mahmut Nedim Paşa’nın yerine Mütercim Rüştü Paşa sadrazamlığa getirildi. Hükümette koltuksuz nazır olarak görev alan Mithat Paşa’nın önderliğinde serasker Hüseyin Avni Paşa, şeyhülislam Hayrullah Efendi ve yeni sadrazam (dörtlü cunta), Abdülaziz'i tahttan indirmek için hazırlıklara giriştiler. Selanik olayından sonra İngiltere dışında 5 büyük devlet (Rusya, Almanya, Avusturya-Macaristan, Fransa ve İtalya) ağır koşullar içeren Berlin memorandumu’nu hazırladı ve bunu BabIâli'ye vermeyi kararlaştırdı. Ancak, buna olanak kalmadan, şeyhülislamın özellikle padişahın dengesizliğini ve savurganlığını vurgulayarak kaleme aldığı hal fetvasıyla Abdülaziz tahttan indirildi (30 mayıs 1876) ve yerine yeğeni Murat V tahta çıkarıldı. Cülusundaki olağandışı koşullar ve uzun süre hapiste kalması yüzünden sinirleri bozulan Murat V, amcası Abdülaziz'in kanlı ölümü ve bunu izleyen Çerkez Haşan vakası üzerine büyük bir ruhi sarsıntı geçirerek rahatsızlanınca, 93 gün sonra, Sırbistan’la Karadağ'ın Osmanlı devletine karşı savaşa başladıkları sırada tahttan indirilip yerine kardeşi Abdülhamit II padişahlığa getirildi (31 ağustos 1876).
Tanzimat'ın batılılaşma ortamı içinde yetişen ve Mithat Paşa ile arkadaşlarına meşrutiyeti ilan edeceğine söz vererek tahta çıkmış olan Abdülhamit ll’nin saltanatı (1876-1909) Sırplarla Karadağlılar’a karşı kazanılan zaferlere karşın, Rusya’nın savaşa son verilmesi konusundaki ültimatomunu BabIâli’nin kabul etmesiyle başladı. Böylece ödenemeyen dış borçlar yüzünden Batı’dan hiç yardım görmeyen ve Rusya'nın karşısında yalnız kalan OsmanlI devleti, Sırbistan ve Karadağ ile ateşkes imzaladı. Bu arada, Anayasa'nın hazırlanması için oluşturulan komisyon, çalışmalarına başladı; istifa eden Rüştü Paşa'nın yerine Mithat Paşa sadrazamlığa getirildi. Öte yandan, Paris antlaşmasında imzası bulunan devletler Balkanlardaki durumu ve OsmanlI imparatorluğundaki hıristiyan uyrukluların hukukunu görüşmek üzere İstanbul’da toplandılar (Tersane konferansı). Aynı gün Birinci meşrutiyet'le birlikte Anayasa’nın (Kanunuesasi) ilan edilmesiyle Tanzimat dönemi resmen sona erdi (23 aralık 1876).
Tanzimat, OsmanlI imparatorluğu’nda Osman ll’den başlayarak girişilen batılılaşma hareketleri dizisinde çok önemli bir aşama oluşturmasına karşın, halk tarafından tam anlamıyla anlaşılıp benimsene- mediği için uygulamada başarılı bir sonuca ulaşma olanağını bulamadı. Özellikle "iltizam”ın kaldırılmasıyla gelir kaynakları kuruyan çıkar çevreleri (mültezimler, valiler, voyvodalar, sarraflar vb.), cemaatleri üzerindeki etkilerini büyük ölçüde yitiren din adamları (ulema ve ruhaniler), eşitliğin getirdiği söz özgürlüğünden ürken tutucular ve gelenekçiliği nimet bilen cahil halk zümresi Tanzimat reformculuğuna sert tepki gösterdiler. İslamcılığı savunan kitleyle batılılaşmaya önem veren merkezdeki aydın bürokratlar arasında başlayan çatışma kısa sûrede ön plana geçti. Böylece kurumlar ve halk desteğiyle değil de kişilerin gücüne dayanarak ayakta duran Tanzimat, baş mimarı Mustafa Reşit Paşa ve onun yetiştirdiği Fuat'la Âli paşaların birbiri ardı sıra ölmeleri üzerine yaşamını tamamladı, imparatorluk içindeki çeşitli öğeleri "Osmanlılık” ideolojisi çevresinde birleştirmeyi amaçlayan Tanzimat, bir süre sonra tam tersine osmanlı toplumunun dağılmasını kolaylaştıran, özellikle hıristiyan topluluklar arasında "ulus” bilincinin uyanmasına yol açan bir dönem olarak tarihe karıştı.
Kaynak: Büyük Larousse