MsXLabs
Sayfa 1 / 4

MsXLabs (https://www.msxlabs.org/forum/)
-   Psikoloji ve Psikiyatri (https://www.msxlabs.org/forum/psikoloji-ve-psikiyatri/)
-   -   Psikoloji ile ilgili Makaleler       (https://www.msxlabs.org/forum/psikoloji-ve-psikiyatri/92182-psikoloji-ile-ilgili-makaleler.html)

_PaPiLLoN_ 19 Aralık 2007 21:20

Psikoloji ile ilgili Makaleler      
 

DEPRESYONDASINIZ…

Peki Bu Sıkıntılı Ruh Halinden Nasıl Kurtulabilirsiniz ?
Yaşamakta olduğunuz bu mutsuzluğa karamsarlıkla bakıp “umutsuz, çaresiz “ olarak görüyor olabilir ya da depresyon belirtilerini yok sayıp ve ya görmezden gelmeye çalışarak onlara bir kılıf uydurmak istiyor olabilirsiniz. Ancak bu iki yol da sizi depresyondan kurtarmak için yeşil ışık yakmaz. Oysa ki depresyonu dürüstçe kabul edip, onu göğüslemeye karar verdiğinizde yaşanılan sıkıntılar, olumlu sonuçlara doğru şekil almaya başlayabilir. Peki, sıkıntıdan kurtulmaya nereden başlamalıyız, en önemli soru bu…
  • Yaşamakta olduğunuz problemi tanımlayın : İster sıkıntılı, yalnız, yorgun, tükenmiş olun veya cesaretiniz kırılmış olsun; düzelmeye doğru ilk adım; bir probleminiz olduğu gerçeğini kabul edin ve onunla yüzleşmeye hazır olun. Bu adım küçük ve aşina olduğunuz bir eylemmiş gibi gelebilir ancak unutmayın en büyük başarılar küçük gördüğümüz adımlarla başlar. Yardıma ihtiyacı olduğunu kabul etmek istemeyen bir kişiye en etkili çözümlerin bile yardımı dokunamaz.
  • Yardıma ihtiyacınız olduğuna karar verin : Bazı insanlar mutsuz ve yalnız olmaktan gerçekten hoşlanabilirler. Bu durumu fark eden ve farklı algılayıp, onun bir yardıma ihtiyacı olduğunu hisseden biri, o kişiye bir yardım eli uzatabilir ve bu muhtemelen karşısındaki kişi tarafından geri çevrilir. Kişi yardım isteyene kadar, çözümün ana hatlarını çıkartmak zordur.
  • Problemin nedenlerini araştırın : Bunalımlı ruh haliniz, kendinize mal etmek yerine, yaşamakta olduğunuz sıkıntıların nedenlerini olumlu ve dürüst bir bakış açısıyla araştırın. “Beni bu duruma getiren şey nedir? Niçin kendimi böylesi kötü hissediyorum? Aslında ben ne istiyorum? Farkında olmadan yaptığım yanlışlarım neler olabilir? “ gibi basit soruları kendinize sorun, sorun hakkında bilgi toplayın. Hafif bir depresyonda bazen bu minik ve basit soruların çok da işe sorunu çözmede çok da işe yardığı görülür.
  • Kendinize alternatifler yaratın :Depresyonunuzu bir çok yönüyle ortaya çıkardıktan sonra bir danışmandan yardım alın. Depresyonunuz fiziksel bir semptomla ilişkili olabilir yada alışkanlık haline getirdiğiniz davranışlar olabilir ( çok fazla kahve içmek, fazla şeker kullanmak…) İç sıkıntınızın nedeni bu küçük ihmaller de olabilir.
  • Kendinize acımaktan vazgeçin : Bir insan sadece, kendisine acıma duygusuna kapıldıktan sonraki dönemde depresyona girer. İçinde bulunduğunuz durumu kabullenip, durumunuzu bir memnuniyet duygusuyla ayarlayabilirsiniz.
  • Sorunlardan kaçının : Güçlü bir ruh halinde değil iken üzüntülü insanlarla birlikte olmamanız özellikle önem taşır.Kolaylıkla depresyona giren bir insansanız, sürekli hastalıklarını anlatan bir arkadaşınızla birlikte olmayın.İki üzgün ruhun bir araya gelmesi kötü bir grup oluşturur.Beyninizi olumsuzluktan kurtarıp, olumlu şeyleri ön plana çıkarın.
Psikolog Esin AŞKIN

BAKINIZ
Psikiyatri ve Psikoloji Arasındaki Farklar
Psikoloji
Psikiyatri (Ruh Hekimliği) Nedir?
Psikoloji ve Psikiyatri ile ilgili Haberler
Psikoterapi Çeşitleri

Hipnoterapi
Hipnoz ve Hipnoz Yöntemleri


_PaPiLLoN_ 25 Aralık 2007 00:23

ÇOCUK , ERGEN VE MEDYA

ÇOCUĞUM MEDYADAN ZARAR GÖRÜR MÜ?
Televizyon , video , bilgisayar gibi iletişim araçlarının çocuk ve ergenler üzerindeki etkileri , yıllardır psikologların ve diğer disiplinlerdeki pek çok bilim adamının ilgisini çeken bir konu olmuştur.

TELEVİZYON
Televizyon ; bilgi verme , ürün tanıtma , eğlendirme gibi işlevleri olan önemli bir kitle iletişim aracıdır. Televizyon hemen her evde bulunması ve kolay ulaşılabilir bir araç olması nedeniyle , çocuklar tarafından çok erken yaşlarda kullanılmaya başlanan bir araçtır. Türkiye’de çocukların , ortalama 4 saat televizyon izlediklerini söyleyen araştırma bulguları mevcuttur.çocukların bu kadar yoğun bir şekilde maruz kaldıkları ve onlara oldukça açık ve net mesajlar sunan televizyonun birçok alandaki etkileri ile ilgili çalışmalar yapılmıştır.

Televizyon ve saldırgan davranışlar arasındaki ilişki

Çocuklar , televizyonda şiddeti bir yol olarak öğrendiklerinde ve bunun geçerli ve kabul edilebilir olduğunu düşündüklerinde , bu tür davranışlara yönelme riskleri çok daha fazla olmaktadır. Bu sebeple çocuğu yaşamda karşılaşacağı ve izleyeceği şiddet olgularını olası olumsuz etkilerinden korumak ailenin ve toplumun sorumluluğundadır.

Televizyon ile zihinsel değişim-dil gelişimi arasındaki ilişki

Çocukların yaşlarına uygun ve özel hazırlanmış televizyon programlarını izledikleri ve televizyona ayırdıkları sürenin diğer faaliyetlerini engellemediği durumlarda çocukların zihinsel gelişimleri üzerinde olumlu etkilerinin olabildiği açıktır. Özellikle okul öncesi dönem için hazırlanmış özel programların , çocuklara büyük katkıları olduğu bilinmektedir. Bu amaçla hazırlanmış programları izleyen çocukların izlemeyen çocuklara göre daha fazla sıfat , eylem ve isim bilgisine sahip oldukları görülmektedir.

Televizyon ile Sosyal Roller ve Cinsiyet Rolleri Arasındaki İlişki
Bir çocuğun bir şeyi öğrenmesi için omu görmesi , model alması yeterli olmaktadır. Çocuk televizyondaki karakterin davranışını gözlemlediği taktirde , benzer bir durumda , gördüğü davranışa benzer bir davranış ortaya koyar. Böylece çocuk televizyonda farklı durumları izleyerek yeni öğrenmeler gerçekleştirebilirler.
Bu bilgilerden hareketle televizyonun , çocuklara sunduğu kadın ve erkek modelleriyle çocuklar için birer örnek olduğu görülmektedir.

Televizyonun Çocuk ve Ergenler Üzerindeki Genel Etkisi
Çocuklar ve ergenler , zihinsel süreçlerindeki özelliklerinden dolayı izlediklerini yetişkinler gibi algılayamamakta ve bu nedenle yetişkinden farklı bir biçimde etkilenmektedirler. Yetişkinlerin çoğu televizyonu eğlenmek amacıyla izlerken , çocuklar ise eğlendirici buldukları televizyonu , dünyayı tanımak ve anlamak için izlemektedirler. Çocuklar , kurmaca ve gerçek arasındaki farkı çoğu kez yetişkinler kadar kolay bir biçimde algılayamamaktadırlar. Bir çok açıdan çocuklar televizyon karşısında yetişkinlere oranla daha korunmasız durumdadırlar. Olaya bu açıdan bakıldığında zararlı çıkanlar ”çocuklar” gibi görünmektedir.
Çocukların Televizyondan Olumsuz Etkilenimlerini En Aza İndirebilmek İçin Ailelere Düşen Görevler
  • Çocuğun televizyon izleme süresi ile ilgili olarak ; yaşı , yapması gereken diğer faaliyetler ve uyku ihtiyacı göz önüne alınarak onunla birlikte bir kural belirleme
  • Çocukların hangi televizyon programlarını izledikleri , hangi filmleri izledikleri hakkında bilgi sahibi olma
  • Televizyon programlarında ve sinemalarda izledikleri şiddet hakkında onlarla konuşma
  • Şiddet davranışının , gerçek hayatta ne kadar acı verici olduğunu ve ne tür ciddi sorunlara yol açabileceklerini anlamalarını sağlama
  • Sorunların , şiddet kullanmadan nasıl çözülebileceğini onlarla tartışma
  • Şiddete karşı davranışlar sergiledikleri her ortamda çocukları destekleyip ve ödüllendirme
  • Şiddete karşı durmanın ve direnç göstermenin daha fazla cesaret gerektirdiğini anlatma
  • Anne ve babanın , kendi tavır ve tutumları ile çocuğa olumlu modeller olunması
İNTERNET
Doğru kullanıldığında birçok bilgiye kolaylıkla ulaşmayı sağlayan internet , özellikle gençler arasında son yıllarda giderek rağbet görmektedir. İnternetin kimi özellikleri onu çekici kılmaktadır.
  • İlgi alanları benzeşen kişilerin birbirleriyle haberleşmelerini sağlar.
  • Birbirleriyle hiç karşılaşma şansı olmayan kişilerin temas kurmalarını sağlar.
  • İletişim maliyeti düşüktür.
  • İnternet kullanımının gizemli bir yönü de vardır. Pek çok kişi bu gizemli yönü cazip bulmaktadır.
  • Kullanıcılar arkadaşlarıyla , minimum düzeyde zaman ve para harcayarak iletişimlerini sürdürebilirler.
  • İnternet , kullanıcılara kendine güven duygusunu destekleyici nitelikte olabilecek bir statü sahipliği ve modernlik duygusu verir.
  • Kullanıcının ciddiye alınmasına ve dinlemesine olanak sağlar.
İnternetin rahat ve özgür bir sohbet ortamı sağlaması , gençler için cazip gelen yönlerinden biridir. Bulundukları yaş dönemi itibariyle bir kimlik geliştirme çabası içinde olan ergenler , İnternetin onlara sunduğu çok çeşitli kimlikleri deneyimleme , onlarla ilgili geribildirim alabilme imkanını yaşayabilmektedirler. Çocukların internet başında geçirdikleri zaman , bazen aileleri endişelendirmektedir. Oysaki çocukluğundan itibaren gerekli ve doğru donanımlarla gelmiş bir ergenin , internetten ve orada kurulan arkadaşlıklardan etkilenmesi mümkün olmayacaktır. Çocukluk döneminden itibaren aile ile iletişim içinde büyümüş , demokratik bir anne-babaya sahip bir çocuk , internetin bilgiye ulaşma ve kimi zaman eğlenceli vakit geçirme olanakları arasındaki dengeyi kendisi sağlayabilecektir.
Uzman Psk. Özgür Kızıldağ


_PaPiLLoN_ 26 Aralık 2007 22:22

OKS VE ÖSS SINAVLARINA HAZIRLANAN ÖĞRENCİLERDE
SINAV KAYGISI

OKS ve ÖSS 'ye hazırlanan öğrencilerin omuzlarında önemli bir yük oluşturan ve hazırlanma sürecinde ayak bağı olan sınav kaygısı aileleri de üzmekte ve sıkıntıya sokmaktadır. Bu kaygı öğrenciler tarafından yaşanılmakta fakat bir ucunda aileler bir ucunda da öğretmenler durmaktadır. Üç sacayağının iyi iletişim kurması ve işbirliği yapması sonucu sınav kaygısı ile başa çıkabilmek daha kolaylaşacaktır.

Öğrencinin sınava yüklediği anlamlar, sınavla ilgili kafasında oluşturduğu imaj sınav olmanın ötesine geçince kaygı kendisini göstermeye başlamaktadır. Öğrencinin sınavla ilgili düşünce ve tutumları kendi kontrolünden çıkarak kendisini esir etmeye başlar. Böylece kişinin mücadele edeceği bir sorun yaratılmış olur. Adı sınav kaygısı.

Sınavlara hazırlanan öğrenci bilinçli olarak ve isteyerek bu kaygıyı oluşturmuyor. Bu sınavın önce ailede ne anlama geldiği sorgulanmalı ve ailenin sınav konusundaki tutum ve yaklaşımları sorgulanmalıdır. Sınava ilişkin kaygıların gelişmesinde ailenin hangi tutumunun payı olabileceği saptanmalı ve ailenin sınav ile ilgili yaklaşımı ve bakış açısı değişmelidir. Bazı durumlarda aileler kendi kaygılarını dolaylı olarak öğrenciye farkında olmadan aktarırlar. Öğrenci ailede kendisini ortaya koymanın, kanıtlamanın ve prestij sahibi olmanın en birinci yolunun sınav sonucu ile ilgili olacağı düşüncesini kafasına yerleştirmeye başlar. Anne-babanın ve yakınlarının bazı yaklaşımlarından bu sonucu çıkarabilir. Böyle düşünce bazında oluşturulan bu bakış açısı kişide inanç haline gelmeye başlar. Bu aşamadan sonra bu konu ile ilgili güvensizlikleri ve duyguları devreye girmeye başlar. Farkında olmadan ailedeki bazı telkinler, öğretmenlerin bazı yaklaşım ve telkinleri kaygıyı oluşturmaya başlar. Kişinin bazı hataları ve eksiklikleri kendisinde fark etmesi ile beraber güven kaybı gittikçe çoğalır ve kaygının dozu artmaya başlar.
Ailede sınav konusunun sıklıkla gündeme gelmesi ve sınavla ilgili olağan olmayan bir durum yaratılması sınavı gittikçe daha önemli bir hale getirmeye başlar. Buna ailenin öğrencideki beklentilerinin ifade edilmesi ve sıklıkla konuşulması da eklenince sınav ile ilgili korku gelişmeye başlar. Sınav sadece bilgilerin test edildiği sınandığı bir durum olmaktan çıkarak kişinin kendisini kanıtlaması aracı haline gelir. Sadece kendi isteklerinin yerine getirilmesine yarayan bir mekanizma olmaktan çıkarak ailenin ve çevrenin beklentilerinin gerçekleşeceği bir olgu olmaya başlamaktadır.

Sınav kaygısı duygusal düzeyden ileriye gidip fiziksel düzeyde de yaşanılmaya başlanınca ailelerdeki tedirginlik artmakta ve tutum değişikliğine gitmektedirler. Birden bire sınavın önemli olmadığını çocuğun önemli olduğunu , sonuçlarla ilgili beklentileri olmadığını ifade etmeye başlarlar fakat bu çok gerçekçi bir durum olarak algılanmaz öğrenci açısından. Bu aşamaya gelinceye kadar anne-babalar kaygı yaratan tutumlarının farkına varamazlar.

Sınav kaygısının öğrenci üzerindeki etkisi:

Öğrenci yoğun kaygının etkisine girmeye başladıkça huzursuzluk artar, başarısızlık korkusu ve sıkıntı belirgin hale gelmeye başlar. Ders çalışmaya karşı ilgisizlik, isteksizlik,endişe ve tedirginlik gittikçe yoğunlaşmaya başlar. Kaygının etkileri bir süre sonra fiziksel düzeyde de hissedilmeye ve yaşanılmaya başlar. Mide bulantısı, kalp atışlarında hızlanma, ellerde titreme, ağız kuruluğu, iç sıkıntısı, terleme, uyku düzeninde bozukluklar, karın ağrıları ve kasılmalar gibi belirtiler ortaya çıkar.
Dikkat ve konsantransyon bozulmaya başlar, hiçbir şey bilmiyormuş duygusu gelişir. Kendisini yetersiz görme, değersiz görme gibi benliği ile ilgili olumsuz ve gerçek dışı değerlendirmeler oluşur.

Kaygıyı arttıran düşünceler:

Sınavın kendisini ortaya koyacağı, kanıtlayacağı ve kendi kişiliğinin ölçüleceği bir durum olarak algılanması ve kabul edilmesi. Çevredeki insanların kendisini bu sınavın sonucuna göre değerlendireceği duygusu ile kazanamaması durumunda onlarla ilişkisinin nasıl olacağı, onların kendisini nasıl değerlendireceği düşüncesi.
Öğrencinin sınav sonucu ile ilgili kafasında kurduğu olumsuz senaryolar. Bir süre sonra bu senaryolar gerçekleşmiş gibi algılanmaktadır. Öğrencinin ailesinin beklentilerini boşa çıkaracağı korkusu ve onların beklentileri karşısında düşeceği olası durumlar.
OKS/ ÖSS 'nin kişinin geleceği ve hedeflerinin gerçekleşmesi için tek bir yol olduğu düşüncesi.

Anne babalara öneriler:

Sınava hazırlanan ve kaygı yaşamaya başlayan çocuğunuza daha fazla ilgi göstermeye başlayın. Yaşadığı kaygıları ve duyguları onunla paylaşın anlamaya çalışın. Yaşadığı duygularını yok saymayın. Evde olağanüstü bir ortam ve durum varmış gibi davranmayın. Sınavı olağan üstü bir durum haline getirmeyin. Başkaları ile çocuğunuzu kıyaslamayın ve aldığı puanları karşılaştırmayın.
Sınav sonuçlarının ilişkinizi etkilemeyeceği ve çocuğunuzun değerini önemini değiştirmeyeceği duygusunu hissettirmeye çalışın. Çocuğunuzun sınava ilişkin performansı ile ilgili beklentilerinizi sıklıkla dile getirmeyin ve böyle bir baskı oluşturmayın.
Öncelikle kendi kaygılarınızla yüzleşin ve bu kaygılarınızdan kurtulmaya çalışın. Sizin yaşadığınız bir kaygı varsa bunu ne kadar hissettirmemeye çalışsanız da çocuğunuza aktarırsınız. Kendi kaygınızı yenmediğiniz sürece çocuğunuzun kaygısını gidermek için ortaya koyacağınız çabalar inandırıcı olarak algılanmayacaktır.
Öğrencinin gerçek hedefler oluşturmasına ve hedeflerin kişisel performans ve gerçeklerine uygun olmasına destek olunuz. Onun eğilimlerini ve potansiyelini tanımaya çalışın, olduğu gibi kabul edin, zorlamayın.
Öğrencinin yaşadığı kaygıları küçümsemeyin, önemsemezlik etmeyin ve gerektiği durumlarda profesyonel yardım almaktan çekinmeyiniz.

Öğretmenlere öneriler:

Öğrencilere yönelik olarak güven kırıcı telkin ve sözlerden uzak durmaya çalışın. Yönlendirmede bulunurken öğrencinin duygusal özelliklerini hesaba katınız. Öğrencinin eksik olduğu konularını telafi etmeye çalışırken yetersizlik duygusu yaşamamasına özen gösterin. Öğrencinin bireysel özelliklerine uygun yönlendirmelerde bulunmaya çalışın. Destek olduğunuzu ve başarabileceği duygusunu vermeye çalışın. Pozitif bir bakış açısı aşılamaya çalışın.
Öğrencinin dikkatini sürekli yetersiz olduğu eksik olduğu konulara yöneltmeyin, iyi olduğu ve başarılı olduğu alanları da vurgulayın. Olumsuzluğa odaklanmamasına dikkat ediniz.
Öğrencinin herhangi bir konudaki eksikliğini dile getirirken uygun bir yöntem bulun ve duygusal olarak olumsuz etkilenmemesine dikkat ediniz.
Kaygı yaşayan öğrencilerin anne - babaları ile birlikte karşılıklı bu kaygıları ve öğrencinin durumunu konuşun paylaşın.

Öğrencilere öneriler:

Yaşadığınız kaygıların kaynağını keşfetmeye çalışın ve içsel duygularınızla yüzleşin. En çok hangi düşünceler kaygınızı arttırmaktadır. Bu düşünceleriniz ne kadar gerçekçidir. Bu düşüncelerinizi öğremtnelrinizle, ailenizle konuşun paylaşın.
Sınavın anlamı sizin için nedir. Bu anlamları parçalara ayırmaya çalışın, yazın.
Olumsuzluğa odaklanmaktan ve sürekli olumsuz düşünmekten vazgeçin. Şimdiye kadar elde ettiğiniz başarıları düşünün. Bu sınavın tamamen bir bilgi ölçme mekanizması olduğunu kişiliğinizi ve değerinizi ölçmediğine kanaat getiriniz.
Olumsuz senaryolar kurmaktan vazgeçiniz. Kurduğunuz olumsuz senaryolar olumsuz duygular geliştirmenize neden olacaktır.
Fiziksel egzersizler yaparak, yürüyüş yapmaya zaman ayırarak , nefes agzersizleri yaparak rahatlamaya çalışınız. Hoşunuza giden aktivitelere zaman ayırınız. Kendinize hata yapma hakkı tanıyınız, kusursuzluğa odaklanmayın.
Düşünce düzeyinde sınavı kendiniz için bir tehdit olmaktan çıkarın. Sınavla ilgili kullandığınız dili değiştirin. Yapamam edemem, başaramam, ne yapacağım gibi sözleri çıkararak yapacağım, başaracağım, üstesinden geleceğim gibi kelimeleri dilinize yerleştirin. Sınavı bir şikayet konusu olmaktan çıkarın. Günlük konuşmalardaki bu değişim duygularınıza olumlu olarak yansıyacaktır.


Psikolojik Danışman Ali Rıza Erdoğan


_PaPiLLoN_ 27 Aralık 2007 22:17

Agresif ve Öfkeli Çocuklarla Yaşamak

Yaşam devam ederken gün içinde hangi yaştan olursak olalım birçok duyguyu yaşarız. Bunların bir kısmı sevgi, hoşlanma, eğlenme gibi “pozitif” kabul edilen bir kısmı ise nefret, kıskançlık, kızgınlık ve korku gibi “negatif” veya olumsuz görülen duygulardır. Aslında tüm duygularımız birtakım olayların doğal sonucu olarak doğarlar ve bizi doğru-yanlış, iyi-kötü yapmazlar. Burada asıl önemli olan nokta ne hissettiğimizden çok bunları nasıl yansıttığımızdır. Bu durum sadece biz yetişkinlerin dünyasında yaşanmaz. Örneğin, bebekler hoşlanmadıkları veya olumsuz buldukları durumlarla karşılaştıklarında ağlayarak reaksiyon verirken, 2-3 yaş çocukları bağırarak veya vurarak tepkilerini ortaya koyarlar. Bu yaşlarda öfke patlamaları doğru yönlendirilmeyen çocuklar ileride ciddi anlamda sorunlar yaşayabilirler. Bu sebeple, en erken dönemlerden itibaren çocuğun verdiği saldırgan tepkilerin nedenleri anlaşılmalı ve onları yetiştirirken bazı noktalara dikkat etmelidir.

Dikkat edilecek ilk nokta, öfke patlamaları olan çocuğun içinde bulunduğu ev ortamının nasıl olduğudur. Anne ve babanın sorunları saldırgan bir şekilde ele aldıkları bir ortamda onun da bu yolu öğrenmesi kaçınılmazdır. Böyle bir durumda anne ve babanın bireysel tutumları üzerinde yoğunlaşması gerekir. Bunun yanı sıra, hayatında son dönemlerde oluşan; yakın bulduğu birinin ölümü, kardeşin olması, taşınma vs. gibi bir takım değişikliklerde çocuğun agresif davranışlarını arttırabilir. Bu noktaların üzerinde durduktan sonra, bazı çocukların da yukarıda saydığımız temel sebepler olmaksızın diğerlerine göre olaylara ani tepkiler verebildiğini görmekteyiz. Saldırgan ve agresif tepkiler aile içinde zaman zaman kabul edilse de okul yaşantısıyla beraber sorunlar oluşturmaya başlar. Öncelikle sınıfta etiketlenen çocuk zamanla okulda da kötü bir ün sahibi olur. Arkadaşları tarafından dışlanan, öğretmenleri tarafından yaka silkinen çocuk da bir süre sonra bu durumla başa çıkmak için değişik davranışlar geliştirir; genellikle ya okula ilgisini kaybedip buradan soğur ya da okulun kabadayısı haline gelir. Bu noktadan sonra değişim daha zor olacağından baştan bazı önlemler almak gereklidir.

Anne ve babalar, öfke kontrolünde sorun yaşayan çocuklarını yetiştirirken bazı noktalara dikkat etmelidir. İlk olarak, öfke kontrolü zayıf olan çocuklarla yaşarken etkili disiplin yöntemlerini uygulamak gerekir. Bu çocukların, yaşamındaki kurallar anne ve baba tarafından ortak bir şekilde, net olarak koyulmalı ve tutarlı bir şekilde takip edilmelidir. Onun bir birey olduğunu hissettirirken yaşamı konusunda sınırları olacağını hissetmelidir. Disiplini ev içinde sağlamaya çalışırken onlara aynı kuralları defalarca hatırlatmak veya bağırmak yerine etkili iletişim yolları kurmak gerekir. Özellikle bu tip çocuklarda yerine getirmesi gereken herhangi bir sorumluluğu veya uyması gereken bir kuralı “bozuk bir plak” gibi söylemek, yalvaran veya kızgın bir ses tonu ile konuşmak değil, sakin, kısa cümlelerle göz kontağı kurularak anlatılmalıdır. Bu yöntemler temel alınarak uygulansa da bazı çocuklara aşağıda okuyacağınız gibi daha farklı yollar uygulamak gereklidir.
  • Öfkesini kontrol etmekte zorlanan çocuğunuzla duygular hakkında etraflıca konuşun. İnsanların hangi duyguları hissettiğini, hangi olaylara nasıl tepkiler verdiklerini çevreden örneklerle paylaşın. Bu sohbet esnasında “kızgınlık” duygusunun hangi öfkeli davranışlara sebep olduğunu ve bunun insanların hayatında nasıl olumsuz durumlara yol açtığını ayrıntılarıyla konuşun.
  • İletişim becerileri zayıf olan çocuklar, kendilerini ifade ederken zorlandıklarında agresifleşirler. Bu sebeple ona kendini ifade etmesi için değişik ortam ve durumlar yaratın. Olaylar hakkında konuşurken küçük yaşlardan itibaren etkili konuşma yollarını öğretin. Örneğin, “ben____ hissediyorum, çünkü sen___________ yaptın ve şimdi senden_____ yapmanı istiyorum” gibi.
  • İletişim becerilerinin yanı sıra karşılaştığı problemleri çözme becerisi zayıf olan çocuklar herhangi bir sorunla karşılaştığına paniğe kapılıp öfkeli davranışlar sergilerler. Bunun için; başınızdan geçen ufak problemlerden onun yaş dönemine uygun olanlarını anlatıp beraber çözüm yolları oluşturabilirsiniz. Ayrıca, bir oyunmuş gibi hayali durumlar yaratıp (örnek:iki kişide elma yemek istiyor ama bir elma var ne yapabilirler?) sonrasında beraberce çözümler oluşturabilirsiniz.
  • Öfkeli veya saldırgan bir davranışını ödüllendirmemeye özen göstermelisiniz. Örneğin alışveriş merkezinde istediği alınmadı diye ağlayıp çevreye vuran bir çocuğun durması için sonunda istediğinin yapılması onun bu yolu öğrenmesine sebep olacaktır.
  • Sorunlarla ilgili başa çıkmak için ona analitik düşünmesini öğretmelisiniz. Karşısına çıkan problemle ilgili karşısındakine vurmak, dinlememek, bahaneler üretmek yerine önce var olan sorunu tanımlamalı, karşısındakine değil soruna odaklanmalı ve yapacağı davranışların sorumluluğunu almasını öğrenmelidir.
  • İletişime geçtiği insanın, sözsüz hareketlerinden ne hissettiğini okumayı başarabilirse onları daha iyi anlayacaktır. Bu tip çalışmaları evde yaparken televizyonun sesini kısıp şimdi “ne hissediyor” oyunu oynamak veya gazetelerdeki büyük resimlerdeki yüz ifadelerinden “ne oldu da ne hissediyor” oynamak etkili olacaktır.
  • Grup halinde oynanabilecek oyunlar veya yapılacak sporlara katılmasını desteklemek gereklidir. Kazanmak veya kaybetmek grubun tamamına mal olacağından buradaki davranışları sorunları çözmeye yönelik olacaktır.
Klinik Psikolog Merve Soysal


_PaPiLLoN_ 29 Aralık 2007 23:59

Şiddetli Çığlık

Şiddet olaylarının artması üzerine, yetkili yetkisiz herkes konu üzerinde yorumlar yapıp kendilerince çözümler önermektedir. Dikkat edilirse, yapılan konuşmalar genellikle tek yönlü, sadece içi boş çerçeve niteliğinde ve yüzeyseldir. Bir sorunu incelerken çok boyutlu bakmayı öğrenmek kaçınılmaz görünmektedir.

Aslına bakılırsa, şiddet hiç birimiz için sürpriz olmaması gereken bir sorundur. Bu kültür ve coğrafyada yaşayan bizler için şiddet, her gün ve her an yaşanabilen ve son derece kanıksanmış bir olgu gibidir. Şiddetten gelen çığlığı çoğu zaman duymayız. Duymadığımız için de anlamak ve yorumlamak derdimiz olmaz. Bir de bize dokunmayan yılanla aramızda sorun olmadığı için şiddet rüzgarlarından etkilenmeyiz çoğu zaman.

Şiddetin bireysel ve toplumsal boyutları olduğu gibi, psikolojik, sosyolojik ve kültürel yönlerden incelenmesi gerektiği ortadadır. Okuldaki şiddetin daha çok ergenlik dönemindeki bireyler arasında olduğu anlaşılmaktadır. Bu anlamda ergenlik döneminin özelliklerini yakından bilmek gerekmektedir. Ergenlik dönemi, çocuklukla yetişkinlik arasındaki geçiş dönemini kapsamakta olup, yaklaşık 11-12 yaşlarında başlamakta ve 20’li yaşlarda tamamlanmaktadır. Her ne kadar belirli yaş diliminden söz edilse bile, ergenlik döneminin aslında karakteristik özellikleri itibariyle ileriki yaşlarda da sürebileceği ifade edilmektedir. Hatta çeşitli uzmanlar toplumumuzu “ergen toplum” olarak isimlendirmektedirler.

Ergenlik döneminde aşırı derecede duygusallık egemendir. Buna paralel olarak sıklıkla, can sıkıntısı, alınganlık, öfke patlamaları, inatçılık, ilgi dağınıklığı görülür. Ayrıca bu dönemde kişi, her şeyi eleştirme ve beğenmeme eğilimindedir; bir yandan da hayatı, çevresinı ve kendini sürekli olarak sorgulamaya başlamıştır. Genel olarak ifade etmek gerekirse, bu dönemde kimlik arayışı yaşanır. Bir ergen için temel soru “Ben kimim?” şeklinde ifade edilir. Bu dönemde arkadaşlık ilişkileri de duygu yoğunlukludur. Fanatik bir arkadaşlık anlayışı vardır. Öyle ki, bir yandan arkadaşı için doğru-yanlış diye düşünmeden pek çok fedakarlık yapabilir; onun borcunu öder, onun için kavgalara karışır, riskli durumlarda onu korur. Diğer yandan da, çok küçük bir anlaşmazlık yüzünden arkadaşlığını bitirebilir. İlişkileri, süreçleri ve duyguları abartma eğilimindedir. Ergenin bir diğer özelliği de, benlik açısından ya çok katı ya da aşırı derecede gevşek olmasıdır. Kimi zaman anlamsız konulara takılıp kalma, inatlaşma ve ısrarcılık yaşarken kimi zaman da hayranlık duyduğu kişilerle özdeşim kurarak dış etkilere aşırı derecede açık olur.

Sosyolojik açıdan bakıldığında da, toplum katmanları arasında yaşanan gerginlikler, medya kuruluşlarındaki uyduruk programlar, mafya dizileri şiddeti körüklemekte ve adeta meşrulaştırmaktadır. Bireyler olarak, istesek de bu kirlenmeden kendimizi kurtarma şansımız bulunmamaktadır.

Sosyolojik faktörlerin şiddet için uygun bir zemin hazırlaması ve tetikleyicilik yapması ile ergenin gelişim dönemine ait psikolojik özellikler bir araya gelince şiddet olaylarının yaşanması çok da şaşırtıcı sayılmamalıdır.

Şiddet olayları ile ilgili olarak belki de en ağır sorumluluk eğitim kurumlarına aittir. Eğitim kurumlarının sorumluluğunu bir başka yazının konusu olarak ele almakta yarar bulunmaktadır. Değerler ve kişilik eğitimini başaramadığı anlaşılan eğitim kurumları, bu etkisizliğini gerçekçi bir şekilde sorgulamak zorundadır.

Yrd. Doç. Dr. Oktay Aydın


_PaPiLLoN_ 30 Aralık 2007 21:25

Aklın Oyunları

Beynimizin gerek psikolojik, gerekse beden sağlığımızı korumak için elinden geleni yaptığını ve daha pek çok işlevi ne denli muhteşem bir orkestrasyonla yürüttüğünü biliriz. Mutluluk, mutsuzluk, sağlık, hastalık ve ölüm hepsi onun işi. Göz ardı ettiğimiz şey beynimizin iyiyi de kötüyü de öğrenebildiğidir.

Daha önceki bir yazıda iyimser ya da karamsar olmanın yaşamımızda önemli bir yeri olduğunu, örnekleriyle anlatmıştım. Bu, aklımızın bize oynadığı oyunlardan yalnızca biriydi. Bu kez beynimizin nelere ‘kadir’ olduğunu, neredeyse 40 yılı aşkın bir süredir birikmiş literatürden birkaç örnekle anlatmaya çalışacağım. Bunu yalnızca kafaya taktığım için değil, eğer gerekli vizyonu oluşturabilirsek, hem kişisel yaşamımızda hem de organizasyonların yaşamında köklü değişikliklerin olacağına inandığım için yapıyorum.

Beynin Aptal Yanı
Beynimizin genetik tasarımı sonuçta bayağı birkaç yüz bin yıl öncesine dayanıyor. O zamanlar hayatta kalmak ve üremek canlı yaratıkların en önde gelen öncelikleri arasındaydı. Bugün üremek, önceliklerimiz arasında değil. Durmadan cinsellik düşünürüz ama yaşam boyu ancak iki üç defa çocuk yaparız. Sevişebilmek için de evlenmek gibi ciddi bir fatura öderiz. Sağ duyu sahibi bir kişi, evlenmeden önce küçük bir pazar araştırması yapsa, sonuçları objektif kalarak değerlendirse, eğer mazoşist eğilimleri yoksa evlenmez. İnsanların neredeyse %100’ü evlendiğine göre, ciddi bir genetik baskı söz konusu.

Hayatta kalma meselesi daha da garip. Milyon yıl önce yeni doğanların çok azı ileri yaşlara erişebiliyordu. Çok üremek ve tehlikeye aşırı duyarlılık türün devamını sağlıyordu. O zamanlar tehlike dendiğinde, sınavda çakmak ya da işimizi kaybetmek değil, niyeti kötü vahşi bir hayvan anlaşılırdı. Kaçmak ya da dönüp vuruşmak tek seçenekti. Bu kararı en hızlı ve çabuk verenler hayatta kalırdı. Vuruşabilmek ya da kaçabilmek içinse, yaralanma olursa kan kaybı en az düzeyde olsun diye derinin altındaki kılcal damarların büzülmesi, adalelerdeki şekerin enerjiye çevrilmesi, kalbin hızlanması, yeterli ışık alabilmek için gözbebeklerinin büyümesi, gerekli motivasyonun sağlanması için korku ve kızgınlığın yoğun yaşanması ve daha bir sürü fizyolojik olayın devreye girmesi gerekiyordu.

Bugün sokaklarda ayı, aslan, kaplan pek görülmüyor. Zaten olsa da bir şey ifade etmez, çünkü hepimiz kapılarımızı yatmadan önce bir güzel kilitleriz. Tüm yaşamımız boyunca hayati bir tehlikeyle çoğumuz karşılaşmayız. Karşılaşmayız ama, sanki karşılaşmışız gibi tepkide bulunuruz. Sınavda çaktığımızda, dışlandığımızda, küçültücü bir tavırla karşılaştığımızda, trafik sıkıştığında, rapor yetişmediğinde, dolar çıktığında, dolar düştüğünde, yani olumsuz yaşadığımız her durumda, sanki karşımıza aslan çıkmış gibi yukarıda sıraladığımız tüm tepkileri hiç eksiksiz yaşarız. İşte ‘beynin aptal yanı’ dediğimizde bunu anlıyoruz. Bunların hiç biri hayati tehlike değildir ama güzel beynimiz, o muhteşem organ burada çuvallar. Sanki cana kasıt varmış gibi tüm bedeni ‘vur ya da kaç’ tepkisine hazırlar. Film seyrederken odadan içeri giren adam kadına arkasından yavaşça yaklaşırken kalbim çarpmaya başlar, daha sık solumaya başlarım. Benim güzel beynim dönüp bana,"‘Bak Emre’ciğim, adamın öldürmek istediği bir kadın, oysa sen bir erkeksin. Kaldı ki adam da, kadın da bir hayal. Canını üzme, kalbini serin tut" demez. Beynin bu aptal yanının maliyeti gerçekten yüksektir. Strese bağlı bozuklukların ve hastalıkların tek nedeni; beynin gerçek tehlikeyle hayali tehlikeyi ayırt edememesinden kaynaklanır. İşin daha da vahim yanı; stres yaratan durum karşısında yaşadığım çöküntüyü, öfkeyi mantıklı ve doğal bulmamızdır. Oysa yöneticimin beni herkesin içinde eleştirmesi karşısında yaşadığım yoğun duyguların, yöneticimin davranışıyla hiçbir şekilde kaçınılmaz bir nedensellik ve mantık ilişkisi yoktur. Yani öfkelenebileceğimiz gibi kayıtsız da kalabiliriz. Kayıtsız kalmayı öğrenmek istiyorsak, bunu öğrenebiliriz. Doğu felsefesinin oluşturduğu tüm pratiğin sonuçta bunu hedeflediğini söyleyebiliriz.

Beynin Güzel Yanı

Aslında beynimin aptal yanı bana sonsuz olanaklar tanır. Bir hayal yaratıp keyfimi kaçırabiliyorsa, başka bir hayal yaratıp keyfimi getirebilir. Biz bu beceriyi zaten günlük yaşamımızda her dakika uygularız. Psikoloji, takıldığımız durumlarla ilgili olarak, bu değişimi sağlayacak yığınla teknik geliştirdi.

Şimdi biraz bu ilginç dansın nerelere uzanabildiğini görelim.

Yeni üretilen bir ilacın gerçekten etkili olup olmadığını anlamak için ‘placebo’ deneyleri yapılır. Yani bir grup hastaya gerçek ilaç, başka bir grup hastaya da şeklen ona benzeyen bir ilaç verilir. Her seferinde gerçek olmayan ilacın iyileştirici bir etkisi görülür. Gerçek ilaç işe yarıyorsa, etkisinin diğerinden farklı olması gerekir. Buna da araştırma dilinde ‘placebo etkisi’ denir. Neredeyse tüm hastalıklarda bir placebo etkisi görülür.

Örneğin, 1950’lerde koroner kalp rahatsızlıklarında göğüs ağrısını önlemek için yeni bir ameliyat türü denenmeye başlandı. Ameliyat göğüsteki bir damarı bağlamayı içeriyordu. Damarı bağlanan hastaların %40’ında ağrılar yok oldu, %65-75’inde ise büyük ölçüde ilerleme kaydedildi. Ancak bazı araştırmacılar, iyileşmenin fizyolojik bir temeli olmadığını düşündüler ve bir araştırma yapmaya karar verdiler. Kalp hastaları iki gruba ayrıldı. Bir kısmının damarı bağlandı. Diğer grubun ise göğsü açıldı ve sanki ameliyat yapılmış gibi dikilip bakıma alındılar. Sonuçta ameliyat yapılmayan grubun da ağrıları yok oldu. Bunun üzerine ameliyat artık yapılmaz oldu ama o güne kadar da 10.000 ameliyat yapılmış oldu.

Rahatlama teknikleri ile yüksek tansiyonu düşürmeyi amaçlayan bir araştırmada, bir gruba "rahatlama tekniklerinin ilk seansta etkili olduğu", diğer gruba da "üçüncü seanstan sonra etkili olacağı" söylenmiş. Birinci grubun tansiyonu, ikinci gruba göre ilk seansta yedi misli daha fazla düşmüş.

Çoğumuzun yaşamında bedenimizin bir yerinde bir siğil çıkmıştır. Siğiller yakılır, asit dökülür, dondurulur, ameliyat edilir ama yine çıkar. Zurich’li Dr. Bruno Bloch "‘siğil doktoru" olarak tanınıyor. Ofisinde de bir "siğil yok etme" makinesi var. Kocaman bir şey. Gürültüyle çalışıyor, ışıklar yanıyor ve bir takım "ışınlar yaydığı" söyleniyor. Dr. Bloch, bu makineyle tedavi gören hastaların %31’inin siğillerinin yok olduğunu söylüyor. Daha sonra hipnozla yapılan kontrollü çalışmalarda, gerçekten de siğillerin "git" dendiğinde gittiği görüldü. Örneğin, A.H.C.Sinclair-Gieben ve D. Chalmers siğilleri tüm bedenlerine yayılmış olan hastalara hipnoz sırasında bedenlerinin sağ ya da sol tarafındaki siğillerin yok olacağını söylüyor ve öyle de oluyor.

Amerika’da süpervizörüm Paul Watzlawick, bir seansta siğilli çocuğa sormuştu: "Siğilini kaça satarsın?". Çocuk 40 dolardan başladı ve sonuçta 15 dolara anlaştılar. Ertesi hafta siğili yok eden çocuk, 15 dolarını aldı.

Bu siğil meselesi niye önemli? Önemli çünkü, siğil bir virüsün yol açtığı bir tümör. Herkeste siğil oluşmadığına göre, bağışıklık sistemi bir biçimde insanları koruyor. Psikolojik yöntemlerin işe yarıyor olması, muhtemelen ya bağışıklık sisteminin harekete geçmesiyle, ya da siğili besleyen damarların büzülüp kan akışını durdurmasıyla mümkün.

İsterim Sevileyim

Sosyal bağları zayıf, yakınlarından ve çevresinden destek alamayan kişilerin daha çok hastalanma eğiliminde olduğunu biliyoruz. Bekarlar, ayrılmışlar, boşanmışlar ya da eşi ölmüş olanlar, evlilere göre daha az yaşıyorlar ve daha sık hastalanıyorlar. Kanser, tüberküloz, ülser, depresyon, kalp, arterit fark etmiyor. Hepsinde daha çok hastalanıyorlar.

Lisa Berkman ve S. Leonard Syme’in California, Alameda’da 7000 kişiyle yaptıkları çalışma sosyal ilişkilerin sağlığa katkısını çok iyi gösteriyor. Araştırmacılar 7000 kişiyi 9 yıl boyunca izliyorlar. Bekarlar, boşanmışlar, dullar, yakın arkadaşları veya akrabaları olmayanlar, sosyal aktivitelere katılmayanlar arasında ölüm oranı diğerlerine göre 2 ile 5 misli daha fazla.

Bir başka araştırma Amerika’ya göç eden Japonlarla ilgili. Göç edenlerin ölüm ve hastalanma oranları Amerikalılara yaklaşıyor. Akla hemen diyet vs. geliyor. Ancak göç edenlerin içinde sağlıklarını koruyanlara bakıldığında, bunların kendi toplumları içinde yaşadıkları, geleneklerini sürdürdükleri görülüyor. Amerikan tarzı yaşamı sürdüren Japonlara göre kalp hastası olma riskleri %80 daha düşük. Sigara içmeleri, kolesterol düzeyleri ve diyet bir şey fark ettirmiyor.

Sosyal destek öyle anlaşılıyor ki, yaşamın köklü bir biçimde değiştiği, yoğun stres yaşandığı dönemlerde sağlığa ciddi katkıda bulunuyor. Michigan’da iki otomobil fabrikası kapandığında yüzlerce işçi işini kaybetti. Susan Gore bu işçilerden 110 tanesi ile bir araştırma yaptı. Eşlerinden, arkadaşlarından, akrabalarından yakın ilgi ve yardım gördüğünü söyleyenlerin ve sosyal aktivitelere katılanların gerek psikolojik açıdan gerekse organik hastalıklar açısından çok daha sağlıklı olduklarını saptadı. Bunların kolesterol düzeyleri de düşüktü.

K.B. Nuckholls 170 hamile kadının ne ölçüde sosyal destek aldıklarına baktı. Ortaya çıkan komplikasyonların %91’i stres ve desteğin azlığına bağlıydı. Destek almayanlarda komplikasyon oranı alanlara göre üç misli fazlaydı.

Yaşamında bir hayvanın sorumluluğunu almanın da sağlığa ciddi katkısı olduğu anlaşılıyor. Kalp krizi geçirmiş olanlarla bir yıl sonra temas edildiğinde, evlerinde hayvan bakanların ölüm oranının beşte bire indiği görülmüş. Hayvanın türü önemli değil. Kedi, köpek, papağan, fare her şey olabilir.

İlgi çekici bir araştırma da, bir yaşlılar evinde yapılmış. Huzurevinin bir katında yaşayanlara hemşire saksı içinde bir bitki veriyor. Bu bitkinin onun sorumluluğunda olacağını, kendisinin karışmayacağını söylüyor. Diğer kattakilere ise çiçeğe kendisinin bakacağını söylüyor. Artık sonucu tahmin edebiliriz. Çiçeğe kendileri bakanların hastalıkları daha çabuk iyileşiyor, daha uzun yaşıyorlar. Yani bir çiçeğin sorumluluğunu almak ömür uzatabiliyor ve daha az hastalanmaya yol açabiliyor. Bukadarcığı bile bunu sağlıyorsa, insanların biraz ‘gaza geldiklerinde’ neler yapabileceğini hayal etmek bile güç.

Stres Bağışıklık Sistemi ve Dayanıklılık

Stresle bağışıklık sistemi arasındaki ilişkiyi gösteren pek çok araştırma var. Stres bağışıklık sistemini bastırıyor. Acaba kişi bağışıklık sistemini isteyerek daha verimli çalıştırabilir mi? Pennsylvania üniversitesinden Howard Hull ve arkadaşları 25 kişiye damarlarında akan kanı hayal etmelerini söylüyor. Beyaz kan hücrelerini, yani düşmanla vuruşacak olanları birer köpek balığı gibi canlandırmalarını ve mikroplara saldırmalarını söylüyor. Bu canlandırmayı haftada iki kez yapmalarını, kalan zamanda bu konuyu düşünmeseler bile, beynin görevini yapacağını iletiyor. Özellikle gençlerin beyaz hücrelerinde artış görülüyor. Bağışıklık sistemini bastırmaya yönelik girişimlere de daha duyarlı tepkide bulunuyorlar. Bu farklar ufak ama çalışma da zaten çok sınırlı; bir seans. Bir seansta böyle bir sonuç alınabiliyorsa, sistemli bir programla neler yapılabilir. Bunu da ilerdeki yazıların birinde ele alacağız. Aynı strese maruz kalmış kişiler farklı tepkilerde bulunuyor. Yukarıda sosyal desteğin öneminden söz ettik. Acaba kişilik özellikleri nasıl rol oynuyor? Susanne Kobasa ve arkadaşları 700 üst düzey yöneticiyle dayanıklılığın kişisel parametrelerini anlamamamıza yarayacak bir araştırma yapıyorlar. 1980’lerde Bell Telephone Company bölünüyor. Büyük bir stres ve belirsizlik ortamı.

700 yöneticinin içinden yüksek stres yaşayan bir grup alındığında, bunların bir kısmı çeşitli rahatsızlıklar yaşarken bir kısmı yaşamıyor. Hastalanmayanlar ve psikolojik dengelerini koruyanlara bakıldığında bunların ailelerine, içinde yaşadıkları topluma, belli değerlere bağlılıklarını sürdürdüklerini, yaşamın kontrolünü ellerinde tuttukları hissini yitirmediklerini, yaşamda istikrar ve dengenin değil, değişimin norm olduğunu kabul ettiklerini görüyoruz.

Susanne Kobasa ve arkadaşları dayanıklılığa katkıda bulunan başka faktörleri de araştırdılar. Örneğin, ailelerindeki hastalıkların oranına baktılar. Gerçekten de sık hastalanan yöneticilerin ailelerinde de diğer gruba göre daha çok hastalığa rastlanıyor. Ancak, dayanıklı yöneticiler ailelerinde hastalık oranı yüksek de olsa hastalanmıyorlar.
Sonuçta hastalanmaya etki eden üç faktör olduğunu görüyorlar:
  • Dayanıklılık
  • Egzersiz
  • Sosyal destek
Bu üçünün bir arada oluşu strese maruz kalan yöneticileri hastalıktan uzak tutuyor. Üçü de yoksa hastalanma oranı %93, ikisi yoksa %72, biri yoksa %58 ve üç kaynağa da sahip olanlar, yani düzenli egzersiz yapanlar, dayanıklı olanlar ve sosyal destek alanlarda hastalanma oranı %8’e düşüyor. Peki, dayanıklılık öğrenilebilir mi? Evet öğrenilebilir. Artık hem çocuklarımızı yetiştirirken ne yapacağımızı biliyoruz, hem de yetişkinler olarak stresle nasıl başa çıkacağımızı.

Emre Konuk
Davranış Bilimleri Enstitüsü


_PaPiLLoN_ 2 Ocak 2008 21:55

Boşanma ve Çocuk

Son 20 yıl içinde aile yapılarını incelediğimizde, hep olağan olarak kabul ettiğimiz anne-baba-çocuk(lar) yapısındaki aile sayısında gitgide bir azalma olduğunu, buna karşın karışık aile yapılarında bir artış olduğunu gözlemlemekteyiz. Bu duruma neden olan en önemli faktör ise kuşkusuz boşanma. Amerika Birleşik Devletleri’nde neredeyse evlenen her iki çiftten biri ayrılmaya karar veriyor. Bu oran Almanya’da 1/3 civarında. Türkiye, henüz boşanmaların çok sık yaşandığı bir ülke olmasa da, bundan 15 sene önce %1 olan boşanma oranı gün geçtikçe artmakta. Boşanma sonrasında, daha önce de bahsettiğimiz gibi aile yapılarında oldukça büyük bir çeşitlilik ortaya çıkıyor. Bir ebeveyn ve çocuktan oluşan birimlerden, üvey anne/baba ile oluşmuş birimlerine, anneanne- dedenin katıldığı birimlere kadar uzanan bir aile yapıları yelpazesi söz konusu.
Ayrılık ya da boşanma kararı kuşkusuz bu kararı alan eşler için çok zorlu bir süreç anlamına geliyor. Bu sürecin her zaman uyum içinde geçmediği de bilinen bir gerçek. Ancak bu karardan anne-babaları kadar hatta onlardan daha fazla etkilenen aile bireyleri çocuklar. Yapılan araştırmalar, çocukların boşanma öncesi dönemden başlayarak, boşanma süreci ve sonrasında kısa ve uzun vadede bir çok olumsuz durumla yüzyüze kalabildiklerini göstermekte. Hiç bir çocuk ilk anda anne ve babasının ayrılmasını istemez ve bu duruma ya dışa vurarak ya da sessiz kalarak bir tepki gösterir. Çocuklarda anne-baba ayrılığının yarattığı etkiler genellkle ayrılıktan sonraki ilk günlerde değil daha sonraki dönemlerde ortaya çıkar ki, bu kimi zaman seneler sonra dahi olabilir. Çocukların geriye dönüp baktıklarında olumsuz olarak hatırladıkları, anne-baba arasında haber taşıyıcısı olmak, anne ve babalarının birbirlerini suçlamalarını dinlemek, karşı cinsten biriyle samimiyeti ilerlettiklerinde nasıl doğal davranabileceklerini bilememek, ekonomik sorunlar, anne/babadan biriyle ve o taraftan olan akrabalarla bağların kopması gibi durumlardır.
Tabii ki çocuk sahibi olmuş bir çift, aralarındaki sorunları gidermek için ilk çözüm olarak boşanmayı düşünmez, ancak bazı durumlarda ayrılmak çok sorunlu bir evliliği yürütmekten daha sağlıklı bir ortam sağlar. Bir boşanma durumunda çocuğun olaya göstereceği tepkilere neden olabilecek ve bu olayı çocuğun hayatında daha az travmatik hale getirebilecek önemli noktalar vardır. Hayatında bu yönde değişiklik yapmayı planlayan her anne-babanın bunlara özen göstermesi gerekir.
Şimdi bu araştırmalara daha yakından göz atalım:
  • Çocukların boşanmadan etkilenme derecelerini belirleyen faktörlerden bir tanesi çocukların mizaç yapısı. Daha atak, heyecanlı, kolay etki altında kalan, yeni durumlara kolay uyum sağlayamayan çocukların, anne-baba ayrılığı gibi ciddi uyum becerileri gerektiren bir duruma uyum sağlamakta da yaşıtlarına oranla daha büyük zorluk çektikleri görülüyor.
  • Çocuğun yaşı da çok önemli bir faktör. Anne-baba ayrılığını küçük yaşlarda yaşayan bir çocuk, bu olaya ilk anda çok büyük bir tepki gösterse de, bu durumu kabullenmesi daha kolay olabiliyor. Buna karşın okulöncesi dönemde, çocuklarda sadakat sorunları ve anne-babayı yeniden biraraya getirme çabaları gözlenebiliyor. Daha ileri yaşlarda, çocuklar kendi sosyal hayatlarını kurmaya çalışırken güvendikleri bir çatının yıkılması, onların kadın-erkek ilişkileri konusunda bocalamalarına yol açabiliyor. Gözlemleyebilecekleri bir kadın-erkek ilişki modelinin olmaması, bu çocukları kendi ilişikilerini oluştururken zorlayabiliyor.
  • Çocuğun cinsiyeti boşanmaya gösterdiği tepkide çok belirli bir rol oynamasa da, çocuğun boşanma sonrası birlikte yaşamaya devam edeceği ebeveynle kuracağı ilişki üzerinde etkili olabiliyor. Kız çocuklar, anneleriyle genellikle arkadaş gibi olurken, erkek çocuklar annelerinin yanında kendilerini evin erkeği gibi hissetme eğilimine girebiliyorlar. Bu nedenle annenin yeni biriyle birlikte olduğu durumlarda kız çocukların bu iştin pek de hoşnut olmadıkları, buna karşılık erkek çocukların bir rahatlama hissettikleri izlenebiliyor. Baba-kız ve baba-erkek çocuk ilişkileri ise çok fazla incelenmemiş olmasına karşın, babanın görevlerini yerine getirmede yeterli olduğu durumlarda fazla bir soruna da rastlanmadığını söylemek mümkün.
  • Çocukların uyumlarında bir başka önemli faktör destek sistemleri. Eğer çocuğun hayatında ilişkisinin iyi olduğu bir büyükanne-büyükbaba ya da başka yetişkinler varsa, bu kişiler anne-babanın duygusal anlamda pek verici olamadıkları ortamlarda bu boşluğu doldurabiliyorlar.
  • Anne ve babanın ekonomik durumları da bir diğer önemli konu. Çocuğun ekonomik standartlarında ani bir düşüş ya da anne ve babanın ekonomik standartları arasında ciddi bir fark olması çocuğu olumsuz bir şekilde etkileyebiliyor.
  • Ayrılıktan sonra anne ve baba arasındaki ilişki çocuğun uyumunda en önemli etkenler arasında. Çocuk anne ve babasının diyaloglarının bozulmadığını ya da en azından kendisiyle ilgili olarak konuşmaya devam ettiklerini mutlaka görmeli ve hissetmeli. Bu onun güven duygusunun zedelenmemesi açısından çok önemli.
  • Çocuğun birlikte yaşamadığı ebeveynle düzenli olarak görüşmesi de üzerinde durulması gereken bir diğer konu. Burada önemli olan faktör, görüşme sıklığı değil, görüşmelerin çocuk tarafından önceden bilinmesi ve tahmin edilebilir olması. Son anda yapılan değişiklikler, aniden yapılan planlar, tutulmayan sözler, çocuk açısından çok büyük hayal kırıklıklarına neden oluyor ve bunların telafi edilmesi mümkün olmayabiliyor.
  • Bütün bu bilgilerin ışığında ayrılığın çocuğa nasıl sunulduğu da çok önemli. Bu bilgilendirmeyi anne ve babanın birlikte yapmasında yarar var. Ayrıca, bu kişilerin karı-kocalık rollerinden vazgeçseler bile, her zaman o çocuğun anne ve babası olarak kalacaklarını ve bir işbirliği içinde olmaya devam edeceklerini akıllarında tutmalarında yarar var.
Ayrılıktan sonra anne ve babanın yeni ilişkileri ve bunların çocuğa nasıl sunulduğu da çok önemli bir konu. Anne-babasının yanında sürekli yeni birilerini görmek çocuğu kırabilir ve kendi kadınlık ve erkeklik konumuyla ilgili endişeye sürükleyebilir. Bu nedenle de hiç bir zaman terkedilmemek için ilk bulduğu kişiye ne pahasına olursa olsun aşırı bağlanabilir ya da kimseye fazla bağlanmamak için durmadan eş değiştirebilir.
Şu ana kadar çizilen tablo her ne kadar karamsar olarak görünse de, ayrılık kimi durumlarda çok sorunlu bir evlilikten daha iyi bir çözüm olabiliyor ve çocukların ruh sağlığı açısından daha uygun bir ortam yaratılmasını sağlayabiliyor. Anne ve babası ayrılmış olan çocukların yaşıtlarına göre daha çabuk olgunlaştıkları, hayatın zorlukları karşısında daha rahat pratik çözümler üretebildikleri de ayrı bir gerçek. Ayrılık sonrası durumun yukarıda belirtilen noktalar çerçevesinde olabildiğince optimal bir hale getirilmesi mümkün.

Klinik Psikolog Şeniz Pamuk


_PaPiLLoN_ 5 Ocak 2008 21:45

Üç - Dört Yaş Çocuklarında Kötü Sözlere Dikkat!

3-4 yaş çocuğun genel psikolojik özellikleri nelerdir?
Bilişsel, duygusal ve sosyal gelişim olarak 3-4 yaşı kapsayan iki yıllık yelpaze deki farklılıklarla birlikte bu yaş çocukları büyük ölçüde ben merkezcidir. Genelde neşeli olduğu yaşlardan daha bağımsız, inatçı ve kendi isteği ile hareket etme değişimi gözlenir. Aile içinde geçerli olan bazı kuralları, yavaş yavaş paylaşmayı, isteklerinin yerine getirilmesi için sabırlı olmayı öğrenmeye de başlar. Yaşıtlarını veya yetişkinleri sürekli taklit eder, onların davranışlarını ve sözlerini tekrarlar. Çevresi ile sözlü iletişim kurabilen, yaşıtlarıyla kısa süreli de olsa oynayabilecek şekildeki birlikteliği onun sosyalleşme yolundaki ilk gerçek deneyimleridir. Genellikle kendi isteklerinin yerine getirilmesi ile ilgili, talepler nedeniyle çıkacak çocukların arasındaki çatışmalar için bir yetişkinin rehberliğine her zaman ihtiyaç vardır. Bu çatışmalarda arkadaşlarına kabadayılık taslar, gözdağı verip sürekli böbürlenir. Dili kullanması çevresi tarafından sunulan dil ortamı ile ilişkili olarak gelişir. Kullanılan dilin kalitesi, çocukla konuşma sıklığı, sorulara cevap verme veya soru sorma yoğunluğu, emir cümleleri değil, sıfatlar, zamirler gibi tanımlayıcı sözcüklerin kullanılması dil gelişimi için önemlidir. Yetişkinlerden duyduğu, gördüğü iyi-kötü her şeyi taklit eder. Dili bozuktur, küfredip, kötü sözler söyleyebilir. Başkalarına isim takar, arkalarından bağırır. Yakın geçmişteki olayları, deneyimleri, olup bitenler arasında ilişki kurarak anlatır. Özellikle sevdiği insanlara karşı çelişkili duygular içindedir. Bu nedenle zaman zaman hem bedeniyle hem de sözle kızgın ve saldırgan olabilir. Toplum içinde bazen olumlu bazen olumsuz davranır. Bu yaşlardaki çocuklar, yetişkinin isteklerini mantıklı olarak açıklamasını ister, kendi davranışlarını, yetişkinleri çekinmeden eleştirir, zaman zaman küfür sayılabilecek kelimeleri kullandığı, yetişkine karşı çıktığı gözlenebilir.

Bu dönemde neden özellikle arkadaşlarına karşı kötü sözler kullanma eğilimleri vardır?
Çocuklar çevrelerine söyledikleri kötü sözleri, kızmak, engellenmek, öfke duygularının ifadesi yanında, tepkileri takip ederek dikkat çekmek, ilgi ihtiyacı, yetişkinliğe ulaşma kriteri olarak görme, yetişkinleri taklit etme, kendini güçlü, özgür hissetme ve tepki gösterme aracı olarak kullanırlar.

3-4 yaş döneminde çocuk en çok hangi kötü söz ifadelerini kullanır?
Genel Küfür ve kötü söz kategorileri kızgınlık öfke ile zeka, diğer özürler ya da hayvan isimleri ile söylenen aşağılama kelimeleriyle kişiye yönelik, karşı tarafa zarar vermeyi uman beddua şeklinde ya da cinsel içeriklidir. Bu yaş çocuklarında ise sarsmak, şok etmek, ağızdan kaçan, kendini savunmak, zevk almak amacıyla söylenmiş daha masumane sözlerdir. “Pis Kaya”, “kötü çocuk”, “eşek”, “kakasın sen” gibi kelimeler yanında daha ileri yaşlarda bazı organ isimleri(meme, pipi) ile duruma heyecan katarak tepkileri izleyen sözcüklerdir..

Çocuk kötü sözleri nereden öğrenir, duyar?
Öncelikle yakın çevresi olan ailesi tarafından sunulan dil ortamı model olmaktadır. Ayrıca bu dili kullanan çocuğun aile tarafından desteklenmesi, şirinlik olarak görülüp kabul edilmesi de devamını sağlar. Oyun çevresinden, arkadaşlarından , televizyondan ya da bir şarkı sözünden de öğrenebilir.

Kötü sözler kullanan bir çocuğa ebeveynler nasıl yaklaşmalıdır?

  • Öfke ve düşmanlık dolu sözlerle model olmayıp, örnek olunuz.
  • Çevreden duymasını engelleyiniz.
  • Söylenen sözün anlamını ona açıklayınız.
  • Bu kelimeleri duymaktan dolayı rahatsızlığınızı dile getiriniz.
  • Duygularını başka türlü ifade etmesini sağlayınız.
  • Dikkat çekmek amacını taşıyorsa görmezden geliniz.
  • Şaşkınlıkla, kızarak ya da gülerek tepki vermeyiniz.
  • Başka aktivitelere yönlendiriniz.
  • Zaman ayırarak, olumlu ilişki kurun, cesaretlendiriniz.
  • Güzel konuşmalarını takdir edip, güzel konuşmalarının artmasını sağlayınız
Psikolog Şeyda Özdalga


_PaPiLLoN_ 5 Ocak 2008 22:18

EQ (Emotional Quotient) Duygusal Zeka

Geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran entelektüel zeka (IQ), 21. yüzyılda kendine güçlü bir rakip buldu..EQ.. Bir çok bilim insanının kabul ettiği gibi topluma uyum sağlamış başarılı bir kişi olabilmenin koşulu artık kişinin hem entelektüel zekaya (IQ) hem de duygusal zekaya (EQ) sahip olmasından geçiyor.

Peki EQ nedir ve neden önemlidir?

EQ hem kişisel ilişkilerde hem de iş ilişkilerinde, kişinin kendi duygularını ve diğer insanların hissettiklerini algılayabilme, tanımlayabilme, duygularını kullanarak kendini motive edebilme ve yönlendirebilme kapasitesine sahip olmasıdır. IQ, kavramaya ilişkin kapasiteyi ölçerken, EQ akademik zekanın destekleyicisi olan yeteneği tanımlamaktadır.

Daha memnun müşteriler ve daha huzurlu bir çalışma ortamı için, EQ'nun temel ilkelerinin iş yaşamına uygulanmasına dair birkaç örnek vermek gerekirse öncelikle; anlaşmazlıklar tırmandığında, oluşabilecek gergin ortamları yatıştırabilme, farklı görüşleri değerlendirerek buradan aldığı bilgileri ilerleme için kaynak olarak kullanabilme yeteneği EQ düzeyi yüksek bir çalışanın becerileri arasındadır.

EQ'su yüksek bir çalışan, kişisel ve sosyal yeteneklerini iş hayatına uygulamada başarılı olur. Kişisel yeteneklere örnek olarak bireyin tercihlerinden, başarılı olduğu alanlardan haberdar olması ve bunları doğru şekilde kullanabilmesi, ön sezgilerine güvenebilmesi ve içgüdülerini düzenleyebilmesi; özellikle de hedefine ulaşmada kendisine yardımcı olacak birikimini kullanarak yüksek motivasyon seviyesine ulaşması söylenebilir.

Sosyal yetenekleri açıklarken, iki nokta öne çıkar: Bunlar empati ve sosyal becerilerdir. Empati, kişinin karşısındaki insanı kendi yerine koyması ve onun duygularını, ihtiyaçlarını ve kaygılarını algılayabilmesidir. Hizmet sektörünün her alanında öne çıkan bu EQ özelliği müşteriye, anlaşıldığının, yardım edildiğinin ve önemsendiğinin hissettirilmesi açısından şarttır.

Sosyal beceri ise kişinin karşısındakinden istediği karşılıkları ve yanıtları alabilme yetisidir. Kişilerarası iletişimin yoğun olduğu insan kaynakları, pazarlama, reklam gibi sektörlerde bu özelliğe sahip çalışanların işlerinde çok başarılı oldukları bir gerçektir. Örneğin karşısındaki müşterinin kaygılarını anlayabilen bir pazarlama uzmanı, satış yapmakta diğer meslektaşlarına oranla daha başarılı

olabilir. Ya da işveren açısından değerlendirildiğinde, çalışanları ile iyi ilişkiler kurabilen, onlara kendilerini güvende hissedecekleri ve yeteneklerini ortaya çıkarabilecekleri bir ortam sağlayan yönetici, çalışanlarının çıkardığı işlerden daha verimli sonuçlar alabilir.

Çalışanların EQ düzeyini yükseltmek ve bu konuda onları bilinçlendirmek için çoğu firma, seminer programları hazırlatıyor. Fakat bu programların hazırlanma sürecinde çoğu işverenin düştüğü yanılgı, EQ gelişiminin, haftada bir veya iki defa düzenlenen seminerlerle sağlanılabileceği düşüncesi..

Oysaki EQ eğitimi, daha uzun vadede kişilerarası iletişim ve etkileşim gerektiren bir süreçtir. Bu etkileşimin yapı taşını karşılıklı diyalog ve empati oluşturur. Bu dialog ise kalabalık gruplarla değil; çalışanla EQ uzmanının birebir çalışmasıyla sağlanabilir.


_PaPiLLoN_ 9 Ocak 2008 22:39

Çocuk ve Disiplin

Ayşegül yine evin içinde çığlık çığlığa bağırıyordu.Ne zaman bir şey tuttursa ve annesi hayır dese uzun süre çığlıklar atıp bağırıyor,ağlıyor ve tekmeler savuruyordu..Henüz 5 yaşında olmasına rağmen evin hakimiyeti onun elindeydi.Çünkü her defasında bağırmalarının ve tepinmelerinin ardından sussun diye annesi ya da babası sonunda pes ederek istediğini yapıyorlardı.Başlangıçta bir çok yöntem denemelerine rağmen işe yaramamıştı. Ceza vermeyi denemişler,hatta sonradan pişman olmalarına rağmen bir kaç kez vurmuşlardı bile.Çoğu zaman annesi hayır dediğinde babası yorgun olduğunu ileri sürerek bağırmasını dinleyemeyeceğini ve Ayşegül’ün istediğini alacağını söylüyordu.Bir kaç kez de baba kızdığı halde anne babaya şunu bağırtmasana ,çocuk alt tarafı oyuncak istiyor bu kadar üzmeye ne gerek var diye söyleniyordu.Ayşegül artık evde anne ve babasını nasıl yola getireceğini iyice öğrenmişti ,evde otorite oydu...

Ayşegül’ün anne ve babası çocuk sahibi olacaklarını öğrendiklerinde çok sevinmişlerdi. Bebek doğduğunda sevimli ,uysal bir çocuktu.Aile de ilk torundu ve tüm aile üzerine titriyordu.Ancak gün gelipte Ayşegül istediklerini yaptırmak için evdeki huzuru bozduğunda oturup nerede yanlış yaptıklarını,evde yeniden disiplini nasıl sağlayacaklarını düşünmeye başladılar.O sevimli küçük bebek nereye gitmişti,bir dediğini iki etmedikleri halde şimdi onlara karşı çıkıyordu.Yanlış neredeydi?

Disiplin,kişinin düzen sağlaması,düzenli yaşaması demektir.Ailede disiplinden söz edecek olursak ,aile bireylerinin belirli bir düzende yaşamalarını düşünebiliriz.Her ailenin farklı bir düzeni olduğuna göre,farklı bir disiplin anlayışı var diyebiliriz.Bazı aileler daha katı bir disiplin uygularken ,bazı aileler daha esnek olabilmekte ya da kurallara fazla yer vermemektedirler.

Çocuğa disiplin öğretmenin yolu ise genellikle ödüller ve cezaların uygulanması ile denenir.Anne ve baba, çocuk onların istediği gibi davranmadığı zaman ne yapmaları gerektiği konusunda çoğunlukla kararsızdırlar.Bazen şiddetli tepki gösterirler,cezalar birbirini izler , bazen de yapılan hata görmemezlikten gelinebilir.

Bütün çocuklar kuralları öğrenirken açıklamalara gerek duyarlar.Ebeveynler kuralları çocuklarına öğretirken öncelikle kendi aralarında disiplini nasıl sağlayacakları hakkında konuşmalı ve bir tutarlılık sağlamalıdırlar.Çocuk anne ve babanın aynı olaya farklı tepkiler göstermesi karşısında nasıl davranacağını kestiremez.Bazen aile içinde annenin izin verdiği bir şeye baba hayır diyebilir.Bu sorunu aşmak ancak anne ve babanın aynı dili konuşması ile mümkün olacaktır.Aksi takdirde çocuk hayır yanıtını aldığı babadan anneye gidecek ve istediğini elde edene kadar uğraşacaktır.Ya da bir kez yaptığı davranışa peki ,bu seferlik öyle olsun yanıtı vermek çocuğun sınırları tanımasında sorun oluşturacak ve çocuk her defasında sınırları genişletmek için uğraşacaktır.

Çocuğa istenilen bir davranışı öğretmek istediğimizde neler yapmalıyız?
Anne ve babaların en sık şikayetlerinden biri defalarca söylediğim halde aynı şeyi yapıyor , her türlü cezayı denedik ama olmadıdır.Disiplin demek ceza demek değildir.Katı davranışlar sergilemek,her şeyi kurallı hale getirmek ve bu kurallar uygulanmadığında cezalandırmak istenilen davranışın yerleşmesini sağlamaz.Aynı zamanda katı yaklaşımlar çatışmanın büyümesine ve evdeki yaşantının keyifsiz bir hale dönüşmesine neden olacaktır.Çocuk ancak önündeki örneğe bakarak model alır ve öğrenir. Dikkat edilecek noktalardan biri de çocuğa öğretmeye çalıştığımız disiplini önce kendimizin uygulamasıdır.Örneğin çocuğa arkadaşlarına kötü davranmasının ne kadar yanlış olduğunu söyleyip bu nedenle onu cezalandırmadan önce evde aile bireyleri olarak birbirimize nasıl davrandığımıza dikkat etmemiz, küfür etmenin kötü olduğunu söyleyip trafikte sinirlenip çocuğun yanında diğer sürücüye küfür etmemiz ne derece tutarlı olacaktır.Eğer ebeveynler olarak disiplinli, düzenli bir davranış sergilersek çocukta bunu örnek alacaktır.

Bir diğer noktada çocuğa evdeki kuralların ne olduğunu , kendisinden neler beklediğinizi ona anlatmaktır.Çocuk bilmediği konularda kurallara uyamaz.Bugünden itibaren çocuktan daha önce hiç uygulamadığım bir kurala uymasını beklemek haksızlık olur.Çocuk önceden kendisinden neler beklendiğini bilirse evde çatışmalarda ortadan kalkacaktır.Yapacağımız açıklamalar,beklentilerimizin ne olduğunu doğru ve açık bir dille anlatmak ona doğru davranışı sergileme şansını sağlayacaktır.Bir önemli noktada beklentilerimizin çocuğun yaşına ve yapısına uygun olmasıdır.

Disiplin kişinin belirli bir düzende yaşamasıdır demiştik.Kuralları öğretmeye başladığımızda asıl hedefimiz çocuğun bunları benimsemesi,düzenli yaşamayı kendi başına uyarılara gerek duymadan yapabilmesini sağlamaktır.Böylece çocuğu sürekli olarak uyarmaktan, cezalandırmaktan ve evde çatışma yaşamaktanda kurtulmuş oluruz ve çocukta her fırsatta eleştirilmekten ,azarlanmaktan ve cezalandırılmaktan kurtulmuş olur.

Her insanın yeni bir şey öğrenirken deneme ve yanılma yolu kullanması,denerken hatalar yapması doğaldır.Çocukta yeni kurallar öğrenirken deneyecek,sonuçlarını görecek belki bir-iki kez daha aynı hatayı yapacak ancak öğrenecektir.Önemli olan bu deneme yanılmalarda ona gereken sabrı ve desteği göstermektir.Yaptığı ilk hatada kızmak yada cezalandırmak, düşünmesine olanak tanımadan yaptığın yanlış diyerek kestirip atmak davranışı öğrenmesini engellemekten başka bir işe yaramaz.

Çocuk istenilen davranışı gösterdiğinde ,bu davranış için gösterdiği çabayı fark ettiğinizi , onu takdir ettiğinizi ,bazen sonucu yanlış olsa bile sadece harcadığı çaba için bile onu takdir ettiğinizi,bu kez neden olayın olumlu sonuçlanmadığını ve gelecek sefere ne yapması gerektiğini sabırla anlatmak gerekir. Çocuğu başaramadığı konularda fazlasıyla uyarırız.peki ya olumlu davranışlar.Onlar genellikle olağan ve yapılması gereken davranışlar olduğu için takdir etmeye çoğu zaman gerek bile duymayız.

Olumlu davranış ancak olumlu bir tepki görürse pekişecektir.Kendimize ne kadar hata yapma fırsatı tanıyoruz,çocuğumuza ne kadar ...Bazen bir süre için sadece yapılan olumlu davranışları görüp,onlara odaklanmak ,hatalı davranışları sık sık hatırlatmamak gerekebilir.Takdir etmek ve ödüllendirmek istenilen davranışın hemen ardından yapılmalıdır.Aksi takdirde çocuk ne için ödüllendirildiğini ya da beğenildiğini unutacak,aynı olumlu davranışı sergilemeyi de hatırlamayacaktır.

Sabır göstermek bazen gerçekten zor gelir.Zira çocuklar ebeveynlerin sabırlarını zorlamada çok başarılıdırlar.Öncelikle patlayacağınızı hissettiğinizde çocuğa duygunuzun ne olduğundan bahsedin ve o sırada tartışmayı kesip,hem kendinizin hem de çocuğun sakinleşmesini bekleyin.Kendinize çocuğa sinirlendim ama acaba bu öfkenin gerçekten ne kadarı çocuğa yönelik,ne kadarı başka nedenlerden diye sorun.Bazen işte yaşadığınız bir sorunu eve taşıdığınız için ya da o gün sizi kızdıran bir olay için patlayacak yer ararsınız.Karşınızdaki en kolay hedefte çocuk olur.Tartışma başladığını hissettiğinizde çocuğa çok kızgınım ya da yorgunum ,üzgünüm diye duygunuzu açıklayın.Çocuk bunu anlayacaktır.Bazen aynı davranışı sizi anlamamazlıktan gelip sürdürebilir ancak her defasında aynı şekilde davranırsanız bir süre sonra çocuk bu değişikliği fark edecek ve o da duyguları yolu ile konuşacak belki de neden o gün böyle davrandığı ,canını sıkan bir şey olup olmadığını anlatacaktır.Çocuk istenmeyen bir davranış yaptığında bunun sonuçları hakkında düşünmesini sağlamak ve açıklamak önemlidir.Evde belirlenen kurallara uyulmadığı zaman bunun kendisine ya da başkasına ne gibi zararları olacağı çocuğa anlatılmalı ve bunlar hakkında düşünmesi sağlanmalıdır.Bunun için çocuğa fırsat tanımak gerekir.Çocuk ısrarla kardeşinin eşyalarını karıştırıyor,bozuyor ve dağıtıyorsa ,bunun yanlış olduğu anlatılmalı,kardeşini üzdüğü hakkında düşündürülmeli ve kardeşinin eşyalarını toplaması sağlanarak yaptığı olumsuz davranış hakkında davranışını telafi etmesine ve düşünmesine yardımcı olmalıdır. Cezalandırmak çocuğunuzun öfkesinin artmasına neden olacaktır.Artan öfkenin kaynağı ise siz olacağınız için çocuk aldığı ceza ile davranışı arasında bağlantı kurmak yerine , ceza ile sizin aranızda bağlantı kuracak,böylece davranışının sonucunu düşünmesine fırsat kalmayacaktır.Halbuki amaç ,sonucu öğrenmesi ve sonuca katlanmasını, düşünmesini sağlamak olmalıdır.Ödüllendirme yönteminde de dikkat edilmesi gereken yapılan her davranışı maddi olarak ödüllendirme yöntemidir.Dersini yaparsan sana şeker alacağım ya da seni gezmeye götüreceğim gibi ödüllendirmelerde bir süre sonra çocuğun istekleri karşılanamaz boyuta varabilir.Çocuk rüşvetle davranmayı öğrenir.Ödülünde dozu önemlidir.Ödül önceden değil mutlaka istenen davranış yapıldıktan sonra verilmeli,mutlaka maddi bir ödül olmamalıdır,örn;sözlü takdirde bir ödüldür.İstenen davranışın yapılması bir süre sonra ödül olmadan da olmalıdır.Hedef ödüllendirme ile öğrenilen davranışın yerleşmesi ve ödüle gerek duymadan yapılması olmalıdır.

Unutmamalıdır ki çocuğa ne kadar olumlu yaklaşırsak o kadar olumlu cevap alabiliriz.Burada kendimiz için neler bekliyorsak aynısını çocuğa da uygulamamız gerektiğini hatırlamalıyız.


_PaPiLLoN_ 19 Ocak 2008 19:10

Çocukluk Kahramanlarımız

Çocuklar yaşantılarından bir şeyler öğrenip, gelecekteki acılardan korunmak için çaba gösterdikçe daha da gelişirler. İlk nefesimizi almaya başlamadan önce bile kişiliğimize katkısı olan ebeveynlerimizin yanında akranlarımızdan, öğretmenlerimizden, çevreden gelen yaklaşımlar, kişiliğimizin temel şemalarını oluşturur. Çevresiyle olumlu ilişkiler içinde olan, keyif alan, özerk, kendini ifade eden, ilişkilerde sınırları fark edebilmeyi belirleyen yetişkinlik durumlarının tohumları çocukluk döneminde atılır. Sevgi, güvenli bağlanma, yeterlilik, hareket özgürlüğü, kimlik algısı, gerçekçi sınırlar koyma, hatalara tolerans, ihtiyaçların ifade edilme özgürlüğü gibi temel ihtiyaçların ileri derecede engellendiği ya da aşırı verildiği durumların sonucu yetişkinliğe yansır. Tüm bu sistem kişinin inanç ve inanışları ile düşünce sistemini oluşturur.

Çocukken büyük, güçlü, güzel, olağanüstü yetenekli, ölümsüz, yenilmez, kararlı, cesur, iyilerin yanında, özgür kahramanlara inanmaya gereksinim vardır. İlk kahramanlarımız kimimize göre anne ve babalarımız oldu. Daha sonra onların yerini masalların, çizgi romanların, kitapların, filmlerin, tarihimizin, efsanelerimizin kahramanları aldı. Çocuklar ilk gençliğe geçme dönemlerinde, savaşan, galip gelen, kuvvetli, adil, maceracı, ulaşılmaz kahramanlara bir rol modeli olarak gereksinirler. Yaşamda karşılaşacakları olumsuzluklara karşı hayatta kalmanın ilk hazırlıkları bu kahramanlarla başlar. İdeallerini gerçekleştiren, eksik olan yönlerini onlarla tamamlayan, kişilik özelliklerini yansıtan rollerin içinde hissederler kendilerini. Bu özellikleri doğurup, geliştirip, beslerler kişiliklerinde. Kimi hayal kırıklığına uğrar farklı gelişirler. Kimi bu etkileri yaşamlarında sürdürür. Maceracı, güçlü, özgür olur. Çocukluk kahramanlarıyla özdeşleşmek çocukluğu geliştirir, korur, yetişkinliği anlamlı kılar. Kahramanlar mı kişiliği belirlemeye yardımcı olur ? Kişilik mi o kahramanları seçer ? Yaşam boyu çevremize uyum sağlamakta kullandığımız tüm düşünce kalıpları çocukluk algısıyla şekillenir. Değerlilik, Sevgi, Yeterlilik ve Başarı şemaları erişkinlikte kendini ya bu durumların sürdürülmesi, ya önemsenmemesi ya da aşırısını yaşamak şeklinde gösterir. Çocukluk Kahramanların seçimini de bu ihtiyaca destek olarak değerlendirebiliriz.

Psikolog Şeyda Özdalga


_PaPiLLoN_ 2 Şubat 2008 00:05

Yaratıcılık Nedir?

Yaratıcılık en basit şekliyle orijinal, sosyal faydalılığı olan ürünler veya fikirler yaratabilme yeteneği olarak tanımlanabilir. Fakat bu tanım tam bir cevap değildir. Yaratıcılık alanında en önemli isimlerden olan Frank Barron, yaratıcılık için daha kapsamlı bir tanımlama yapmıştır. Öncelikle, yaratıcılık yaratılan ürünün özellikleri ve ürünün aldığı sosyal kabul ile değerlendirilebilir. İkinci olarak yaratılan ürün kendi koşulları içinde değerlendirilmelidir. Örneğin; çözülen ya da tanımlanan problemin zorluğu, önerilen çözümün zerafeti, ürünün yarattığı etki. Üçüncü olarak; yaratıcılık onu besleyen yeteneklerin, becerilerin temelinde değerlendirilebilir.

Yaratıcılık, diğer mental fonksiyonlardan farklı bir zihinsel yeterlilik olarak düşünülebilir. Yaratıcılık, “Zeka” adı altında toplanan kompleks bir çok yetenekle ilişkisi olmasına rağmen, onlardan bağımsız gözükmektedir. Genellikle, yaratıcılık yeteneği olan kişiler zeka testlerinde normal popülasyondan daha yüksek puanlar almaktadır ve objektif gözlemciler tarafından da yaşıtlarından daha zeki olarak değerlendirilmektedirler. Fakat, IQ testlerindeki yüksek puanlar yaratıcılığı göstermiyor olabilir. Bu konudaki çalışmalar (Terman’ın üstün zekalı çocukları hayatları boyunca takip ettiği çalışma ve McKinnon’ın mimarlarla yaptığı çalışma) üstün zekalı kişilerin diğerlerine kıyasla daha iyi sosyal becerilere ve sağlığa, daha fazla intihar oranlarına sahip olduklarını fakat yaratıcılık anlamında genel popülasyondan farklılık göstermediklerini ortaya koymuştur. Mc Kinnon’a göre; 120’nun üzerinde bir IQ skoru ile yaratıcılık arasında herhangi bir korelasyon yoktur.

Yaratıcılık yeteneğini ölçmeye yönelik çok çeşitli metotlar vardır. Dennis Hocevar (1981) yaratıcılığı ölçmeye yönelik olarak kullanılan metotları özetlemiştir. Bunlar:

1) Farklı düşünme testleri
2) Tutum ve ilgi Envanterleri
3) Kişilik Envanterleri
4) Biyografik Envanterler
5) Öğretmen değerlendirmeleri
6) Arkadaş Değerlendirmeleri
7) Supervizör Değerlendirmeleri
8) Ürünlerin Değerlendirilmesi
9) Tanınma, Saygınlık
10) Belirtilen Yaratıcı Aktiviteler ve Başarılar

Büyük ölçekli araştırmalarda en çok kullanılan yöntemler üçüncü kişiler tarafından değerlendirmeler ve biyografik analizlerdir. Kişilik testleri veya kişinin düşünce yapısını değerlendiren yöntemler seçilmiş gönüllü örneklem üzerinde sıklıkla kullanılmaktadır.

Sözel akıcılık, fikirlerin akıcılığı, yeniden tanımlamalar, yeniliğe açık olmak, bağımsız düşünebilme, birbirinden uzak bağlantıları kurabilme, fikir üretimi için çaba harcamak, zeki insanlarda yaratıcılığı destekleyen yeteneklerdir. Çoğu çalışma, yaratıcılığın ifadesinin sadece bir davranışla; bir soruya cevap vermek gibi, olmadığını ve birçok aşamadan oluşan bir süreç sonunda olduğunu söylemektedir. “Evraka” anı, daha önce yoğun bir bilgi toplama, değerlendirme süreci olmadan oluşmaz.

Arnold Ludving, (1989) yaratıcılığın ilk aşamasını hazırlık süreci olduğunu söylüyor. Bu dönemde, kişi ilk bakışta çözümsüz gibi gözüken bir problemi çözmeye kalkar fakat başarılı olamaz. Daha sonra problem bir kenara koyulur ve kuluçka dönemi başlar. Bu dönemde, genelde kişiler başka bir işle meşgulken bilinç dışında fikirler oluşmaya başlar. Daha sonra, keşif etme, aydınlanma, evraka denilen durum meydana gelir. Bu genellikle, rüyalarda veya rahat olunan bir zamanda oluşur. Fakat içgörü keşif etmek için yeterli değildir. O yüzden son aşamada, eldeki veriler değerlendirilir ve fikirler bilimsel, estetik veya sosyal standartlara göre test edilir.

Psikanalistlerin “egonun hizmetinde gerileme” diye adlandırdıkları; deneyimleri genişletmek ve zenginleştirmek için bilin dışına dönmeyi anlatıyor. Aklın gizli kısımlarına erişmek, sanatçıların, yazarların, daha az ölçüde filozofların ve bilim adamlarının yapabildiği bir şey gibi gözüküyor.

Bilinçdışının günlük hayattaki beklenmedik şekilde ortaya çıkışı ise ruhsal sorunları olan insanları karakterize etmektedir. Bir çok çalışmanın gösterdiği gibi; yaratıcılık ve ruhsal sıkıntılar arasında kuvvetli bir bağ vardır. Yaratıcı kabiliyeti olan zeki insanlarda ruhsal sorunların oranı genel poülasyona göre oldukça yüksektir.


Ludwig, A.M. (1989). Reflections on creativity and madness. American Journal of Psychotherapy, 43, 4-14.
Hocevar, D. (1981). Measurement and creativity:review and crituque. Journal of Personality Assessment, 45, 450-464.


Bia 4 Haziran 2008 02:17

Beynimiz ve Biz

İnsan beyni dediğimiz organda, çok karmaşık bir mekanizma, hayat boyu işleyip gider. Beyindeki ve vücudun diğer kısımlarındaki milyarlarca nöron, birbirleriyle ilişki kurarak, sinir sitemini oluşturur ve bizim tüm hayatsal mekanizmalarımızı en üst düzeyden yürütür. Aslında, bir çok sinir bilimcinin dahi kolay kolay hayal edemediği bir şeyi gözümüz önünde canlandırmamız gerekiyor.

Ana yapısı hücrelerden oluşan kimyasal bir çorbadır sinir sistemi. Fakat öyle karmaşık bir çorbadır ki, bu gün için, hem bu çorbanın içeriği hakkında çok az bilgimiz bulunuyor, hem de bildiğimiz ögelerin de ne iş yaptıklarını bir türlü tam olarak açıklayamıyoruz. Ayrıca bu kimyasal çorba, nabız gibi atan, sürekli hareket eden, dinamik, her ögesi diğer başka bileşenlerden etkilenen ve her an kaotik (karmaşık, tahmin edilemez) tepkiler ve işlemler yapan, amaca yönelik bir bütünlüktür. Her hücre birbirinden bağımsız yaşayan birimler olsa da, vücudun diğer organları ile beraber, tüm vücut ve çevre olaylarıyla da etkileşir ve bütünlük içinde çalışırlar. Belli yerlerdeki sinir hücresi grupları, belli yerlerdeki başka gruplarla ilişki alindedir ve bu ilişkiler de ihtiyaca ve bireye göre oldukça değişkenlik gösterir.
Beynin ve sinir sisteminin işleyişi, yakın zamanlara kadar, basit elektrik devrelerine benzetilerek açıklanmaya çalışılmıştı. Bu anlayışa göre, karmaşık da olsa, sinir sistemi (ve tabii tüm biyolojik sistemler), anlaşılabilir ve laboratuarda tekrarlanabilir, üretilebilir bileşenlerden oluşmaktadır. Hatta, bazı gruplar bu anlayışı birkaç adım daha ileriye götürerek, sinir siteminin aslında karmaşık bir elektrik devresinden ibaret olduğunu ve üzerinde yeterli miktarda çalışılarak, insan beynine benzer bir makine yapılabileceğini bile söylemişlerdir. Yani, düşünen, karar veren, sevinen, üzülen, kıskanan, hisseden ve hatta yeri geldiğinde cinnet bile geçirebilen bir makine olmalıdır bu. İşin garibi, bu fikir ortaya atıldıktan bu güne kadar, bunun nasıl başarılacağı konusunda kimsenin en ufak bir fikrinin bile bulunmaması...
Büyük bilimci Einstein'e atfedilen bir söz vardır: "Bilim olabildiğince basit olmalıdır, ama asla daha basit değil..." Yani, bazı süreç ve olguları olduklarından daha basit görmek ve küçümsemek, bilimsel anlamda bizi hiçbir yere götürmez. Unutmayalım ki, sadece bildiğimiz oranda anlayabiliriz ve, bu gün bildiklerimizin, tüm evrendeki bilgi miktarı yanında bir hiç olduğunu akl-ı selim sahibi tüm insanlar teslim edecektir. O zaman, her hipotez için en az iki kez düşünmek durumundayız demektir.
Bu kısa girişten sonra, şimdi de sinir sisteminin işlevlerine bu işlevelrin sonuçlarına ve bildiğimiz kadarıyla bu işlevler konusunda bizim neler yapabileceğimizi tartışabiliriz...

ALGI
Algı, tartışılması ilginç bir konudur. Yaşadığımız çevreyi ve bu çevrenin bileşenlerini, ve hatta kendimizi nasıl algıladığımız, derin olarak düşünüldüğünde kafa karıştırıcı bir konudur. Şimdi anlatacağım şeyleri belki başka yerlerden de parçalar halinde duymuş olabilirsiniz ama, hepsini bir arada inceleyip, derinlemesine bir fikir jimnastiği yapmak ilginç olacaktır düşüncesindeyim.

Bu günkü (ve hatta uzun süreden beri var olan) görüşlerimize ve bilgilerimize göre, beyin, algının en üst değerlendirme merkezidir. Bu işi yamak için, çevreden gelen uyarılara ihtiyacı vardır. Uyarıları çevreden veya vücudun içinden alan duyu algaçları, bu duyuları elektriksel sinyaller halinde beyine gönderir. Beyin de bu aldığı elektriksel uyarıları -bu gün bile nasıl olduğunu tam olarak anlayamadığımız bir mekanizmalar ağı ile- değerlendirerek, o uyaranın "ne demek" olduğunu belirler ve ona verilecek tepkileri başlatır.
Az önce bahsettiğimiz "duyu algaçları" çeşitlidir. Örneğin, etrafımızdaki ışık saçan veya yansıtan cisimleri "göz" dediğimiz algaç vasıtasıyla algılarız. Aynı şekilde, kulak, seslerin; deri algaçları dokunma, ağrı, ısı vb. gibi uyarıların; vücut içindeki yüzlerce değişik tipteki algaç, açlık, susuzluk, ağrı ve hatta moral durumu, sinirlilik, sevgi vb gibi karmaşık duyguların, dildeki algaçlar tadın ve burundakiler de koku duyusunun, değerlendirilmek üzere vücuda girip, beyine gönderildiği kapılardır. İşin ilginç yanı da burada ortaya çıkar. Şimdi bunları nasıl algıladığımıza bir bakalım...
Biyoloji ve tıp kitaplarında bulabileceğiniz açıklamalar ne kadar da basittir! Örneğin, gözden girip, beynin arka bölgesine giden uyarılar, görmemizi sağlar. Bu ifadede ilk bakışta pek bir sorun gözükmüyor. Okuyorsunuz ve "vay be, adamlar her şeyi çözmüş" diyebiliyorsunuz. Peki ya insan beynine yakışan bir tarzda düşünürsek ne olur?
Gözü ele alalım. Siz de bu arada diğer duyuları düşünebilirsiniz. Göze giren ışık, gözün retina tabakasına çarpar ve burada, çok ama çok karmaşık bir sistemle çalışan algaç hücrelerinde, bu ışık enerjisi, elektriğe dönüştürülür. Neden? Çünkü beyin sadece elektrik sinyallerini yorumlayabilir de ondan. Daha sonra gözdeki sinir hücrelerinden çıkan aksonlar (taşıyıcı uzantılar veya elektrik kabloları), beyinin arka (oksipital) bölgesine giderler. Burası beynin görme ile ilgili alanlarını içerir. İşte buraya bir elektriksel uyarı verilirse veya doğal kablolar yoluyla az önce belirttiğimiz yoldan bir uyarı gelirse, bu uyarı, geliş yeri ve geliş sıklığına göre, "görme uyaranı" olarak yorumlanır. Yani kısaca, bu elektrik nereye gelirse, o alanın görevine göre yorumlanır. Bir benzetme yapmak gerekirse, bu, herhangi bir insanı Türkiye'de iken Türk, Amerika'da iken Amerikalı ve Uganda'da ise Ugandalı olarak değerlendirilen bir bilgisayarın durumuna benzer. Çünkü bu bilgisayarın tek bildiği şudur: Bir insan neredeyse oralıdır. İşte beyin de kabaca bu şekilde programlanmış bir süper bilgisayar olarak düşünülebilir. Deneysel olarak, görme alanlarına elektrik verirseniz, beyninin o alanına elektrik verilen kişi gerçek anlamda bir ışık veya bir başka şey "görür". Ama aynı elektriği alıp bu kez duymayla ilgili bölgeye verirseniz, bu kez kişi "ses duyacaktır". Aynı şekilde, aynı elektrik nereye verilirse, o bölgenin fonksiyonuyla ilgili bir yorum yapılır. Şimdilik bu kısmı aklınızın bir köşesinde tutun, çünkü az sonra buna yeniden döneceğiz.

İkinci bir konu algıladığımız şeyin ayrıntılarını nasıl algıladığımızdır. Bu daha da karmaşık bir mekanizma gerektirir. Örneğin, ışık uyaranı ilgili bölgeye geldi gelmesine ama, bu görülen şey nedir? Hareketli midir? Büyüklüğü, uzaklığı, yapısı, dokusu, yönelimi nasıldır? Besin midir değil midir? Bu görülen görüntüye nasıl bir tepki verilecektir? İşte bu ve bunun gibi daha bir çok özellik, yine beyin tarafından tayin edilir. Bunun için ise, beyinde ilişkilendirme alanları ve ikincil, üçüncül vb. alanlar denen alanlar bulunur. Her türlü duyu için bunlar geçerlidir. İşte görme örneğinde, gelen elektriksel görme uyarısı, ana görme merkezine geldikten hemen sonra, bu yardımcı alanlara gönderilir. Buralardaki karmaşık sinir hücresi bağlantıları, akıl almaz bir hız ve karmaşıklıkla, gelen bilgiyi daha önceki bilgilerle, ve diğer duyularla karşılaştırır ve saniyenin milyonluk kesirleri içerisinde bir karara varır. Bu karşılaştırma işleminin nasıl olduğu ise hala bir sır. Örneğin, dışarıdan elektrik vererek, kabaca duyuları taklit edebileceğimizi biliyoruz. Fakat ne kadar ince bir elektrik akımı verirsek verelim, kişiye, sözgelimi annesinin veya bir sandalyenin görüntüsünü gösteremeyiz. Şu an yapabildiklerimiz sadece kaba ışık patlamaları olacaktır.
Algıyla ilgili son bir konu daha var ki, biraz felsefe kokan ve ilk duyuşta kavranması biraz zor olan bir mesele. Ama belki de, kavrandığı anda, insanın her şeye bakışını da değiştirebilecek kadar ilginç bir konu bu. Olabildiğince kısa bir biçimde bu konuya göz atalım:
Gene görme örneğini ele alalım. Göze giren ışık, gözden beyine bir elektrik sinyalinin gitmesine sebep olur ve bu sinyal, görme merkezine giden kablolarla taşındığı için, görüntü olarak yorumlanır. Bir sandalyeye bakalım. Bu sandalyeden yansıyan ışık, gözümüze girip, elektrik halinde beynin ilgili bölgesine ulaştıktan sonra, beyin bu uyarıyla ilgili tüm işlemleri yapar ve o uyaranın bir sandalye görüntüsü olduğuna karar verir. Ya da aynı şekilde, yüksek bir tepeden bir ovayı seyrederken, görüntüler yine beynimiz tarafından anlamlandırılıp yorumlanır. Şimdi de, baktığımız nesne veya manzarayı bir kenara bırakıp, beynin içinde olanlara bakalım. Bir elektrik sinyali geliyor, değerlendiriliyor ve bunun bir görüntü olduğuna karar veriliyor. Dışarıdaki görüntüyü bir an unutursak, beynin bunu nasıl yaptığı konusunda hayrete düşmememiz imkansızdır. Sadece sırayla gelen elektrik sinyallerinden, yemyeşil bir ova görüntüsünü üretebilmeyi, tamamen karanlık bir muhafaza içinde bulunan beyin nasıl becerebilir? Evet, beyine hiçbir şekilde ışık ulaşmaz, çünkü kat kat zarlarla paketlenmiş olarak, kafatasının içinde bulunan bir organdır beyin. Peki nasıl olur da beyin ışık "görür"? Az sonra... :-)

Haydi, düşünce gücümüzü biraz daha zorlayarak, hayali bir deney yapalım. Bu deneyde, gözden gelen sinir kablolarını gittikleri yerden çıkarıp, örneğin duyma ile ilgili beyin bölgesine bağlayalım. Ne olur? Evet, tahmin edileceği gibi, bir ovaya bakarken, görüntü yerine sesler duyarız. Kulaktan gelen kabloları da görme merkezine bağlarsak, artık rahatlıkla, konuşmaların rengini ve şeklini görüp, manzaranın sesini duyabiliriz.
Nasıl? Bence karmaşık. Buraya kadar bahsettiğim şeyler benim görüşlerim değil, sadece modern sinir bilimlerinin söyledikleri; yani bilimsel veriler. Buradan çıkarılabilecek bazı sonuçlar da mevcut. Hem de bu sonuçlar, yenilir yutulur türden değil. Bu sonuçları çıkarmadan önce, dünyanın algıladığımız kısmının ne kadar dar olduğunu tekrar hatırlatmak istiyorum. Gözle görünür halde olan ışık, sadece 450-700 nanometre (milimetrenin miyarda biri) dalga boyuna sahip ışınların arasında yer alanlardır. Halbuki, dalgalar, teorik olarak sıfırdan, kilometrelerce dalga boyuna sahip radyo dalgalarına kadar değişen bir aralıkta dağılmıştır. Yine duyabildiğimiz sesler, 10-10000 Hz (bir saniyedeki döngü sayısı) arasında yer alırken, bundan çok daha farklı frekanslara sahip sesler bulunmaktadır. Her duyu için bu daracık aralıklar geçerlidir. Acaba, kızılötesi ışınları da görebilseydik, o zaman bir çiçeğe baktığımızda nasıl bir görüntü algılardık? Bunu kimse bilemez. Yani, gerçek dünya ve evren, şu anki kısır algılama araçlarımızla algıladığımızdan çok daha farklı bir yer. Ama nasıl bir yer? Açıkçası, benim bu konuda herhangi bir fikrim yok...

Artık tartıştıklarımızdan bir sonuç çıkarabiliriz. Algı dediğimiz şey büyük oranda bir yanılgıdan ibarettir. Evreni gözlemleyen bir yaratık olarak, algı araçlarımızın kısıtlılığı nedeniyle, gerçek evrenin çok ilişkisiz bir temsilini seyretmek zorunda kalıyoruz. Hiçbir şey aslında (gerçekte) gördüğümüz, duyduğumuz, bildiğimiz, tattığımız, kokladığımız, anladığımız veya dokunduğumuzda hissettiğimiz gibi değil. İşin kötü yanı, görmediğimizi hayal edememe özelliğimizden dolayı, gerçekte bunların nasıl oldukları konusunda da bir fikir yürütemiyoruz. Bir ovayı seyrettiğimizi zannettiğimiz zaman, aslında, o ovadan kaynaklanan veya ondan yansıyan, algılama aralığımız içindeki uyaranların beynimiz içinde oluşturduğu, ovanın "gerçek haliyle" çok zayıfça ilgili bir görüntüyü seyrediyor ve onu algılıyoruz. Demek ki, aslında var sandığımız hiçbir şey, o haliyle var değil. Eski çağlarda, "aslında hiçbir şey gerçek değildir" diyen filozoflar tamamen haksız mıydı acaba?
Kısacası, dışarıda gördüğümüzü (duyduğumuzu, dokunduğumuzu vb.) sandığımız herhangi bir nesne, aslında sadece bizim içimizde bir yorum. Yani tepesinde durduğumuz tepe, aslında belki de beynimizin bir oyunu. Nasıl ki sinemada bir film seyrederken, hızla birbiri ardına gelen hareketsiz görüntüleri beynimizle birleştirip, şuursuz olarak hareket görüyorsak, benzer bir yanılsama burada da geçerli. Kabullenmesi zor ama, gerçek bu. En azından gerçeğin bir kısmı.

GERÇEKLİK
Modern fizik okumayı gerçekten çok severim. Fizikçi olmadığım ve yarısından çoğunu anlamadığım halde, teorik fizik ve de özellikle kuantum fiziği yazılarını okumak bana büyük bir haz verir. Bunun bir sebebi de, sanıyorum, "aptal akılcılar" tarafından senelerce küçümsenip, akıllı insanların dikkatlerinden kaçırılan kimi gerçeklere işaret etmesi. Artık, madde ve enerji denen olguların, aynı yapının ayrılmaz parçaları olduğunu ve aralarında dönüşümler bulunduğunu biliyoruz. Madde ve enerji gibi bir ayrım artık teorik düzeyde yok. Her şey birbiri ile bağlı ve devamlı. Enerji ve madde sürekli birbirine dönüşüyor. Ayrı ayrı tanımlayıp algılamaya alıştığımız ve isimler verdiğimiz tüm öğeler, aslında tek bir gerçeğin, bize görünen farklı yansımaları. Ama bunlar, gerçekle karşılaştırıldığında, son derece küçük ve anlamsız temsil ve yansımalar. Bunları artık mistikler ve din kitapları değil, 20. Yüzyılın sonunda fizikçiler söylüyor. Yani, neredeyse modern bir tapınak haline gelmiş olan bilim, geleneksel yöntem ve anlayışlarının kendisine yetmediğini, kendi kendine itiraf etmek zorunda kalıyor.
Bilimsel bilginin temeli deney ve gözlemdir. Gözlem, doğadaki hadiseleri olduğu gibi inceleyip, bu oluşlardan bir sonuç çıkarmaktır. Deney ise, doğanın bir parçasını laboratuara taşır. İlgilendiği hadise üzerine etkisi olabileceği düşünülen etkenlerle oynayıp onları değiştirmeye çalışarak, gerçek olayları değişik şartlar altında sınayan bilim adamı, deneyden elde ettiği verilerle, gerçek evrenin kuralları konusunda bir yoruma varmaya çabalar. Benim bile hatırlayabildiğim yakın bir zamana kadar (ve hatta yer yer bu gün bile), bu anlayışla yürüyen pozitif bilim, adeta tek gerçek bilgi kaynağı olarak kabul edilmekte ve her şeyi ama her şeyi açıklayabilecek bir araç olarak algılanmaktaydı. Bilimciler böyle düşünmekte tamamen haksız da değillerdi. Öyle ya, birkaç yüzyıldır, batıdaki kilise egemenliğinden kurtulan hür insan aklının tamamen hür bir biçimde ürettiği bilimsel bilgi, bir çok sorunu çözmüş ve bilinmezlerin büyük bir kısmını bilinir yaparak, bir çok fayda sağlamıştır. Bu gün iki yıllık yolu 2-3 saatte kat edebiliyorsak, bu modern bilimin verileri sayesinde olmuştur. Ama, çok gelişmiş ve modern bir elektrikli süpürgenin, sırf çok gelişmiş bir elektrikli süpürge olduğu için, mutfakta yemek pişirirken bile kullanılmaya kalkışılması gibi bir işte karşılaşılacak olan kaçınılmaz hüsrana benzer bir şekilde, pozitif bilimin de yeteneklerini abartan insanoğlu, bir süre sonra, kendisinin bina ettiği dar bir hücrenin duvarları arasında sıkışıp kaldı. Elbette, bilim insanoğlunun etkinliklerinin en iyilerinden biriydi ama, klasik anlayışlar, sıradan yöntemler artık fayda etmemeye başladı. Newton neredeyse bir fizik peygamberi iken, bu gün doğru ve yanlışları ile bilim tarihindeki yerine oturmuştur. Aynı akıbet, Darwin, Maxwell, Bohr, Einstein, Hawking ve diğer tüm bilimciler için de kaçınılmazdır. Eğer kullandığımız araç insan aklı ise, yanılmaya mahkumuz...
Az önce bahsettiğimiz algı konusuna geri dönelim ve bunu, şimdiki bilim tartışmamız ile birleştirmeye çalışalım. Algılarımızın sınırlı olduğunu biliyoruz. Hatta sınırlı kelimesi, bizim sınırlarımızı anlatmak için hiç de yeterli değil. Tüm duyularımız ve yapay araçlarımızla bile, evrenin çok ama çok soluk, binlerce perdeden geçen bir hayaliyle meşgul durumdayız. Ama, bu evrenin çok güzel bir özelliği var. Ne kadar küçük bir parça veya temsil üzerinde çalışılırsa çalışılsın, gerçeğe ulaşma şansı her zaman var. Çünkü yaşadığımız evren -modern fiziğin bize ima ettiği şekliyle- birbiri içinde girişken bir yapıda. Yani en küçük parçadan, atom altı düzeylerden, tüm gerçekliği seyretme imkanına sahibiz. Yeter ki uygun bir anlayış tarzı ile bakmasını bilelim.
Bana oldukça saçma gelen bir nokta, algılarımızın bu kadar sınırlı olduğunu ortaya koyan modern bilimin, yine bu algıların ve maddesel gözlemlerin sonucunda elde edilen sonuçları değişmez gerçekler olduğunu iddia edebilmesi. Gerçi bunu bilim değil, bazı "bilimci"ler yapıyor ama, biz genel konuşalım. Bu nasıl bir çelişki? Peki bunu kimse fark etmiyor mu? Elbette fark ediyor ama, başka sebepler de var.

İnsanoğlu eskiden beri bilinmeyenden kokmuş. Hala da korkmakta. İnanmayan, Hollywood yapımı korku filmlerinin konularına bir göz atabilir. Çoğu korku filmi, bilmediğimiz, hakkında hiçbir fikrimizin olmadığı (yani modern bilimin bize hiçbir şey söyleyemediği) konulardan kaynak alır: Cinler, periler, hortlaklar, dış dünyalı yaratıklar, şeytanlar, akıl hastaları (evet, akıl hastalıklarının bir çoğu da bilinmezler arasındadır) vb... Bu konulardan yola çıkılıp korku filmleri yapılıyor, çünkü insanlar bunlar hakkında bir şey bilmediklerinden dolayı korkuyorlar. Özellikle, materyalist bilim anlayışı tüm eğitim (veya şartlandırma) basamaklarına sinmiş olan batı toplumunun bireylerinin, bu tip konulardan ödü patlar! Doğu toplumları ise kendilerine göre bu konulara karşı bağışık olduklarından ve her zaman ister istemez metafizik düşünce tarzıyla yoğrulmuş bir yaşamı yaşadıklarından, bu konulardaki korkuları daha azdır. Bu yüzden, örneğin ülkemizdeki sinemalarda oynayan yabancı korku filmleri genellikle büyük şehirlerde rağbet görür. Kırsal kesim insanlarını cezbetmez bu konular. Peki bunun konumuzla alakası ne? İşte bilinmezin verdiği bu korku, üç temel şekilde altedilebilmektedir. Birincisi, veya daha eski olanı, "ötelere" inanmaktır. Aşkın varlık veya varlıklara inanıp, bilinmeyen her şeyi kayıtsız şartsız onların tasarrufuna vermek, insanoğlunu rahatlatan bir yoldur. Sebebi sorgulanamaz çünkü, kaynak zaten aşkındır. Var olan duyu algı ve bilgiler onun anlaşılmasında yetersiz kalır. Bunun isbatı veya çürütülmesi de söz konusu değildir, çünkü bu kabul dogmatiktir, öyle olduğu kabul edilir ve bu toplulukları ve fertleri rahatlatır.
İkinci çözüm, temelde, az önce bahsettiğim birinci çözüme tepki olarak ortaya atılmış bir çözümdür. Bu anlayışa göre, bilinmeyen her şey, henüz anlaşılamamış, ama akılla çözümlenebilir bileşenlerden oluşan olaylardır. Yani, anlayamayacağiımız hiç bir şey yoktur, sadece "henüz çözemediklerimi" vardır. İşte özetle bu ifade, yakın zamana kadar kayıtsız şartsız saltanat sürmüş olan, katı-akılcı, pozitif bilimcilik anlayışının da temelini oluşturur. Gerçi biraz paradokslara meraklı okuyucular, bu ifadenin altında yatan paradoksu hemen göreceklerdir. Bilinmeyen şeylerin "bir gün bilinebileceği" düşüncesi tamamen dogmatiktir ve hiç bir bilimsel kanıtla temellendirilemez. Daha önce bilinmeyen kategorisinde yer alan olayların, akılcılıkla bilinir hale getirilmiş olduğunu düşünsek bile, bu durumun her şeyi kapsayacağını kabul etmenin, aynen birinci çözümde olduğu gibi tamamen dogmatik ve rahatlatma amacına yönelik bir kabulden başka bir şey olmadığı ortadadır. Kısaca söylemek gerekirse, çoğunluğu, birinci çözümü doğrudan "ilkellik" olarak niteleyenlerden oluşan bu ikinci çözüm savunucularının çözümleri de en az o kadar dogmatik ve bilimsel anlamda geçersizdir.
Ama hepsi bu kadar değil elbette ki. Bir üçüncü çözüm daha var. Fakat bu çözümü görebilmek için, insanın kendi yapısında var olmayan, kendi biyolojik varlığıyla bağdaşmayan suni korkulardan, onun olmayan amaçlardan ve garip, altı boş arayışlardan kurtulmak, yani gelişkin bir düşünce yapısına sahip olmak gerekli. Yukarıdaki çözümlerin ne kadar temelsiz olduklarını bir kez daha düşünüp, modern bilimsel bilginin ışığında, insanın elindeki cihazlarla neleri yapıp neleri yapamayacağını düşünmek, aslında akıllı bir insanı, doğrudan bu üçüncü çözüme götürebilir. Ben kendimce bulduğum bu çözümü şu şekilde ifade edebilirim. "Her şeyi kendi gerçeği ile anlamanın sırrı, anlamaya çalışanın kendi sınırlarını bilmesinden geçer". Evet, algının sınırlılığı, korunma ihtiyacı gibi konulardan sonra vardığımız nokta burası. Algıları sınırlı, anlayışı bağımlı ve bilgi kaynakları değişken olan insanoğlunun, itiraf etmeye çoğu zaman çekinse de, kolayca fark edebileceği bir durumu var. O da "aciz" olması. Sınırlı bir yaratık olarak, yapamayacağı şeylerin mevcut olduğunun bilincine varması hiç de zor değil.

Bu üç çözümden birini tercih etmek durumunda değiliz elbette ki. Herhangi birisi de, bunların üçünün dışında bir rol önerebilir benliğine. Örneğin, "adam sen de, sana ne? Seyret televoleni, hafta sonlarında gazetelerin verdiği sosyete eklerine bakarak salya bezlerini çalıştır, kim daha yüksek sesle bağırırsa ona inan, devlet babaya güven, gazetenin önce spor sayfasına bak, dayağın cennetten çıkma olduğunu aklından çıkarma, sanatı aşağıla, okuma ama televizyonu da ihmal etme, vs, vs..". Eğer Türkiye Cumhuriyeti sokaklarında gezerseniz, entel barlarda bir iki muhabbete şahit olursanız, bir kaç yeni dönem Türk filmi seyreder de yeni sorunlarımıza daha yakından vakıf olursanız, gazete bayileri önündeki beleş kuyruklarına daha dikkatli bakarsanız ve en çok satan gazetenin hangi marifetiyle en çok sattığına dikkat ederseniz, maça gider de oynanan karşılaşma yerine tribünleri seyrederseniz, televizyonunuzu açarsanız, Reha Muhtar'lar ile tanışırsanız ve de en son TBMM'ni bir dolaşırsanız, hem bu tip alternatif çözümlerin bir sürüsüyle rahat rahat tanışır, hem de bir yerlerde otururken yanınızdakine "noolcak bu memleketin hali" diye sormaktan kurtulmuş olursunuz.
Kısacası, bilim toplumu olmak ya da olmamak.... İşte esas sorun burada yatıyor. Sorgulayan, anlayan ve kendini bilen fertlerden oluşan bir toplum, elbette ki yetmiş küsür yıl aynı yüzler tarafından yönetilmeyi kabul etmez. Böyle bir toplum elbette ki haber bülteni çığırtkanlarının patrondan yazılı repliklerine göre hayat felsefesi düzmez. Ve elbette ki ancak ve ancak böyle bir toplum, 21. yüzyılda kendi başına karar verebilecek bir düzeye gelir. İşte tüm bunların anahtarı da, kanımca, fertlerin kendini anlamasından geçer. Zor bir şey önerdiğimin farkındayım ama, inanın, bir kez tadıldığı zaman kesinlikle başka lezzete yer bırakmayan bir lezzettir bu. Kendini bilmenin lezzeti. Yunus'un anlattığı, tarihimizin yakından bildiği ama her nasılsa bizim unuttuğumuz bir lezzet. Şimdi bu lezzetin tarifi burada biraz değişik belki ama, herkes kendi tarifini yapmakta özgür, öyle değil mi?

DUYGULAR
Duygular, her gün ve her an iç içe yaşadığımız, çeşitlerine isimler verdiğimiz ve onlarsız insan olamayacağımız bir takım kavramlar. Sevgi, öfke, aşk, nefret, kıskançlık, intikam ve daha ayırdına varamadığımız niceleri. Bilim yapan veya entellektüel düşünmeye çalışan insanlar, duygular konusunda da çağımıza özgü bir paradoks yaşamaya mahkümdurlar. Duyguların genellikle nesnel tabanları yoktur. Örneğin, aşk için canını vermek, hiç bir mantıksal temelle bağdaşmaz. Ama, insanın doğasında bu ve buna benzer bir dizi garip özellikler vardır. Sorun bunların kaynağının nesnel veya mantıksal olmaması da değildir aslında. Sorun, bunlarsız olamayan insanoğlunun, evreni bunlar olmadan, sadece akılla anlamaya çalışmasıdır. Neden mi?
Akıl, elimizdeki araçlardan sadece bir tanesidir. Veya en azından şimdilik öyle düşünelim. Akıl, mevcut verilerden hareketle, bir takım sonuçlar çıkarmaya çalışır. Genellikle nedenselliğe, yani neden sonuç ilişkisine göre çalışmaya şartlanmıştır. Genel bir akıl çalışma şeması, mantık derslerinde gördüğümüz önermelerin tümünü sınayabilecek bir takım sorgulama devreleri içerir. Akıla göre "şu şudur, bu budur, öyleyse şu da bu olmalıdır" şeklinde bir mantık işler. Sonuca gitmek için tek araç, değişik yollardan toplanan verilerdir. Bu verileri toplama yollarının ne derece güvenilir olduğundan da yukarıda bahsetmiştim. İşte akıl, (biraz abartmış da olsam) yetenekleri bu kadar olan bir araçtır (burada dikkat: akıl olmadan hiç bir şeyi anlamak mümkün olmaz, yani akılı da yadsımak mümkün değildir, ama sınırlarını bilirsek).
Şimdi, sağ elimizi kaldırıp bakalım. Anatomik yapısı el'den beklediğimiz tüm işlevleri yerine getirebilecek bir tarzdadır. Tutma, kavrama, yazma, sayfa çevirme vs. Ayrıca bildiğimiz gibi, alet yapabilmesi ve kullanabilmesi açısından, insana diğer hayvanlara göre önemli bir üstünlük sağlayan da bir organdır el. Ama el sadece bu işe yarar. Midenizdeki yiyecekleri sindirmek için elinizi kullanamazsınız. Bunun için, midede asit salgılayan mide hücrelerine ihtiyacınız var. Bunun yanında, sadece insana değil, hangi canlıya bakarsanız bakın, vücudundaki her eleman ayrı bir iş görür. Gereksiz bir parça bulunmaz (apendiks falan diyen arkadaşlar varsa, histoloji ve immünoloji kitaplarını karıştırmalarını öneririm). Zaten, vücutta lüzumsuz bir parça bulunması, bu günkü biyoloji bilimi ile çelişir. Pekala, bunların konumuzla ne alakası var?

İnsan sadece, eli, ayağı, midesi, beyni vb. olan bir canlı değil. Hisleri de var. Ne kadar anlaşılmaz ve ne kadar karmaşık olursa olsun, göz ardı edilemeyecek kadar etkili araçlardır duygular. Fakat, onalrın ne işe yaradıkları da düşünülmeli. Öyle ya, aşk diye bir duygu, yeri geldiğinde, organizmanın sağlığını ve hayatını tehlikeye düşürecek bir hal alıyorsa, burada bir mantıksızlık var demektir. Acaba bunlar, daha kompleks bir anlayış düzeyinin düşük seviyeli izdüşümleri olamaz mı? Yani bunlar, göründüklerinden başka işlere de yarıyor olabilirler mi?
Özellikle batıda, yeni bilimsel verilerin ve kuramsal fiziğin geldiği son noktalarda garip bir takım bulgular ortaya çıkaran bilimciler, bunlara anlam katabilmek adına, son 20-30 yıldır, değişik yollara baş vurmaya başladılar. Bunlardan bir tanesi de, geçmişin öğretilerine bir göz atmak oldu. Özellikle, 60'lı ve 70'li yıllar kavşağında yaşayan ve uzakdoğu inançlarının değişik uyarlamaları ile tanışarak yepyeni dünyalara adım atan gençler, ileriki yıllarda, elde ettikleri bulgularla eski felsefeleri arasında enteresan bazı benzerlikler farkettiler (bkz: Yeni Bir Düşünce; Fritjof Capra). Bu benzerlikler, özellikle derinleşildiğinde, insanı şaşırtıcı boyutlara ulaşabiliyordu. Eskiden büyülü sözler gibi duran kimi ifadeler, yeni bilimin bulguları ile çoğu kez bire bir örtüşen esrarlı tesbitler haline gelmeye başladı. İşin garibi, siklotronlarla, yüksek matematik denklemleriyle, süper bilgisayarlarla çalışan bu araştırıcılardan binlerce yıl önce ortaya atılmış bu verilerin tek kaynağı, -kaynaklardaki ifadeyle- meditasyon ve derin düşünce -bazen de ilham veya vahiy- idi. Örneğin Budizm, Taoizm gibi populer kültüre çoktan malolmuş öğretilerin, garip ve hatta hayrete düşürücü sözler söyledikleri ortaya çıktı. Bu sözlerin tümünün ortak olan bir noktası da şuydu ki, bunları söyleyenler, deney ve gözlemlerle değil, kendi içlerine dalarak gerçekleştirdikleri okuma, dinleme, meditasyon ve derin düşünceler sonucu geliştirdikleri "hisler" ile konuşmuşlardı. Zaten ilginç olan da buydu...
Amacım elbette ki, içsel fikir yoksunu batılı bilimciler gibi, doğu mitlerini büyütmek ve reklamlarını yapmak değil. Şöyle bir sonuç çıkarımı benim kulağıma daha hoş geliyor: Demek ki, insanı gerçek bilgiye yaklaştırmada, hislerin de bir fonksiyonu pekâla olabilir. Yani, bilgi alımında, bir başka kaynağın, başka boyutların varlığının işaretlerinin de sezilmesi gerektiği düşüncesi...


Dr. Sinan Canan Şubat 1999


_PaPiLLoN_ 18 Haziran 2008 14:35

Eğitimde Korkunun İzi

Korku: “ Bir tehlike veya tehlikenin olabileceği durum karşısında duyulan kaygı ...”

Dünya değişiyor,bütün değerler de revizyondan geçiyor. Çoğu kişi, 21. yüzyılı ‘Bilginin altın çağı’ olarak tanımlıyor. Peki kendimizi pek sık kıyasladığımız gelişmiş batı toplumları bu çağa ayak uydurmak için eğitim reformları yaparken, biz yeterli sayıda öğretmen ile yeterli sayıda öğrenciye ulaşıp onlara kaliteli eğitim verebiliyor muyuz?

Bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi eğitimde korkutmanın ve bastırmanın etkileri çocuklarda negatif etkiler yaratıp bazen de kronik hale gelmesine sebep olur. Dünya değişip ileri teknolojilerini eğitime yansıtırken, öğrenci merkezli eğitim yapıp araştırmacı-deneysel eğitim programları uygularken bizim eğitimcilerimizden baskısız, düşünmeye ve soru sormaya motive eden, iletişim kanalları açık olan bir eğitim sistemi istememiz herhalde çok fazla olmayacaktır.

Eğitim sadece gelişen çağa ayak uydurmak için değil, aynı zamanda insanın kendini gerçekleştirme dürtüsünü tatmin için de çok önemli bir araçtır. A. Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisine göre; basit fizyolojik ihtiyaçlarımızı karşıladıktan sonra piramidin en tepesinde kendini topluma kabul ettirme ve sevdirme yer alır. Bu da ancak iyi bir eğitim sonucu oluşan kendine güven ile oluşur.

Bunların yanı sıra yaşadığımız çevre ve aldığımız eğitim bizi biz yapan yapı taşlarıdır. Örneğin Gothe, kişiliği bilgilenme ve koşulların oluşturduğunu söyler. İnsan duyguları birçok kez bu etkilerin sonucunda şekillenir.
Eğitimin bütün bu etkilerini belirttikten sonra, gerçek ve kaliteli bir eğitimin nasıl olması, çocuğa ne kazandıracağı aksi takdirde onlardan neleri alıp götüreceğine bakacak olursak; eğitimdeki en büyük engelin korku olduğunu görürüz. Çocuk annesinden veya alışıp güvendiği ortamından ilk defa ciddi anlamda uzaklaşıp yepyeni bir dünyaya adım atmaktadır. Aynı güven bağını kurabileceği bir yetişkin arar, bu çoğu kez sınıf öğretmeni olur. Ona sevgi ve şefkat ile yaklaşan öğretmenini benimser ve sosyalleşmeye başlar. Aksi olan bir durumu düşünürsek, örneğin sıkça bağıran hatta arada fiziksel şiddet gösteren bir öğretmen ile herhangi bir duygusal bağ kurması mümkün olmayacaktır.Bunun sonucunda da okula gitmede isteksizlik veya motivasyon kaybı gibi problemler ortaya çıkacaktır. Herzberg’in motivasyon teorisine göre başarı takdir edilme, ilerleme ve yükselme imkanları motivasyon faktörleridir. Bu faktörler ile bireylerin çalışma isteği ve başarı arzusu artar. Bazı eğitimcilerin yarattığı bir diğer önemli konu da bir takım özel durumları olan çocukların üzerindeki psikolojik etkilerdir.Örneğin, öğrenme bozukluğu olan bir çocuğu ele alalım. Zaten, kendini başarısız gördüğü okulda birde durmadan bağıran bir öğretmeninin olması güvenini daha da çok kıracak, hiçbir şeyi tam olarak yapamayacağı düşüncesi ile ya tamamen derslerinden kopacak ya da sıkça gördüğümüz içine kapanık bir yapı sergileyecektir.

Eğitimin bir diğer yüzü de aile içi eğitim değil midir? Hepimiz doğumdan itibaren dış dünya ile yoğun bir ilişki içine girip onu anlamaya çalışırız. Bu büyük turda bize en büyük rehberliği anne ve babalarımız yapar. Mizacımız yani doğuştan gelen, gen gibi özelliklerimiz ile oluşurken, karakterimiz öğrenme ile şekillenir. Buradan da anlaşılacağı gibi başta ailemizden öğrendiklerimiz daha sonra da toplumun bize kattıkları ile birbirimizden farklılaşır ve kimseye benzemeyen kişiliğimizi oluşuruz. Bütün bu öğrenme sürecinde çocuğu sindirip, bastırmak hayata dair olan öğrenme tutkusunun sekteye uğrayacağından, kendisini geliştirmede eksik ve yetersiz kalacaktır.

Disiplinin, çocuk yetiştirmedeki en temel unsurlardan biri olduğu bugün herkes tarafından bilinmekte. Fakat bunu yaparken anne ve babaların dikkatli olması gereken nokta, onları baskı ve yoğun bir kontrolün altına alacak, özbenliklerini veya kendilerine olan saygılarını zedeleyecek hareketler yapmamaktır. Onlara belirli kuralları baskı, bağırma,hakaret veya fiziksel şiddet olmadan da bir sistem içinde verebiliriz. Eğer anne ve babalar kendine yetebilen, sorumluluk sahibi ve özgür düşünebilen bireyler yetiştirmek istiyorlarsa korkutma ve sindirme yerine motive edici hareketler, çocuklarının pozitif taraflarını destekleyen tutumlar sergilemelidirler. Bütün bunlara bakarak disipilini çok dikkatli kullanılması gereken bir araç olarak görmek gerekir. Çünkü verdiğiniz eğitim ve güven onun hayatının ileri safhalarında karşılaşacağı güçlükleri aşmada çok önemli bir rol oynayacaktır.

Onu eğitirken, vereceğiniz tepkilerin yaptığı yanlış veya uygunsuz davranışı için olduğunu aslında onu sevdiğinizi alt mesaj olarak belirtmede yarar vardır. Bu onları yaptıkları yanlışa odaklayıp, iç sorgulamalarını unutturacaktır.

Çocukları eğitirken, çok yaygın olarak kullanılan yöntemlerden biri fiziksel şiddettir. Etkilerinin fizikselden çok psikolojik olduğu, hatta bazı durumlarda ileri yaşlarda ortaya çıkan bir takım psikolojik kökenli rahatsızlıklara yol açtığı artık ispatlanmış bir gerçektir. Bunun yanı sıra aile içi eğitimde bir de sözle göz korkutmalar yaşanır. Örneğin; anne/babanın bu davranışı tekrarlarsa onu sevmeyeceklerini söylemesi, terk etme tehdidinde bulunması, gerçekleşmesi mümkün olmayan şeyler hakkında göz korkutması (Şimdi oraya gelip bacaklarını kırarım, polisler-çingeneler gelip alsın seni...), veya onu utandıracak veya küçük düşürecek cezaların verilmesi çocukta büyük reaksiyonlara sebep olabilir.

Bütün bunların sonucunda ileri yaşlarda kendine güveni olmayan, yaptığı şeyler için kendini sorgulayan, en kolay şeyler için bile çevredekilerden yardım isteyen,ürkek, huzursuz, hep yanlışı tekrarlayan doğruya hiç ulaşamadığını düşünen bireyler olacaklardır. Seligman’ın Öğrenilmiş Çaresizlik teorisine göre, kötü yaşam deneyimleri yaşayan insanlar artık çaresizliklerini öğrendikleri için, depresyon geçirirler. Ne yaparlarsa yapsınlar hiçbir şeyi kontrol edemediklerini düşünüp, hayatlarında kötü giden her şeyi içselleştirirler. Yaşam deneyimlerimiz de çocukluktan başladığına göre yeni yetişen neslin yaşamlarını kendi kontrolleri altına almalarını anne ve babalar sağlayacaktır.

Kısaca özetlemek gerekirse, artık değişen aile yapıları ve eğitim modelleri ile eğitimde göz korkutmanın yerini anlayış ve toleransın alması gerektiğini vurgulanmaktadır. Bunların, genç ve çocuk nüfusun oldukça fazla olduğu toplumumuza da yansımaları eminim ki çok geç olmayacaktır...

Merve SOYSAL


_PaPiLLoN_ 20 Haziran 2008 20:34

Başarılı İnsanların Sırları

Bazı insanlar kendilerinin ve başkalarının hayatlarında önemli ve olumlu gelişimler sağlarlar ve başarılı olarak kabul edilirler. Başarılı insanlar üzerinde yapılan araştırmalar, onların birçok ortak noktasının olduğunu ortaya koyuyor.

Öncelikle başarılı insanların yüksek bir özgüvene sahip olduğu belirlenmiş. Bir başka ifade ile başarılı insanlar kendilerine değer verir ve güvenirler. Bu özgüven onların yaratıcılık için gerekli olan heyecan ve cesarete sahip olmalarını sağlar. Dolayısıyla, özgüveni olan insanlar kendilerine ulaşılması güç hedefler koymaktan çekinmezler. Ardından da bu yüksek hedefe odaklanarak onu gerçekleştirme yönünde en büyük adımı atmış olurlar.

Başarılı insanların hayatta belirlenmiş kişisel hedefleri ve değerleri vardır. Hangi misyona hizmet ettiklerini iyi bilirler ve başarılı olduklarında dünyanın nasıl değişeceği konusunda bir vizyona sahiptirler. Kişisel hedefleri konusunda gerçekçi ve net beklentileri vardır. Bu hedeflere ulaşmak için stratejiler geliştirir ve bu stratejileri uygularlar. Bu stratejiler bireysel yetkinlikleri ve ilişkileri geliştirecek hedefleri ve zaman planlamasını kapsar.

Başarılı insanlar aynı zamanda kendi davranışları ve gelecekleri için sorumluluk üstlenirler. Sorumluluk üstlenen insan insiyatif alır, risk alır ve geleceği şekillendirecek adımları belirler ve atar. Bu yaklaşım onlara daha hızlı öğrenme fırsatı sağlar.

Bu insanlar geleceği gözlerinin önünde canlandırmak için özel çaba gösterirler. Hayal etmek, gerçekleştirmenin ilk adımıdır. Hayalleri gerçeğe dönüştürürken izlenen bir başka yol da bu hayalleri başkalarıyla paylaşmaktır. Sözlü ve/veya yazılı olarak hayallerini tekrarlayan insanlar, hem bu hayalleri daha netleştirmiş olurlar, hem de kendilerin toplum önünde hayalleri ile özdeşleştirerek kişisel sorumluluklarını pekiştirirler.

Başarılı insanlar yenilgileri kabullenip, onları aşma konusunda kararlılık gösterirler. Gerçeklerle yüzleşmeyi, başkalarının deneyimlerinden faydalanarak hataları önleyebilmeyi bilirler. Odaklandıkları hedef doğrultusunda ilerlemeyi gözleyip, davranışlarını değiştirmekten kaçınmazlar.

Başarılı insanlar kendileriyle barışıktırlar. Dolayısıyla, yaşamlarında yüksek düzeyde stres yoktur. Ruhsal ve bedensel olarak formda ve zindedirler. Bu, onların hedeflerine odaklanabilmelerini sağlar. Onlar, uzun vadeli hedeflere odaklanır, kısa vadeli kazançlar için uzun vadeli hedeflerinden vazgeçmezler. Zamanlarını etkili kullanırlar. Hedeflerini gerçekleştirmek için gerekli az sayıda ancak önemli adımlara odaklanırlar. Hedefleri doğrultusunda fedakarlık yapmaktan çekinmezler. Disiplin başarılı insanların ortak özelliklerindendir.

Başarılı insanlar sadece zihinsel zekalarıyla değil, aynı zamanda duygusal zekalarıyla da farklılık yaratırlar. İnsan ilişkilerine önem verirler. Olaylara karşıdakinin gözüyle bakabilirler. İnsanlara değer verir, onlarla karşılıklı kazan-kazan türünde ilişkiler kurmaya özen gösterirler. Beraber çalıştıkları insanlara heyecan verir, onlara yetki kullanacak geniş alan bırakırlar.

Başarılı insanların
en önemli özelliklerinden biri de kendilerini sürekli olarak geliştirme çabasında olmalarıdır. Her zaman yeni bilgilere açıktırlar. Her hatayı bir öğrenme fırsatı olarak görürler. Başkalarının deneyimlerine yakın ilgi gösterir, onlardan öğrenmeye çalışırlar.

Bu özellikler öğrenilebilir özelliklerdir. Dolayısıyla, gençlerimizi eğitirken bu özellikleri kazandırmaya da özen göstermeliyiz. Unutmamalıyız ki, “Ağaç yaşken eğilir.”

Dr. Yılmaz Argüden


_PaPiLLoN_ 21 Haziran 2008 16:42

BENCİLLİK Mİ YOKSA OTORİTEYE BİR İSYAN MI ?

Ülkemizde yaygın olarak görülen davranışlardan birisi de bazı değer yargılarından ve kurallardan günlük yaşamda kolayca vazgeçilebilmesidir. Bir çok örnek söylenebilecek olmasına karşın her gün trafikde yaşananlar en sık görülen ve en tipik örnekler olarak sayılabilir. Diğer yandan bu kişiler (aslında bu belki de hepimiz) ile konuşulduğunda ise çoğunun kurallara uyulmadığından yakındığı görülür.

İnsanların bir yandan yakındıklarını bir yandan da kendisine gelince hemen hiçbir rahatsızlık duymadan yapması ilk bakışta anlaşılması güç bir durum gibi görünmektedir. Bunları anlamaya çalışmada davranışın hangi bağlamda ortaya çıktığı ve kişinin o anda yaşadığı duygular anahtar rol oynayacak ögelerdir. Kişinin özümsediği bir kurala ya da değer yargısına hemen her konumda, her koşulda, her bağlamda uyması ve bunları çiğnemesi durumunda da utanç ya da suçluluk duygusu yaşaması beklenir.Yaşanan utanç ya da suçluluk duygusu ne kadar şiddetliyse kişinin gelecekte aynı davranışı yeniden göstermesi pek mümkün olmaz.

Toplumumuza bakıldığında ise sanki ortada “başkasının koyduğu ve kendisinin uyduğu” kurallar varmış gibi davranıldığı görülmektedir. Kurala uyulması için çoğu zaman kuralı uygulamak isteyen (belki de kuralı koyan olarak algılanan) otoritenin görünürde olması gerekmektedir. Diğer yandan kuralı çiğneyenin yaşadığı duyguya bakıldığında da kişinin daha çok başarı duygusu yaşadığı gözlenmektedir. Buradaki başarı duygusu bir rekabette kazanmanın verdiği hazza benzemektedir. Başkalarının hakkına saygı gösterme ve başkası ile eşduyum yapma kapasitesi felç olmuş gibidir. Böyle bir davranış biçiminin ortaya çıkıyor olmasının elbette bir çok nedeni olması gerekir. En kolay söylenebilecek olası nedenlerden birisi çocukların büyüklerinden bunu görüyor olmalarıdır. “Ne ekersen onu biçersin”in diğer yüzü “ne görürsen onu yaparsın”dır. Ekilen/görülen ya da biçilen/yapılan şudur: bazı kurallar vardır, ama bunlar her zaman esnetilebilir; kimi zaman da hiç uygulanmaz, hatta bazı özel durumlarda tersi bile yapılabilir. Sigara içme diyen ana-babanın kendisi içer. Beş dakika önce dedikodu konusunda nasihatlarda bulunan anne, eve gelen komşusuyla dedikodu anlatma yarışına girer. Kişinin yaptığına kendince bir gerekçe bulması bir başka nedendir. Kendince mantıklı bir neden bulunduğunda kolayca esnetilir kurallar ve değerler. Örneğin kural anlamsız / yersiz bulunur. “Buraya bu trafik ışığının konulmasının hiçbir anlamı yok” diye düşünen bir sürücü, kırmızı ışığa uymayacaktır elbette. Kuralları çiğnerken kendi mantığına göre kuralı çiğnemesine olanak tanıyan bahaneler ruhsal yapıdaki omnipotense ve narsisizme işaret etmektedir kanımca. "Bana bir şey olmaz", "benim gördüğüm en doğrusudur", “benim bildiğim en iyisidir” anlayışı bu görüşü desteklemektedir.

Toplumumuzda büyüklerin/otoritenin rolünün giderek değişmekte olması da bu davranışı etkileyen başka bir etmen olsa gerek. Aile içinde otorite konumundaki kişilerin (büyükbaba, baba vs) aile içindeki erkinin giderek zayıfladığı görülmektedir. İşyerlerinde de kıdemli ya da yaşça büyük olma giderek üst olmak için yeterli olmaktan çıkmaktadır. Değişen ekonomik ilişkiler giderek bireyselleşmeye yol açan koşullardır. Bugün için ülkemize bakıldığında ise görülen başkasına ve onun haklarına saygılı bir bireyselleşme değil, "ne olursa olsun haz alma" ilkesine bağlı bencilleşme gibi görünmektedir. Kurallara ya da değerlere uyanların kayıpları olması da insanların kural tanımamasını arttıran bir etmendir. Bir ceza görüyor olması bir yana, yapanın yaptığının yanına kar kalması kurallara uymamayı pekiştirmektedir. Bir davranışın anlaşılmasında ona eşlik eden duygu da önem taşımaktadır. Ülkemizde görüldüğü kadarıyla kurala uyulmadığında yaşanan duygu elde edilen bir başarıyı anımsatan haz duygusudur. Bu başkasının/otoritenin koyduğu kuralı çiğneyebilmenin yarattığı bir duygu mudur, kendi bildiğini okuyabilmenin yarattığı narsisistik büyüklenmecilik midir; yoksa ikisinin birlikte işlediği bir süreç midir yanıt bekleyen sorulardır. Başka bir deyişle bu “otoriteye bir isyan mıdır” yoksa “başkasını hiç dikkate almayan bir bencillik midir”.

Sonuç olarak görünen o ki esnek olmaya izin veren zihinsel yapıya sahibiz. Kurallara uyulmadığı zaman suçluluk ya da utanma duygusu yaşanmadığına göre, kurala uymamanın davranışımıza yön veren zihinsel yapılara uymayan bir yönü yok gibi görünmektedir. Diğer yandan bu iki duygunun toplumumuzda başka zamanlarda fazlasıyla yaşandığı da düşünüldüğünde konu daha da karmaşıklaşmaktadır. Ancak ruhsal süreçlerle ilgili bütün denklemlerin birden çok formülü olduğu unutulmamalıdır.

Erol Özmen
Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi
Psikiyatri AD Öğretim Üyesi


_PaPiLLoN_ 23 Haziran 2008 18:04

SAVAŞ PSİKOLOJİSİ


Savaşta toplumun fiziki, sosyal iyilik hali ile birlikte ruhsal iyilik hali de bozulur. İnsanlar psikolojik ihtiyaçlarını yerine getirememeye başlarlar.
Fizyolojik ihtiyaçlar; yeme, içme, cinsellik ve barınmadır. Sosyo-kültürel ihtiyaçlar; topluluk içinde yaşama, paylaşma, yardım alma, verme gibi gereksinimlerdir. Psikolojik ihtiyaçlar ise güvende olma, sevgi-şefkat görme, grup içerisinde pozisyonda olma, saygı görme, değer verilme gibi duygusal desteklerdir.
Ruhsal beslenmenin bozulması:
Koruyucu ruh sağlığı ilkelerini özetlersek:

Birinci derecede koruma:
Ruh sağlığı dengesini bozan stresler, travmatik durumların meydana gelmesini önlemektir. Sosyal hekimlik bunda önem kazanır. İnsanın kendini güvende hissedeceği, duygusal açlığını gidereceği zeminin oluşmasıdır.

İkinci derecede koruma:
Bir toplumda belirli bir hastalığın yaygınlığını azaltmak için erken tanı önemlidir. Ciddi belirtiler ortaya çıkmadan yapılan erken tedaviler hastalığın en ucuz ve kolay tedavisini oluşturur.

Üçüncü derecede koruma:
Ruhsal hastalıktan sonra sekel kalan kusurlu fonksiyonları azaltma ile ilgili rehabilitasyon çalışmalarıdır.
Savaş gibi insanın koruma içgüdüsünü harekete geçiren, güven duygusunu zayıflatan bir yaşantı ruhsal yapıyı çok zedeler. Kırılgan ruhsal özelikleri taşıyan kişiler savaş travmasından en çok etkilenen kişilerdir. Kırılgan kişilerin başında çocuklar, yaşlılar, hastalar, daha önce ruhsal rahatsızlık geçirmiş kişiler ve psikomatik hastalık geçirmiş kişiler gelir.

Psikomatik hastalılar artar mı?

Savaş durumunda sadece depresyon değil sinir sisteminin çalışmasının bozulması sonucu kalp, mide, barsak, cild, hormon, kemik iliği etkilenir. Böylece astım, alerji, romatizma, kan hastalıkları, mide-barsak hastalıkları, kalp, kroner ve ritim bozuklukları, hipertansiyon felçler, hormonal hastalıklarda ciddi artışlar ortaya çıkar. Vücudumuzu yöneten beyindir. Beyinde stres hormonlarının fazla salgılanması bütün organ işlevlerini olumsuz etkiler.

SAVAŞ BASKILARI


Modern savaşlarda psikolojik yaralanmalar karın yarası ve napalm yanığından daha fazla bakım, destek ve zaman alır. Bunun için savaşlarda tabur seviyesine kadar Psikiyatrist verilir. II. Dünya savaşında beş yaralanma ve harp zayiatından biri savaş stresine bağlı ortaya çıkmış ve savaşma gücünü zayıflatmıştır.

Savaşa sağlıklı tepki
Savaş şartlarının ağırlığı içerisinde olan her kişi zaman uzadıkça korku hisseder. Daha önce hayatta kalmak ve ölmek gibi sorunu olmayan kişi kendisini yok etmeye çalışan düşmanın hedefi olmuştur. Özellikle yüksek teknolojik, kimyasal, elektronik ve biyolojik savaşın etki gücü düşünüldüğünde savaş alanından çok uzak kişilerin kendi yaşamlarını tehlikede hissetmeleri söz konusudur.
Savaş ortamında bulunan kişinin özgürlüğü kısıtlanmıştır. İstediği zaman yerini değiştiremez, terk edemez, mazeret beyan edemez, işi yapamayacağını söyleyemez. Yarınla ilgili hiçbir güvencesi yoktur. Artık kesin olan tek şey tehlike içerisinde olduğudur. Bir taraftan doğal iç dürtü olan yaşama arzusu gibi birincil isteği diğer taraftan ölüm tehlikesinin yaklaşmış olması. Bu iki durumun ilk ve sağlıklı tepkisi korkudur.

Fiziki baskılar
Kişinin beslenmesi, uykusunun ve hijyeninin bozulmasıdır. 24 saat bir şey yememek, 2-3 gün uykusuz kalmak savaşta olağandır. Savaş alanındaki kişinin yaşadığı yer pis, ıslak, soğuk veya güneş altında olabilir. Hijyeni bozulmuş, yıkanamayan, zaruri ihtiyaçlarını zorlukla gideren insanın direncinin uzun sürmesi zordur. Sürekli silah sesleri, ölüm, yorgunluk, uykusuzluk kişinin dayanma gücünü zorlar.
Savaş alanı dışındaki kişilerde savaşın temel ihtiyaçlarını bozduğunu hissettikleri an paniğe kapılmaları beklenir.

Psikolojik baskılar

Psikolojik baskılar, açlık, aşırı soğuk-sıcak kadar kişileri etkiler. Savaştaki psikolojik baskının özünde ölüm korkusunun artması yatar. Ölüm korkusu bir iç çatışmanın doğmasına neden olur. Gelecek kaygısı, işinin bozulacağını hissetmesi, yakınlarının öleceğini sezmesi yoğun düşünce halinde kişiyi meşgul eder. Savaş alanındaki kişi ölümün kokusunu duymaya başlamıştır. Bir taraftan yaşama arzusu, diğer taraftan savaşma zorunluluğu onun iç çatışmasını arttırır. İşte bunda savaşma için ideolojisi olan yurdu ve milleti ile kendini bir bütünün parçası gibi gören asker kolayca savaşa direnir. Şehitlik duygusu, gazilik rütbesi gibi soyut desteklerle ölüm korkusunu yener. Böyle psikolojik desteği olmayan asker uzun süren savaşlarda dayanma gücü gösteremez. Yurtseverlik duygusu bunun için savaşta çok önemlidir.
E. Orgeneral Kemal Yamak’ın Kıbrıs’ta yaptığı ilginç bir tespit vardır. “Bizim askerimiz, bayrak dalgalanır, ezan sesi duyar ve komutanını başında görürse kolay savaşır.” diyordu.
Savaşan askerin kararsızlığı ve ümitsizliğinin yenilmesi savaş başarısı için çok önemlidir.
Grup özdeşimi, inanç gücü, komutanına güvenme şeklinde özetleyebileceğimiz özelliklerin varlığı savaşan askerin korkusunu kontrol altına alınması için yeterli olacaktır.
Savaş alanı dışındaki kişilerde birlik içinde olma, savaş ideolojisi taşıma ve ordusuna güvenme özellikleri varsa savaşın psikolojik baskılara dayanma gücü artar.
Diğer bir psikolojik baskı duygusu ümitsizliktir. Savaşla ilgili söylenti ve rivayetler bu duyguyu etkilemek içindir. Psikolojik savaştaki gri propaganda yöntemi söylentilerle insanların savaşma arzusunu kırıp ümitsizliğe itmeyi amaçlar.

BASKIYA KARŞI TEPKİLER KAYGININ YÜKSELMESİ:

Korkuda objektif bir tehlike vardır. Korkunun objesi bellidir. Kaygı (Anksiyete) da obje belirsizdir. Sebebi bilinmeyen bir korku, serbest dalgalanan, belirsiz, endişe gerilim halidir.
Fiziki belirtileri; ellerde titreme, terleme, sık idrara çıkma, çarpıntı, iştahın kaybolması, bağırsakların bozulması, kaslarda kasılma, sık nefes alma, vücutta ısı değişiklikleri gibi belirtiler oluşur.
Psikolojik belirtiler olarak zayıf, kırılgan kişilik özelliğinde olanlar kolayca depresyon, savaş şoku, muharebe yorgunluğu, post-travmatik stres bozukluğu gibi bulgularla savaşamaz hale gelir. Grup desteği, birlik ruhu, savaşma arzusu yeterli ise korkularını yener ve savaşma gücünü arttırır.
Yeterli ruhsal destek, soyut değerlere inanç yoksa ufak baskıları tolere edemez. Özellikle kuvvetli ve uzun süreli baskılara dayanmak çok zorlaşır. Savaşta psikolojik yıkılmaların iki etkeni vardır. Birincisi baskıların şiddeti, ikincisi kişinin direncidir.
Kişinin stres belirtileri sıkıntılı, kızgın, huysuz, sinirli, ufak olaylardan kavga çıkarma, ağlama gibi belirtilerdir. Grubun stres belirtileri ise tartışmaların artması, hastalıkların, viziteye çıkışın artışı, çalışma ahenginin bozulması, kurallara önem vermemek, üretkenliğin düşüşü, eleştiriye duyarlılık, otoriteye itaatsizliktir.
Savaş alanında olsun çalışma hayatında olsun grup stratejisinin uzun sürmesi verimliliği, üretkenliği düşürür. Bunun için ideal olan savaş psikolojisinden kısa sürede çıkılmasıdır.

SAVAŞMA ARZUSU

savaşın amacı düşmanı savaşamaz hale getirmektir. En kısa ve tehlikesiz yol savaşma arzusunu kaybettirmektir. İkinci yol düşmanı top yekun yok etmek, üçüncü yol sadece silahlarını ve ikmal gücünü yok etmektir.
Çinli savaş filozofu Sun-Tzu “Savaşmadan kazanmak en iyisidir” diyor. Bugün modern askeri düşüncede savaşma arzusunu kaybettirmek için psikolojik savaş yöntemleri uygulanıyor. Bozguncu propaganda ile savaşmama isteği doğurmak disiplin ve itaati bozmak, komutana saygı ve güveni azaltmak, korku duygusu ve ümitsizliği teşvik etmek desteklenir.
Eğer bireylerde kişisel çıkarları toplumun ortak çıkarlarına feda etme, kişisel kaygılardan vazgeçme, milletin sevinç ve üzüntüsü ile üzülüp sevilebilme, bir bütünün parçası olduğu şeklindeki grup duygusunu taşıyabilme özellikleri varsa savaşma arzusu kolay zarar görmez.

Amaçlı ve savaş arzusu olan ordu gerekli ruhsal desteğe sahip demektir ve kolay durdurulamaz. Modern asker hayatta kalmasında birlik ruhunun önemini bilir. Bu güven onun direncini arttırır. Fakat modern askerin bir zaafı vardır. Teknolojiye güvenir ama psikolojik direnci düşüktür. Yıkanamadığı, uykusuz kaldığı, kolasını içemediği zaman kendini kötü hisseder. Bu durum uzun sürerse savaşma arzusu azalır. Küreselleşmenin nimetlerinden faydalanan, belli konfora alışmış askerin uzun süre savaşma arzusunu devam ettirmesi çok zordur.

PSİKOLOJİK YARALANMALAR
Psikolojik savaş insanların duygu, düşünce ve davranışlarını değiştirmeyi hedefliyor. Bazen bu değiştirme insanı etki altına alıp yönlendirmenin ötesinde, onun ruh sağlığını bozucu etki yapar.

Stres etkeni
Aynı olay, A kişide hiç etki yapmazken, B kişide hastalık yapabilir. Psikiyatri, bozulan ruhsal durumu tanımlayan ve çözüm üretmeyi amaçlayan bir bilim dalıdır. Psikoloji bilgi psikiyatri ise çözüm üretir.
Genetik yatkınlıkların stres etkeni karşısında büyük rol oynadığını, son 10 yılda yapılan araştırmalar doğruladı. Stres karşısında, depresyona girebilen veya şizofrenik dağılma gösterebilen insanların beyinlerinde stres altında protein üreten hatalı genler olduğuna dair güçlü kanıtlar var. Fakat son yıllarda bulunan yeni ilaçlarla stresin ürettiği ve bozduğu kimyasal denge düzeltilebiliyor.

Depresyon
Dünyada depresyon salgını denilebilecek bir artış söz konusudur. Eğer önlem alınmazsa 2020 yılında depresyon, kalp-damar hastalıklarında en önemli ikinci sağlık sorunu olacaktır. Depresyon artış hızının nedenleri olarak, modern insanın yaşadığı psikolojik taciz, başarı baskısı, tüketim çılgınlığı, doyumsuz sermayenin rekabetçiliği ve hızlı yaşamı teşvik etmesi, beklenti düzeyinin yüksek tutulması sayılabilir. Bireysel mutluluk bozulduğunda küresel mutluluk da bozulacaktır.
Depresyon kişinin yaşamdan zevk almaması, ilgi ve enerjisini kaybetmesi, uyku ve iştahının bozulması, zihninin yavaşlaması gibi belirtilerle seyreder. Çok şükür ki, tedavisinde tıp çok başarılı. Beyinde bozulan kimyasal denge tedavi ile düzeltilebiliyor.
Kedisi öldüğü için depresyona girebilen insan, olumlu yaşam felsefesi ile hayattan zevk almayı başarabiliyor.
Kronik, uzun süre depresyon hastalığının mide, kalp, akciğer, kemik iliği gibi bir çok organı bozduğu bugün bilimsel olarak belirlendi ve gösterildi.
Psikolojik olarak acı çektirdiğimiz insanın bedenine de, bir bedel ödettiğimizi unutmamalıyız. Fareler üzerinde yapılan bir deneyde, uykusuz bırakılarak strese sokulan farelerin bir süre sonra midelerinde stres ülseri oluştuğu bilinmektedir.
Posttravmatik stres bozukluğu (PTSB)
Kişi, fizik bütünlüğünü bozacak bir tehdit yaşadığında veya böyle bir olaya tanık olduğunda ortaya çıkan bir hastalık türüdür.
Aşırı korku, çaresizlik ve dehşet yaşanmıştır
Olayı tekrar tekrar yaşar (Flashback). Rüyalar, kabuslu ve korkutucu olur. Olayı hatırlatan durumlarda şiddetli sıkıntı hissi ortaya çıkar. İnsanlardan uzaklaşma ve yabancılaşma yaşanır. Geleceği kalmadığını düşünür. Gürültülü sese aşırı duyarlılık vardır. Düşüncesini toplayamaz.
Bu belirtiler, stresin beyinde yaptığı değişikliklerle ilgilidir.
İnsanda korku, çaresizlik ve dehşet uyandırmayı amaçlayan psikolojik savaş yöntemlerinin, ne kadar insanlık dışı olduğu ortaya çıkardığı sonuçlardan anlaşılmaktadır.

Savaş şoku
Savaşlarda başın yaralanması, napalm yanığında daha fazla savaşma gücünü zayıflatan bir ruhsal yaralanmadır. Kişiyi savaşamaz hale getiren bütün psikolojik tepkilere savaş şoku denir.
Sivil yaşamda, hayatta kalmak ve ölmek gibi bir sorunu olmayan insanın vazifesi birden insan öldürmek olmuştur. Ayrıca yaşamı kısıtlanmıştır. Siperi terk edemez, mazeret beyan edemez. Fiziki olarak iyi hazırlıklı olsa da, gelecek tehlikeleri beklemek zorundadır. Böyle durumlarda ilk tepki, korkudur. Eğer kişide savaş ideolojisi varsa, sadakat duygusu gelişmişse ve ölümü kutsallaştırmışsa korku ona zarar vermez. Amaçsız, keyif odaklı yetişmiş, ölümden sonra yok olacağını düşünen bir asker kendisini riske atmamak için bütün yolları dener. Strese dayanıklılığı azalır, kolayca savaş dışı kalabilir.
Grup duygusu gelişmiş, komutanına güvenen, eğitim ve disiplin düzeyi yüksek bir askerin savaş şoku yaşama riski azdır. Ne yaptığını bilen komutan, emrindekilerin ruhsal direncini yüksek tutmayı başarır. Psikolojik savaş yöntemlerini bilen komutan, savaşın psikolojik baskılarını giderecek bir yol geliştirebilir.

Prof.Dr.Nevzat Tarhan


_PaPiLLoN_ 24 Haziran 2008 18:08

Çocuklara Cep Telefonu Ve Bilgisayar Niye Alinmamalı?


Bu soru birçok anne-babayı oldukça fazla ilgilendiren önemli bir soru. Soruya cevap verilecek olsa anne-babaların hemen hepsinin kendine göre değişik nedenleri de olacaktır. Konuya sosyolojik ya da felsefi olarak bakmadan önce tamamen somut ve anlaşılır bir şekilde gelin temel başlıklarıyla konuya açıklık getirmeye çalışalım:

1. Cep Telefonu ve Bilgisayar Nedir? Sorusuna verilecek tanımlama ile başlayalım.
Cep Telefonu; Gelişen, hızlanan ve karmaşıklaşan hayat temposuna aynı hızda uyum sağlamak için gerektiğinde ve zamanında hareket halindeyken bile ulaşmak-iletişim sağlamak ihtiyacını gideren önemli bir teknolojik alettir. Tüketim, sağlık, zamanı etkili kullanmak… gibi birçok hassasiyete dikkati birlikte getirir.

Bilgisayar; Geometrik ve hatta sayısal verinin ifade edemeyeceği biçimde hızla artan bilgiyi depolamayı, bilgi ile işlemleri hızla yapıp zaman tasarrufu sağlamayı, internetle birlikte tüm evrenle çok hızlı iletişim kurarak gelişmeyi sağlayan, devasa kütüphaneleri mikro bir çipe yerleştirmeyi başaran teknoloji harikası bir araçtır. Doğru ve etkili kullanım, sağlık, zaman, internetin yararlı sunumu… gibi birçok hassasiyeti birlikte gerektirir.

2. Cep Telefonu ve Bilgisayar Ne Değildir?
Şimdi de özellikle bu iki teknoloji harikasının zararlı etkileri ve kullanımından bahsetmek lazımdır. Cep telefonu fotoğraf makinesi değildir, müzik seti değildir, atari değildir, arkadaş değildir, hele vücudumuzun bir parçası hiç değildir.

Bilgisayar; evimiz değildir, sırdaşımız değildir, film seti değildir. Oyun aracı değildir, tek ödevimiz değildir, sınavlara hazırlamaz, ailemiz değildir, edinemediğimiz bilgi ve ya gideremediğimiz her türlü merakımız için tek araç değildir. Ayrıca bunlara sahip olmak Çocuk Hakları ile ilgili bir gereklilikte değildir.

3. Çocuklara Ne Zaman Cep Telefonu ve Bilgisayar Alınabilir?
Bu sorunun cevabı yukarıda açıklanan iki maddenin ortak sonucudur. Her şeyden önce konuyu bilgisayarla tanışma süreci ile karıştırmamak gerekiyor. Bilgisayarı tanımak ile onu kullanıcı olarak hayatına sokmak çok ayrı birer süreçtir.

Çocuklarımızın sorumluluk almaya başladıklarını gördüğümüz, kendileriyle ilgili konularda karar sürecine katılabildiklerini fark ettiğimiz; tüketimin insana yararlılığı ve ihtiyaçları ile ilişkisini kurabildiğini anladığımız, değer yargılarını oluşturmaya başladığı ve kendini kontrol mekanizmasının gelişmeye başladığını fark ettiğimiz,…….. daha da önemlisi ona cep telefonu ve bilgisayarı aile olarak biz alabileceğimiz zaman (Yani borçlanarak bilgisayar ya da cep telefonunun alınmaması gerektiğini bilmeyen aileler de var mı ki? ) çocuklarımıza uygun düzeyde bu araçları alabiliriz. Bir de tüm bunlar gerçekleşti ama çocuklarımız bu iki cazibenin de etkisine takılmamışsa eğer, ihtiyaç değil ve onlar istemiyorken kendi başımıza almaya kalkışmak ta çok doğru bir tarz değildir.

Tüm izah edilenler ışığında genel olarak bazı aile ve çocuklar için lise dönemi uygun bir dönem olarak düşünülebileceği gibi bazen bu daha da geciktirilebilecek bir süreçtir.

Bazı anlayışların bu teknolojik araçların hayatı kolaylaştırmaktan başka ne zararı var ki, ne olacak dediğini duyar gibiyim… Bu doğru ve uygun olmayan tarzın en önemli etkisini; çocuklarıyla anlaşamamak, antisosyal gelişim, fiziksel görünümlerinde dengesiz gelişim, görevlerini ( öğrencilik, evlatlık,…) yapmamalarını şikayet, özgüven eksikliği,…vb. birçok problemle uzmanlara ve yardım merkezlerine ailelerimiz tarafından yapılan psikolojik yardım başvurularında sıkça yaşıyoruz…

Uzman Psikolojik Danışman Abdulkerim IŞIK


Bia 25 Haziran 2008 22:33

Beynimizdeki Negatif Eğilim


Neden bir zamanlar bize yapılan hakaretler, kötü davranışlar beynimizin içine belki de yıllar boyunca yerleşip kalıyor? Niye insanların depresyonu geçiştirmek için fazladan çaba göstermesi gerekiyor? Bütün bunlar beynimizdeki 'negatif eğilim'den kaynaklanıyor: Beyniniz, kötü haberlere karşı daha fazla duyarlılık gösteriyor. Bu eğilim, o kadar otomatik bir şekilde meydana gelir ki, beynin bilgi işleme sürecinin en erken safhalarında bu keşfedilebilir.

Örnek olarak, önceden Ohio State University'de, şimdi ise University of Chicago'da çalışan John Cacioppo'nun çalışmalarını ele alabiliriz. Cacioppo, insanlara değişik duygular uyandıracak resimler gösterdi; pozitif duygu uyandıranlar (örn: Ferrari, pizza), negatif duygu uyandıranlar (örn: kötürüm bir surat, ölü bir kedi) ve nötr duygu uyandıranlar (örn: tabak, saç kurutma makinesi). Aynı zamanda, bu sırada oluşan bilgi işlemenin şiddetini yansıtan ve beynin serebral korteksinde meydana gelen elektriksel aktivite kayıt edildi.

Cacioppo'nun açıklamalarına göre; beyin negatif uyaranlara karşı daha güçlü bir tepki gösteriyor. Elektriksel aktivitede daha fazla bir dalgalanma meydana geliyor. Bu yüzden, tutumlarımız iyi haberlere oranla kötü olaylardan daha fazla etkilenmektedir.

Negatif olaylara daha fazla ağırlık vermemiz aslında iyi bir sebepten kaynaklanıyor olabilir ve bizi zarar verebilecek şeylerden koruyabilir. İnsanlık tarihi boyunca, hayatta kalmamızı tehlikelerden kaçma yeteneğimize borçluyuz. Beynimiz, bizim tehlikeleri fark etmemizi kaçınılmaz kılacak ve böylece bunlara tepki göstermemizi sağlayacak sistemler geliştirmiştir.

Negatif durumlara karşı beynin aşırı duyarlı olması, bu eğilimin yaşamımızın bütün alanlarında da çalışacağı anlamına gelmektedir.

Bu eğilimin, yakın ilişkilerimizin çoğu üzerinde güçlü bir rolü olduğunu öğrenmek süpriz olmamalıdır. Birçok çalışma göstermektedir ki, çiftler arasındaki ilişkilerde olumsuzluk ve olumluluk arasında ideal bir denge vardır. Sağlıklı evliliklerde, olumlu ile olumsuz arasındaki dengeyi otomatik olarak ayarlayan bir termostat var gibidir.

Mutlu çiftleri, evliliklerinde derin sorunlar yaşayan diğer çiftlerden esas ayıran şey, birbirlerine karşı olan, olumlu ve olumsuz duygu ve hareketler arasındaki sağlıklı dengedir. Çok sık tartıştıkları halde, bu durumu birbirlerine sevgi ve tutku gösterileriyle dengeleyebilen çiftler vardır. Bu çiftler, pozitif davranışlara ne zaman ihtiyaç duyulduğunu net olarak bilirler.

Fakat bu işin hileli bir tarafı var. Negatif, pozitife oranla daha ağır bastığı için, dengenin sağlanması demek, pozitif ile negatif arasında %50 eşitlik olacak anlamına gelmemektedir.

Araştırmacılar, çiftlerin kavga ederek ve olumlu bir şekilde geçirdikleri zamanı dikkatli bir şekilde planını çıkardılar ve evlilik hayatını, her iki partner için de tatmin edici kılmak için gerekli olan olumsuzluk ile olumluluk miktarının arasında çok spesifik bir oran olduğunu buldular.

Bu sihirli oran bire beş. Karı-koca arasında her olumsuz olaya karşılık, beş kez pozitif duygular ve etkileşim meydana geliyorsa, bu evlilik zamanla daha dengeli olacak gibi gözükmektedir. Buna karşılık, boşanan çiftler aralarında gelişmekte olan olumsuzluklarla mücadele etmek için çok az pozitif şey yapıyorlar.

Diğer araştırmacılar da, yaşamımızın diğer alanlarıyla ilgili olarak benzer sonuçlar bulmuşlardır. Önemli olan, bire beş oranındaki bu küçük pozitif hareketlerin sıklığıdır.

Arasıra meydana gelen büyük pozitif deneyimler (örn: doğum günü kutlaması) de iyidir, fakat bu tip deneyimler, beynimizin negatif eğilimi önemsememesini sağlayacak etkiyi yaratmıyor. Terazide mutluluğun ağır basması için, küçük pozitif deneyimlerin sıklığı önemlidir.


_PaPiLLoN_ 26 Haziran 2008 17:49

Bilgisayar Oyunları Çocukları Nasıl Etkiler?


Yaşadığımız dönemde bilgisayar oyunları çocuklar için adeta vazgeçilmez bir eğlence konumuna geldi. Bilgisayarı olan ailelerin çoğu çocuklarını bilgisayarın başından kaldıramamaktan, olmayanlar ise çocuklarının eve bilgisayar alma yönündeki ısrarlarından şikayet ediyorlar. Ayrıca son dönemlerde şiddet içeren oyunların giderek artması, aileleri bu oyunların olumsuz etkileri üzerine de düşünmek zorunda bırakıyor.

Bilindiği gibi oyun oynamak çocuklar için bir lüks değil, ihtiyaçtır. Bununla beraber çocuğa doğru bir eğitim verilmesi açısından ailelerin oyuna ayrılacak süre ve oyunun içeriği konusunda dikkatli olması ve bilinçli hareket etmesi kuşkusuz önemlidir. Bu başlık altında hem bilgisayar oyunlarının çocuk üzerindeki etkilerini hem de ailelerin dikkat etmesi gereken noktaları ortaya koymaya çalışacağız.

Bilgisayar Oyunları Çocukları Nasıl Etkiler?


Bilgisayar oyunları deyince çoğunluğun aklına şiddet içeren oyunlar ve bunların olumsuz etkileri geldiği için bu konuyu şöyle bir araştırmadan yola çıkarak anlatalım. Bir grup çocuğa tek başlarına iken şiddet içeren görüntüler izletiliyor. Aynı görüntüler başka bir grup çocuğa ise yanlarında bir büyük varken gösteriliyor. Görüntüleri yalnız başına izleyen çocuklar her seferinde bu görüntülerden daha çok zevk almaya ve günlük hayattaki konuşmalarında orada duydukları kelimeleri kullanmaya, görüntüdeki kahramana benzer hareketler yapmaya başlıyorlar.
Bir yakınlarıyla birlikte görüntüyü izleyen çocuklar ise giderek şiddet içeren sahnelerden rahatsızlık duymaya başlıyorlar. Çünkü izleme esnasında yanlarındaki büyükleri, çocuklara izledikleri olayların kötü olduğunu anlatıyor. Dahası şiddete maruz kalan kişinin hissedecekleri hakkında düşünmelerini sağlayarak çocukların empati yeteneğini geliştirmeye çalışıyor.

Yalnız başına izleyen çocuklar bu görüntüleri oyun olarak görüp ondan zevk alıyorlar, diğerleri ise gördükleri olayların gerçekte nasıl anlamlandırılması gerektiğini öğrendikleri için aynı görüntülerden rahatsızlık duyuyorlar.

Televizyon gibi bilgisayar oyunlarının da küçük çocuklar üzerindeki etkisi daha fazladır. Çocuğun gerçeklik duygusunun yedi yaşında geliştiğini hatırlarsak yedi yaşından küçük bir çocuğun gerçekle hayal arasındaki sınırı çizemediğini görürüz. Gördüklerini anlamlandıramayan çocuk anne babasının tepkisine bakar. Eğer anne baba panik yapıyorsa, ciddiye alıyorsa çocuk bunun ciddi bir şey olduğunu düşünür. Beyninde korkuyla ilgili alanlar harekete geçer ve aşırı stres kimyasalları salgılamaya başlar. Anne baba soğukkanlı ise daha az etkilenir. O nedenle çocukların, özellikle küçük çocukların, gerek televizyon izlerken gerekse bilgisayarda oynarken mümkün olduğunca yalnız bırakılmaması gerekir.

Son yıllarda iyice yayılan bir akım, kitle iletişim araçları vasıtasıyla popüler kimliklerin oluşturulması ve bu kimliklerin bilgisayar oyunlarıyla desteklenmesi yoluyla çocuklara benimsetilmeye çalışılmasıdır. Çocukların popüler kimliklerle özdeşim kurması sağlanarak o kimliklerin üzerinden tüketim arttırılmaya çalışılmaktadır. Buna karşı çocukları küçük yaştan itibaren bilinçlendirmek gerekir. Aileler çocuklara bu kimliklerin kasıtlı olarak ortaya çıkarıldığını anlattıkları takdirde çocuk eleştirel düşünme becerisi kazanır. Eleştirel düşünebilen bir çocuk da her gördüğüne, duyduğuna inanmak yerine, görüp duyduklarını bir süzgeçten geçirdikten sonra kabul ya da reddeder. Gördüğü her şeyi olduğu gibi beynine yazan bir çocuk şiddeti haklılaştıran görüntüleri zihnine kaydederse büyük olasılıkla hak arama, sorun çözme yöntemi olarak şiddeti seçecektir.Bilgisayarı ve televizyonu baştan sanık sandalyesine oturtmak yerine çocuğa bu aletleri doğru kullanmayı öğretmek gerekir. Yapılan araştırmalar bilgisayar oyunlarının çocukların zihinsel gelişimi üzerine olumlu etkilerinin de olduğunu gösteriyor. Doğru oyunlar aracılığıyla öğrenmeyle ilgili zihinsel süreçleri harekete geçirerek çocuğa stres altında soğukkanlı kalma becerisi, dikkatini uzun zaman sürdürme becerisi kazandırılabilir.Çocuğa doğal bir ihtiyacı olan oyun sayesinde birçok şey öğretilebilir. Mesela bizim klinikde kullandığımız bilgisayarlı eğitim modülleri dikkat dağınıklığı çeken, okuldaki başarısı düşük olan çocuklara kavrama, algılama, akıl yürütme, görsel beceri gibi yetenekler kazandırmakta oldukça faydalıdır. Özellikle hiperaktif çocukların acelecilik ve sabırsızlık gibi belirgin özelliklerini törpülemek, onlara katlanmayı, yılmamayı öğretmek için bu tür oyunlar kullanılmaktadır.

Bilgisayar Karşısında Çok Fazla Zaman Geçiren Çocuklar


Çocukların oyun oynamalarının onlar için doğal bir ihtiyaç olduğunu ve bilgisayar aracığıyla da çocuklara bazı şeylerin öğretilebileceğini ifade ettik. Ancak bir çocuğun bütün gününü bilgisayarda oyun oynayarak geçirmesinin de doğru olmadığı açıktır.Oyunda başarılı olmak, örneğin bir makineyi kontrol edebilmek, bir yarışı kazanabilmek çocukta üstünlük duygusu oluşturur. Bu durum çocuğun hoşuna gider ve çocuk kendisini mutlu hisseder. Bunun nedeni o esnada beyninin mutluluk kimyasalları salgılamasıdır. Fakat çocuk bunu sürekli yaptığı zaman sadece onunla mutlu olmayı öğrenir, başka mutlulukları tadamaz. Halbuki insan beyni başka sebeplerle, uğraşlarla da mutluluk hormonu salgılayabilir. Bilgisayar oyunları da, televizyon vb. de kontrollü kullanılmalı, insanın hayatında başka şeylere de zaman ayrılmalıdır.Çocuk başka şekillerde karşılayamadığı duygusal ihtiyaçlarını karşılamak için bilgisayar oyunlarına sığınıyor olabilir. Fakat şöyle bir sorun vardır; çocuk oyun oynarken mutlu olur ama oyun bittiği zaman hayatın gerçekleriyle karşı karşıya kalır, mutsuz olur ve tekrar oyuna döner. Bir müddet sonra bütün gününü bilgisayar karşısında geçiren, gece geç yatan, sabahleyin kalkamayan, gözü bir şey görmeyen, okuldaki başarısı düşen bir çocuk ortaya çıkabilir. Böyle bir durumla karşılaşmamak için baştan önlem almak gerekir.

Aileler Ne Yapmalı?


Bir çocuğa “Bilgisayar oyunu oynama” demek hiçbir zaman gerçekçi olmaz. İnsanlarda yasaklanan şeylere karşı merak ve öğrenme içgüdüsü uyanır. Bu nedenle yasaklamak çözüm değildir. Yasaklamak yerine çocuğa bilgisayarı doğru kullanmayı öğretmek ve onu farklı alanlarla, hobilerle tanıştırmak gerekir. Öncelikle çocuğu anlamak lazımdır, anlamazsak çocuk için doğru olanı bulamayız. Uzun bir süre bilgisayar istedikten sonra buna kavuşan çocuğun ilk günlerde bunun keyfini çıkarmasına izin verilmelidir. Ondan sonra aile içi oturum yapılmalı ve çocuğa bilgisayar kullanma kültürü anlatılmalıdır.Çocuğa şöyle diyebiliriz: “Bilgisayarda oyun oynamanın yararları da zararları da var. Kimi oyunlarla zekanı, düşünsel kapasiteni geliştirebilirsin. Ancak her konuda olduğu gibi bilgisayarla da ilgili bazı kurallarımızın olması gerekir. Biliyoruz, senin eğlenmeye de dinlenmeye de ihtiyacın var ama bunun belli bir süresi olmalı.”Aileler bilgisayarla ilgili koydukları kurallara çocuklarının ne kadar uyduğunu takip etmelidirler. Çoğu anne bunu ilk birkaç gün takip edip sonra bırakabiliyor. Çocuklar annelerinin yufka yürekliliğinden yaralanıp bir müddet sonra rahatlıkla eskisi gibi davranabiliyorlar. Aileler uygulamayacakları kuralları koymamalı, koydukları kuralın da arkasında durmalıdırlar. Çocuk böylece bilgisayarla oynamanın, televizyon seyretmenin yöntemini öğrenmiş olur. Çocukta görev bilgisi, sorumluluk duygusu oluştuktan sonra gerisi kolay olacaktır. Sorumluluk bilincine eren çocuk gereğinden fazla oyun oynarsa zaten kendisini huzursuz hisseder.Ailelerin yaptığı hatalardan birisi de şudur: Çocuk tam kendisini bilgisayara kaptırmış oynarken “Hadi ders çalış” denilince çocuk derse düşman olur. Onun yerine “Vaktin doluyor, bak sana 10 dakika daha müsaade. 10 dakika sonra dersinin başına oturacaksın” denirse daha iyi olur. Öbür türlü çocukla anne zıtlaşır ve ilişkileri daha da bozulur. Bozulan ilişkiyi düzeltmekse oldukça zordur.Aile çocuğu bir türlü vurdulu kırdılı oyunlardan vazgeçiremiyorsa hiç olmazsa bunu onaylamadığını çocuğa ifade etmelidir. Uzmanlar çocukların günde en fazla iki saati bilgisayar başında geçirebileceğini söylüyorlar. Bu süre arttıkça zararlar da artıyor. Onun için anne babalar çocuklarına başka uğraşlar edindirme konusunda yardımcı olmalı, mümkün olduğu kadar onlarla birlikte olup hep birlikte zaman geçirecekleri hobiler geliştirmelidirler.Bilgisayar oyunlarının popüler kimlikler benimsetme ve şiddete eğilimi arttırma gibi olumsuz etkilerinin olabileceğini vurgulamıştık. Bunun için anne babalar çocuğun gerek bilgisayar gerekse televizyon aracılığıyla maruz kaldığı mesajları takip edip gerektiğinde uyarılarda bulunmalı, çocuğa eleştirel düşünme yeteneği kazandırmalıdırlar. Çocuğun doğru-yanlış, iyi-kötü kavramlarını doğru kurgulaması büyük ölçüde ailenin göstereceği dikkat ve özene bağlıdır.Anne baba çocuğu eğitemiyor, doğru yönlendiremiyorsa, sorunu bilgisayar oyunlarında değil kendilerinde aramalıdırlar. Doğru yöntemler kullanıldığı takdirde bilgisayar oyunları zaman yönetimi, mesajları doğru algılama, eleştirel düşünme, görsel becerinin artışı, zihinsel kapasiteyi yükseltme, stres altında soğukkanlı kalabilme becerisi gibi özelliklerin kazandırılmasına aracı olabilir. Bilgisayar oyunlarını zararlı deyip yasaklamak yerine doğru kullanmayı öğretmemiz gerekir.


İDER İnsani Değerler ve Ruh Sağlığı Vakfı Başkanı- Psikiyatrist


_PaPiLLoN_ 30 Haziran 2008 21:04

MUTLU OLMAK POLYANNACILIK MI?

Mutsuz olmayı, şuna buna söylenmeyi, karamsarlığı öylesine derinden öğrenmişiz ki, “Bu ülkede yaşanmaz” ve nihayet “Batsın bu dünya” demeye hakkımız olduğunu düşünüyoruz sonuçta. Ve daha da kötüsü, iyimser birini gördüklerinde canları sıkılıyor kötümserlerin, adeta “Şuna bir şey söyleyeyim de keyfi kaçsın” diyorlar içlerinden. Yıllardırseminerlerimde iyimser olmanın öneminden söz ettiğimde en az bir kişi çıkıp “Hoca iyi de o zaman bu polyannacılık olmaz mı?” der. Bu karamsarlığa prim veren bakış tarzı beni üzüyor. Şimdi söz konusu cümleye tekrar bakalım:

“İyimserlik, küçük şeylerden mutlu olmak polyannacılık sayılmaz mı?

Bu görüşte, sanırım iki hata var. Birincisi “iyimserlik eşittir polyannacılık” iddiasıdır ki bu doğru değildir. İkincisi böyle söylendiğinde polyannacılığın kötü olduğunu kim söyledi?

Polyannacılık, kayba uğradığımızda, elimizde kalanları fark etme ve sevinme becerisidir. Polyannacılık bir psiikolojik savunma mekanizmasıdır, aşırı olmadan yerinde kullanıldığı sürece, kişiyi kaygıdan, sıkıntıdan korur, kişinin yarına kalma ihtimalini arttırır. Polyannacılık, kendini avutmak değil, bardağın dolu yanını fark etmektir.

Diyelim ki birisi bir bacağını kaybetti. Şüphesiz bu kötü bir durumdur. Ancak bu kişinin önünde iki yol uzanır:

Birinci yol, bir bacak gittiği için yaşamdan elini çekmek, sürekli üzülmek, artık hiçbir şeyden keyif almamaktır. İkinci yol ise şudur: Kişi eğer geriye dönüş yoksa, mevcut durumu kabullenir, elinde kalan bacak için sevinir, yaşamdan elini çekmez, yaşama sevincini kaybetmez. İkinci yol polyannacılıktır. Polyannacının ömrü, birinciye oranla daha kaliteli geçer.

Polyannacı tavır, Çin atasözünü hatırlatıyor.
Şöyle demiş Çinli
Allah'ım, bana değişebileceğim şeylerideğiştirme gücü ver.
Değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmemi sağla.

İkisini ayırt edebilmem için de akıl ver.

Değiştiremeyeceğimiz kayıplar karşısında, yaşama sevincimizi kaybetmemek polyannacılıktır. Karamsarlığa oranla da herhalde daha gerçekçi bir tavırdır.

Üstün DÖKMEN


_PaPiLLoN_ 2 Temmuz 2008 20:42

VURMAYIN

Şiddetin aile içi yansımaları özellikle feodal toplumların en derin yarası iken, en az değinilen ve medyada da ajitasyon unsuru olarak kullanılmasının dışında yer verilmeyen mesele çocuk istismarıdır.
Bu mevzunun derinliği birkaç yazının devamıyla ancak kavranabilir sanırım. Bu metinde daha çok fiziksel şiddet boyutundan söz edeceğim.

Yurtiçi ve yurt dışı istatistiklere göre şiddet uygulayan kişi ile eğitimi arasında doğrudan bir bağlantı mevcut değil. Olayın matematiği, şematiği, akademiği vs vs vs… yıllardır yazılıp çizilmektedir. Biz burada tekrar lama sıkıcılığına düşmeyelim.

Aile içi şiddeti yaşamının bir parçası haline gelmiş çocuklar, ilk çocukluk dönemi(0–8)henüz olayı tanımlayamıyor olmanın şaşkınlığı ile dışarıda gözle görünür bir tepki vermezler. Hatta öyle doğal, canlı ve neşeli davranabilirler ki siz serap’ın Ayşe’nin, murat’ın, her akşam tekme tokat darp aldığına, aşağılandığına inanamazsınız. Ne zaman ki bahar gelip de yazlıklar giyinir, o zaman neden bu çocuklar uzun kollu giyiyor, şort giymiyorlar diye belki düşünebilirsiniz. Sıradan doktor muayenelerinde fark edilen çürükler anne ve babası tarafından düşmüş! Çocuk işte diyerek kolayca geçiştiriliverir.

Kimi zaman evin erkeği (?) dir bu işkenceci… Ancak kendini ve insan hayatını böylesine aşağılayan annelerde azımsanmayacak orandadır.
Kocasından gördüğü şiddetin ve cinsel istismarın(eşlerine tecavüz eden beylerin trajedisi ayrı bir yazının konusu)acısını evlatlarından çıkartmakta pek de bir mani görmezler. Ve bu karanlığı aydınlatmaya yetecek örnekleri de olduğunu savunurlar.
Çok yoruluyorum. Hiç söz dinlemiyor. Bu çocuk bunu hak etti. Dayak cennetten çıkmadır. Anne baba değil mi? döverde severde…
Minicik bedenler, bu darplara hiç tepki veremezler belki sadece ağlayabilirler. Sonra da minik karnında ki yara, bacağında ki morluk ve kesik kendilerine sorulduğunda sakin sakin hiçbir duygu ifadesi belirtmeden anlatırlar.

Bu yazıyı okuyanların içinde minik bir sızıntı yayılabilir; ya kendi yaşadıklarından ya da kendi çocuklarına yaptıklarından…
Ancak sızıntı, sızlama, sızlanma ne yaraları iyileştiriyor ne de geleceğe ektiğimiz minik bedenlerin kalbinde ki sönmüş umutları geri getirebiliyor?

Feodal toplumlarda yaşanan trajedilerin en önemlisi yaşanan işkencenin yokmuş gibi yapılması, kol kırılır yen içinde kalır atasözümüze sadık kalınarak, dışarıya karşı cici gülümsemelerin takınılmasıdır.

El ne der? Eller duymasın! Rezil oluruz ele âleme, vs…
Yıllar önce Ankara da yaşadığımız büyük bir site vardı. Orta halli işçi ve memur ailelerinin yaşadığı bu uzun apartmanlarda her evden değişik sesler gelirdi. Henüz dokuz yaşlarında saçları örgülü bir ilkokul öğrencisi iken alt katımızda s…adlı arkadaşımın evinden yükselen sesler çocuk belleğime kazınmıştı…

Sabahları muhtemelen hiç uyuyamadan, belki yorgunluk ve acıdan birkaç saat sızdıktan sonra hiçbir şey yok gibi o kara önlükleri giyer, dantel yakarlımızı takar ve okul yoluna düşerdik.
Konuşmazdı. Konuşamazdı. Ne desin di? Kime ne desin? Nasıl anlatsın? Kim çare olabilir di?

Yıllarca sürdü bu. Sürebildi. Çocuktum o zamanlar. Ben ne deseydim? Bütün komşular bilirdi o evde ne cehennemlerin yaşandığını…

Onların geldiği ortamlarda ağır bir sessizlik olurdu. Annesi kadınların toplantılarına katılamazdı çürüklerinden utancından. Kimse de bir şey yapmazdı. Herkes seyretti olup biteni.
Sessizlik, uğursuz bir sessizlik…

Taşındık sonra ve tekrar karşılaştığımızda,gözlerinde öfke,kalbinde ise masum bir bekleyiş gördüm.üniversiteyi okuyamadı.evlendi mi bilmiyorum….sevdi mi hiç? Sevildi mi? Sevginin ve emeğin değerini bilen insanlarla karşılaşabil dimi?

Nedir bir insanı arkadaştan ayıran?
Kalabalık mıyız? Toplum mu?
Siz hiç kendi yavrusuna tekme tokat girişen bir hayvan gördünüz mü?
Bir şiirimde şöyle demiştim;
Kötülük gücünü sessiz çoğunluktan alır…


Pınar NURHAN
Eğitimci Yazar ( rehberlik )


_PaPiLLoN_ 9 Temmuz 2008 19:05

Masallarda Terapi, Terapide Masallar

Gökten üç elma değil, yüzlerce masal düştü. Siz kendi masalınızı yakalayın
1916 yılından bu yana, psikolojik danışmanlar, kitapları terapi aracı olarak kullanıyorlar.
''Şimdi, çocukluğunuza bir yolculuk yapacağız sizlerle. Çocukluğunuzdaki masalları anımsayacağız. Kendimizi rahat bırakalım. Gözlerimiz kapalı.
... Çocukluğunuzu düşünüyorsunuz. Sıcak, güvenli bir ortamda küçük bir çocuksunuz. Hani size anlatılan masallar vardı. Masala ben başlayacağım siz devam edeceksiniz...
Bir varmış
Bir yokmuş
Evvel zaman içinde
Kalbur saman içinde
Develer tellal iken
Pireler berber iken
Ben annemin beşiğini
Tıngır mıngır sallar iken
.....
İlk çağrışımları yakalayın ve bellek arşivinizden çıkıp gelen o masalı sürdürün lütfen...
Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesinde düzenlenen "II. Ulusal Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Sempozyumu"nda (4-6 Ekim 2006) konferans salonunu dolduran çocuk, genç, yetişkin yüzlerce katılımcı, yukarıdaki yönergeye uyup düşler alemine dalmış, çocukluklarından bir masalı yaşıyor...
Sunucu, yönergeyi sürdürüyor: "Masal kahramanlarını gözünüzün önüne getirin, onu iyice canlandırın hayalinizde, o nasıl bir kahraman... Özellikleri neler... Masaldaki olayları anımsayın. Siz masalda hangi kahramanla özdeşleşiyorsunuz? Size hangi yönlerden benziyor acaba... Nasıl bir çocuk o masalı dinleyen... O masal sizin için ne ifade ediyor?.. Tüm bunları hissetmeye çalışın. O duyguyu yakalayın: O çocuk ne istiyor sizce ve masal ona istediğini veriyor mu?.. Hazır olduğunuzda gözlerinizi açabilirsiniz..."
....
Katılımcılar neler yaşadıklarını paylaştıktan sonra sunu şu soru ekseninde sürdürülüyor: Kitaplar bizi iyileştirir mi?
Bibliyoterapi: Okumayla sağaltım
Bibliyoterapi; bireylere problemleri çözmede ya da kendilerini daha iyi tanıyıp anlamalarında edebiyat eserlerinden yararlanmalarını sağlayan bir sürecin ya da etkinliğin düzenlenmesi olarak tanımlanabilir. Kitap ile okuyucu arasındaki bu dinamik sürecin iyileştirici, geliştirici etkisinin keşfedilmesi, kitapların psikolojik danışma alanında kullanımına dikkat çekmiştir.
Samuel Crothers'in, kitapların terapi amaçlı kullanımını bibliyoterapi olarak tanımladığı 1916 yılından bu yana, psikolojik danışmanlar, kitapları terapi aracı olarak kullanıyorlar. Aslında bibliyoterapi çalışmalarına temel oluşturan, kitapların insanı iyileştirici özelliklerini vurgulayan ilk yaklaşım, Eski Yunan'da bir kütüphanenin girişinde, kapının üzerinde yazılı olan bir tümce ile özetlenmiştir: "İnsanın Ruhunun İyileştirildiği Yer".
Tarihsel gelişim çizgisine bakıldığında, bibliyoterapi çalışmalarının sistematik olarak 1930'larda kütüphaneciler tarafından yapıldığı görülür. Bu çalışmalar, kütüphanecilerin, insanların üzerinde iyileştirici etkileri olan kitapları belirleme ve listeleme çabaları, okuyuculara yararlanabilecekleri, potansiyel olarak iyileştirici (terapotik) bir güce sahip kabul edilen kitap listesini ortaya çıkarıyordu. Böylece kitaplar, sessiz ve adsız, alçakgönüllü birer psikolojik danışman gibi okuyucularına psikolojik yardım hizmeti sunma işlevini yerine getirmeye başladı.
Bibliyoterapi süreci, gerçekte "bireyi doğru kitapla doğru zamanda buluşturmak"la başlar. Bir diğer deyişle birey, seçilen kitabı okumaya başladığında psikolojik danışma/ terapi süreci başlamış olur.

1. Evre: Özdeşleşme ve yansıtma
Kitapla birey buluşturulurken, birinci evre, okuyucunun öyküdeki kahramanın sorununu tanıyarak, kendi yaşamakta olduğu sorunla benzer ve farklı yönlerini bulup onunla özdeşim kurabilmesinin sağlanmasıdır. Bu noktada danışmanın rolü, öykü kahramanının kişilik özelliklerinin tanınması ve kişilik dinamiklerinin işleyişi ile ilgili yorumlar yapabilmesinde bireye yardımcı olacak açıklamalar sunmasıdır. Ayrıca bireyin öyküdeki iletişim ağını tanımasına ve ilişkileri yorumlayabilmesine yardımcı olmaktır. Okuyucunun öyküden çıkardığı anlamı, kendi yaşamakta olduğu soruna uygulayabilmesi ve sorununa ilişkin farklı bir görüş kazanabilmesi için danışman bireye yardım eder, ipuçları verir, yönlendirir. Özetle bibliyoterapinin birinci evresi "özdeşleşme ve yansıtma" işlevinin sağlandığı evredir. Bu evre başarıldığı zaman, yani okuyucu öykü kahramanı ile özdeşim kurabildiği ve kendi sorunuyla ilgili bir yansıtma yapabildiği zaman, danışman yavaş yavaş bireyin kendi duygularını ortaya koyması için onu cesaretlendirir ve arınma evresine hazırlanmasına yardımcı olur.

2. Evre: Arınma (katarsis)

Okur (danışan) hazır olduğunda, duygular ortaya çıkarılmaya çalışılarak onu rahatsız eden, bastırılan yaşantılarının ifade edilmesi, duygusal boşalmayla birlikte arınma (katarsis) ile belirli bir rahatlamanın yaşanmasına yardımcı olunur. Birey yaşadığı bu rahatlama duygularını, bazen sözel olarak ifade edebilir, bazen de kendi içinde yaşayabilir. Bu evre, bibliyoterapiyi normal okuma sürecinden farklı kılar. Hem öykü kahramanını hem de kendi duygularını tanımaya başlayıp adlandırmasıyla, birey unuttuğu, bastırdığı, tanıyamadığı, bir anlam veremediği birçok duyguyu yakalamaya, yaşamaya ve anlamaya başlar.

3. Evre: İçgörü ve bütünleşme

İlk iki evrenin ne kadar süreceği bireyin ve sorunun yapısına, danışma sürecinin dinamiklerine bağlı olarak değişir. Ancak, birey (danışan) sorunlarını kabul etmeye ve onlar üzerinde çalışıp nedenlerini anlamaya başladığında üçüncü evreye girilmiş olur. Bu evre, bibliyoterapinin son evresidir. Bireyin kendi özelliklerine, yaşadıklarına, sorunlarına ilişkin bir içgörü kazanarak kendi içinde bir bütünlüğe ulaşabilmesi ile tamamlanır. Danışmanın yardımı ile içgörü kazanan birey, kendi yaratıcı gücünü kullanarak, öyküdekinden farklı, kendine uygun çözüm seçenekleri üretmeye başlar. Kendi iç güçlerini harekete geçirir, kendini algılayışı değişir, farkında olmadığı yönleri tanıyıp kabul etmesiyle bütünlük kazanır. Böylece bu süreçle öykü işlevini tamamlamış ve bireyin kendi öyküsünü yeniden oluşturmasına katkıda bulunmuştur.
'Çocuklukta bizi uyutan, avutan, düşler alemine yolculuğa götüren masallar şimdi içimizdeki çocuğa ulaşıp onunla iletişim kurmamızı sağlayabiliyorsa o masal kahramanı artık bizi uyandırıp kendimizle yüzleştiriyor ve düşler aleminden gerçeğe doğru yolculuğa çıkarıyor demektir'.
Gökten üç elma değil, yüzlerce masal düştü. Siz kendi masalınızı yakalayın. Masallarınızı hiç yitirmeyin!

BİNNUR YEŞİLYAPRAK: Prof. Dr., Ankara Üni.
UĞUR ÖNER: Prof. Dr., Çankaya Üni.


_PaPiLLoN_ 15 Temmuz 2008 20:41

Hızlı ve tehlikeli araç kullanımının perde arkası

Trafikte araç kullanımında uyulması gereken kurallar, geçmiş yıllarda uzun süreli araştırmalardan elde edilen verilerden ve kimisi hayat kayıplarına yol açan üzücü deneyimlerden, kimisi de göreceli olarak daha az sıkıntıya yol açan maddi kayıpların sonuçlarından sağlanan bilgilerle oluşturulmuştur. Özellikle son yıllarda trafiğe çıkan araç sayısındaki artış, trafiğe çıkan bu araçların daha eski yıllara göre daha yüksek süratlere ulaşabilir olması, daha seri ve kıvrak kullanılabilir olma özellikleri nedeniyle kural ihlalleri ve trafik kazalarında artmaktadır. Özellikle büyük şehirlerde insanların yaşam koşullarını daha iyi hale getirmek için, ek işler yapmak zorunda oluşları ve bu nedenle bir yerden bir yere yetişmek için sınırlı bir süreye sahip olmaları, aşırı hız ve diğer kural ihlallerini yapmalarına neden olabilmektedir. Bunun yanında özellikle aracı kullanan kişilerin içinde bulundukları ruhsal durum da kişilerin hatalı araç kullanmalarına ve trafik kazalarına yol açabilmektedir. Bu psikiyatrik sorunlar arasında kişilik bozuklukları (özellikle antisosyal, narsisistik, paranoid, histrionik ve sınırda kişilik bozuklukları), iki uçlu duygu-durum bozukluğu, panik bozukluk ve dissosiyatif bozukluklar, alkol-madde kullanım bozuklukları sayılabilir.

Normal koşullarda hayatımızın kolaylaştırılmasına hizmet edecek olan araçlar, bu gibi durumlarda birer savaş aleti ve ölüm makineleri haline gelebilmektedir. Araçların içindeki sürücüler birbirlerine cesaretlerini (!) kanıtlayabilmek için adeta, zırhlara bürünmüş ve ellerindeki mızraklarla birbirine doğru at koşturan ortaçağ şövalyelerine benzemektedirler. Bir başka benzetme ile birbirini düelloya davet eden ortaçağ askerleri ya da derebeyleri gibi hareket etmektedirler. Tabii ki içinde bulunduğumuz çağ bilgi ve iletişim çağıdır. Artık cesaret gösterileri ortaçağ zihniyetindeki gibi kaba kuvvete dayanmamaktadır. Cesaret ve üstünlük kişilerin kendilerini sosyokültürel açıdan geliştirerek, içinde oldukları toplulukları etkileyebilmeleri, daha farklı kültürlerle bir araya geldiklerinde, kendi bilimsel varlıkları, sosyal yaşantıları ve değerlerini kabul ettirebilmeleri ile belirlenmektedir. Bu da doğal olarak sadece belli bir maddi birikime dayanmamakta, bunun yanında kişinin gerekli manevi değerlere ve olumlu kişisel özelliklere sahip olması da gerekmektedir.


Kişilerin içinde büyüdükleri aileler onları çocuk yaşlarından itibaren, hatta daha anne karnındayken iyi ya da kötü yönde etkilemeye başlar. Olumsuz etkileşimler sürekli olduğunda, çocuğu çaresizlik içinde bırakacak derecede fiziksel, duygusal ya da cinsel tacizler şeklini aldığında daha ağır sonuçlara yol açabilmektedir. Duygusal tacizler (çocuğun sağlık ve eğitiminin çevresindeki yaşıtlarına göre ihmal edilmesi, ebeveynin çocukla duygusal iletişimlerinin yeterli ve doyurucu olmaması, gereken sevgi ve destekleyici yaklaşımın sergilenememesi) anne-babanın çocuğa örnek olamaması ya da çocuğun dışarıdaki yanlış örnekleri seçmesi de bu uygunsuz gelişimlere yol açabilmektedir. Bunlar sonrasında çocuk kendi gelişimsel aşamalarını yanlış ve eksik bir şekilde tamamlamakta, bu durum kişilik bozukluklarının temelini oluşturmaktadır. Bu da ilerleyen dönemlerde meslek hayatı, evlilik yaşantısı ve toplumsal hayatında sorunlu ilişkilere yol açmaktadır. Sorunlu ilişkiler de, kişilerde aşırı düzeylere varan tepkilerin çoğu yerde ve aniden göstermelerine yol açabilmektedir. Bunlar arasında da trafik ön planda gelen alanlardan biridir.

Kişiler bazen "hep en önde ben olmalıyım, beni kimse geçememeli, kimse benden ve benim arabamdan hızlı gitmemeli" şeklinde düşünebilirler. Bu kişilerde narsisistik kişilik yapıları düşünülür. Bu kişiler tüm kişilik bozukluklarının ortak özellikleri olan kendini hep haklı görme, etrafı suçlama eğilimi içindedirler. Gerçekte çok kırılgan ve zayıf olan benlikleri, bu şekilde gerçekçi olmayan bir halde şişirilir.

Bazı durumlarda da bireyler üzerlerine çok fazla yük alırlar. Başkalarına hayır diyemezler. Kendi yapacakları işler yanında başkalarının da tüm yükleri bu kişilerin sırtına biner. Bu durumda kişiler oradan oraya koşuştururken, sürat limitlerini aşabilirler.
Eğer kişinin hayattan beklentisi kalmamışsa, her gün mutsuz, isteksizse ve uyku, iştah, enerji ve dikkat sorunları yaşıyorsa, kendini suçluyor ve aşağılıyorsa, depresyon tablosu yaşıyor demektir. Bu duruma bazen intihar düşünceleri de eşlik edebilir. Hızlı ve tehlikeli araç kullanmak da bir tür intihar girişimidir.

Sürücünün yanında başkası varsa gene bu tip kuraldışı davranışlar olabilmektedir. Yanındakini isteklerini yapmaya zorlamak için, bu şekilde araç kullanarak korkutmak ve boyun eğdirmeye zorlamak da rastlanılan durumlar arasındadır. Yanındakini etkilemek için hızlı araç kullanmak genellikle ergenliğin erken dönemlerinde görülmektedir. Ancak özellikle erkeklerde andropoz dönemi olarak bilinen, vücutsal ve cinsel performansın azaldığı dönemlerde, kişiler bu durumu kendi kendilerine inkar edebilmek için hız yapabilirler.

Bazen kişinin trafikte uygunsuz araç kullanan kişilere ders vermek amacıyla, onu aynı şekilde izleyerek yolda tartışmaya başlaması da rastlanılabilen ilginç durumlar arasındadır. Bu kişiler adeta kendilerini bir yargıç gibi görebilmektedirler.

Şüpheler üzerine hareket eden kişiler ya da aşırı alınganlık gösterenler de hız yapabilirler. Kendini geçen kişinin kendine güldüğünü, yanındaki bayana bakıldığını ya da arabasının arkasına çok sokularak sıkıştırıldığını düşünenler bunun intikamını almaya çalışabilirler. Bu tip bir kişilik yapısında paranoid eğilimler ön plandadır ve herşeyi kendileri için bir tehdit ya da saldırı olarak algılamaya adaydırlar.

Kişiler eğer evlilik hayatlarında eşlerine ya da mesleki yaşamlarında iş arkadaşlarına , amirlerine karşı kendilerini uygun bir şekilde ifade edemiyorlarsa, eziliyorlarsa bunun acısını trafikte canavar kesilerek, başkalarından çıkarmaya çalışabilirler.

Dürtü kontrol bozuklukları olarak adlandırdığımız psikiyatrik sorunlarda kişiler hissettikleri yoğun kaygının etkisini aniden bazı davranışlarla gidermek isteyebilirler. Bu tür durumlar arasında ani öfke patlamaları, kumar oynama, alkol alma ,aşırı yemek yeme atakları gözlenebilmektedir. Öfke ile hızlı ve tehlikeli araç kullanma da bunlardan biridir.

Dissosiyatif bozukluklarda, kişiler bazen farkında olmadan, yaptıklarını hatırlamadıkları girişimlerde bulunurlar. Daha ileri boyutta arabayı kullanan kişi kendisi değildir ve içindeki kişilik asıl gerçek kişiliği öldürmek için hızlı ve tehlikeli araç kullanabilir.

İşte bu şekilde yanınızdan hızlı geçen ve yolda adeta büyük slalom yapan kişilerin öncelikle psikiyatrik tedaviye gereksinimi olan kişiler olduğunu düşünün. Ve sakın ve sakın onlarla benzer davranışlar içine girmeyin sevdiklerinizi sizsiz, başkalarını da sevdiksiz bırakmayın.


Uzman Dr Bahadır Bakım


_PaPiLLoN_ 14 Ağustos 2008 17:17

Uff.. Canım çok yanıyor!

Acının her türlüsü, berbat bir şey. Psikolojik ya da fiziksel olsun, şiddeti yüksek ya da düşük olsun insanın canı yanmaya görsün, dünyası kararıyor. Normal zamanda en çok yapmaktan zevk aldığı şeyi bile gözü görmüyor o zamanlar.
Aslında bugün özellikle diş ağrısından söz etmek istiyorum. Katlanması imkansız gibi gözüken şu ağrı var ya hani işte ondan..
Benim dişim hiç ağrımadı, diyen kaç kişi çıkar bilemiyorum ama bir insanın yaşamı boyunca en az bir kere şu müthiş sancıyı çekmiş olması gerek diye düşünüyorum.
Ağrıyı çeker ve son çare ondan kurtulmak için dişimizi çektirmeye gitmek isteriz ama bunu bir türlü başaramayız... İşte olay o noktada başlıyor “dişçi korkusu”.

Almanya'da böyle oluyormuş;
Almanya'da diş hekimleri bu korkuyu yenmenin bence pek de yaratıcı olmasa da, yollarını bulmuşlar. Örneğin, Alman Diş Tedavisi Fobisi Kurumu Derneği, ülkelerinde beş milyon kişide bu korkunun olması nedeniyle harekete geçip genel anestezi yöntemiyle hastaları tedavi yoluna gitmişler.

Ülkemizde de böyle;
Aslında ülkemizde de bundan pek de farklı olmayan bir yöntem kullanılıyor. Yeditepe Üniversitesi Ağız- Diş-Çene Hastalıkları ve Cerrahisi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Kemal Şençift de hastaları yarı baygın bir şekilde “bilinçli sedasyon” yöntemiyle tedavi ettiğinden söz etmiş. Her tedavi yönteminde olduğu gibi bu yöntemde de komplikasyonlar olabilir.

Neden işi bu noktaya getirmeden önce çözmüyoruz?
Evet diş hekimiyle bir kere travmatik bir deneyim yaşamamış olabiliriz belki. Ama çocukların bu korkuyla büyümemeleri için yapacak birçok şey var.
Bilindiği gibi birçok şeyi çocukluk döneminde öğreniyor ve hayatımız boyunca aksi bir müdahale olmadıkça, deneyimlerimizi doğru bilip yaşıyoruz. Bu nokta da ise anne-babaya büyük iş düşüyor.

Sonun şöyle çözülür;
İlk yapılacak şey çocuğu belirli periyotlarla diş kontrolüne götürmek. Çocuğun hem alışkanlık kazanması hem de, sadece sancılar içinde kıvranıp gidilen korkutucu bir yer olmadığını öğrenmesi için faydalı bir yol olacaktır.

Onları neden korkutuyorsunuz?
Çocuğun bu dönemde desteğe ihtiyacı vardır, bazı anne-babaların yaptığı gibi kösteğe değil. Çocuğunuzun ileride fobi geliştirmesini istemiyorsanız eğer, “Ödevini yapmazsan seni dişçiye götürürüz dişini çeker” ya da “doktor teyze sana iğne yapar” ya da “polis amcalara veririm seni” gibi anlamsız cümlelerden kaçının.
Evet, size bütün bunlar yapılmış olabilir aileniz tarafında benzer şeylerle korkutulmış olabilirsiniz, ama siz bilinçli birer anne-baba olduğunuzu söyleyip durmuyor musunuz hep.
O zaman siz yapmayın!
Çocuklarınızı korkutmayın!

Uzm. Psk. Ceyda ŞENEL


_PaPiLLoN_ 18 Ağustos 2008 14:01

Histrionik Kişilik

Histrionik kişilik deyince akla ilk gelen abartılı davranışlardır.
Kişi, bir aktör misali, sanki sahnede rol yapar gibi davranır. İsimden de anlaşılacağı gibi, Histrio Latincede aktör oyuncu anlamına gelir.
“Düğün dernek fark etmez ben hep böyleyim”
Bu kişiler, her şeyin abartılısını, göze batanını seçer ve genelde parlak renkleri sever. Fazla takıp takıştırırlar. Ayrıca, dış görünüşleri de baştan çıkartıcıdır.
Uzun lafın kısası, genelde her an düğüne gidecek gibi giyinirler.
Karşınızda canlanan muhtemelen bir kadın çünkü kadınlarda daha sık görülür.
Her süslü kadın histrionik değildir bunu karıştırmamak gerekir.
Bu kişilerin duygulanımları genelde yüzeyseldir. Derin duygular barındıramazlar. Kaşınızda sanki bir çocuk varmış hissine kapılabilirsiniz. Sürekli ilgi yakınlık ve sevgi beklerler. Telkine yatkınlılarından dolayı birçok kişiye göre daha kolay hipnoz olurlar.

Kendileriyle ve insanlarla ilgili düşünceleri “Güzellik insanları değerlendirirken dikkate alınması gereken en önemli ölçüdür” “Hayatta hiçbir zaman hiçbir konuda engellenmemeliyim” “Her istediğimi elde etmeliyim” “Hiçbir zaman aptal durumuna düşmemeliyim” “İnsanları mutlu etmeliyim eğlendirmeliyim yoksa beni beğenmezler”

İlgisiz yaşayamam Manipulasyon yetenekleri çok gelişmiş olan histrionik kişiler, genelde yakınmalarıyla duygusal krizler yaratırlar. Ağlayıp bağırıp çağırarak, cinselliklerini ve sihir gibi yöntemlerle, insanlara istediklerini yaptırmaya çalışırlar.

Dengesiz davranışlar O an için karşısındakinden sevgi ve şefkat görüyorsa aynı duyguları yansıtır. Fakat bir sonra ki saatte neler yaşayacağını önceden kestirmek zordur. Birden bire duygu durumu değişebilir ve tam ters bir şekilde davranabilir. Dedikleri olmazsa, İkna etmek ve intikam almak için sinir krizlerine girerler.

Tehlikeli oyunlar Bu kişiler intihara eğilimlidirler. Bunu, geçekten amaçlarına ulaşmak için kullandıkları gibi, çoğu zaman da ilgi çekmek için intihara teşebbüs ederler.
Her iki durumda da ciddiye alınmalıdır. Neticede bir insan hayatından söz ediyoruz.

Peki neden?
Bugüne kadar yapılan araştırmalara göre bu kişiliğin henüz neden kaynaklandığını açıklayan net bulgular yoktur. Fakat psikanalitik yaklaşıma göre çocuğun psikoseksüel gelişim dönemlerinden fallik dönemdeki saplanmadan kaynaklandığı görüşü yaygındır.

Sorun çözülebilir ama..
İnsanlarla olan ilişkilerindeki sorunlardan yola çıkarak amaç bu alandaki problemleri çözmeye yönelik olmaktadır. Tedavinin başarısı için kişinin gönüllü olması gerekir.
Her şey gönlünüzce olsun..


Uzm. Psk. Ceyda ŞENEL


_PaPiLLoN_ 20 Ağustos 2008 19:57

Evlilik ihtiyaç mıdır?

Yaratılışımızın hakikatinde “âcizlik” vardır. Rabbimiz kullarını birbirine muhtaç ve birbirini tamamlayacak şekilde yaratmıştır.
İnsanoğlu hayatını bir ötekiyle paylaştığı oranda mutluluğunu arttığı gibi acısı da azaltır.
“İnsanın ihtiyacını en fazla tatmin eden kalbine mukabil bir kalbin mevcut olmasıdır,” hakikatine binaen, kişi ancak yuva kurarak ihtiyacını tatmin etmektedir.
İnsanın hayatta huzur ve mutluluğu ancak iyi bir evlilikle mümkün olmaktadır. Onun içindir ki, evlilik tarihi insanlık tarihiyle başlar.
Yüce Mevlâmız, mevcudatı çift yaratmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de bu gerçek şu ayetle ifade edilmektedir; “Her şeyden çift çift yarattık ki, iyi düşünesiniz.”
Erkek ve kadın bir bütünü tamamlayan iki parça gibidir. Bu iki cins ruhî ve fizikî yapıları gereği birbirlerine üstünlük kuramayacakları derecede birbirlerine muhtaç yaratılmışlardır.
Evlilikle iki cins arasında çok güçlü bir bağ kurulur. Bu bağ sayesinde kişi kendini bütünleşmiş hisseder ve bilir ki, bu birliktelik sadece dünya hayatıyla sınırlı kalmayıp ahiret hayatı boyunca da devam edecektir.
Evlilik sağlıklı yaşamın önemli bir dinamiği olmasından dolayı bütün semavî dinler tarafından ısrarla desteklenmiş, kutsal sayılarak teşvik edilmiştir.
Kişi evlilikle beraber hayatı iki kişi olarak yaşar, güçlüklere karşı birlikte savaşır, bu da psikolojik olarak insanın kendini daha iyi hissetmesine sebep olur. Bunun içindir ki, evlilik maddî ve manevî bir direnç ve güç kaynağıdır.
Yapılan bilimsel araştırmalarda uzun ve sağlıklı yaşamanın temelinde en önemli sebep olarak “mutlu bir evlilik “ olduğu tespit edilmiştir.
İyi bir evlilikle kişi kendini “güven” ortamında hisseder, çocuk sahibi olarak ebeveyn olma arzusunu da ancak evlilik sayesinde elde eder.
Yine eşlerin saygın bir aile ortamında birbirlerinin benlik değerini (self-esteem) arttırdıkları gözlenmiştir.
İyi bir evlilik ilişkisi aynı zamanda terapatik bir ilişkidir de, yani bir yanıyla tedavi edicidir. Mutlu bir evlilikte eşler birbirinin hem arkadaşı, hem dostu, hem de yardımcısıdır.
Evlilik bireysel ihtiyaç olduğu kadar, toplumsal ihtiyaçtır. Tarihin kaydettiği bütün topluluklarda, aile kurumu önemli yerini her zaman muhafaza etmiştir.
Evlilik toplumun huzuru, insanlığın barışı için son derece önemlidir. Ailede yaşanan çözülmelerle, toplumsal çözülmeler her zaman paralellik arz etmiştir. Çünkü aile toplumun hem çekirdeği, hem de temelidir.
Toplumların geleceğinin ancak mutlu ve sağlıklı ailelerle mümkün olduğunu unutmayalım.

Psk. Yasemin UÇAL


_PaPiLLoN_ 27 Ağustos 2008 18:18

Yargıtay üyeleri psikologluğa mı başladı?

Alışmış gözlerin göremediğini alışmamış gözler görürmüş. ‘Gerçeği yarım görme olgusu’ Yargıtay üyelerinde olursa ortaya savunulamaz kararlar çıkıyor.
Bazı insanlar gerçeklerin bir kısmını dürüst olmayan bir şekilde görmezler yani aldatma niyetleri vardır. Bu insanlara yalancı denir.
Bazı insanlar ise aldatma niyeti olmadan, bazı gerçekleri görmezler ve yanlışı ısrarla savunurlar. Bu kişilere yanılgı içinde veya gafil denilir.

‘Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, daha önce yerel mahkeme tarafından verilen kararı bozarak, kocanın karısına başını örtmesi için baskı yapmasını "sosyal şiddet" sayarak boşanma sebebi saydı.’

Basına yansıyan yukardaki haberin devamInda ‘Çağdaş kıyafete aykırı giyinmeye zorlamanın, ortak hayatı temelinden sarsan, sosyal şiddete yönelik bir davranış’ olduğuna karar verilmiştir diyor.

Amerika Psikiyatri Birliği ‘İlişki bozuklukları’nı bir hastalık grubu olarak tanımladı. Aile içi ilişki bozukluklarının tedavisi ile ilgili protokollar önerdi. Aile içi şiddet, kadına yönelik şiddet, psikoloji, sosyoloji, hukuk, ilahiyat, iletişim... gibi pek çok alanı kapsayan bir olgudur.

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) şiddeti ‘Kasden fiziksel güç ve zor kullanımı’ olarak tanımlar. Şiddet sonrası bedensel ve psikolojik hasarın olup olmadığının tespitini gerekli görür.

Eğer şiddetin fiziksel güç içermeyen psikolojik unsurları hakim kararına kalırsa bakın neler suç olabilir:

Cinsel ihmal şiddeti: Erkeği çıldırtan kaprisli kadın, kocasını cinsellikten mahrum eden inatçı kadın, kıskançlık nedeniyle yatağını ayıran eş...

Duygusal ihmal şiddeti: Karısına sevdiğini söylemeyip onu yalvartan erkek, eve geç gelip karısını aşağılayan koca, karısını parasız bırakıp bunalıma sokan eş, kendi kıskançlığı nedeniyle eşini evden dışarı çıkamayan adam...

Sözel şiddet: Futbol spikeri gibi sürekli konuşan kadın, bağırarak konuşan, yediğine, içtiğine her şeyine karışan eş....

Bunların arasında, Uluslararası Psikiyatri sınıflandırma sistemlerinde ve Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımlamalarında ‘Sosyal şiddet’ şeklinde bir tanımlama yoktur.

‘Mahalle baskısı’diyemediği için sosyal şiddet tanımını kullanıp gülünç duruma düşüren hukuk rasyoneline uymayan bir karar verilmiştir. Eğer erkekte ruhsal bir hastalık yoksa iki kişi arasındaki bir hukuk yargısında sosyal atıf da bulunmak irrasyoneldir.

Olsa olsa başını aç veya kapa şeklinde baskı sözel şiddete girer. Boşanma nedeni olarak hakime kanaat verir.

Bir erkeğin başını kapa diye eşine baskı yapması ve şiddet kullanmasının dini bir kaynağının olduğunu sanmıyorum. Bu davranışlarla mücadele edelim.

Karısının başını örttürmek için baskı yapan erkekler aslında dini motivasyondan çok kıskançlık ve gelenek baskısı ile bunu yapıyorlar. Zorla tesettür ikiyüzlülüğe götürür. İkiyüzlülüğünde ilahi hedefe uygun olmadığını zaten bütün semavi öğretiler belirtiyor.

Toplum mühendisliği yapmak yargının görevi değildir. Geleneklerin değişmesi yargının ilgi alanına girmez.

Toplumun değerleri karşısında tarafsızlığını yitirmiş yargı çürüme işaretidir. Hakimin bizatihi kendisinin tarafsız olması gerekmez, hukuki eylemlerinin tarafsız olması yeterlidir.

Hakim karar vereceği konuda kasıt unsuru var mı? Bilirkişiye göndermek gerekir mi? gibi konularla ilgilenir...

Çağdaş ülkelerde neyin çağdaş olduğu neyin çağdaş olmadığı kararını vermek yazılı hukuka ait de değildir. Yazılı olmayan hukuka yani vicdanlara bırakılmıştır. Modern ülkelerde kıyafetten dolayı insanlara ayrımcılık yapılmaz.

‘Çağdaş kıyafetlere aykırı giyinmeye zorlama’ tanımı yüksek yargıya değil Batı Çalışma Grubu (BÇG) tanımına daha çok uyuyor. Acaba ikna odası tavsiyesi de varmıydı kararda?

Kendi egolarını iyi hissettirmek için başkalarına nasihat veren, küçümseyen, ikinci sınıf insanın varlığını arzulayan kibirli duruş yargıya zarar verir.

Hakim bey, bu millet farik ve mümeyyizdir, neyin çağdaş olup olmadığına kendisi karar verir. Toplumun değerleri karşısında tarafsızlığınızı korumalısınız

Prof. Dr.Nevzat Tarhan


_PaPiLLoN_ 28 Ağustos 2008 17:26

Ayna Ayna, Söyle Bana Kusurum Nerede?

Sorunun cevabı masaldakinden farklıdır. "Kusurum nerede" sorusuna verilecek bir cevap mutlaka vardır. Bazen çok küçük bir bedensel sorun, bazen de olmayan bir şey büyütülerek gündelik yaşamın ortasına kuruluverir. Kişi, başkalarından ya da güzelliği kanıtlanmış olan idollerden destek arayarak kusurlarının varlığını garantiler. Ya burnu çok büyüktür ya da aslında oldukça dengeli olan vücudunda basenleri çok geniştir. Bazen daha da ileri giderek doktorlardan, estetik cerrahlardan medet umar. Onu ameliyat edecek bir doktor bulana kadar uğraşır. Ameliyat da sorunu çözmez. Ya eskisinden daha kötü olduğunu söyleyerek doktorlarını suçlar ya da yeni bir hastalığa, olmayan kusurlara yelken açar.

Dismorfobi denilen bu bozuklukta, beden ya da yüzde gerçekte herhangi bir kusur yoktur. Kişi kaygı verici düşüncelerinin etkisi altında; bedeninde ve yüzünde kusurlu bir organ ya da parça arar. Aslında vücudu ve yüzü; kaygılarını dile getirmek için kullandığı aracılardır. Esas sorun, gündelik hayatı içinde ve diğer insanların arasında kendini algılamasındaki yetersizlik duygusudur. Yetersizlik duygusunun ortaya çıkardığı kaygı o derece artar ki, bazen kusurlu bulduğu organ ya da vücudunun çeşitli bölgelerinin işlevselliği bundan etkilenir.

Özellikle ergenlerde ve kadınlarda daha fazla görülen bu rahatsızlık, yaşamın her döneminde ortaya çıkabilir. Kişiler umutsuzca her türlü rejimi deneyerek; akıllarındaki forma kavuşmaya çalışırlar. Buna rağmen, aynalar hiç bir zaman onlara kaygılarını dağıtacak bir şey söylemez. Onların aynaları küçük ya da olmayan kusurları büyüterek gösterir. Onlar, kendilerini her zaman çirkin ve kusurlu görürler.

Dismorfik kişiler, kendilerini sevmeyen insanlardır. İşe yaramadıklarını ve kusurları ile başka insanları rahatsız ettiklerini düşünürler. Bu nedenle insan içine karışmaktan pek hoşlanmazlar. Aile ilişkilerinde yoğun duygusal çatışmalar yaşama olasılıkları yüksektir. Bunun yanında, aile içinde "mükemmel güzellik" anlayışı değer görüyor olabilir. Dismorfik kişilerin başkaları ile sosyal etkileşime girme becerileri de düşüktür. Dış görüntünün abartılı ölçüde önemsendiği günümüz dünyası, dismorfik kişilerin kendilerini saklamaları ve hayali kusurlarını beslemeleri için kuvvetli itekleyicilerdir.

Günümüzde ne yazık ki dismorfik bozukluğu hem kadın hem de erkekte süratle artmaktadır. Ancak, dismorfik kişiler, hasta olduklarını düşünmezler. Hayal ettikleri kusurun gerçekte var olduğuna inanırlar. Dismorfik kişilerin ilaç tedavisi ve psikoterapi almaları gerekmektedir. Hastalığın çözümlemesinde grup terapileri de etkilidir. Bununla birlikte, iletişim becerilerini ve problem çözme becerilerini artırmayı sağlayan eğitimlerin de iyileşme sürecinde önemli katkısı vardır.

Psk. Ayla Kahraman


_PaPiLLoN_ 30 Ağustos 2008 16:04

Prozac Freud’un Yerini Alabilir mi?
Beyin vücudumuzdaki en gizemli organdır. Beyinde 100 milyar nöron olduğunu biliyoruz. Örnek vermek gerekirse yalnızca muzun tatlı kokusuyla biranın keskin kokusunu birbirinden ayırt etmek için altı milyon beyin hücresinin harekete geçmesi gerekir. Ancak nörologlar hala bunun nedeni hakkında net bir fikre sahip değiller.

Ancak beyin, binlerce yıldır açıklamalara karşı gelmiş bilinmez bir işleve sahip bir karakutu değildir. Bu gün bilim insanları beynin hücre ve biyokimya düzeyinde nasıl çalıştığına dair pek çok şey biliyorlar. Gerçekte bir çok nörolog düşünme biçimimizin, öncelikle beyin kimyamızla ve sinaps adı verilen nöronlar arasındaki trilyonlarca bağlantının kompleks etkileşimiyle belirlendiğine inanıyor.

Bir çok kişi bütün düşüncelerimizin, düşlerimizin ve duygularımızın yani zihin diye adlandırdığımız çok ince tözü oluşturan her şeyin, kimya ve bağlantıların karşılıklı etkileşimlerinin sonucu olduğuna inanıyor. Farklı beyin fonksiyonlarının, beynin farklı alanlarında gerçekleştiği, beynin “dağılmış paralel işlemleme” diye bilinen bir yöntemle çalıştığı ve tümünün aynı anda çalışmadığı çok yeni keşfedilen gerçeklerdir. Siz bu sözcükleri okurken beyninizin arka kısmındaki okuma edimiyle ilgili özel bölüm aktiftir, yan taraftaki diğer alanlar sözcüklerle meşgul olurken, frontal lobun diğer alanları da resimleri bir araya getirir.

Akıl hastalıkları bugün kompleks bilginin düzgün işlemlenme sürecinde bir aksama olarak düşünülüyor. Beyni farklı sorunlar üzerinde ya da aynın sorunun farklı farklı yönleri üzerinde çalışan, network ağıyla birbirine bir çok bilgisayardan oluşmuş bir yapı gibi düşünürsek, bir bilgisayar bozulduğunda ya da bilginin doğru olarak aktarımını sağlayan ağda bir aksaklık olduğunda sistem çöker; zihin dengesizleşir. Bununla birlikte beyin bir mikro işlemci gibi ve zihinde bir bilgisayar programı değildir. Beyin elektrikle değil biyokimya ile işleyen bir organdır. Bu açıdan bakıldığında rahatsız bir zihne yardım etmenin en iyi yolu, diğer organlar gibi onu da biyokimyasal dengesine kavuşacak şekilde ilaçla tedavi etmektir

Bu, psikiyatride “biyolojik devrim” diye adlandırılan şeyin temelidir. Nörologlar ve psikiyatrlar arasındaki geçerli eğilim, akıl hastalıklarını bilinçaltı düşüncenin baş döndürücü akıntılarının kendilerini fiziksel ve zihinsel belirtilerle ortaya koyması olarak görmekten çok, kusurlu bir beyin fonksiyonunun sonucu olarak görme yolundadır. Gerçi, göreceğimiz gibi hala yetişme tarzı, toplum, çocukluk travmaları ve çevre tanımına giren her şeyin zihnimizin biçimlenmesini belirleyen önemli etkenler olduğu düşünülüyor. Örneğin nüfusun yalnızca yüzde birlik bir oranı şizofreni yüzünden acı çekmektedir. Bununla birlikte tek yumurta ikizlerinden birine şizofreni tanısı konduğunda diğer ikizde de aynı hastalığın gelişme olasılığı yüzde ellidir. Bunun bize gösterdiği, akıl hastalıklarında genetiğin önemli bir faktör olduğudur, bununla birlikte henüz tam olarak açıklanamamış çevresel etkenler de büyük rol oynuyor olmalıdır.

Akıl hastalıklarını organik hastalıklar olarak gören yaklaşım hala egemenliğini korumakta ve bugün, şizofreni için chlorpromazine, çift kutuplu hastalıklar için lityum gibi ilaçlar mevcuttur. Depresyonun kara bulutlarını kaldıran yeni ilaçlar vardır: Prozac ve Zoloft bunlardan yalnızca ikisi ve bu yeni antidepresanların daha öte işlevleri olabileceği de iddialar arasında. Prozac’ı Dinlemek adlı tartışmalı kitabın yazarı Peter Kramer’e göre antidepresif ilaçlar yalnızca hasta zihinleri iyileştirmekle kalmıyor aynı zamanda iyi olan zihinleri de daha iyi hale getiriyor, kişi öncekinden daha iyi daha mutlu tutumlar geliştiriyor.

Bazı psikiyatrlar, Sigmund Freud’un öncülüğünü yaptığı psikoterapiye olan güvenlerini koruyorlar ve inançları akıl hastalıklarının organik olmadığına; akıl hastalıklarının ortaya çıkmasında en önemli rolü çocukluk travmalarının ve diğer çevresel faktörlerin oynadığına inanıyorlar. Başlıca akıl hastalıklarının iyileştirilmesinde psikoterapi yaklaşımının savunucularından Prozac’a Karşılık Vermek ve Toksik Psikiyatri kitaplarının yazarı Peter Breggin basitçe, doğuştan sahip olduğumuz beyin kimyasıyla yönetilmediğimizi iddia ediyor; Breggin, zihnimizin şekillenmesinde en önemli rolü büyütülme biçimimizin oynadığını iddia ediyor. Ama en azından bugün, nasıl düşündüğümüzü ve davrandığımızı belirlemede en büyük etkinin büyütülme biçimimize değil doğaya ait olduğu düşünülmektedir. İlaç terapisi, ciddi akıl hastalıklarının iyileştirilmesine dair en büyük umudu sunmaktadır.

Gerçekte zihni yöneten mizaçsa, genlerimizde bu mizacı belirleyecektir. Yeni yeni sormaya başladığımız rahatsız edici soru şu olacaktır: Genetik eğilimlerimizi ilaçlarla ve genetik mühendisliği ile kontrol edebilir miyiz? Şiddet, şişmanlık ve ırkçılık bu yollarla içimizden atılabilir mi? Ve bunu yapmak istiyor muyuz?

Not: Sarmal Yayınevi tarafından basılan “Beyin ve İlaç” isimli kitaptan alınmıştır. Yazarı Scott Veggeberg


_PaPiLLoN_ 7 Eylül 2008 15:50

Güç ve Sıfır

Felsefe, düşünen insanı kaotik bir ortama sürükleyen bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır ve düşüncelerimizde birbirleriyle çarpışan tez ve anti-tezlerin bir yumağı olarak yer almaktadır. Düşünebildiğimiz her teze karşın beynimizde ürettiğimiz anti-tezlerin anında şekillenmesi sonucunda kendimizi bir kaos ortamında bulabiliriz. Belki de doğasında bu yükümlülük var. Felsefi yaklaşımların teolojik incelenmesi, anlama sınırlarımızı biraz daha zorlamamıza ve farklı boşluklarda yer almamıza yol açıyor. Biz kimiz ve yaşam nedir gibi soruların çevrelediği bir düşünce ortamında genelde bilimin somut yönüne rağmen felsefenin soyut karakteri ile yüzyüze gelebiliyoruz. Bir soru karşımıza çıkıyor, neden bilimle uğraşıyoruz? Bu sorunun yanıtının belki üstü kapalı olarak verilmeye çalışılması, bir ölçüde daha anlamlı olabilir.İnsan başta olmak üzere tanık olduğumuz tüm yaşam birimlerinde sürekli olarak bir güç faktörünün egemen olduğunu görmekteyiz. Yaşayan varlıkların çevrelerine yansıttıkları egemen olma güdüsünü değişik boyutlarda sergilemeleri ve basit gibi görünen hücresel yapıdan karmaşık yapılara kadar bu güç faktörüne sahip olmaları, bir içgüdüsel var olma duygusunun belki de temelini oluşturuyor. Canlı bazında, anlamının farkında olarak ya da olmayarak bu güç kavramını sürekli bünyemizde taşıyoruz. Tüm canlılar kendi organlarındaki enerjilerini güçlü olabilmek için belli noktalara bilinçli ya da bilinçsiz şekilde odaklamak ihtiyacını hissediyorlar. Güçlü olmak, yaşamanın birincil öğesini oluşturuyor. Bilim ile teolojik yaklaşımın birbiriyle çelişkili görünen farklı bakış açıları, aslen bu temel içgüdünün değişik yansımaları ile karakterize oluyor. Yüzyıllardır birbiriyle çatışma halinde olan din ve bilim kavramları belki de varoluşumuzdaki ögelerin farklı değer açıları altında ele alındığı ancak, ortak paydası benzer olan bir olgudan ileri gelmektedir. Düşünen bir canlı olan insanoğlu, düşünmeye başladığı andan itibaren içinde var olan bu gücün düzeyi hakkında öncelikle kendi kendine sonra da çevresi ile yorum yapma gereksinimini hissetmiştir. Önceleri kas gücüne bağlı olarak ilkel davranışsal yöntemleri denemesine karşın, bu gücün mekanik oluşumlarla daha etkin kullanabileceğini öğrenmiş ve çeşitli teknikler geliştirmiştir. Amaç, egemen olmaktır ve bu gücü sergilemek, genlerimizdeki varoluş nedenlerimizin başında gelmekte ve yaşamanın 3 temel faktörü olan beslenme, üreme ve uyku kavramları üzerinde kurulu bir düzenin vazgeçilmez yansıması olarak ortaya çıkmaktadır. Aynı düşüncede olanların bir araya gelmesi, karşıtlarla mücadele, hep egemen olma içgüsünün bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Canlılığın temel yaklaşımı, kendini kanıtlama yolunda, çoğalmayı ve istenilen güce ulaşmayı gerektirdiğine göre, bu temel içgüdünün nasıl ortaya çıktığı da yanıt arayan soruların başında gelmektedir. Belki de bunun yanıtı yoktur, ya da moleküler düzeyde atomların sıralanması ve moleküler organizasyon, moleküler bilincin bir güç faktörü olarak düzenlenmesini sağlamıştır. amino asit moleküllerinin birbirleriyle birleşerek pepdid yapılarını ve daha sonra da proteinleri oluştururdukları andan itibaren somut canlılık kavramının geliştiğini ve canlı olabilmenin ortama uyum sağlama sürecindeki çeşitli organları evrim içinde geliştirmesi, proteinlerin ve nükleik asitlerin koordinasyonunun bir gizemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Atomik yapıların içine girildiğinde benzer şekilde bir güç gösteriminin var olduğunu ve atomları birleştiren ya da parçalayan faktörlerin aynı biçimsel davranışlarla hareket ettiklerini söyleyebiliriz. İnsanoğlunun bugüne değin bilinen en yüksek canlı biçimi olduğu varsayılırsa, gücün ortama uyum sağlamasındaki organize davranışı, genlerin farklı proteinleri kodlamasına bağlı olarak proteinlerin kazandıkları işlevsel davranışlarına bağlanabilir. Bu bağlamda içimizdeki Tanrısal güç , bulunduğu ortamı tanımada ve uyum sağlamada çeşitli organ ve organelleri geliştirmiştir. Aslında düşünme yeteneğinin ortaya çıkması, ya da anlama, öğrenme ve algılama kavramlarının beyin biyokimyasındaki gelişimi, içimizdeki gücün evrimleşme süreci içindeki organize davranışının bir sonucudur ve düşünme yeteneği kazanan insan, kendi ortamında, aslında yine kendi içindeki güçten kaynaklanan farklı güç biçimlerine yaşam hakkı tanımayacak bir mücadele etme güdüsüne sahiptir. Gücün kendisiyle savaşımı, çok ilginçtir. Canlılık karakteri kazanan ve farklı şekillerde bu karakteri yansıtan yapılanmalar, aynı içgüdüyle birbirlerine karşı mücadele etme ve savunma gereksinimi duymaktadırlar. Bu, belki de gelişmenin anahtarıdır! Ancak, canlılığın temelini oluşturan bu Tanrısal güç kavramı kaynağının, insanoğlunun yeterince algılayamayacağı boyutlarda olabileceği varsayımını gözardı edemeyiz.

Canlı varlıklar yaşama içgüdüsünü oluştukları andan itibaren kendilerini dış dünya ile iletişime olanak sağlayan bu Tanrısal güç ile edinilen düşünsel yeteneklerin düzeyine göre, kendilerini bulundukları ortama uyum sağlamada belli bir işbirliği oluşturmuşlardır. Bu işbirliği hem kendi iç dünyası, hem de dış dünya ile iletişim durumundadır. İnsanoğlu, açıklayamadığı olaylara da yine düşünce yetisiyle sınırlı olarak son verme eğilimi içine girmiştir. Ama bu, asla bir son değildir. Ateşe tapan, güneşi tanrılaştıran ve böylelikle çevresine egemen olma yolunda bu nesneleri kendisine simge olarak seçen de yine insanoğludur. Beyninin düşünme olanaklarıyla sınırlanan bu faktörlerin, belli bir gelişim sürecinde oynadıkları imgesel ögeler, zaman içinde farklılaşma eğilimi göstermiştir. Zaman kavramını bile açıklamakta çeşitli teoriler üreten insanoğlu sonuçta içinde hissettiği ancak bir türlü açıklayamadığı bu Tanrısal gücün kaynağını bulma eğilimindedir.

Gökyüzüne doğru baktığımızda sayamayacağımız kadar gök cisminin bulunduğunu ve evrenin bu gök cisimlerinin varlığına uygun bir ortam oluşturduğunu düşünürüz. Aslında atomik yapınlanma da bir mikro-evren şeklindedir. İçinde yaşadığımız evreni inceleyen insanın evrenin derinliklerine ulaşmasındaki isteminin gizi, içinde taşıdığı Tanrısal güçle bilim kelimesinin kullanılması; bu çalışmaların soyut ortama yönelmesinde ise dinsel yaklaşımları benimsemesi, açıklanamamanın açıklanması kavramının doğal bir çatışmasını, getirmiştir. Bilim, genel olarak belli gözlemlere dayanan güç arayışının bir faktörü, dinsel yaklaşım ise gücün varlığının baştan kesin kez kabul edilmesi ilkelerine dayanmaktadır. Binlerce yıl önceki insanoğlunun ateşe tapma içgüdüsü, şekil değiştirmiş ve farklı boyutlarda ve insanoğlunun yaşadığı ortamla olan uyumuna bağlı olarak yeniden biçimlenmiştir. Ama yine binlerce yıl önceki insan, çevresini araştırmayı ve kendini geliştirmeyi ihmal etmemiştir. Bilimsel düşünen insanoğlunun Tanrısal gücün varlığını araştırmada ortaya koyduğu yöntemler ile dinsel düşünen insanın aynı gücü aramadaki yöntemleri birbirinden farklılıklar içermektedir, ancak, her ikisi de Tanrısal gücün varlığını aramada insanoğlunun ortak düşünce evrenini simgelemektedirler. Mikroskopla bir hücreyi araştıran bilim insanı, bu hücrenin içinde yer alan mekanizmaları açıkladığında bir ölçüde Tanrısal gücün ortaya konulması kavramına çok küçük de olsa bir açıklık kazandırmaktadır. Ne yazık ki, canlı ortamında hangi mekanizmaların ne şekilde rol aldığını, tam anlamıyla bilemiyoruz. Örneğin, bir karaciğer hücresinin yapısı konusunda kesin bir bilgimiz yok, üstelik bu hücrenin işleyişine müdahale edemiyoruz (ancak müdehale edebilmek için uğraşıyoruz). Bilebildiklerimiz yalnızca bugüne kadar ortaya konulan basit mekanizma yaklaşımları olmakta ve zaman akışı içinde öngörülen yeni bulgularla bu mekanizmaların güçlendirilmesi ya da çürütülmesi, şeklinde olmaktadır. İşte, karaciğerdeki yer alan bazı enzimlerin çalışma mekanizmasını ortaya koyabilen bir bilim insanı içimizdeki Tanrısal gücün işlevi hakkında çok küçük de olsa bir ayrıntıyı ortaya koyma içgüdüsünü sergilemektedir. Yaşlanma süreci konusunda bilgilerimiz henüz çok yetersiz. Ölümsüzlüğün peşindeki insanoğlu kendisini yaşlandıran ve kaçınılmaz sonun mekanizmasını halen anlamaya çalışıyor; çok uzun sürecek gibi görülen bir zaman süresince de bu anlamaya çalışmak devam edeceğe benzemektedir. Canlı organizmasındaki Tanrısal gücü arayan insanoğlu, evrendeki oluşumları da arayarak bu gücün sınırlarını keşfetmeye çalışıyor. Bir yandan hücresel derinlikleri arayan, diğer yandan da evrensel boyutları çözmeye çalışan insanın henüz işin çok başında olduğu bir gerçektir. Bir hücreye mikroskopa baktığımızda karşımıza çıkan mikro-yapıların derinliklerinde ne olduğunu bulma duygusu ile daha güçlü mikroskoplar yapılmış ve daha derinlerde bambaşka yapılanmalar olduğu saptanmıştır. Daha güçlü aygıtlar ile yapılan çalışmalar farklı yeni yapıları işaret etmiştir. elektron mikroskopları bugünkü insanoğlunun geliştirdiği teknolojinin son aşamasıdır, ancak bununla da ortaya hücre içindeki sınırlamanın saptanmasına ulaşılamamıştır. Hücre içi derinlik ele alındığında buradan eksi sonsuza doğru uzanan bir yapılanma olduğunu düşünebiliriz. Diğer taraftan teleskopla yapılan incelemelerde bazı gök cisimlerini gözleyebilme olanağına sahibiz. Daha güçlü teleskoplar bize yeni gök cisimlerinin varlığını göstermektedir ve evrenin boyutları sürekli olarak genişlemektedir. Teorik olarak da buradan artı sonsuza gidileceğini varsayabiliriz. ilgilidir. Aynı şekilde mikroskopu icat ederek kendi içindeki gücü somut bir görüntüye dönüştürmek istemiştir. Ancak ne yazık ki, insanoğlu ilkel insan döneminde doğanın varlığında nasıl bir gücün egemen olduğunu kavrayamamışsa, yine bugünkü varlığında da aynı belirsizliği sürdüregelmektedir. Değişmeyen, yalnızca meraktır ve bu duygunun sürekli artan bir tempoda devam etmesidir. Bu merak sonucu insanoğlu, kendi yapısını incelemek için mikroskobu, gökyüzünü incelemek içinse teleskobu icad etmiştir. Matematik ise, insanoğlunun somutlaştırdığı ve birincil önemi taşıyan çok önemli bir olgudur. Matematiği geliştiren insan bunu, hem kendi varlığı, hem de içinde bulunduğu ortamı somutlaştırmak için kullanabilmektedir. Düşünsel yeti sonucunda elde ettiği verileri somutlaştırmaya yönelik yapılan çalışmalarda

Matematiği yüce bir bilim dalı olarak ortaya koyan insanoğlunun sıfır noktasını tanımlaması çok ilginçtir. Sıfır noktası, belki de matematik biliminin en önemli kavramıdır ve düşünce evreninde son derece küçük bir boyutta olan insanoğlunun bulduğu en önemli sayıdır. Bu sayı insanoğlunun Tanrısal gücü aramada belki de ilkel bellek yapısındaki içgüdüsel kavramının oluşturduğu bir bağlantıdır. Kendi organizması içinde eksi sonsuza, organizması dışında da artı sonsuza ulaştığını düşündüğümüz insanoğlunun matematik bilimi içinde öngördüğü ve eksi sonsuzla artı sonsuzun kesiştiği bir nokta vardır. Bu da, sıfır noktasıdır.

Teknolojik gelişimini sürdürecek olan insanoğlu kendi hücreleri içinde gelecekte daha da derinlere ulaşacaktır. Yeni aygıtlar geliştirecek, mekanizmalar üretecek ve içindeki Tanrısal gücü aramaya devam edecektir. Ancak, yine de bunlar içimizdeki derinliklerin sınırına bizi ulaştırabilecek midir? Beynimizin kapasitesini sürekli artırmaya çalışan insanoğlunun uzayda yolculuğu başlatabilmesi için yeni kuramları ve boyut farklılık teorilerini üretmesi de devam edecektir. Belki de ışık hızına ulaşıldığında kütlesini sıfıra indiren sınırlamalar aşılacaktır. O an geldiğinde evrenin sınırına ulaşmak mümkün olabilecek midir? Hayır, çünkü eğer gerçekten bir sınır varsa onun ötesinde başka boyutların sınırları olacağı olgusunu matematik ve fizik bilimleri bize öğretmiştir. Dolayısıyla, bu da bize insanoğlunun en büyük keşfi olan sıfır noktasının anlamını yeniden düşünmemiz fırsatını vermektedir.

Bu durumda, benzer atomların bir araya gelerek, örneğin bir kaya parçasını oluşturması da ya da karaciğer organı şeklinde organize olmasının anlamını, bilinmeyen gücün Tanrısal gücü aramada bilim ve teolojik yaklaşımların aslında ortak amaca yöneldiği fakat farklı yöntemleri seçtiğini görüyoruz. İnsanoğlunun bu anlamda bilinçlenmeye başladığı süreçten itibaren birbirleriyle sürekli kavga halinde olan bu iki yaklaşım, belki de aralarındaki yöntem farklılığını anlamsızlığını bir türlü anlayamadan, gelecekteki süreçlerine devam edeceklerdir. Bu çatışmanın da yarar/zarar oranında nasıl bir dengeye ulaşacağını da kestirmeye gerek görmeyeceklerdir. Bu durumda, belki de sıfır noktasının önemi, gelecekte çok daha iyi anlaşılacaktır. bilincine ulaşmada evrensel düşünce sınırlarının zorlanmasını sağlamak yerine, teolojik kestirmeciliğin basite indirgediği algılanmayı kabullenmek gibi birbirine zıt görülen olguları tartışmanın ne gibi yararları olacağını, henüz bilemiyoruz.

Prof. Dr. Erdem Büyükbingöl


_PaPiLLoN_ 7 Eylül 2008 16:00

Modern Hayat Ve Psikolojik Sıhhat

Akıl vücud kadar sağlam değildir. Zihin hastalıklarının, tek başlarına, bütün diğer hastalıkların topundan fazla olduğu dikkate alınmağa lâyıktır. Ve dolup taşan tımarhaneler ise, buralara yerleştirilmeğe muhtaç olanları alamıyacak kadar kalabalıktır. Newyork devleti içinde yirmi ikide bir kişi, C.W. Beerse göre, hayatının herhangi bir devrinde, bir tımarhanede tedavi olunmak lâzımdır. Birleşik devletlerin hepsinde, akıl zâfından veya delilikten dolayı tedavi altına alınmış olanların yekûnu, hastahanelerde tedavi edilen veremliler yekûnunden sekiz kere fazladır.

Delilerin tedavi edildikleri müesseselere her yıl 68.000 kişi kabul edilmektedir. Şayet müracaat ve kabuller bu hızla devam edecek olursa bugün mekteblerde okumakta olan çocuklarla gençlerden takriben bir milyonu, günün birinde, zihin hastalığından dolayı tımarhanelere alınmak icab edecektir. 1932 senesinde, Amerikada devlete bağlı hastahanelerde 340.000 deli vardı. bundan başka, 81.289 abtal ve saralı tedavi altına alınmış ve 10.951 tanesi de serbest gezmekte bulunmuştu. Hususî hastahanelerde bakılmakta olanlar bu istatistiğe dahil değillerdir. memleketin heyeti umumiyesinde 500.000 zayıf akıllı mevcuddur.

Diğer taraftan, milli ijyen komitesi vasıtasiyle yapılan teftişler, umumî mekteblerde terbiye gören çocuklardan 400.000 tanesinin sınıf derslerini takib edemiyecek derecede zekâsız olduklarını göstermiştir. Hakikatte, zihin bozukluğuna tutulmuş kimselerin sayısı bundan çok fazladır. Hastahanelere yatırılmamış yurttaşlardan yüz binlercesinin psikonöroza mübtelâ oldukları tahmin edilmektedir.

Bu rakamlar, medenî insanların şuurundaki zâfın ne derece büyük ve gittikçe fazlalaşmakta olan bu zâf meselesinin de modern cemiyet için ne kadar ehemmiyetli olduğunu gösterir. Akıl hastalıkları tehdid edici bir hal almaktadır. Bunlar veremden, kanserden, kalb ve yürek hastalıklarından ve hattâ tifüsten, veba veya koleradan daha tehlikelidir. Bunların tehlikesi yalnız caniler sayısını çoğaltmasında . değil, beyaz ırkları gittikçe daha fazla bozmasındandır. Caniler arasında milletin geri kısmındakinden fazla zayı akıllı veya deli yoktur. Vakıa hapishanelerde normal olmayan pek çok adamlar görüldüğü doğrudur. Fakat daha yukarıda işaret ettiğimiz gibi canilerden bir kısmı hapsedilmiştir. Polisçe tutulup mahkemelerce ceza çarpılmağa ses çıkarmayanlar da zaten kusurlulardır. Zihin hastalıklarına sık rastlanılması modern medeniyetin pek büyük bir hatasıdır. Şüphe edilmemelidir ki yaşayış tarzımız zihin bozuklukları tevlid etmektedir.

Demek ki modern tababet hakikaten insana has olan faaliyetlere herkesin sahib olmasını temin edememiştir. Zekâyı, bilinmeyen düşmanlarına karşı müdafaa edece mevkide bulunmaktan uzaktır. Bugünkü hekimlik zihin hastalıklarının alâmetlerini ve akıl zâfının çeşidlerini bilmekte ise de bu bozuklukların mahiyetinin tamamiyle cahildir; bu hastalıkların beynindeki bünyevî âfetlerden mi, yahud iç muhitin değişikliklerinden mi, yoksa iki sebebin her ikisinden mi gediğini bilmemektedir. İhtimal ki asabî ve pskiolojik faaliyetler, hem beynin hal ve vaziyetine ve hem de ankodrin guddelerince deveran cümlesinin içinde serbest bırakılıp kanca dimağ hücrelerine götürülen maddelere tâbi bulunmaktadır. Bu guddelerdeki fonksiyonel ihtilâllerin, beynin anatomik âfetleri gibi, bir takım nevroz ve psikozları meydana getirdikleri şüphesizdir. Bu hâdiseleri tamamiyle bilsek bile pek ziyade ilerlemiş olmayız. Uzuvları fizyoloji izah ettiği gibi akıl patolojisinin anahtarı da psikolojidedir. Ancak, fizyoloji ilim, psikoloji ise ilim değildir. Psikoloji henüz Claude Bernardını veya Pasteurünü beklemektedir. Psikoloji henüz, cerrahlığın berberler ve şiminin de lavoisierden evvel simyacılar elinde bulunduğu zamanki haldedir. Bilgilerinin kifayetsizliğinden dolayı modern psikolojileri ve bunların usullerini itham etmemelidir. Cehlimizin asıl sebebi mevzuun sonsuz mürekkebliğidir. Âsab hücrelerinin, bunların irtisam ve iştirak liflerinin ve beyin ve dimağdaki oluşların bilinmez âlemine nüfuz etmemize imkân verecek tekniklere henüz malik değiliz.

Schizophirénique alâmetlerele, meselâ, beyin kışrının bünyevî bozuklukları arasındaki sahih münasebetleri keşfetmek imkânsızdır. Kroepelinin ümidleri tahakkuk etmemiştir. Belki de akıl teşevvüşlerinin mesafevî temerküzü mevcud bile değildir. Bazı alâmetleri, hâdiselerdeki muvakkat teakubun intizamsızlıklarına ve fonksiyonel bir cümlenin asabî unsurları bakımından zaman kıymetinin tahavvüllerine atfetmek kabildir. Bundan başka, biliyoruz ki gerek Firengi Spirocheti ve gerek uyku hastalığının bilinmeyen unsuru tarafından bazı mıntakalarda ika olunan hücre tahribleri şahsiyette gayet mütebariz değişikliklere sebeb olmaktadır. Bu bilgi müphem, gayri katî teşekkül halindedir. Bir akıl ijiyeninin gelişmesi için onun tamamlanmasını ve zihin hastalıklarının mahiyetinin belli olmasını beklememek zarurîdir.

Zihin hastalıklarının sebeblerini bilmek onların mahiyetlerini bilmekten daha mühim olabilir ve bunlardan korunmamaızı temin edebilirdi. Görünüşe göre akıl zâfı ve delilik endüstriyel medeniyet ve onun yaşama tarzımızda yapmış olduğu değişiklikler için vereceğimiz necat fidyesidir. Bundan başka, akıl zâfı ve delilik, ekseriya, irsen intikal, ve eksriya asabî cümlenin esasen muvazeneli olmadığı insan gruplarında tezahür etmektedir. Sinirli, acayip ve çok hassas çocuklar meydana getirmiş olan ailelerde bir takım delilerin ve zayıf akıllıların zuhur ettikleri görülmektedir. Bununla beraber zihin hastalıkları, bunlardan şimdiye kadar masum bulunmuş ailelerde de müşahede olunmaktadır. Şu halde, akıl patolojisi üzerinde modern hayatın nasıl müessir olduğunu araştırmak lâzımdır.

Halis kan köpek nesillerinde sinirliliğin arttığı müşahede olunmaktadır. Bunlar arasında, bazan, zayıf akıllı ve deli insanlara kıyas olunabilecek tipler görülmektedir. Bu hâdise, çok sunî şartlar içinde ve kurdlarla döğüşen çoban köpekleri olan cedlerininkinden büsbütün başka gıdalarla büyütülmüş hayvanlarda vukua gelmektedir.

Denilebilir ki hayatın yeni şartları içinde, insanda olduğu gibi hayvanda da, bazı âmiller, asabî cümleyi zararlı bir şekilde tadile mütemayil görünmektedir. Fakat bu hâdisenin mekanizması hakkında sarih bir fikir edinmek için uzun ve derin tecrübeye ihtiyaç vardır.

Akıl zâfının ve deliliğin inkişafını kolaylaştıran şartlar, daha çok hayatın endişeli, intizamsız ve telâşlı, gıdanın fazla kuvvetli veya çok zayıf, firenginin sık, asabî cümlenin zaten sarsılmış, ahlâk disiplininin yıkılmış, benliğin, mesuliyetsizliğin, dağınıklığın mutad olduğu ve tabiî ıstıfanın da vuku bulmadığı içtimaî topluklar da tezahür etmektedir. Bu âmillerle psikozun zuhuru arasında, muhakkak ki, bazı münasebetler vardır. Bugünkü yaşayışımızda henüz bizim için gizli olan esaslı bir kötülük mevcuddur. Yarattığımız yeni hayat şartları içinde tamamiyle kendimize hâs faaliyetlerimiz fena ve eksik bir şekilde inkişaf etmektedir. Denilebilir ik modern medeniyetin harikaları arasında insanın şahsiyete eriyip kaybolmağa mütemayildir.

Dr. Alexis Carrel


_PaPiLLoN_ 8 Eylül 2008 16:56

Ölümün Fizikî Mânâsı

İnsanı bütün maddî varlığından koparacak olan ölüm hâdisesi, insanın düşünmek dahi istemediği bir kâbus, onu görünüşte bütün sevdiklerinden ayıran bir yok oluştur. Halbuki insanın yaratılışında sonsuz bir yaşama arzusu bulunmakta ve bunun gereği olarak ölümsüzlüğü istemektedir. Günümüzde ölüm olayı bilimsel araştırma alanına girmiş bulunuyor. Konu, çok sayıda bilim adamı tarafından inceleniyor. Değişik metotlarla ölümün sırrına erişilmeye, ardındaki gerçeklere ulaşılmaya ve ölümden sonraki bir hayatın ihtimalleri ortaya konmaya çalışılıyor. Bu çalışmalar ölüm sonrası hayatın varlığı üzerine sondaj anlamına gelmektedir.

İnsanın fizikî bedeni gerçekte trilyonlarca hücrenin düzenli ve uyumlu bir organizasyonudur. İnsan bedeninde her an milyonlarca eski hücre ölür ve yenileri ortaya çıkar. Gençlikte beden, kaybettiği nisbette yeni hücre üretebilir. Ancak, ileri yaşlarda bedenin hücre sayısında azalma başlar. Beyin hücreleri belirli bir yaştan sonra yenilenemez. Daha ileri yaşlarda kaybedilen hücre miktarı gitgide artar ve sağlam hücre sayısı azalır. Böylece hayat yavaş yavaş dengesini kaybeder. Gelir-gider dengesinin bozulmasıyla bedenin ahengi ve nizâmı bozulmaya yüz tutar, ister istemez ölüm ufukta görünür.

Ölümün Belirtileri ve Gerçekleşmesi
Bir organizma için ve özellikle en karmaşık organizmalardan biri olan insan bedeni için ölüm anının tam olarak tespiti tartışmalı bir durumdur. Ölüm anının tam ve kesin tespiti için değişik metotlar uygulanıyor. Ölen bir kişide klâsik olarak bir takım belirtilerin olduğu kabul ediliyor. Ölümle ilgili araştırmaların ifade ettiği ölüm öncesinde bir can çekişme devresi vardır. Ani ölümlerde bu safha kısa, kronik hastalıklarla ölümlerde ise saatlerce ve hattâ günlerce sürebilmektedir. Ölüm belirtilerinin başlıcaları şöyledir: Deri solgunlaşır ve esnekliğini kaybeder. Gözde, retinanın damarlarında kan dolaşımının durduğu görülür. Kaslar gerilimlerini kaybeder ve şişkin kısımlar gittikçe yassılaşır. Solunum durur. Nabız kaybolur. Ceset git gide soğuyarak çevre ısısı derecesine düşmeye başlar. Ölümden 2-3 saat sonra kas liflerinin katılaşması sebebiyle de ölüm sertliği başlar.

Bütün bu belirtilere rağmen ölüm anının kesin olarak tespiti imkânsız görünüyor. "Yalancı ölüm" olaylarının dışında öldüğü kabul edilen bir çok kişinin, bir süre sonra dirildiği biliniyor. Lyall Watson'ın Ölüm Yanılgısı adlı kitabında aktardığı bilgiye göre, Deneysel Reanimasyon Fizyolojisi Lâboratuarı'nın ölüm tarifi şöyledir: "Şuur, refleksler, solunum ve kalb atışları gibi bütün hayat belirtilerinin son bulduğu, ama bir bütün olarak organizmanın henüz ölmediği, dokulardaki metobolik süreçlerin devam ettiği ve belirli şartlar altında bütün fonksiyonların yeniden başlatılacağı bir durum.."

Sözünü ettiğimiz bu belirtiler aslında ölümün sadece dış görünüşü ve fizikî seviyedeki anlatımıdır. Ancak gerçekte, ölüm anında bu dış görünüşün dışında, fizik bedenden ayrı olarak birtakım ilginç, karmaşık ve henüz bir çok noktası açıklanmayı bekleyen hâdise ve değişimler de yer almaktadır.

İkinci Beden Kavramı
İngiltere'deki Southampton Hastanesi bilim adamları, ölümün hemen öncesinde yaşanan hâdiseler üzerine yaptıkları araştırmada, klinik olarak ölü kabul edilen kişilerin pek çok duyguyu yaşadıklarını tespit ettiler. Beynin fonksiyonlarını yitirmesinin ardından, yani hastanın klinik olarak ölü kabul edildiği dönemde, yaygın anlayışın aksine, hastaların çeşitli hisleri bulunduğuna dikkat çeken bilim adamları, bunların başında mutluluk gibi duyguların geldiğini belirtiyorlar. Bilim adamlarına göre, bu çeşit hastalar ayrıca zamanın aktığını anlayabiliyor ve ışığı algılayabiliyorlar. Southampton Hastanesi'nden Dr. Sam Qarniea ve Dr. Peter Fenwick'in yaptığı araştırmada, ölümün eşiğinden dönmüş 63 kalp hastasıyla yapılan röportajlardan faydalanıldı. Dördü klinik olarak ölü kabul edilen hayata dönmüş 63 hastayla konuştuklarını belirten araştırmacılardan Dr. Fenwick, "Akıl ve beyni birbirinden bağımsız değerlendirmek mümkünse, bu ölüm sonrasında şuurun uyanık kaldığı sorusunu gündeme getiriyor." diye konuştu. Bu araştırmanın neticeleri bütün dünyada yeni tartışmaları da beraberinde getirmektedir.

Modern tıbbın öldü gözüyle baktığı altı kişi, beyin fonksiyonlarının çalışmaz olarak tarif edildiği sırada; önce çok parlak bir ışık hüzmesi gördüklerini, daha sonra ise tarifi çok güç, mutlu ve huzurlu bir dünyaya girdiklerini söylediler. Uzmanlar, birbirlerinden habersiz olarak yapılan araştırma sırasında altı kişinin de aynı ifadeyi kullanmasının gözardı edilemeyeceğini belirttiler.

Ölümü şuurlu bir şekilde değerlendirmenin dışında, ani ölümcül kazalara uğrayan kişiler ise, kaza anında kendilerini çok rahat ve huzurlu hissettiklerini söylüyorlar. Lyall Watson, 'Ölüm Yanılgısı' adlı kitabında böyle anlarda, geçmişteki anıların canlandığını ve insanın bütün hayatının bir film şeridi gibi gözünün önünden geçtiğinden söz eder. Watson tespitlerini şöyle sürdürüyor: "Anılar, yerlerini son derece mistik bir ruh hâline bırakarak yok olmaktadır. Komaya giren hastabakıcı, vecd içinde Tac Mahal'in bir resmini seyretmekte olduğunu hatırlamakta; uçuruma yuvarlanan bir dağcı ise, anılarını şöyle anlatmaktadır: 'Bedenim kayalara çarparak ezilip parçalanıyordu, ancak şuurum bu fizikî yara ve acılardan bütünüyle bağımsızdı, onları hissetmiyordu bile."

İnsanlar görünen fizik bedeni dışında görünmeyen ve öldükten sonra da varlığını sürdüren başka bir bedeninin varlığını hep hissetmişlerdir. Şimdi ise bir çok araştırmacı ve uzman kişi de, ikinci bedenin varlığından söz etmeye başlamışlardır. Bu bedene "astral" "eterik", "duble" gibi adlar takıldığını görüyoruz.

Bir kısım bilim adamları tarafından önceleri üzerinde pek durulmayan ikinci beden kavramı; günümüzde bilimsel olarak belirlenmiş ve fotografları bile çekilebilmiştir. Uzun yıllardır araştırmacılar, yüksek frekanslı elektrik akımına yerleştirilen insan bedeninden yayılan parlak ışığı araştırıyorlardı. Canlılarda bir tür "kalıp enerji"nin, başka bir deyişle bir tür "enerji beden"in varlığına ilişkin bazı deliller elde edilmişti. Neydi bu enerji beden? Nereden kaynaklanıyordu?

Madde ve Enerji İlişkisi
İzafiyet Teoremi, madde hakkındaki görüşlerimizi çok derinden sarsarak değiştirmiştir. Kütlenin yalnızca enerjinin bir beliriş biçimi olduğunu ortaya koymuştur. Öte yandan enerji ise, aktivite, süreç ve hareketlilik ile ilgili olan bir çokluktur. Bir parçacık kütlesinin belirli bir enerjiye eşdeğer olması, söz konusu parçacığın statik bir nesne olarak algılanamıyacağı sonucunu doğurmaktadır. Buna göre bir parçacığın kütlesi dinamik bir varlık, yani enerji sürecinin kendisini dışa vurması ise, "kütle" biçiminde olacaktır.

Son yıllarda yapılmış olan yüksek enerji dağılma deneyleri bize, parçacık dünyasının dinamik ve sürekli olarak değişen yapısını çok çarpıcı bir biçimde göstermiştir. Bu deneyler sonucu, maddenin tamamen değişken bir varlık olduğu ortaya çıkmıştır. Buna göre bütün parçacıklar, başka parçacıklara dönüştürülebilmektedirler. Parçacıklar enerjiden oluşturulabilirler, ya da tamamen enerjiye dönüştürülebilirler. İçinde bulunduğumuz dünyada, "temel parçacık", "maddî öz" ya da "yalıtılmış nesne" gibi klâsik kavramlar artık mânâlalarını kaybetmişlerdir. Böylece evrenin bütünü, birbirinden sıyrılamayan ve bağımsız olarak varolamayan enerji olaylarının olağanüstü bir dokusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Kütlenin bir enerji şeklinden ibaret olduğunun anlaşılmasıyla, modern fizik; kütlenin sabit bir vücuda sahip maddî cisimcik anlayışından sıyrılıyor, ve atomlar maddenin özü ve temeli değil, "enerji hüzmeleri" olarak görülmeye başlanıyordu. Enerji ise, hareket ve faaliyetle ilgili bir kavramdı.

Kuvvet ve madde ise, parçacık olarak adlandırdığımız dinamik olay ve yapıların çeşitli varsayımları ile ortaya çıkmaktadır. Ve bunlar birbirlerinden ayrı değildir. Onları daha çok aynı hakikatın farklı tezahür biçimleri olarak düşünmek daha doğru olur.

Kütlenin esasen enerjinin bir biçiminden başka bir şey olmadığının keşfedilmesi yanında enerjiye seyrek bir madde nazarıyla bakıldı. Artık modern fizikte kütle, maddî bir öz ile bağlı tutulmamakta ve bundan dolayı da parçacıkların temel bir "maddeden" oluşmadıkları kabul edilmektedir. Artık parçacıkların bir enerji demeti olarak algılanmasına başlanmıştır. Fakat enerji, faaliyetle ya da süreçle ilişkili olduğundan, neticede atomaltı parçacıkların mahiyet olarak dinamik olduğu düşünülmeye başlanmıştır.

Bu dinamik kalıplar, veya "enerji demetleri" maddeyi meydana getiren ve ona makroskopik açıdan sert bir görünüm sağlayan sağlam nükleer, atomik ve moleküler yapıları oluşturmaktadırlar. Böylece biz de, maddenin bir takım maddî özlerden meydana geldiği gibi hatalı bir sonuca varmaktayız.

İnsanoğlunun nesiller boyu, deneme-yanılma yoluyla doğruyu bulma gayretleri, herşeyin mahiyetini öğrenme arzusu, bilimin sınırını ışınlardan da öteye vardırmış ve metafiziği bilimin gündemine sokmuştur. Âlemin bilimini yapmak, işleyiş prensiplerini ortaya koymak, Allah'ın insanlara bahşettiği merak etme, yorumlama ve araştırma kabiliyeti sayesinde bugün bilim, bilinmeyenlerin sınırlarını zorlamaktadır. Bilimin giderek inceleşmesi ve ilerlemesi, araştırmacıları maddeden öte varlıkları keşfetme ve yapısını sorgulama aşamasına vardırmıştır.

Tabiatın derinliklerine inildikçe, enerji denen, mekânda yeri olmayan ve zaman boyutunun dışında kalan ışın türü yapıları incelemeye aldığımızda, alışageldiğimiz bilimsellik çerçevesindeki kavram ve tasarımları iptal etmek gerekir. Çevremizin sahip olduğu boyutların ötesine doğru gidildiğinde, mekanistik kavramların geçerliliklerini yitirdiği ve yerlerini "organik" kavramlara terkettiği görüldü. Bu yeni kavramlar ise, manevî temelli özellikler ile dikkatleri çekmektedir.

Kirlian Fotograf Tekniği
Varlıkların sadece görünen maddî yanlarından ibaret olmadığını, madde ve enerji perdesinin arkasında daha nice esrar saklandığını bu yöndeki gelişmeler bize söylemektedir. Bu gelişmelerden birisi canlılarda bir de enerji bedenin varlığını ortaya çıkaran ilginç bir olay, 1940'lı yıllarda yaşandı. Eski Sovyetler Birliği araştırmacılarından Semyon ve eşi Valentila Kirlian'lar, yüksek frekans alanı içindeki canlı organizmalar üzerinde bir fotograf tekniği geliştirdi. Kirlian ekibi yıllar süren çalışmaların sonucunda, insan, hayvan, bitki ve bütün canlıları kuşatan bu enerji alanının fotograflarını çekmeyi başardılar. Bu icatları, hastahanede yaptıkları bir gözlem sayesinde olmuştu. Bir hasta üzerinde uygulanan şok tedavisi sırasında cam elektrotlar aracılığıyla hastanın cildi üzerinde şerare atlıyordu. Bundan ilham alarak, Semyon Kirlian, cihazı evinde kurarak ilk denemeyi kendi üzerinde yaptı. Deneme sırasında hafif bir elektrik şoku ile birlikte mavi bir şerare görmüş, fotograf filmini banyo ettiği zaman da, parmağının silüetini elde etmişti. Parmağından çıkan alev alev ışımalar bu ilk fotografta açıkça görülüyordu.

Bu tekniğe, mucitlerinin isimlerine atfen "Kirlian Fotografçılığı Tekniği" deniyor. Kirlian Kamerası, Rusya'daki bir çok üniversitede hayli ilgi gördü. 1968'de V. Inyushin, W. Grisshchenko, N. Vorobev, N. Shoinki, N. Federova ve F. Gibadulin adlı doktorlar, ortak bir bildiride şöyle demişlerdi: "Bütün canlıların, sadece atom ve moleküllerden yapılmış bir fizik bedenleri değil, aynı zamanda bir de bunun kopyası olan enerji bedenleri vardır." Bu ikinci bedene; "Biyoplazmik Beden" adını vermişlerdi.

Biyoplazmik Beden ve Canlılık
Bitkiler üzerinde yapılan çalışmalarda; solgun, kurumak üzere bulunan bir yaprak ile dalından yeni koparılan bir yaprağın çevreye yaydıkları ışıma arasında büyük fark olduğu gözlenmiştir. Dalından yeni koparılan bir yaprağın arka arkaya çekilen fotograflarında, ışımaların sürekli olduğu ve değiştiği görülmektedir. Ölü yaprakta ise hiçbir ışıma bulunmamaktadır. Yani canlılığın yok olmasıyla bu ışıma da, ona bağımlı olarak yavaş yavaş yok olmaktadır. Bir kısmı koparılan yaprağın çekilen fotograflarında ise kopan kısım tam olarak görülmekte, ancak bir süre sonra bu kısma ait enerjik alan kaybolmaktadır. Canlılar yavaş yavaş ölürken, biyoplazmik bedenin kıvılcım ve alevleri dışa doğru fırlamakta ve sonra kaybolmaktadır.

Her şey çift yaratıldığından, fizik bedenimizin ikizinin, İslâmî literatürde "misâlî beden" olduğu belirtilir. Kirlian fotograf tekniği ile tespit edilebildiği anlaşılan misalî bedenin, daha başka birçok isimle de anıldığını görüyoruz. "Gılâf-ı nurani", "lâtife-i seyyâle", "esirî beden", "enerji beden", "ikinci beden", "perisperi", "duble", "astral vücut." İkinci bedenin aynı zamanda ruha kılıf ve elbise vazifesi gördüğü bildirilmektedir. Vefattan sonra da ruh, İlâhî hikmet gereği maddî kılıfı olan cesedi atar ama, misâlî bedeni çıkarıp atmasına izin verilmez.

"Rusya'da Tanrıya Dönüş" adlı kitapta bu meselelerle alâkalı uzun açıklamalar vardır. Meselâ bir grup doktor şöyle demektedir: "Bütün canlıların atom ve moleküllerden yapılmış fizikî bedenlerinin yanısıra, bir de bunun kopyası enerji bedenleri vardır..."

Amerikalı doktor Watters, yaptığı bir deneyde elli kadar çekirgeyi eterli pamuklara sarıp, öleceklerini tahmin ettiği andan itibaren odaya su buharı salarak fotograflarını çekti. Neticede öldükleri anlaşılan 13 çekirgenin hayallerinin tespit edildiği görüldü.

Sovyetler Biriliği'nde beden dışı seyahat yapabilen yogiler üzerinde çalışılmaktadır. İnsanlar kriz, koma veya trans halinde ve anestezik tesir altında enerji bedenlerini kendiliklerinden dışarı atabilmekte, ruhları enerji bedenleri ile temessül etmektedir.

Temessül, herhangi bir keyfiyette görünme demektir. Melekler de, cinler de temessül edebilir. İnsan düşüncesi de temessül ettiğinden Ted Serios (1960'lı yıllar) isimli bir Amerikalı, fotograf makinesi objektifine konsantre olarak baktığında, beynindeki düşüncenin kameradaki filme nakşedildiğini görmüştür.

Evet, mücerret eşya fizik evrene tesir ediyor. Ve gün geçtikçe bunun delilleri artıyor. Rüyalarda hakikatler, kabirde ameller temessül eder. Ruh ise, ona kılıf olan misâlî bedeniyle temessül edince, kendisine (yani o şahsın maddî bedenine) benzediğini görürüz. Rüyada maddî bedenimizin istirahata çekilmesiyle ilginç bir mekanizma, misâlî bedenin cesetle bağıntısını koparmadan "misâl âlemi"ne götürür. Misâlî vücud zamansız ve mekânsız âlemde nice faaliyetlerde bulunur ve nice şahıslarla (fakat onların duble bedenleri ile) buluşur. Ölüm olayında ise misâlî vücut hiçbir bağıntı kalmamak üzere cesetten ayrılır. Yeni "bedensiz ruh"; "Berzah" âlemine uçarak yeni hayatına başlar.

Durugörü Medyumluğu ve İnsan Aurası
Nice sırların düğümlendiği ve kâinatın hizmetine verildiği insanoğlunun herbir ferdi de farklı bir âlemdir esasen. İnsanlar ortak özelliklere mâlik olsa da bazılarında değişik bir ruh hassasiyetinin olağanüstü gelişmiş olduğunu görürüz. Bu hassasiyet bazılarında kendini "durugörü" kabiliyeti şeklinde ortaya koymaktadır. Bu şahıslar bizim göremediğimiz bazı şeyleri gündüz, gözü uyanık halde veya trans hâline geçerek görebilirler. Enerji âlemini misâlî bedenleri müşahade için yaratılmış olan ve rüyada kullandığımız "ikinci gözler", normal hayatta da kullanabilmektedir. Bu şahıslar, insanların çevrelerinde renkli bir aura müşahede ettiklerini söylerler ve auranın hastalık ve sıkıntılı durumlarda renk değiştirdiğini, farklılaştığını belirtirler. Hattâ bu auradan insanın kişilik yapısını ve karekterini dahi anlayabilmektedirler.

Bu tür hassas kişilerin ölmek üzere olan insanlar üzerinde yaptıkları gözlemlerden ise son derece ilginç ve açıklayıcı sonuçlar çıkmaktadır. Bunların gördüklerinin incelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Gözlemlerden çıkan sonuçlara göre, normalde canlılarda var olan ve kendisini aura şeklinde gösteren enerjik beden, ölüm anında fizik bedenden ayrılmakta ve beden dışında şuurlu bir şekilde hareket edebilmektedir. Âdeta fizik bedenin ölmesiyle ikinci beden, hayatiyet kazanmaktadır.

Davis'in Gözlemleri
Ünlü Amerikalı durugörü uzmanı Andrew J. Davis'in bir kadının ölümü ile ilgili gözlemi şöyledir: "Kadında, canın çıkış sırasında bedeninin beyin kısmında meydana gelen ve her an artmakta olan güçlü bir yoğunlaşma beliriyordu. Yoğunlaşan bu şey, çırpınmalar azaldıkça ve bedendeki sarılık arttıkça, parlak ve ışık saçan bir hâl alıyordu. Can çekişme sırasında görülen bu çırpınışların çekilen acı ile herhangi bir ilgisi olmayıp, ruh tarafından hissedilmezler. Bunlar tamamıyla organik olan birtakım hareketlerdir. Ölüm anı yaklaştıkça bedenin organları, boşalan torbalar gibi birer birer yatağa seriliyor, buna karşılık hastadan ayrı olarak, esirî (ruhî) bir bedenin oluşumu tamamlanıyordu. Can çekişen hastadan ilk kurtulan, esirî bedenin baş kısmı oldu ve yavaş yavaş diğer kısımları da ayrılarak tam ruhî bir beden olarak kadının başucunda ayakta durdu. Bu iki bedeni birbirine göbeklerinden, 'hayat bağı' dediğimiz parlak bir kordon bağlıyordu. Bu kordon kopunca bir parçası cesette kaldı. Herhalde cesedin derhal bozulmasını engelleyen budur. Kadının ruhî bedenî serbestliğe yavaş yavaş alıştı ve birdenbire ne yapacağını kestirmiş gibi harekete geçerek evden çıktı.'

Yalnızca bir örneğini almakla yetindiğimiz böylesi gözlemlerin müşterek özellikleri, ölen kişinin bedeninden çıkan bulutumsu görüntüde ve bedene benzer bir nesnenin, bedene mânevî ışın türü bir kordonla bağlı olması ve kordonun kopmasıyla bu bedenin nereye gideceğini biliyormuşcasına yolunda gitmesi şeklinde sıralanmaktadır.

Bu gelişmelerin ortak noktası, bedenimizin bütün organlarına tesir eden; onu canlı, şuurlu ve fonksiyonlu hâle getiren ruh ve misalî bedenin varlığının, bilim aynasında daha iyi görülmesidir. Ölüm denen olayın ikinci bedenin cesetten sıyrılmasından başka bir şey olmadığı, yokluğa ve hiçliğe yürümek değil, herkesin bir bir toplandığı yeni bir dünyaya geçiş köprüsü olduğu daha iyi anlaşılmaya başlanmıştır.

Prof.Dr. Osman ÇAKMAK


_PaPiLLoN_ 9 Eylül 2008 15:12

Aldatılanın ve Aldatmanın Psikolojisi

Depresyona etki eden olaylar arasında aldatmanın zannedilenden daha büyük yeri vardır. Hatta depresyona sebep olan en önemli olayların başında cinsel sadakatsizliğin geldiğini söyleyebiliriz. Ondan sonra ise eşin ölümü gelmektedir. Yani eşin aldatması, onun ölümünden daha çok psikolojik yaralanmaya neden olmaktadır. Aldatılıp da depresyona girmeyen az sayıda insan vardır. Eşinin başka birine ilgi duyduğunu ya da kendisini aldattığını öğrenen kişi, çok öfkelenir, kendini değersiz ve sevgiye layık olmayan biri gibi hisseder. Bu ruh hali, onun misilleme yapmasına neden olabilmektedir. Cinsel aldatma yaşayan kişilerin en çok yaptıkları hata budur. Aldatılan kişinin “Madem sen beni aldattın, ben de seni aldatırım” düşüncesiyle hareket etmesi, yanlışı düzeltmek değil, bilakis başka bir yanlış daha yapmaktır. Geleneksel aile yapımızda aldatılan kişinin, ki bu genellikle kadındır, bu şekilde intikam aldığı pek görülmez.

Genelde kadınlarımız aldatmaya karşı duygularını bastırır ve olayı sineye çeker ya da evliliği bitirirler. Erkeğin pişman olduğu ve evliliğin sürdüğü durumlarda bile, kadın, kendisini beğenilmez hisseder ve eşinin diğer kadında ne bulduğunu sorgular.

Aldatma için sevgi azalması, yani kişinin eşine eskisi gibi ilgi duymaması bir bahane olarak dile getirilebilir. Eşini aldatan birçok erkek, “Ben artık sana karşı bir şey hissetmiyorum, onu seviyorum” gerekçesiyle hareket eder. Halbuki sevgi değişkendir, bir dönem hayat arkadaşına karşı bir şey hissetmemek, ömür boyu bu şekilde hissedilecek anlamına gelmez. Ayrıca insanın hoşlandığı kişiye yönelmesi, yani “Çıkarıma olan şey iyidir, doğrudur” düşüncesiyle hareket etmesi, bir anlamda çocukluktur.

Zevklerinin peşinde koşan insan olgunlaşmamıştır ve mutlu olamaz. İnsan gerçek mutluluğa eriştirecek olan soyut ideallerinin gerçekleşmesidir. Somut ve gündelik zevklerin yanı sıra, soyut idealleri de dikkate alarak yaşayan insan, hata yapsa da bundan pişman olur. Bu nedenle evlenecek kişilerin hayat felsefelerinin, kültürlerinin ve hayat piramitlerindeki ideallerin birbiriyle örtüşmesi çok önemlidir.

Yaşam felsefesi sadece dünyevi zevklere odaklı insanların evliliklerinde aldatmalara daha çok rastlanılır. Bu tür evliliklerde iş hayatı ve bireysel zevkler ailenin önündedir. Kırklı yaşlara doğru biraz da maddi birikime ve çevreye sahip olununca “Dünyaya bir daha mı geleceğim, bir çiçekle bahar olmaz” düşüncesiyle cinsel zevkin peşine düşülür. Daha çok erkeklerde görülen bu tip davranışların sonucunda, kadının tepkisine göre, evlilik ya devam ediyor ya da biter. Halbuki insan, evliliğin sadece cinsel beraberlik anlamına gelmediğini, kutsal bir yönünün olduğunu da düşünüyorsa zaten aldatmaya yönelmez. Zaaflarına yenilip buna yönelse bile, hata yaptığını anlayıp evliliğini kurtarmak için kendini yeniden toparlar.


Prof. Dr. Nevzat Tarhan


HerHangiBiri 13 Kasım 2008 16:13

Özgüven nasıl kazanılır?

Özgüven önemli bir kişisel özelliktir; yaşamla baş etmemizi ve sorunlarla gerçekçi bir şekilde mücadele etmemizi sağlar ve zorluklara dayanmamızı kolaylaştırır. Özgüven kazanma süreci, yaşamın önemli zorlukları ile başa çıkma gücüne sahip ve mutlu olmaya layık bir kişi olma deneyimidir.

Özgüven önemli bir kişisel özelliktir; yaşamla baş etmemizi ve sorunlarla gerçekçi bir şekilde mücadele etmemizi sağlar ve zorluklara dayanmamızı kolaylaştırır. Özgüven kazanma süreci, yaşamın önemli zorlukları ile başa çıkma gücüne sahip ve mutlu olmaya layık bir kişi olma deneyimidir.

Özgüven insana güç verir, enerjisini artırır ve daha fazla çaba göstermeye özendirir. Başarı için ilham kaynağıdır. Başarılarımızla gurur duymamızı ve onlardan keyif almamızı sağlar.

Bizim yaklaşımımıza bağlı olarak başka insanlar ve dışımızdaki olaylar özgüvenimizi yükseltebilir ya da bitirebilirler. Yaşama özgüvenli bir şekilde yaklaşmak ve bunu sürdürmek önemlidir. Ancak, aşırı bir güven duygusu ile hareket ederek kendimizi ve diğer insanları tedirgin etme riskini de almamak gerekir.

Özgüvenimiz olmadığında işleri yapabilme yeteneğimizden emin olamayız. Gerekli beceriye ve deneyime sahip olduğumuzu bildiğimiz halde daha önce hiç yapmadığımız bir işle karşılaştığımızda endişeleniriz. Birçok durumda, özellikle karar vermemiz, inisiyatif kullanmamız veya yeni insanları işin içine katmamız gereken durumlarda rahatsız ve huzursuz oluruz.

Buna karşın, aşırı bir güven duygusu içinde davrandığımızda; sınırlarımız olduğunu kabul etmek istemeyiz, yeteneklerimiz hakkında gerçekçi olmayan düşüncelere kapılırız. Üzerimize aşırı iş yükü alırız, böylece her zaman iyi iş yapamayız. En iyiyi bizim bildiğimizi düşünürüz, önerileri göz ardı ederiz, bize yardım etmek isteyenleri de genellikle reddederiz.

Olması gereken düzeyde bir özgüvene sahip bulunduğumuzda ise; en iyi için çaba göstereceğimizi ve kabul edilebilir bir sonuç ortaya koyacağımızı bilerek işleri ele alırız. Bir işi yapamadığımızda mazeret üretmek yerine yeniden denemeye başlarız. İlk seferinde tümüyle doğru olarak anlamadığımız ya da yapamadığımız bir işin dünyanın sonu anlamına gelmediğini biliriz. Hatalarımızı dert etmek yerine onlardan ders almasını becerebiliriz. Bir çok durumla ve sorunla daha iyi baş edebiliriz.

Özgüven hedeflerimizin peşinden giderken bize güç verir. Başarılarımızla doyum ve rahatlık hissetmemize izin verir. Özgüvenimizin güçlü olması durumunda başarı bize doğal ve doğru gelir.

Birçoğumuz, belirli zamanlarda, belirli insanlarla ve belirli durumlarda kendimizi güvenli hissederken bazı durumlarda, zamanlarda ve bazı insanların karşısında özgüvenimizi yitiririz. Kendimize olan güven duygumuzu nelerin etkilediğini doğru anlamamız gerekir.

Bunun için şu soruları kendimize sormalıyız ve dürüst cevaplar vermeliyiz.
  • Kendimize en çok güvendiğimiz zamanlar hangileridir? Yeteneklerimizden emin olduğumuz ve kendimizi en rahat hissettiğimiz durumlar nelerdir?
  • Karşısında özgüvenimizin en yüksek olduğunu düşündüğümüz insanlar kimlerdir? Niçin?
  • Onlar, bize özgüvenimizi artıracak ne söylüyorlar veya ne yapıyorlar?
  • Ne zaman kendimize olan güvenimizin en düşük olduğunu hissediyoruz?
  • Özgüvenimizi azaltanlar nelerdir? Hangi insanlar ve hangi durumlar bizim kendimizi güvensiz hissetmemize neden oluyor? Söylenen ya da yapılanlar nelerdir?
Bu sorulara cevap verirken hazır olmadığınız yeni durumlardan ya da kıyafetinizin ve dış görünümünüzün iyi olduğu zamanlardan söz edebilirsiniz. Özgüven, çoğunlukla, kendimizi nasıl hazırladığımız ve kendimizi nasıl gördüğümüz ile ilgilidir. Özgüven gelip giden, azalıp artan bir duygudur. Bazı günler kendimizi diğer günlere göre daha güvenli ve güçlü hissederiz. Bazı günlerde de kendimizi arkadaşlarımızın yanında yetersiz hissederiz veya kendi yeteneklerimizi sürekli olarak onlarınki ile kıyasladığımız durumlar yaşarız.

Özgüvenimizin zayıfladığı durumlarda yapabileceğimiz ilk iş, hiç kimsenin mükemmel olmadığını kabul etmektir. Belki, başka insanların sizin sahip olmadığınız becerileri vardır. Ancak, siz de büyük olasılıkla onların yapamadığı bazı şeyleri yapabiliyorsunuz.

Özellikle, onlarla rekabet edebileceğiniz alanlarda kendi yeteneklerinizi geliştirmeye odaklanın. Tüm yapabileceklerinizi aklınıza getirin, yapamayacaklarınız için fazlaca endişelenmeyin, onlara takılıp kalmayın.

Özgüveni artırmanın iyi bir yolu, yaşamdaki başarılarımızı hatırlamaktır. Sahip olduğumuz tüm yeteneklerimizi, iyi kullandığımız becerilerimizi aklımıza getirelim ve güvenli davranarak kazançlı çıktığımız zamanları hatırlayalım.

Eğer, siz de özgüveninizi kazanmak ve geliştirmek istiyorsanız, yeteneklerinizi önemseyin ve kabuğunuzdan çıkın. Daha rahat ve girişken davranmayı öğrenin. Fikirlerinizi daha sesli ifade edin. Sorumluluklar alın. İş yaşamınızda karar alma süreçlerinde ve uygulamalarda daha aktif olarak kendinizi gösterin. Enerjik olmak için bu tür insanları kendinize örnek alın. Cesaretli olun, hata yapmaktan korkmayın. Başarısızlıkların birer ders olduğunu ya da başarı yolunda küçük molalar olduğunu düşünün. Elde ettiğiniz her başarıyla özgüveninizin arttığını göreceksiniz.


_PaPiLLoN_ 29 Kasım 2008 21:13

Kriz Kavramı ve Müdahalenin Unsurları

Hayatımız ve gelişimsel öykümüz içinde çok sayıda inişler ve çıkışlar yaşıyoruz. Bunlardan bazıları ile kolaylıkla baş edip yolumuza devam edebilirken; bazıları sınırlarımız zorluyor ve baş etme kapasitemizi aşarak dinamiklerimizi ve dengemizi yerinden oynatabiliyor. Zaman zaman birer kriz haline gelen bu zorlanmalar, sadece bireysel boyutta değil, toplumsal hatta küresel boyutta da karşımıza çıkabiliyor.

En güncel krizlerden biri olan küresel ısınma, 1930’larda tüm dünya ülkelerini etkileyen büyük ekonomik depresyon (great depression), Türkiye’deki 1995 ekonomik krizi, 1999 Marmara depremi, 2003 terör patlamaları ve son aylarda yaşanan politik belirsizlikler ilk akla gelen kriz örneklerinden birkaçı sadece...

Kriz ne demektir ?
Günlük yaşam deneyimlerimizin ve kontrolümüzün dışında gelişen, çoğu zaman ani gelen ve şiddetli bir etkiye sahip olan, baş etme kapasitemizi aşan ve belirli bir gerilim, zorlanma, kaygı ya da çatışma yaratan olay ve durumlar genel anlamda “KRİZ” adı altında toplanır.

Tanımsal olarak kriz kavramı, hem tehlikeyi, tehditi, riski ve kaybı; ama hem de firsatı, yeniliği, gelişimi ve tekamülü barındırır içinde. Kriz, yaşandığı noktada önce bir dezorganizasyona, kaosa ve dengelerin bozulmasına neden olur; günlük yaşamı sekteye uğratır ve genel işlevsellik düzeyini düşürür. Ancak bireyin nasıl baş ettiğine bağlı olarak krizin sonuçlarının ne yönde olacağı şekillenir. Etkin bir krize müdahale ve etkili baş etme yönetemleri ile birey, öncekinden daha yüksek bir işlevsellik düzeyine bile kavuşabilir; yeniden yapılanarak, güçlenerek ve olgunlaşarak çıkabilir kriz durumundan...

Krizin türleri ;


1. Varoluşsal Krizler ; yaşamsal sorgulamalar, hayatın anlamına, evrenin düzenine dair sorgulamalar, kendini gerçekleştirme arzusu etrafındaki hayalkırıklıkları ile gelen krizler...
2. Gelişimsel Krizler ; ergenlik, menapoz, emeklilik, mezuniyet, evlilik, anne-baba olma gibi yaşamsal değişikliklerle gelebilen krizler...
3. Durumsal Krizler ; Ayrılık, boşanma, iflas, iş değişimi, taşınma, kaza gibi durumlar...
4. Komplike Krizler ; fiziksel ya da ruhsal hastalık, bir yakının ölümü gibi kayıp içeren ağır ve sarsıcı durumlar, taciz, tecavüz, gasp ya da terör gibi insan eliyle olan felaketler, deprem, sel, fırtına ve benzeri doğal afetler gibi katman katman kayıp ve zorluk taşıyan olay ve durumlar...
5. Sosyal, ekonomik ve politik krizler ; sadece bireyleri ya da belirli bir grubu değil, toplumu ve nesilleri etkileme potansiyelindeki krizler...

Kriz, göreceli bir olgudur ;

Çünkü krizi kriz yapan; olayın kendisi değil, o olayın kişinin hayatında ne anlama geldiği ve kişinin olay karşısında verdiği tepkidir.
Krize verilen tepkiler, krizi meydana getiren olayın şiddeti, büyüklüğü ve maddi-manevi maliyeti kadar, kişinin yaşına, sosyo-ekonomik özelliklerine, gelişimsel öyküsüne, baş etme ve problem çözme becerilerine ve destek sistemlerine göre de farklılık gösterir...

Kriz sonrası oluşan tepkiler ;


Duygusal tepkiler :
Korku, kaygı, panik, kızgınlık, öfke, üzüntü, suçluluk ve çaresizlik...
Düşünsel tepkiler : Şok, inkar ve umutsuzlukla “bu gerçek olamaz”, “yapabileceğim hiçbir şey yok”, “ne yapsam işe yaramayacak”, “yetersizim”, “çaresizim”, “hiçbir şey değişmeyecek” şeklindeki düşünceler... İsyan ve sorgulama ile “bu neden bizim başımaz geldi” tarzı düşünceler...
Davranışsal tepkiler : Sessizleşme, geri çekilme ve içe kapanma ya da tam tersine aşırı hareketlenme, yerinde duramama ve saldırganlaşma, sigara, alkol ya da madde kullanımına yönelme...
Fizyolojik tepkiler : İştahsızlık, uykusuzluk, gerginlik, nefes darlığı, çarpıntı, mide ağrısı ve bulantısı, baş ağrısı, halsizlik ve isteksizlik...

Krize etkin müdahalenin temel unsurları ;

Krize müdahale iki ana yönde faaliyet gösterir; biri koruma ve önleme, diğeri ise destek ve iyileştirmedir. Amaçları; kişinin günlük hayatına ve işlevselliğine geri dönebilmesini sağlamak, baş etme ve problem çözme becerilerini geliştirerek kaygıyı ve paniği hafifletmek, semptomları azaltmak ve kriz deneyiminden öğrenerek, gelişerek ve güçlenerek çıkabilmelerine destek olabilmektir.

Bunu yaparken, en önemli noktalardan biri krize maruz kalan kişiyi, grubu ya da toplumu öncelikle doğru bilgilendirmek ve belirsizlikleri en aza indirgemek yoluyla kaygıyı ve güvensizliği azaltmaktır. Baş etme ve problem çözme becerilerini geliştirme, yaratıcılık ve esneklik kazandırma, destek sistemlerini harekete geçirme ve koordine etme, ve de hayatı ve yaşanan krizi yeniden anlamlandırma ve yapılandırma krize müdahalenin temel işlevleri arasındadır...

Koruyucu ve önleyici nitelikte çalışmalar, yatırımlar, gerekli teknik, sosyal ve psikolojik eğitimler ile yaşanacak olası krizlere hazırlıklı olmak ve gerek bireysel gerekse toplumsal boyutta kriz ve afet bilincine sahip olmak hayati derecede önemlidir.


Serap Altekin
Uzman Klinik Psikolog


_PaPiLLoN_ 29 Kasım 2008 21:47

İş Hayatında Kadın

Türkiye’de 1980’den itibaren kadınların çalışma hayatına girişi yoğunlaştı. Son 20 yıl içinde iş hayatında kadınların yalnızca sayılarının ve oranlarının artmasıyla kalmayıp, organizasyonlardaki mevki ve pozisyonlarının da yükselmeye başladığını görüyoruz. Bir zamanlar, “erkekler dünyası” olarak bilinen iş hayında kadınların varolabilmeleri için “erkek gibi” olmaları beklenirken; artık kadınlığının bilincinde olan ve o bilinç, donanım ve farklılıkların gücüyle yükselen kadınlar dikkat çekiyor...

Çalışan bir kadın ile çalışan bir erkek arasında fark vardır...
Çalışan erkek, sadece işiyle meşguldür. Çalışan kadın ise, işiyle, ilişkiyle, aile ve çocuklarla, evin düzeni ve işleyişiyle ve bir de kişisel bakımıyla meşguldür. Toplum tarafından tanımlanan rolleri, sorumlulukları ve yükleri daha fazladır.

İkinci ve hatta üçüncü vardiya !
Dolayısıyla, çalışan kadınların birinci vardiyaları olan işlerine ek olarak ikinci ve hatta üçüncü vardiyaları vardır ki bunlar da evdeki iş ve sorumlulukları ile birlikte annelik rollerinin getirdikleridir. Bunun doğal bir sonucu olarak da, “tükenmişlik sendromu” adı verilen durumun kadınlar arasında çok daha yaygın olduğunu görürüz. Çalışan kadınlar, kronik yorgunluk, çaresizlik, tükenmişlik ve yetememezlik hislerini daha yoğun şekilde yaşarlar. Bu da, günlük yaşam kalitelerini düşürdüğü gibi, bazen işyerindeki duruş ve performanslarına da yansır...

Kadınların ve Erkeklerin Sosyalleşme süreçleri farklıdır...
Doğar doğmaz ayağımıza geçirilen pembe ya da mavi patiklerden bile bellidir bu ! Kadınlar ve erkekler doğdukları andan itibaren farklı davranışlara, farklı konuşmalara ve farklı yaklaşımlara maruz kalırlar... Farklı şekillerde yetiştirilirler; farklı roller biçilir, farklı beklentiler yüklenir. Aynı evin içinde aynı anne babadan olsa da bu çoğunlukla böyledir...

Cam tavan :
Bu görünmez tavan iki yönlü sabitlenmiştir; kadınların kendilerilerini durdurdukları noktalar ve kadınların sistem ve erkekler tarafından durduruldukları noktalar...

Rekabet :
Rekabetin en bilinen şekli, erkekler arasında daha belirgin olarak dikkat çeken kazan-kaybet sistemidir. Erkekler küçük yaştan itibaren, büyüme, yetişme ve sosyalleşme süreçleri içinde gerek aile ortamı gerekse okul ve arkadaş çevrelerinde oynadıkları oyunlar, yer aldıkları sportif karşılaşmalar ya da aldıkları rollerle, rekabet ve güç alanlarında teşvik ve destek görürken; kadınlar için durum çok farklıdır.

Kadınlar ve erkekler rekabeti farklı yaşarlar... Erkekler için rekabet bir oyundur, bir güç mücadelesidir ve bir varoluş biçimidir ve çocukluklarından beri alışık ve antremanlı oldukları bir şeydir... Kadınlar içinse rekabet “kötü”, “yanlış”, “ilişkiyi zedeleyen”, “tehdit eden” bir şeydir... Bunedenle de kadınlar ilişkiyi korumak ve ilişkide kalmak adına rekabetten kaçınırlar; ya tamamen kendilerini geri çeker, edilgen konuma geçer ve teslim olurlar; ya da öteki uçta bir dışavurum ile çok saldırgan olurlar... Dengelemeleri zordur, çünkü çocukluklarından bu yana alışık oldukları, sosyalleşme sürecinde rahatça deneyimledikleri bir olgu değildir güç ve rekabet...

Kadınların gelişim sürecinde, başkalarının ihtiyaçlarına ve duygularına duyarlılık ve empati en önemli boyutlardır. Erkek varoluşunun temelini oluşturan “kazan-kaybet” olgusunun aksine, kadın varoluşu “kazan-kazan” prensibi üzerine kuruludur. Rekabet ve güç savaşımı gerektiren oyun ya da durumlarda, kaybeden tarafa duyulan ya da duyulacak olan empati ve duyarlılık, birçok kadının oyuna girmemesine ya da girememesine neden olur. Zira kadınlar rekabette kazanmanın çoşkusundan çok, kaybedenle kurdukları empati sonucu rahatsızlık, üzüntü, suçluluk, gerginlik ve sıkıntı duygularını yaşarlar. Ve kadınların dünyasında, “başkasının üzerine güç kurarak kendini güçlü hissetmek” yerine; “birlikte güçlenmek” ve “başkalarını güçlü ve mutlu kılarak dolaylı olarak, hep birlikte güçlü hissetmek” vardır ! Bu da kadınların sosyal ve ailesel rollerini açıklamakla kalmaz, iş hayatındaki “cam tavan” kavramının temellerinden birini de oluşturur.

Kadınlarda başarı ve güç korkusu :
Kadınlar, erkeklerinden daha fazla para kazandığında veya daha fazla terfi ettiğinde ; toplumsal rol ve beklentilerle, kişisel rol ve beklentilerin çakışır ! Bunu telafi etmek için, kadınlar farkında olarak ya da olmayarak kendilerini edilgen ve zayıf bir konuma sokarlar !

Kadınların karşılaştığı zorluklar ve engeller ;
  1. Erkeklere öncelik verilmesi
  2. Aile, eş ve çevre baskısı
  3. İş yerinde sosyalleşmede zorluk; kadınlar hakkındaki olumsuz ve önyargılı düşünceler
  4. Erkek egemen politik ve stratejik yapı
  5. Taciz
  6. Simgesellik ve genelleme; bir kadının tüm kadınları temsil ediyormuş gibi algılanması ve değerlendirilmesi, sürekli bir takibe, gözleme ve değerlendirmeye tabi tutulmaları sonucu performan baskısı
  7. Yalnızlık ve dışlanma
  8. Seyahatlerde ve iş yemeklerindeki toplumsal baskı ve engellenme
  9. Evi ve işi dengeleme zorunluluğunun sadece kadına yüklenmesi

Serap Altekin



_PaPiLLoN_ 13 Aralık 2008 15:10

Düşüncenin Toplumsallaşması

Dil sayesinde çocuk, insan kültürünün zenginliğine açılır. Diğer hayvanlarda genetik kalıtım faktörü baskınken, insan toplumunda kültürel faktör belirleyicidir. İnsan yavrusu, yetişkinlere, özellikle de onu yaşamın, toplumun ve dünyanın gizlerine büyük ölçüde dil aracılığıyla ayak bastıran ebeveynlerine bütünüyle boyun eğdiği çok uzun bir “çıraklık” döneminden geçmek zorundadır. Çocuk kendisini, kopyalanacak ve taklit edilecek hazır bir modelle karşı karşıya bulur.

Daha sonraları bu, özellikle oyun aracılığıyla, diğer yetişkinleri ve çocukları da içerecek şekilde genişler. Bu toplumsallaşma süreci kolay ya da otomatik değildir, ama tüm entelektüel ve ahlâki gelişimin temelidir. Tüm ebeveynler küçük çocukların kendi kendilerine oynarlarken nasıl da kendi kendilerine oldukça neşeli olarak uzun “konuşmalar” yaptıklarını zevkle gözlemiştir. Çocuğun gelişimi, ilkel benmerkezcilik durumundan kopma ve başkalarına ve genel olarak dış gerçekliğe bağlanma süreciyle sıkı sıkıya bağlıdır.

Piaget’nin orijinal şemasında, iki yıldan yedi yıla kadar olan dönem, basit “pratik” (“duyu-motor”) zekâ evresinden düşünceye geçişi göstermektedir. Bu süreç ikisi arasındaki her türlü geçişsel biçimle karakterize olur. Bu durum kendisini meselâ oyunda açığa vurur. Yedi yaşından on iki yaşına değin oyunlar, diyelim hayli bireysel olan oyuncak bebeklerle oynamanın aksine, ortak amaçları içeren kurallarla belirir. İlk bebekliğin mantığı, yetişkinlerde de hâlâ varolan ve Hegel’in “dolaysız” düşünce dediği sezgi olarak tanımlanabilir. Ebeveynlerin iyi bildiği daha geç bir aşamada çocuk neden diye sormaya başlar. Bu çocuksu merak, akılcı düşüncenin başlangıcıdır. Çocuk artık yalnızca şeyleri oldukları gibi almayı istememekte, onlar için akılcı bir temel aramaktadır. Her şeyin bir nedeni olduğunu kavramakta ve bunun ne olduğunu da anlamaya çalışmaktadır. “B”nin “A”dan sonra olduğu basit gerçeğiyle tatmin olmamaktadır. Onun neden olduğunu bilmek istemektedir. Böylelikle üç ilâ yedi yaş arasındaki çocuk, bazı modern filozoflardan daha akıllı olduğunu göstermektedir.

Geleneksel olarak belli bir büyü ve şiir havası verilen sezgi, gerçekte düşüncenin en geri biçimidir, ki çok küçük çocuklar için ve düşük bir kültürel gelişim düzeyine sahip insanlar için karakteristik biçim budur. duyuların sağladığı izlenimlerden oluşan sezgi, bizi belirli bir olaya karşı “kendiliğinden”, yani düşünmeden tepki vermeye kışkırtır. Mantığın ve tutarlı düşüncenin sıkıntıları onun semtine uğramaz. Bu sezgiler bazen gözalıcı biçimde başarılı olabilmektedir. Bu durumlarda, “esin parlamasının” apaçık kendiliğinden doğası, “içten” gelen ve ilâhi olarak esinlenmiş gizemli bir seziş yanılsamasını doğurur. Gerçekte sezgi, ruhun karanlık derinlerinden değil, bilimsel tarzda olmasa da imgeler vb. biçiminde edinilmiş deneyimin içselleştirilmesinden kaynaklanır.

Kayda değer bir yaşam deneyimi olan insan, karmaşık bir duruma dair son derece kıt bilgilere dayanarak sık sık doğru bir değerlendirmeye varabilir. Benzer biçimde bir avcı izini sürdüğü hayvanlar hakkında neredeyse bir “altıncı his” sergileyebilir. Gerçekten büyük beyinler söz konusu olduğunda esin parlamalarının bir deha niteliğini temsil ettiği düşünülür. Tüm bu durumlarda kendiliğinden düşünce olarak görünen şey aslında yılların deneyim ve düşüncelerinin damıtılmış özüdür. Ne var ki salt sezgi, çoğunlukla tatmin edicilikten son derece uzak, yüzeysel ve bozuk biçimli bir bilgiye yol açar. Çocuklarda “sezgi” muhakeme, tanımlama ve hüküm vermeyi becermeden önceki düşüncenin ilkel, ham evresine işaret eder. O kadar yetersizdir ki, bu evreyi çok önce geride bırakmış yetişkinlerin gözünde genellikle komik görülür. Tüm bu durumlarda gizemli hiçbir şeyin olmadığını söylemeye bile gerek yoktur.

Yaşamının ilk aşamalarında çocuk kendisiyle fiziksel çevresini birbirinden ayırt etmez. Gördüğümüz gibi, özne (“ben”) ile nesneyi (fiziksel dünya) birbirinden ayırt etmeye ancak yavaş yavaş başlar. Kendisi ile kendi çevresi arasındaki gerçek ilişkiyi, nesneleri elleriyle hareket ettirmek ve diğer fiziksel işlemler sayesinde pratik içerisinde anlamaya başlar. İlkel birlik darmadağın olur ve kafa karıştırıcı bir görüntüler, sesler ve nesneler bolluğu ortaya çıkar. Çocuk ancak bu andan sonra şeyler arasındaki bağlantıları kavramaya başlar. Deneyler, çocukların eylemde her zaman sözcüklerde olduğundan daha gelişmiş olduklarını göstermiştir.

“Saf entelektüel eylem” diye bir şey yoktur. Küçük çocuklarda bu çok açıktır. Kalp ile kafayı karşı karşıya koymak çok alelâdedir. Bu da yanlış bir karşıtlıktır. Duygular entelektüel sorunların çözümünde bir rol oynar. Bilimciler kavranılması en güç eşitliklerin çözümünde heyecana kapılırlar. Farklı düşünce ekolleri, felsefi, sanatsal vb. sorunlar hakkında ateşli tartışmalar içerisine girerler. Örneğin aşk, iki insan arasında üst düzey bir anlayışı gerektirir. Hem akıl hem de duygular rol oynar. Biri diğerini önvarsayar ve şu ya da bu ölçüde birbirlerine müdahale edip şartlandırırlar.

Toplumsallaşma derecesi ilerleyip geliştikçe çocuk, Piaget’nin “kişiler arası duygular” –insanlar arasındaki duygusal ilişkiler– dediği ihtiyacın giderek daha çok farkına varır. Burada, bizzat toplumsal bağın, cezbetme ve iticilik gibi çelişkili unsurlar taşıdığını görürüz. Çocuk bunu önce ebeveynleri ve ailesine ilişkin olarak öğrenir, ardından da daha geniş toplumsal gruplarla sıkı bağlar kurar. Sempati ve antipati duyguları gelişir, bu duygular eylemlerin toplumsallaşmasıyla ilintilenir ve ahlâki duygular ortaya çıkar; iyi ve kötü, doğru ve yanlış, ki bunlar “hoşlandıklarım” ya da “hoşlanmadıklarımdan” çok daha öte bir şey anlamına gelir. Bunlar öznel değil, toplumdan türetilmiş nesnel kriterlerdir.

Bu güçlü bağlar, daha en başından itibaren işbirliğine dayanan toplumsal üretime ve karşılıklı bağımlılığa dayanan insan toplumunun evriminin önemli bir parçasıdır. Bu olmaksızın insanlık asla hayvanlar âleminden çıkamazdı. Ahlâki değerler ve gelenekler dil aracılığıyla öğrenilir ve kuşaktan kuşağa aktarılır. Bununla karşılaştırıldığında, biyolojik kalıtım faktörü, insanoğlunun yapıldığı hammadde olarak kalmaya devam etse bile, tümüyle ikincil bir faktör olarak görünür.

Yedi yaşından itibaren gerçek bir okul eğitiminin başlamasıyla birlikte çocuk güçlü bir toplumsallaşma ve işbirliği duygusu geliştirmeye başlar. Kurallı oyunlarda bu kendisini gösterir; en basit bir misket oyunu bile karmaşık bir kurallar dizisini bilme ve kabullenmeyi gerektirir. Etik kuralları ve toplum yasaları gibi, bu oyun kuralları da kendi ayakları üzerinde durabilmek için herkes tarafından kabul edilmelidir. Kuralları ve bu kuralların nasıl uygulanacağını bilmek, dilin gramer ve sözdizimi kuralları kadar karmaşık bir şeyi kavramakla at başı gider.

Piaget şu önemli gözlemde bulunur, “tüm insan davranışları aynı anda hem toplumsal hem de bireyseldir.” Bu noktada karşıtların birliğinin en önemli örneğiyle karşı karşıyayız. Düşünceyi varlığın ya da bireyi toplumun karşısına koymak tamamen yanlıştır. Bunlar birbirlerinden ayrılamazlar. Özne ve nesne arasındaki ilişkide ve birey ile çevre (toplum) arasındaki ilişkide aracı olan etken insanın pratik faaliyetidir (emek). Düşüncelerin iletişimi dildir (dışsallaştırılmış yansıtma). Diğer taraftan düşüncenin kendisi, içselleştirilmiş toplumsal ilişkidir. Yedi yaşındayken çocuk, bakış açılarının eşgüdümünü mümkün kılan bir ilişkiler sisteminden ibaret olan mantığı anlamaya başlar.

Çok parlak bir pasajda Piaget bu aşamayı Yunan felsefesinin ilk dönemleriyle karşılaştırır, bu ilk dönemde İyon materyalistleri dünyanın ussal bir kavrayışına ulaşmak için mitolojiden kopmuşlardı:

İlk açığa çıkanlar (birleştiricilerin yeni açıklama biçimleri) arasında, tam da mitolojik açıklamaların gerilediği çağda Yunanlıların sergilediğine kaydadeğer bir benzerlik gösterenler olduğunu görmek şaşırtıcıdır.

Burada çok çarpıcı bir biçimde, daha gelişiminin en başlarında tek tek her çocuğun düşünüş biçiminin nasıl genel olarak insan düşüncesinin gelişimiyle kaba bir paralellik taşıdığını görürüz. İlk aşamalarda ilkel animizmle paralellikler vardır, çocuk güneşin doğduğu için parladığını düşünür. Daha sonra, bulutların dumandan ya da havadan geldiğini; taşların topraktan yapıldığını vb. tasavvur eder. Bu, maddenin doğasını, su, hava vb. şeyler aracılığıyla açıklama girişimlerini hatırlatmaktadır. Bunun büyük önemi şurada yatar ki, bunlar, evreni, din ya da büyü aracılığıyla değil de, materyalist, bilimsel araçlarla açıklamaya dönük çocuksu çabalardır. Yedi yaşındaki çocuk zaman, mekân, hız vb. kavramları kavramaya başlar. Ne var ki bu zaman alır. Kant’ın, zaman ve mekân kavramlarının doğuştan geldiğini ileri süren teorisinin aksine, çocuk böylesi soyut düşünceleri, bu düşünceler kendisine deneysel olarak gösterilmediği sürece kavrayamaz. Demek ki idealizmin yanlışlığı, bizzat insan düşüncesinin gelişim sürecinin incelenişiyle gösterilebilir.

GenBilim Editor


_PaPiLLoN_ 13 Aralık 2008 15:26

Doğru sanılan yanlışlar : Cinsel Mitler !

Bilinmezlikler, boşluklar ve soru işaretleri daima korku ve kaygı yaratır. Bu korkular zaman içinde kulaktan kulağa dolaşır, dolaştıkça daha da abartılır ve gerçeklikten uzaklaşır ve bu süreçte de cinsel mitler oluşmaya başlar. Cinsel mitler; cinsellikle ilgili bilimsel temeli olmayan, yanlış, çarpık ve eksik bilgi, düşünce ve inançlardır.

Cinsel mitlerin ardında, cinsellikle ilgili korkularımız, kaygılarımız ve önyargılarımız kadar toplumsal ve dinsel tabularımız da saklıdır. Cinsel mitlere zemin hazırlayan en önemli etkenler; cinsel eğitim ve bilgi eksikliği, cinsellikle ilgili konuların aile içinde, okullarda ya da toplumda açıkça konuşulamaması, tartışılamaması ve de yeterli bilimsel araştırma ve yayından yararlanılamamasıdır. Zilbergeld’a göre, cinsel mitlerin toplumun genelinde pekişmesi ve yaygınlaşmasında; yetersiz ya da hatalı bilgi aktaran ailelerin ve sosyal çevrenin etkisi kadar, basın yayın organlarında yer alan, bilimsel temelden uzak, medya sorumluluğu ve duyarlılığı taşımayan bazı haberlerin, reklamların, videokliplerin, filmlerin ve özellikle de pornografik yayınların da belirgin bir etkisi söz konusudur.

Cinsel mitler, cinsel problemlere zemin hazırlar !

Cinsel mitler; bilimsel temeli olmayan ve gerçek dışı cinsel beklentilere neden olduğu ve yanlış ve çarpık düşünce ve inançlara dayandığı için kaygıları, endişeleri ve korkuları daha da arttırır; suçluluk ve yetersizlik hislerine, performanssızlık ve başarısızlık korkularına zemin hazırlayarak cinsel işlev bozukluklarının en önemli nedenleri arasında yer alır. Ve oluşan cinsel sorunların bir kısırdöngü şeklinde artarak devam etmesine de neden olur.
Araştırmalara göre ;
Erkeklerin daima sekse hazır olduğu ve olması gerektiği inanışı; sevişmenin salt cinsel birleşme ile özdeşleştirilmesi; erkek cinsel organının büyüklüğünün cinsel güç ve kimlikle eşdeğer görülmesi; sevişmeyi başlatan ve istekli olduğunu ifade eden kadının “kötü“ ve “ahlaksız“ olarak nitelendirilmesi; gebelik döneminde ve yaşlılık yıllarında cinselliğin bittiğinin sanılması gibi birçok yanlış düşünce, inanç ve tutum çiftlerin cinsel hayatını belirgin derecede sekteye uğratıyor.

Araştırmalara göre; cinsel mitler adını verdiğimiz bu yaygın ama yanlış düşünce ve inanışlar kadınlar ve erkekler arasında eşit oranda görülüyor. Ülkeler ve kültürler arası araştırmalar işaret ediyor ki bu cinsel mitler daha çok geri kalmış, gelişmekte olan ve kapalı toplumlarda yaygın. Ve cinsel mitlerin neden olduğu en yaygın cinsel işlev problemleri ise vajinismus ve erken boşalma.

Cinsel eğitimin önemi ;
Cinsellikle ilgili kulaktan dolma, kaynağı belirsiz, bilimsel olmaktan uzak, eksik, çarpık ve yanlış bilgiler yerine; ailede anne babalar ile başlayan, okullarda öğretmenlerin desteği ile devam eden, profesyoneller rehberliğinde, bilimsel kaynaklı, net ve anlaşılır cinsel eğitim programları erken yaşlardan itibaren anahtar rol almalıdır.

Cinsel eğitimin amaçları şöyle olmalıdır ;
  • - İnsan bedeninin genel anatomisi
  • - Kadın-Erkek vücudunun ve cinsel organlarının anatomisi
  • - Erkek ve kadın üreme fizyolojisi
  • - Cinsel ilişki ve fazları
  • - Doğum kontrolü, hamilelik ve doğum süreci
  • - Cinsel yolla bulaşan hastalıklar ve korunma yolları
  • - Evlilik ve ebeveynlik konularında hazırlık ve rehberlik
  • - Kişinin bedeni, cinselliği ve ilişkisine dair bilinç ve içgörü kazanması
En yaygın cinsel mitler ;
YANLIŞ 1 : “Cinsellik doğal ve içgüdüseldir; öğrenilecek ve konuşulabilecek bir şey değildir”
YANLIŞ 2 : “Erkek ve kadın aynı anda ve aynı sayıda orgazm olmalıdır”
YANLIŞ 3 : “Evlilik öncesi cinsellik olmamalıdır”
YANLIŞ 4 : “Ereksiyon problemleri ve erken boşalma, erkeğin, eşini çekici bulup bulmadığı ile ilişkilidir”
YANLIŞ 5 : “Penis boyu cinsel güç, performans ve haz ile doğru orantılıdır”
YANLIŞ 6 : “Cinselliği başlatmanın ve sürecin kontrolü erkeğe aittir”
YANLIŞ 7 : “Cinsel haz, salt cinsel birleşmeden ibarettir”
YANLIŞ 8 : “Mastürbasyon zararlı ve yanlıştır”
YANLIŞ 9 : “Erkekler cinsel ilişkiye her an istekli ve hazırdır”
YANLIŞ 10 : “Fantezi ve cinsel oyunlar yanlıştır”
YANLIŞ 11 : “İstekli kadın kötüdür”
YANLIŞ 12 : “İleri yaşlarda cinsellik biter”
YANLIŞ 13 : “Hamilelikte yaşanan cinsellik bebeğe zarar verir”

Serap Altekin
Uzman Klinik Psikolog


_PaPiLLoN_ 13 Aralık 2008 15:31

Tüketici Davranışlarının Psikolojik Bileşenleri

Yaşantımızın her alanında ve her anında tüketim olgusu vardır. Hatta denebilir ki alışveriş belki de hayatta ilk öğrendiğimiz şeylerden biridir; yaşam, almak ve vermek, öncelikle nefes almak ve nefes vermek; içine almak ve dışarı çıkarmak üzerine kuruludur. Bunun daha ötesinde de alışverişi ve tüketimi kişisel ve sosyal etkileşim boyutlarıyla yaşar, ihtiyaçlarımızı karşılamaya, tatmin ve memnun olmaya ve yaşam kalitemizi arttırmaya çalışırız.

Pazarlama anlayışı tarihsel gelişimi içinde bir evrim geçirmiştir. Önceleri “ürün odaklı” bir yaklaşım hakimken, sanayi devrimi ve endüstrileşme süreci içinde “üretim odaklı” bir yaklaşım ön plana çıktı. Serbest piyasa ekonomisi sonucu, medya ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeleri takiben de “satış odaklı” yaklaşım ağırlık kazandı. Toplumun değerlerini korumak ve kültürün ve insanlığın devamlılığını sağlamak anlayışı çerçevesinde “toplumsal pazarlama anlayışı” gelişti.

Çağdaş pazarlama anlayışında ise “tüketim ve tüketici odaklı” bir yaklaşım söz konusudur. Uzun vadeli hedefleri olan ve bütüncül bir yaklaşımdır; işletme, pazarlama, ekonomi, antropoloji, ergonomi, sosyoloji ve psikoloji gibi birçok disiplinin entegrasyonuna dayalıdır. Tüketici tutum ve davranışlarının, karar verme, seçim yapma ve satın alma süreçlerinin tüm boyutları ve dinamikleri ile anlaşılmasını ve bu temelde tüketici istek ve ihtiyaçlarının tatminini hedef alır. Tam bu noktada da psikoloji ile geniş bir ortak alanı paylaşır.
“Tüketici Davranışları” alanının temel soruları ;
  • Tüketiciler kimlerdir ?
  • İhtiyaçları, arzuları, tercihleri, değerleri, yaşam tarzları nasıldır ?
  • Nasıl düşünürler, nasıl algılarlar, nasıl karar verirler ?
  • Karar verme ve satın alma süreçlerini neler etkiler ?
  • Kişiliğin, ailenin, kültürün ve medyanın nasıl etkileri vardır ?
  • Tüketiciler ne satın alırlar ?
  • Ne zaman ve nereden satın alırlar ?
  • Neden satın alırlar ?
  • Kimler için ve ne için satın alırlar ?
  • Ne kadar satın alırlar ?
  • Ne sıklıkta satın alırlar ?
  • Aldıklarını ne kadar süre ve nasıl kullanırlar ?
  • Aldıklarını nasıl elden çıkarırlar ?
  • Yeniden satın almda neye neden yönelirler ?
Tüketici davranışlarının temel özellikleri ve psikolojik bileşenleri ;
  • Tüketici davranışı, güdülenmiş bir davranıştır; ihtiyaç ve isteklerin karşılanmasına yönelik bir dizi süreç ve eylemden olışur.
  • Öğrenilmiş bir davranıştır; aile hikayesine, kişiliğe, kültüre, çevreye, zamana, yaşa, sosyoekonomik koşullara ve pazar alanının özelliklerine göre şekillenir.
  • Dinamik bir süreçtir; satın alma öncesinde, satın alma sırasında ve satın alma sonrasında yaşanan süreçler ile bir bütündür; ve tüm bu aşamalar karşılıklı olarak etkileşim halindedir.
  • Çeşitli faaliyetleri ve farklı süreçleri içerir. Duyumlama, algılama, düşünme, yorumlama, seçme, karar verme, analiz etme, sentezleme gibi...
  • Karmaşık ve çok faktörlü bir süreçtir; zamanlama ve koşullar fark yaratır. Karar vermek için kullanılabilecek süre, kararın zorluğu ve faktörlerin karmaşıklığı ve kişinin psikolojik dinamikleri süreci etkiler.
Tüketicinin Karar Verme ve Satın Alma Sürecinin Lineer Modeli ;
1. Problemi tanımlama ve ihtiyacı belirleme
2. Bilgi ve alternatif arayışı
3. Alternatiflerin değerlendirilmesi ve elenmesi
4. Karar, seçim
5. Satın alma
6. Satın alma sonrası kullanım ve tatmin
7. Yeni satın almalarda, karar ve seçimlerde yön

Problemi tanımlamada ve ihtiyacı belirlemede ana etken ; fiziksel, sosyal ya da psikolojik bir ihtiyacın ortaya çıkması ve bünyenin alarm vermesidir. İhtiyaç, herhangi bir şeyin eksikliğinin, yokluğunun yarattığı boşluk ve gerilim hissidir. Söz konusu bu gerilim, ancak ihtiyaç karşılanınca ortadan kalkar ve bünye rahatlar. Bu ihtiyaçlar, açlık, susuzluk, barınma ve güvenlik gibi yaşamsal ihtiyaçlar olabildiği gibi, ait olma, kendini gerçekleştirme, öz saygı, öz güven, toplumsal prestij gibi sosyal ve psikolojik ihtiyaçlar da olabilmektedir. Bazense ihtiyaç, bilim ve teknolojideki gelişmeler, yeni bilgilerin, yeni ürünlerin ve daha gelişmiş işlevli ürün ve hizmetlerin varlığı ile ortaya çıkar. İhtiyaçlar ve o ihtiyaçları karşılamak için seçilen yol, yöntem, ürün ve hizmetler; yaşa, zamana, yaşamsal ve çevresel koşullara, kişiliğe, aile yapısına ve kültüre göre değişir.

Tüketici, alternatifleri belirlerken bilinçli ve bilinç dışı olarak bazı kaynaklardan etkilenir. İçsel, kişisel kaynaklar; geçmiş deneyimler, değerler, tutumlar, alışkanlıklar, düşünme ve karar verme tarzı, risk alma potansiyeli, dikkat, bellek ve kişilik gibi. Sosyal kaynaklar; aile, arkadaşlar, iş, okul, sosyal ve kültürelel çevre gibi. Toplumsal kaynaklar; medya, devlet, sivil toplum örgütleri gibi. Ticari ve pazar alanı kaynakları; reklamlar, satış elemanları gibi. Profesyonel kaynaklar; teknisyen, uzman, avukat, doktor, muhasebeci, öğretmen, psikolog, danışman, yönetici önerileri ve raporları gibi. Ve, kulaktan kulağa yayılan ve duyulanlar da bir diğer kaynaktır...

Alternatifler değerlendirilken ve elenirken; tüketici, minimum zaman, efor ve maddi kaynak ile, maksimum fayda, işlev ve memnuniyet elde etmek ister. Ürünün fiyatı, işlevi, kullanım kolaylığı, güvenliği, geri dönüşümü, ortalama ömrü önemli unsurlardır. Alternatifleri değerlendirirken en temel rasyonel kriterleri bunlar oluşturur. Ancak, tüketiciler her zaman bu rasyonel ve ekonomik prensiple seçim yapmazlar. Ürünün temel fonksiyonu dışında, tüketici için ifade ettiği sembolik anlam ve duygusal değer önemli bir bileşendir. Satın alınan ürünün sembolik olarak sağlayacağı güç, prestij, onay ve kabul önemli etkenlerdendir.

Temel Prensiplerden Bazıları ;
  • Tüketici, karar verme sürecini; zaman, efor ve maliyet açılarından sadeleştirmeyi ve basite indirgemeyi tercih eder. Minimum zaman, enerji ve maliyetle; optimum güvenilir ve isabetli bilgi, ürün ve hizmet arayışındadır.
  • Karar verirken, bilgi önemli bir unsurdur. Ancak, bilginin miktarı ile karar verme sürecinin komplikasyonu arasında ters U bir ilişki vardır. Yani, bilgi gereklidir; ancak fazla bilgi ve veri; karar ve seçim sürecini karmaşık hale getirir, zorlaştırır ve bu da tüketiciyi bloke eder !
  • Tekrarlamalar ile tüketicinin öğrenme süreci arasında da ters U bir ilişki vardır. Bir noktaya kadar, tekrarlamalar, tüketicinin öğrenmesini güçlendirir; ancak fazla tekrar, dikkati azaltır ve duyarsızlaşma yaratır. Bu nedenle raklamların süresi ve tekrar sayısı titizlikle planlanır.
  • Görsel malzemeler sözel malzemeden daha kalıcı ve etkilidir. Özellikle de renkli, parlak, zıtlıklar içeren, içerisinde mizah barındıran, olumlu duygulara ve ortak değerlere hitap eden, heyecanlandıran ve dikkat çeken reklamlar ve pazarlama stratejileri daha etkili olur.
  • Memnun olmayan tüketici, memnun olana göre daha çok fazla konuşur ve memnuniyetsizliğini yayar.

Serap Altekin
Uzman Klinik Psikolog


_PaPiLLoN_ 13 Aralık 2008 15:40

Psikolojik Danışma Nedir?

Psikolojik danışma, kişisel, sosyal, eğitimsel ve mesleki konularda kişilerin amaçlarını belirleme, karar verme, varolan problemlerini çözme ve benzeri konularda -tarafsız, kişilik haklarına saygılı, güven ve gizliliğe önem veren eğitimli danışmanlardan yardım aldığı bir gelişim sürecidir.

PSİKOLOJİK DANIŞMA İLE İLGİLİ ÖNYARGILAR :
Psikolojik danışma süreci bir çok insan tarafından yanlış değerlendirilmektedir:
ÖNYARGI : Psikolojik danışma sadece yoğun ve derin duygusal problemi olan kişiler içindir.
GERÇEK : Psikoterapi yoğun ve derin duygusal problemleri olan kişiler içindir.

Psikolojik Danışma ise :
1-Kendini daha iyi tanımak isteyen bireylere,
2-Arkadaşları ve ailesiyle olan ilişkilerini düzeltmek ya da geliştirmek isteyenlere,
3-Yalnızlık ve utangaçlık ile başa çıkmak isteyenlere,
4-Kendine güveni artırmak isteyenlere ve girişkenlik konusunda problemi olan öğrencilere,
5-Duygularını etkili şekilde ifade etmek isteyen veya bu konuda problemleri olan kişilere,
6-Stres ve kaygı ile baş etmek isteyenlere,
7-Sınavlar ve notlar ile problemi olanlar ya da akademik uyarı almış öğrencilere,
8-Mesleki anlamda kendine bir yol çizmek isteyenlere,
9-Her türlü karar verme güçlüklerinde,

2. ÖNYARGI :
Psikolojik Danışmaya başvuran kişiler zayıf karakterli kişilerdir.
GERÇEK : Psikolojik Danışmaya başvuran kişiler zayıf değil, gerçekte yaşamlarından ve kendilerinden sorumlu olduğunun farkında ve varolan problemleri, yaşadıkları zorlukları çözmek için ilk adımı atmış kişilerdir. Bir çok insan bunu “cesur davranmak” diye nitelendirmektedir.

ÖNYARGI:
değişim çok kolaydır.
GERÇEK: değişim her zaman kolay değildir. Üzerinde zaman ve emek harcamak gereklidir. Psikolojik danışma problemlerinizi hemen çözüveren bir süreç olmadığı gibi, Psikolojik Danışman da elinde sihirli değnek olan bir kişi değildir.

4. ÖNYARGI : Psikolojik danışman sizi çözümler. Size yaşamınızda ne yaptığınızı ve problemlerinizi çözmek için ne yapmanız gerektiğini anlatır, öğütler verir.
GERÇEK : Psikolojik danışman, problemlerinizi nasıl çözeceğiniz konusunda size öğüt veren kişi değildir. O, danışma süreci içinde sizin koyduğunuz hedeflere ulaşmanız, çeşitli konularda sağlıklı karar vermeniz veya problemlerinizi çözmeniz konusunda size yardımcı olan kişidir.

5. ÖNYARGI :
Psikolojik Danışma’ya başvuranlar hakkında dosyalarına veya transcript''lerine yazı yazılıyor ve bu gelecekte işe girmemizi engelliyor.
GERÇEK : Psikolojik danışmanın en önemli ilkelerinden birisi gizliliktir. Psikolojik danışmaya başvuranlar hakkında veya bu kişilerin danışmanlarına anlattıkları konularla ilgili olarak onların izni olmadan hiç kimseye veya kuruma bilgi verilmez.Dosyalarına da öğrenci hakkında yazı yazılması diye bir şey söz konusu değildir.

6. ÖNYARGI :
Psikolojik danışman terapide anti-depresant vb. gibi ilaçlar tavsiye edebilir.
GERÇEK : Psikolojik danışman ilaç tavsiye edemez. - Sadece psikiatrist ya da hekim ilaç önerebilir.- Psikolojik Danışma Ünitesi herhangi bir ilacı öneremez. Eğer danışma sürecinde ilaç kullanımı ihtiyacı ortaya çıkarsa, (ya da reçete ile bir ilaca ihtiyaç duyuluyorsa) psikiatriste gitmeniz önerilebilir. Sağlık Merkezindeki psikiatristimiz bu konuda sizlere yardımcı olacaktır.


PSİKOLOJİK DANIŞMAYA İHTİYACIM OLDUĞUNU
NASIL ANLAYACAĞIM ?


1-Yaşamım nereye doğru gidiyor diye endişeleniyorsanız,
2-Kimseye anlatamadığınız fakat birileriyle paylaşmak gerekliliği hissettiğiniz duygu ve düşünceleriniz olduğuna inanıyorsanız,
3-Nasıl ders çalışacağınızı bilemiyorsanız,
4-Kendinizi daha iyi tanımak istiyorsanız,
5-Ödevlerinizi yapıp, derslerinize çalıştığınız halde, başarısız olduğunuzu düşünüyorsanız,
6-Lise yıllarında başarılı biri olmama rağmen şu an derslerde zorluk çekiyorum diyorsanız,
7-Kendinize özgü mesleki bir alan seçmek ve hedeflerinizi belirlemek istiyorsanız,
8-Hayatınızda bir şeylerin ters gittiğini düşünüyorsanız,
9-İnsanlarla daha etkili iletişim kurmak ve duygularınızı etkili şekilde ifade etmek istiyorsanız,
10-Çoğu zaman moraliniz bozuk ise ve kendinizi üzgün hissediyorsanız,
11-Bugünlerde aşırı derecede stresli ve kaygılıyım diyorsanız,
12-Bulunduğunuz ortama hala uyum sağlayamadığınızı düşünüyorsanız,
13-Bu ve buna benzer duygu ve düşünceler içinde iseniz, Psikolojik Danışma ve Rehberlik Üniteleri’ne gelerek Psikolojik Danışmanlar ile görüşmeniz sizin için yararlı olacaktır.

Erdoğan Ercan
Uzman Psikolojik Danışman


_PaPiLLoN_ 20 Aralık 2008 20:46

Davranışlar Sözlerden Sesli Konuşur

Bir bebek doğumundan itibaren çevreye duyarlıdır. Doğumu takip eden ilk haftalarda bebeğin davranışlarını, ihtiyaçları ve çevresel uyarılar şekillendirir. Karnı acıktığında, altını kirlettiğinde, gaz sancısı çektiğinde, çevre çok ışıklı veya gürültülü olduğunda ortaya koyduğu tepkiler ve bu tepkiler karşısında annenin gösterdiği davranışlar, anne ile bebek arasında ilk bağı oluşturur. Anne ile bebek arasındaki bağlanma şekli, bebeğin, hayatındaki diğer insanlarla kuracağı ilişkilerin de bir örneği olur.

Babayla ilişki, diğer aile üyeleriyle ilişki, biraz daha büyüdüğünde arkadaşlarla ilişki, öğretmenler ve diğer önemli kişilerle ilişki, temelini bu ilk bağdan alırlar. Bebek, anneyi ve anneyle olan ilişkiyi içselleştirerek, kendini ve dünyayı tanımlamaya başlar. Bu bağın kurulduğu yerde henüz söz yoktur. Annenin söylediklerini anlamaya başlamadan önce çocuk annenin ortaya koyduğu duygunun tonunu, onaylanıp onaylanmadığını, annenin davranışlarından anlar. Çocuk kendini önce annenin yüzünde görür. Annenin dokunuşlarıyla kendi vücudunu tanır. Kendi benliğini, sözün doğmadığı o erken dönemlerde çizmeye başlar. Anne ve bebek birbirini, kurdukları ilk sözsüz bağ vasıtasıyla şekillendirmeye başlar.

Kelimelerden önce davranışlarla tanışan, davranışları anlamaya ve kendini davranışlarla ifade etmeye başlayan çocuk, davranışları gözlemleme ve anlamlandırma konusunda büyük bir hassasiyet kazanır. Daha ileriki dönemlerde sözel iletişim, çocuğun hayatında rol oynamaya başladıktan sonra bile, iletişimin sözel olmayan yanı büyük önemini sürdürmeye devam eder.

Çocukların öğrenmesinde ‘model alma’ büyük önem taşır. Çevrelerindeki kişileri gözlemleyerek pek çok tutum ve davranışı öğrenirler. Anne ve babaların her davranışı, çocuklar tarafından mercek altına alınır. Çocuklara öğretilecek herhangi bir davranış söz konusu olduğunda, anne-babanın bu davranışı sergileyerek çocuğa örnek olması, çocuğun öğrenmesini kolaylaştırır. Bu noktada dikkat edilmesi gereken, çocukların, bizim olumsuz davranışlarımızı da örnek alabileceği gerçeğidir. Hiçbir anne-baba, çocuğunun kaba kelimeler ve küfür kullanmasını istemez. Bu yüzden sık sık hatırlatmalarda bulunulur. Ancak günlük hayatta çok zorlandığımız anlarda pek çoğumuz bu tür sözleri ağzımızdan kaçırırız. Olayı örtbas etmek için giriştiğimiz davranışlar çocuklar tarafından hemen algılanır. Bu nedenle çocuğun yaşayacağı çelişkiyi engelleyebilmek ve ona iyi bir model olabilmek için, bunun yanlış bir davranış olduğunu kabul etmek ve göstermek faydalı olacaktır.

Çocuklar, radar kadar hassas olduklarından, kelimelerin arkasında yer alan fark etmediğimiz davranışlarımızı hemen ayırt ederler. Söylenilen söz ve yapılan davranış arasında çelişki olması halinde, çocuklar genellikle davranışları baz alırlar. Sinirli olduğu halde, ‘hiç bir şeyi olmadığını’ söyleyen bir anne veya babanın yüzündeki ifade, ses tonu ve hareketleri kendini ele verecektir. Bu durumda gerçeği ebeveyninin davranışlarında gören çocuk, itiraf edilmeyen bu duygunun kendine karşı olabileceği yorumunu yapıp kaygılanabilir. Bir diğer olasılıkla da, çocuk, olumsuz duyguların sözle ifade edilmemesi gerektiği düşünüp, sinirlendiğinde bunu konuşmak yerine, sinirli, saldırgan, bozucu davranışlar geliştirebilir.

Çocukla kurulan ilişkide, davranışın önemi çift yönlüdür. Önem iki taraf için de büyüktür. Çocuklar kendilerini ifade etmek için kelimeleri kullanma konusunda henüz çok gelişmiş yetilere sahip değillerdir. Bu nedenle, çocukları anlamanın yolunun, davranışlarını çok iyi gözlemlemekten geçtiğini hatırlamakta fayda var. Ses tonları, mimikleri, tutum ve tavırları, hareketlilik seviyeleri çoğu zaman bizlere, kelimelerinden daha fazla şey söyler. Eve gelip, en sevdiği yemeği bile öfkeyle reddeden çocuğun gösterdiği bu davranış, o gün okulda bir şey yaşamış olduğunun mesajını verebilir. Bu öfkenin ardında yatan sebep, okulda aldığı bir not nedeniyle yaşadığı üzüntü ya da bir yarışmada sonuncu gelmekle ilgili hayal kırıklığı olabilir. Gösterdiği bu farklı davranışa duyarlı olmak ve bu davranışın somut, görülebilir anlamından fazlasını düşünebilmek, çocuğu anlamak için bize iyi bir rehber olacaktır.

Kardeşinin doğumundan bir süre sonra, hareketlilik seviyesi artan ve koltukların üzerinden atlarken, evde kırılmamış eşya bırakmayan çocuğun bu davranışına daha dikkatli baktığımızda bunun ‘yaramazlık’ tan öte anlamları olduğunu görmek mümkün olacaktır. Anne ve baba doğal olarak, bebeğin ihtiyaçlarıyla ve uyumu ile ilgilenirken, eve gelen misafirler tüm ilgileriyle minik bebeğe odaklanmışken, çocuk, ihtiyacı olan ilgiyi elde edebilmek için yeni yollar denemek zorunda kalmıştır. Çevredeki büyüklerin bu davranışa odaklanması, ona kızması, uyarılarda bulunması, olumsuz bile olsa çocuğun istediği ilgiyi almasını sağlamıştır. Çocuğun davranışının arkasındaki kelimeler yetişkinler tarafından görülememesine rağmen, yetişkinlerin kelimelerinin arkasındaki davranışlar çocuk tarafından görülmüş ve bu da, çocuğun ‘yaramaz’ hareketlerini desteklemiştir.

İletişim çok boyutludur. Kendimizi ifade etmek ve karşımızdakini anlamak için bazen farkında olarak, bazen de farkında olmayarak çeşitli boyutlarını kullanırız. Özellikle çocuklar söz konusu olduğunda iletişimin davranışsal boyutu büyük önem kazanır. Kendimizi ifade ederken ortaya koyduğumuz davranışlar çoğu zaman, kelimelerimizden çok daha fazlasını söyler çocuklara. Ve çocukların davranışlarını okuyabilmek, kısıtlı kelimelerinden çok daha fazlasını anlatır bize onları anlayabilmek için.

GenBilim Editorial


_PaPiLLoN_ 20 Aralık 2008 20:49

Herşey Bir Günde Değişebilir

Kriz kelimesini ifade eden Çin sembolü, tehlike ve fırsat kelimelerini ifade eden karakterlerin birleşimidir. Yaşanan acı bir deneyimden sonra kişinin yaşadığı kayıplar tehlikeyi oluştururken, aynı zamanda bu kayıplardan birşeyler öğrenme ve olumlu bir anlam çıkarma fırsatı doğar. Hayatımızın hep sabit bir çizgide devam edeceğini varsayarız. Zihnimizin pek de aydınlık olmayan bir köşesinde bunun imkansız olduğunu bilsek de, hayatımızı sürdürebilmek ve ruh sağlığımızı korumak için faydalı bir savunma olarak, bildiklerimizin üzerini örteriz.

Kriz kelimesini ifade eden Çin sembolü, tehlike ve fırsat kelimelerini ifade eden karakterlerin birleşimidir. Yaşanan acı bir deneyimden sonra kişinin yaşadığı kayıplar tehlikeyi oluştururken, aynı zamanda bu kayıplardan birşeyler öğrenme ve olumlu bir anlam çıkarma fırsatı doğar.

Hayatımızın hep sabit bir çizgide devam edeceğini varsayarız. Zihnimizin pek de aydınlık olmayan bir köşesinde bunun imkansız olduğunu bilsek de, hayatımızı sürdürebilmek ve ruh sağlığımızı korumak için faydalı bir savunma olarak, bildiklerimizin üzerini örteriz. Doğal veya insan yapımı afetler, hiç beklemediğimiz, hazırlıksız bir anımızda, kendimizi korumaya aldığımız bu kabuğu çatlatarak bizi çıplak bırakır. 18 Ağustos depremi, 11 Eylül olayları, dünyada hiç bitmeyen savaşlar ve son iki ay içerisinde yurdumuzun çeşitli bölgelerinde yaşanan sel felaketi sonucunda binlerce insanın yaşadığı ve her an yaşamakta olduğu gibi.

İnsanoğlunun sürekliliğe ihtiyacı vardır. Süreklilik hissi, bir yandan faniliğimizin farkındayken diğer yandan hayatımızın ne zaman sona ereceğini bilememenin getirdiği çelişkiyi yatıştırarak, kendimizi güvende hissetmemizi sağlar. İçimizde varolan süreklilik hissi, geçmişimizi geleceğimize bağlayan bir köprü gibidir. "Şimdi" de üzerinde durduğumuz bu köprüden geleceğimizi görür ve görünen geleceğe doğru emin adımlarla yürürüz. Aslında zihnimizde canlanan bu görüntü, ölüm ve yokolma korkumuzla başedebilmek için, yaşadığımız deneyimler ve çevremizdekilerin geribildirimleri sayesinde yarattığımız öznel gerçekliğimizdir. "Dünyayı yanlış okuruz ve bizi aldattığını söyleriz" (Tagore, Serseri Kuşlar'dan, LXXV).

Travmatik bir olay yaşadığımızda geçmişimizle geleceğimizi birleştiren köprüler sarsılır veya yıkılır. Varoluşumuzun sürekliliğine dair inancımız yara alır. Böyle bir durumda yaşadıklarımızı anlamlandırmakta zorluk çeker, tutunabileceğimiz kurallar bulamaz ve nasıl davranacağımızı şaşırırız. Hayattaki rolümüz değişebilir. Yeni rolümüzde bizden neler beklendiği ve ne yapmamız gerektiğini bilemeyiz. Sosyal çevreden, aile ve arkadaşlarımızdan ayrı kalmışsak kendimizi desteksiz ve yalnız hissederiz. Kendimiz hakkındaki duygu ve düşüncelerimiz değişebilir. Kendimizi her zaman olduğundan farklı hissedebiliriz. Geleceğe dair hayallerimizi kaybederiz. Tüm bunlar anormal bir duruma gösterilen normal tepkilerdir.

Hayatımızın bilindik-beklenen gidişini değiştiren her olay, toplumsal bir felaket olmasa da, süreklilik köprülerini sarsabilir. Beklenmeyen, ani değişimlerin sıkça yaşandığı bir ülkenin vatandaşları olarak ufak tefek travmalara alışık olsak da son bir yıldır yaşadığımız ekonomik kriz birçoğumuzun hayatındaki süreklilik köprülerini şiddetle sarstı ve halen sarsmakta. Ekonomik krizden birebir etkilenen, örneğin işinden çıkarılan veya iflas eden kişinin hayatındaki süreklilikler kesintiye uğrar. "Para kazanan" rolünü kaybeder, iş arkadaşlarından ve iş çevresinden kopar. Değersizlik ve boşluk duygusu yaşayabilir.

Peki Çin sembolünde anlatılan "fırsat" bunun neresinde? Performans ve tüketime dayalı günümüz toplumunda kendi değerimizi ölçmek için koyduğumuz kıstaslar ağırlıklı olarak dış etkenlere bağlı olduğundan dış dünyadaki sarsıntıları kendi iç dünyamızda da şiddetli yaşarız. Yaşadığımız acı deneyim, bir yandan süreklilik inancımızı zedeler veya yıkarken, diğer yandan kendi varoluşumuzu yeni baştan anlamlandırmamızı gerektirir. Yaşadığımız krizin üstesinden geldiğimizde, bu deneyimden edindiğimiz birikimle, hayata daha olumlu yaklaşıp, daha önceden göremediğimiz ayrıntıları keşfederek, hayatımızı daha dolu ve anlamlı yaşayabiliriz. Karşılaştığımız problemlere farklı yaklaşımlar geliştirerek varoluşsal bir gelişme yaşayabiliriz. Fırsatı göremiyor olmamız, fırsatın olmadığını değil, aramaya devam etmemiz gerektiğini bize söyler.

Uzman Klinik Psikolog Güldeniz Yücelen


_PaPiLLoN_ 20 Aralık 2008 20:54

Veziri Feda Edin

Yaşamın kimsenin bilmediği bölümünde, birtakım mihenk taşları var. Oradaki düşüncelere, gerçeklere ve kavramlara zaman zaman yeniden başvururum; tıpkı bir yolculuğa çıktığımda haritaya baktığım gibi. Bu hazineler arasında bir de satranç dünyasından ilginç bir öykü yer alır. Uluslararası bir yarışmada Frank Marshall satranç tahtası üzerinde o güne kadar gelmiş geçmiş en güzel hamlelerden birini yapmıştı. Usta bir Rus oyuncu ile yaptığı kritik bir karşılaşmada Marshall’ın veziri ciddi bir saldırı ile karşı karşıya kalmıştı. Birkaç kaçış yolu vardı ve vezir en önemli oyunculardan biri olduğu için izleyiciler Marshall’ın geleneksel aklın yolundan gideceğini ve vezirini güvenli bir kareye çekeceğini düşünmüşlerdi.
Marshall derin bir düşünceye daldı, oyun kurallarının kendisine tanıdığı düşünme süresini sonuna kadar kullandı. Vezirini kaldırdı, bir an durdu ve götürüp en olmayacak kareye koydu.

Marshall vezirini feda etmiş, ancak en umutsuz durumlarda yapılabilecek bir hareket yapmıştı, oysa onun koşullarında bu düşünülemeyecek bir hamleydi.
Sonra Rus oyuncu da, izleyiciler de Marshall’ın aslında çok akıllıca bir hamle yaptığını anlamışlardı. Evet, rakibi şimdi vezirini alacaktı ama çok kısa sürede de oyunu kaybedecekti. Kaçınılmaz yenilgiyi gören Rus oyuncu oyunu verdi.
Marshall vezirini feda ederek, görülmemiş ve gözüpek bir şekilde zafere ulaşmıştı.

Benim için Marshall’ın oyunu ka­zanmış olması önemli değildi. Hatta veziri feda ettiği hamlesini yapmasının da önemi yoktu. Bana göre önemli olan, Marshall’ın standart düşünce yolunu yeterince uzun bir süre ile askıya almış olması ve bu süre içinde böyle bir hamlenin olasılığından bile keyif duymuş olmasıydı. Oyunun geleneksel ve kalıplaşmış modellerinin dışına bakmış, yalnız ve yalnız kendi değerlendirmesine dayanarak hayali bir riski hesaba kalabilmişti. Oyu­nun sonucu ne olursa olsun, kazanan kesinlikle Marshall’dı.
Benim yaşamımın kullanma ta­limatında şöyle bir cümle yer alır: “Veziri feda etme zamanının gelip gelmediğine bakınız.” Bu kavram hiç beklenmedik anlarda karşıma çıkıverir.

Hani çocuklar için kutu içinde çeşitli büyüklük ve şekillerde tahta parçalardan oluşan bir oyuncak vardır. Bundan birkaç yıl önce Seattle’daki Lakeside School’da sanat dersleri verirken, bir dönem başında bu oyuncakları kullanarak bir sınav yaptım. Öğrencilerimin yaratıcılığı hakkında bilgi edinmek istiyordum, Bir Pazartesi sabahı her öğrencinin önüne bu oyuncaklardan bir kutu koydum ve kısa, belirsiz bir cümle ile ödevlerini verdim: “Bu oyuncaklarla bir şey yapın. Bugün için 45 dakikanız, hafta boyunca diğer günlerin her birinde de 45 dakikanız var.”

Birkaç öğrenci başlangıçta herhangi bir girişimde bulunmadı. Bu iş onlara önemsiz görünmüştü. Sınıfın geri kalanının ne yapacağını görmek için beklediler. Birkaçı kullanma talimatını okudu ve kutunun içinde verilen örnek modellerden birine göre bir şeyler yaptı. Bir başka grup kendi hayal güçleri ile ortaya bir şeyler çıkardı.

Bu deneyi kaç kez yapsam en az bir öğrencinin çıkıp verdiğim takımın sınırlarından kendisini kurtararak sınıfta oraya buraya dağılmış kalemleri, ataşları, ipleri, defter kağıtlarını ve bulduğu diğer her türlü malzemeyi de kullanma­sını beklerim.

O gün de, sınıfta böyle bir öğ­rencinin var olduğunu gördüm ve çok sevindim. İşte, olağanüstü yaratıcı bir beyin iş başındaydı. Ondan öğreneceğim bir şey vardı. Onun varlığı, sınıfta bana yardımcı olacak ve yaratıcılığını diğer öğrencilere de bulaştıracak hiç beklemediğim bir asistanım olduğu anlamına geliyordu. Onun ve ona benzeyen diğer öğrencilerimin hep “vezirlerini feda ettiklerini” düşündüm.

Bazen alışılmışın dışına çıkmayı düşünmek gerekir. Bunun için öğ­renci olmak ya da satranç oynamak gerekmez. Ne zaman yaşam size bir kutu oyuncak sunup bir şeyler yapmanızı istediğinde, vezirinizi feda etmeyi de seçeneklerinizin içinde düşünün.

Robert Fulghum


_PaPiLLoN_ 27 Aralık 2008 20:22

Alışverişe Bağımlı Çocuklar

Bir çocuğun alışveriş merkezinde her gördüğünü almak için kendini yerden yere atması, bir kız çocuğunun bir dolap dolusu model bebeğin bir benzerini aldırmak için annesini başının etini yemesi, bir gencin daha bir hafta önce aldığı ayakkabının farklı bir modeli için odasına kapanması, hepimizin yaşadığı veya şahit olduğu bir tablodur. Reklamlar, akran baskısı, kültürel baskı, anne-baba tutumları gibi nedenlerle gitgide artan oranlarda, nesnelere ve alışverişe bağımlı, doyumsuz çocuklar yetiştirmeye başladık.

Kendi değerini giydiği, sahip olduğu şeylerle, nasıl göründüğüyle belirleyen çocuk, diğer insanları da kim olduklarıyla değil, sahip olduklarıyla yargılar. Bu tehlike, ergenliğe geçişle birlikte büyür. En yeni modelleri almak, herkesin sahip olduğuna sahip olmak, ölüm / kalım meselesi haline gelebilir.
Pahalı bir arabanızın olması sizi iyi bir ebeveyn yapar mı? Ünlü bir basketbolcunun giydiği ayakkabılardan giyiyor olması çocuğunuzu otomatik olarak iyi bir oyuncu yapar mı? Tabii ki hayır! Bir yetişkin olarak siz bunu anlayabilirsiniz, ya çocuğunuz? Çocuğunuza bu konuda yardımcı olabilirsiniz.
Öncelik belirlemeyi öğretin. Çocuğunuzun isteklerini ve parasını kontrol etmeyi öğrenmesi için isteklerinin listesini yapması ve bu listeyi tercih sırasına göre düzenlemesini sağlayın. Çocuklar genelde ne kadar çok istediklerinin farkında değillerdir. Önce farkındalık kazandırmak, kendi davranışları üzerindeki kontrollerini de artıracaktır. Bu yöntem, yaklaşan yeni yıl ve doğum günlerinde çok işinize yarayacaktır. Hakları ve birikimleri çerçevesinde kaç hediye alabileceğini belirleyin ve önem sırasına göre hazırlanan listeye birlikte bakın.

Bekleyebilmesi için fırsat yaratın. Çocuğunuzun istediği şeyi hemen almak yerine ona bir süre tanıyın. Bu sürenin sonunda hevesi geçmiş, isteği tamamen değişmiş olabilir.

Suçlu hissetmeden “hayır” deyin. Çocuğunuz her gördüğünü istiyorsa, isteklerinin ardı arkası kesilmiyorsa, bu istediklerine gerçekten ihtiyacı olmadığını düşünüyorsanız sadece “hayır” demeniz yeterli. Her istediğini almanın ona faydadan çok zararı olacağından, bu tavrınızdan dolayı kendinizi suçlu hissetmeyin. Hayatta kimsenin her istediğine kavuşamadığını unutmamak gerekir. Bu nedenle bu tavrınız, çocuğunuzun hayal kırıklığı ile baş edebilme mekanizmaları geliştirmesine yardımcı olacaktır.

Çocuğunuza para yönetimini öğretin. Bu, hayat boyu kullanacağı çok değerli bir ödül olacaktır. Harçlık almak veya evde yaptığı küçük işler karşılığı para kazanmak, çocuğunuzun para kazanmayı ve harcamayı öğrenmesi için iyi bir başlangıç olacaktır. Bunun için çocuğunuza, hemen harcamaya ve uzun dönemli harcamalara yönelik iki bütçe oluşturmayı öğretebilirsiniz. Alışveriş merkezinde gördüğü bir oyuncağı istediğinde, “Bunun fiyatı 5 liraymış. Almak için yeteli paran var mı, gel bir bakalım” diyebilirsiniz. Kendi kazandığı parayla alacağı şeyler çocuğunuza daha anlamlı gelecektir.

Televizyonda reklam izlemeyi sınırlandırın. Reklam, günlük hayatın her alanında yer almakla birlikte, televizyon reklamları çocukları en etkileyen reklamlardır. Bu nedenle, daha az reklam gösterilen kanalların ve programların tercih edilmesi faydalı olacaktır. Çocukların reklamlarla karşılaşmasını tamamen engellemek mümkün değildir. Reklamlar, insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri aldırma amacını güderler. Reklamların temel amacının çocuklara açıklanması, özellikle çocukları etkilemek için reklamlarda kullanılan yöntemlerin gösterilmesi, çocuğun farkındalığını artıracaktır.

Çocuğunuza örnek olun. Çocuklar pek çok şeyi anne-babalarında gözleyerek öğrenirler. Çocuğunuzun nesneler dünyasıyla baş edebilmesi ve doyumsuzluk geliştirmemesi için ona iyi bir rol modeli olabilirsiniz. Bozulan eşyaları hemen yenisiyle değiştirmek yerine tamir ettirmenin önemini çocuğunuza anlatabilir ve örneklerle gösterebilirsiniz. Alışveriş kataloglarının tüm zamanınızı almasına izin vermeyin. Bütün boş vaktinizi alışveriş merkezlerinde ve mağazalarda geçirmeyin. Alışverişin bir hobi veya zaman geçirme aracı olmadığını, gerçekten ihtiyaç duyulan zamanda, ihtiyaç duyulan şeyler için alışveriş yapıldığını model olarak gösterin.

Çocuğunuza verebileceğiniz en iyi hediyenin, ona ayıracağınız zaman olduğunu hatırlayın. Yoğun şehir hayatının içinde, koşuşturmanın arasında, çocuklarımızla yeterince vakit geçiremediğimiz için yaşadığımız suçluluk duygusunu telafi etmek için çocuklarımızın isteklerine boyun eğmeye başlarız.

Gerçek ihtiyacını ve duygusunu anlamaya çalışın. Bazen çocuklar, duygusal bir ihtiyacı tatmin için somut nesnelere yönelirler. Asıl ihtiyacı vitrindeki oyuncak olmadığı için de, o oyuncağa olan ilgisi çok kısa bir sürede geçer ve çocuk yeni bir istekle karşımıza çıkabilir. Çocuğun isteklerinin altında çoğu zaman bir yakınlık ihtiyacı veya duygusal bir boşluk, hayal kırıklığı yer alır. Çocuğun gerçek ihtiyacı anlaşılır ve karşılanırsa, çocuğun nesnelere ihtiyacı kalmayacaktır.

Çiğdem Bilgen
Uzman Klinik Psikolog


_PaPiLLoN_ 27 Aralık 2008 20:25

Günümüzde Ergen Olmak

Bugünün dünyasında ergen olmak bir kuşak öncesinden bile çok farklı olup, ergenin karşısına çıkan uyaran bolluğu geçmişte hiçbir kuşakta görülmemiş çeşitliliktedir. Böyle bir çeşitlilikle baş etmek, bunları düzene sokmak ve arasından doğru seçimleri yapmak ergen için olduğu kadar ebeveyn için de zordur. Ergenlik zaten kendi içinde karmaşık ve zor bir dönemdir. Artık çocukluktan çıkmış olan genç hayatla ilk kez tek başına ciddi pazarlıklara girer. Bir yandan, "Ben kimim?", "Hayatımda neler önemli?", "Geleceğimi nasıl şekillendireceğim?" gibi sorulara cevap ararken, bir yandan da bu gelişim evresinin karşısına çıkardığı fizyolojik ve duygusal değişimlerle baş etmeye çalışmaktadır.

Ebeveynler açısından bakıldığında ise benzer bir karmaşa onlar tarafından da yaşanmaktadır. Özellikle, yardımcı olmaya çalıştıkları ilk çocukları ise, ergenin karşılaştığı olayları onlar da yeni yeni tanıyor ve nasıl baş edeceğini kendileri de tam olarak bilmiyordur. Diğer bir yandan çevrenin sunduğu çeşitliliklere ve yeniliklere ergenler çok daha hızlı uyum sağlarken, anne-baba onlardan geri kalmaktadır. Kendi gençliklerinde karşılaşmadıkları bu yenilikleri sindirebilmeleri onlar için daha da zordur. Kısacası ergenin sorularına cevap aradığı bu dönemde, anne-baba kendisi de bir gelişim evresinden geçmektedir ve onlar da soru sormakla meşguldür.

Ailelerin bu zorlu dönemle baş edebilmelerinde çok önemli bir unsur aile içi sınırlardır. Her ailenin günlük yaşantısında izlediği bir tipik düzen, bir karşılıklı etkileşim örüntüsü vardır. Bu düzen ya da örüntüleri şekillendiren etkenler o ailenin özel durumundan, ailenin içinde bulunduğu kültürden, ve evrensel bazı kurallardan kaynaklanır. Bu örüntüleri oluşturan ilişkiler zamanla aile içindeki sınırları belirler. Burada sınır sözcüğünden kastımız ailenin günlük işleyişini ve kimin kiminle ne şekilde davranabileceğini belirleyen kurallardır. Örneğin, bir çocuk büyükleriyle ne şekilde konuşabilir, kız ve erkek çocuklara nasıl ve ne kadar yaklaşmalı,arada ne kadar mesafe bırakmalı, anne- baba çocuklarına ne ölçüde karışabilir, gibi. Dile getirilen ya da getirilmeyen bu tür konuları düzenleyen kuralların tümü aile içi ilişkilerde sınırları belirler.

Ailedeki en önemli sınırlardan biri de kuşaklar arası ilişkileri belirleyen sınırlardır. Bu sınırları da ikiye ayırabiliriz. Bunlardan biri kişiler arası uzaklık-yakınlık dengelerini belirleyen bir sınır olup, kararların, duyguların ve kişisel bilgilerin ne ölçüde paylaşılacağını belirler. Örneğin, ergen önemli bir yere ne giyeceği konusunda annesinin fikrini alır, anne teyzeyi kızına çekiştirir Ğ bu yakınlık boyutudur. Kuşaklar arası yakınlığın düşük olduğu bir ailede bireyler bağımsız olur, ama yalnız da olabilirler. Yakınlığın yüksek olduğu bir ailede ise karşılıklı destek güvencesi vardır ve bununla birlikte bağımsızlık kısıtlanabilir.

Diğer bir sınır ise kuşaklar arası hiyerarşi ilişkisini içerir. Yani kimin kime üstün olduğunun, son kararların kimin kararları olacağının belirlenmesi. Hiyerarşi iki alanda belirir: kontrol ve bakım / koruma. Kontrolden kasıt, kimin sözünün geçeceğidir. Örneğin, hangi yaşta, neyi, ne kadar yapmasına izin var? Bakım ve korumadan kasıt da, şu: ergen sosyal çevrenin baskılarına uyum sağlamaya çalışırken kendi temel bakım ve güvenliğini tehlikeye atacak durumlarla karşı karşıya olduğunda anne-baba ne yapacak? Örneğin, kızı diyet yapmak uğruna sadece meyve yemeye başladığında veya oğlu arkadaşlarıyla maça gittiğinde başka gruplarla atıştığında, anne-baba ne yapacak?

Diğer tarafta ergenlerin ne yaşadığına bakacak olursak, öncelikle ben kimim, yolum ne, gibi sorulara cevap ararken, bir diğer taraftan da anne-babanın girişimlerini sorgular. Çocuklukta geliştirdikleri "en doğruyu annem-babam bilir" imajları gittikçe sarsılmaya başlar. Çevrelerindeki diğer anne-babalarla kendi anne-babalarını karşılaştırırlar. Zamanla tek doğrunun onlar olmadığını gördükleri gibi, onların hatalarını da fark ederler. Akran grubuna uymak için çabalayan ergen, onların desteğiyle de anne-babasına karşı çıkmaya başlar.

Ergen bir taraftan anne-babanın müdahale ettiği her konuda daha fazla izin ve özgürlük isterken, diğer bir taraftan bu özgürlükle nasıl baş edeceğini bilmez. Anne-babanın koyduğu sınırlarla savaşır, ancak kendisinin ne kadar özgürlüğü taşıyabileceğini de bilmez. Dolayısıyla ergenlere verilecek özgürlükler her zaman için kendini koruyabileceği bir çerçevede olmalıdır. Örneğin, 14 yaşında bir ergenin bara gitmesine izin verdikten sonra içki içmemesini bekleyemezsiniz.
Ebeveynler kendi değerlerini ve doğrularını çocuklarına aktarmaya ve onları potansiyel tehlikelerden korumaya çalışırken yaptırımcı gibi görünebilen girişimleri olabilir. Bu da kuşaklar arası çatışmaya yol açabilir. Bu çatışmalar bir ölçüde gelişimsel sürecin doğal bir parçasıdır. Burada önemli kriter çatışmaların düzeyidir. Çocukların kendilerini ve çevrelerini sorgulamaya hiç girmemeleri de bir problem teşkil eder. Çocuklar büyümeye çalışırken belli bir ölçüde anne-babalarını itme ihtiyacındadırlar. Ebeveynlerin bunu bir ölçüde kabullenmesi ve taşıyabilmesi gerekir. Tepkileri çocuklarının bu ihtiyacını inkar edip, onlara sırtını dönmek olmamalıdır. Çatışmalar, ilişkileri tamamen koparmayla veya hiyerarşiyi tamamen ortadan kaldırmayla sonuçlandığı taktirde, normal gelişimsel evrenin gerekleri aşılmış demektir.

Çatışmayla karşı karşıya kalan anne-baba çatışmayı çözmek için ne yapabilir? Ya "ben haklıyım" der, ya "o haklı" der, ya da "ikimiz de haklıyız" der. Anne-baba tamamen kendine paye verdiği zaman, yani kendi otoritesini sürdürmek uğruna yaptırımcı ve aşırı koruyucu davrandığı taktirde hiyerarşiyi arttırır. Örneğin, bilgisayarının başından kalkmayan çocuğunun bilgisayarını elinden alır. Bu durum zamanla ebeveyn diktasına kayabilir. Böyle bir tavırla karşılaşan ergen anlaşılmamışlık yaşayarak öfkelenir ve anne-babasıyla güç savaşına girebilir. Bu koşullar altında ergen anne-babasından uzaklaşır, kendisine daha zararlı olabilecek çözümlere kayabilir. Anne-baba diyalog kopukluğuyla karşı karşıya kalıp, korumak istediği yakınlığı yitirir. Aileden bu şekilde kopan çocuk birilerine bağlı olma ihtiyacı içinde alternatif aidiyetler arayıp, yanlış adreslere gidebilir.

Diğer bir uçta, çocuğuyla çatışmaya girdiğinde tamamen çocuğuna paye veren anne-babada da tam tersi bir durum söz konusudur. Çocuğun talepleri karşısında, onu mahrum etmemek için, makul olduğuna inandığı sınırları koruyamaz. Örneğin, cep telefonu olduğu halde, arkadaşlarındaki en yeni modeli isteyen çocuğuna yeni telefon alır. Bazı durumlarda ise anne-baba çocuğundan korkar. Onun kararlı ve ısrarcı tavrından ve bunun doğuracağı sonuçlardan çekinir. Onlar kadar kararlı bir şekilde fikrini savunamaz. Veya kendi kurallarının doğruluğundan emin olamaz ve mesajları açık bir şekilde veremez. Umar ki sevgisi ergeni durdursun. Anne-babası kendisiyle net olmayan genç de kendince doğru bulduğu çözümleri uygular.

Anne-babanın aşırı müsamahakar olup, denetimi tamamen çocuğa devrettiği durumlarda hiyerarşi tepe taklak olur. Ergen baş edemeyeceği bir özgürlükle karşı karşıya kalır. Anne-babasının aşırı ilgisi kendisini boğarken, denetimsizlik ve başıboşluk onu ürkütür. Bu durumda kendisini yalnız kalmış hisseder ve ailesine güveni sarsılır. Çözüm olarak güvende hissedeceği ve destek bulabileceği başka bir grup arayışı içine girebilir. İpleri tamamen çocuğun eline bırakmış anne-baba da endişe içinde, kurduğunu sandığı yakınlıktan faydalanıp ergenin hayatında neler olup bittiğiyle ilgili bilgi koparmaya çalışır.

Her iki durumda da ergen desteksiz ve yalnız, anne-baba ise çaresiz kalır. Her iki taraf da gittikçe birbirlerinden koptuklarını fark edip, telaşa kapılırlar. Geriye sağlıklı tek bir yaklaşım kalıyor: "Her ikimiz de haklıyız". Bu yaklaşımda tarafların duygularının anlaşıldığını hissetmesi ve çözümü birlikte üretmeleri esastır. Örneğin, şehirden çok uzakta oturan bir ailenin 14 yaşındaki çocuğu, aynı sitedeki arkadaşıyla birlikte taksiyle şehir merkezinde arkadaşlarıyla buluşmak ister. Anne-baba çocuğu için arkadaşlarıyla buluşmanın önemini anlar, ama taksiyle tek başına gitmesini doğru bulmaz. Sonuçta birlikte konuşup, farklı birkaç alternatifi tartıştıktan sonra, arkadaşıyla birlikte, onların şoförüyle gitmelerinde karar kılınır.

Burada önemli olan çocuğun talebine duyarlı olmak, gerekçelerini dinlemek, ancak koyulan kuralın çocuğun emniyeti için ya da ailenin ortak huzuru için olduğunu belirtmektir. En önemlisi, anne-babanın kendi gerekçelerini açık bir şekilde sahiplenerek ortaya koymasıdır. Çocuğun farklı düşünce ve öncelikleri, hatta değerlerinin oluşmakta olabileceğini kabul etmek gerekir. Çocuktaki farklılığı kabul etmek, farklılığa boyun eğmek demek değildir. Anne-babanın kurallarının hep esneyeceği anlamına da gelmez. Ama bir pazarlığın ilk kuralı, tarafların farklı pozisyonlardan yola çıktığını kabul etmektir.

Pazarlık sözcüğü burada çok yerindedir, çünkü karşılıklı fikir/talep alışverişinde taviz olasıdır. Ancak çocuğun sesini duyurma, talebini dile getirme hakkı, her istediğini yapma hakkı değildir. Aynı şekilde, anne/babaĞçocuk yakınlığı - "arkadaşlığı" - da eşitler arası sınırsız yakınlık anlamına gelmez. Sonuç olarak, anne-baba ebeveyn rolüne sahip çıkabilmeli, ailede temel yetkili ve sorumlu kişi olduğunu unutmamalıdır. Bunun yanı sıra, çocuğunun kendine yakın ama ayrı bir varlık olduğunu bilmeli ve buna saygı duymalıdır. Ergenin dünyasını anlayıp, onu yakından takip etme ihtiyacını ve mesajını, onun korumak istediği sınırlarını aşmadan yapmak gerekir.

Prof. Dr. Güler Fişek
Uzman Klinik Psikolog Virna Gülzari


_PaPiLLoN_ 22 Ocak 2009 19:09

Hayat Bir Aynadır

“Hayat bir aynadır. Siz ona gülümserseniz, o da size gülümser.” Yaşamını iyileştirmek isteyen herkes ilk önce olumlu düşünmeyi öğrenmelidir. Çünkü, düşünceler inançları, inançlar davranışları, davranışlar da çevre ile etkileşimi belirler. Zihni sağlıklı olanların, bedenleri de daha sağlıklı olur. Dolayısıyla, olumlu düşünce hayatın kalitesini ve süresini de artırır.

Olumlu düşünce yeteneği öğrenilebilecek bir yetenektir. Bu yeteneği geliştirmek için başkalarının deneyimlerinden faydalanmak etkili bir ilk adım olur. Dolayısıyla, çevredeki iyimser insanları belirleyip, onları örnek almak olumlu düşünce yeteneğini geliştirmeye yardımcı olur.

Olumlu düşünme yeteneğini kazanmak için insan öncelikle kendisiyle barışık olmalıdır. Bunun için düşüncenin, söylemlerin ve eylemlerin tutarlı olması gereğini hiç unutmamalıyız. Bu tutarlılık gösterilmediğinde hem toplumun güveni yitirilir, hem de insanın iç huzuru zedelenir.

En acımasız kritiği insanlar çoğu zaman kendileri yaparlar. Hatasız kul olmaz. Yapılan hataları eleştirmek yerine, kendini geliştirme fırsatı olarak görmek daha yapıcı sonuçlar verir. Olumlu düşünmek, hataları reddetmek değil, onları birer iyileştirme fırsatı olarak görmek demektir. Olumlu düşünmek, hataların bir daha ki sefer nasıl önlenebileceğini düşünmek ve bunun için plan yapmaktır.

Bu yaklaşımı çevrenizdekiler için de uygulamak, insanların sizinle daha olumlu bir etkileşim kurabilmesine yardımcı olur. Bir adada tek başına yaşamanın güçlüğünü göz önüne getirdiğimizde çevremizle etkileşimin hayatımızın ne kadar önemli bir parçası olduğunu daha iyi anlarız. Bu etkileşimin kalitesini artırmak, hayat kalitemizin de artırılmasına yardımcı olur.

Olumlu düşünebilmek için cümlelerinizden olumsuz kelimeleri silmeye çalışın. Bu yaklaşım, her olayın olumlu yönlerini görebilme yeteneğini geliştirmeye de yardımcı olur. Çünkü kelimeler, düşünceyi ve inançları tetikler.

Hayata yaklaşımda sorumluluk almak, ancak esnek bir yaklaşımı benimsemek olumlu yaşam için önemli bir girdidir. Hayatta ulaşmak istediklerimizin kendiliğinden gelmeyeceğini, geleceği şekillendirmek için bugünden çaba gösterilmesi gerektiğini kavramalıyız. Ancak, geleceği şekillendirmenin, geleceği belirlemek manasına gelmediğini de anlamalıyız.

Dolayısıyla, zihinsel açıdan sağlıklı olabilmek için gerçekleri kabullenmeyi de öğrenmek gerekir. Ancak, gerçekleri kabullenmek, onlara boyun eğmek demek değildir. Önemli olan gerçekleri görmek ve onlardan değiştirebilecek olduklarımız için yapıcı eylemlerde bulunmaktır.

Olumlu düşünmek ve olumlu yaşamak için insan kendine ve çevresine güvenmelidir. Hayatı sadece onu değiştirebileceğine inananlar iyileştirir. Kendine ve çevresine güvenen, inançlı ve azimli insanlar hayatın kalitesini geliştirir, kendileri ve çevreleri için mutluluk kaynağı olur.

Dünyada iki büyük güç vardır: biri korku, diğer ise inançtır. Olumlu düşünebilmek için insanın korkularını da yenmesi gerekr. Korkuları yenmenin en etkili aracı ise inançtır.

Tanrıya inanmak hayatta değiştiremediklerimiz karşısında iç huzuru bulabilmeyi sağlar. Değiştirmek istedikleriniz için elinizden gelen çabayı gösterdikten sonra hayırlı bir sonuç beklentisiyle tanrıya havale etmek stresi azaltır ve daha sağlıklı bir hayat yaşamaya fırsat tanır.

Düzenli oarak fiziksel ve ruhsal egsersiz yapmak insanda olumlu düşünceyi, sağlıklı ve dengeli yaşamı geliştirir.

Yaşam ulaşılan sonuçlar değil, istenilene ulaşmak için yürüttüğümüz süreçtir. Bu süreçte bilinçli çaba göstermek, tutarlı olmak, çevremize güven vermek ulaşılan sonuçlardan çok daha büyük mutluluk kaynağıdır.

Bu süreçte en önemli ve kalıcı kazanımlardan biri de elde edilen sonuçlar değil, öğrenimlerdir. Öğrenmek için sürekli bir çaba göstermek gelişmenin temelidir. Bu çaba gerçekleri kabullenme ve aynı zamanda onları değiştirme gücünü kazanmak için faydalıdır. Yaptığı işe inançla sarılan kişiler büyük bir coşku ile çalışırlar. Bu coşku onları başarıya ve olumlu etki yapmaya taşır. Bu nedenle insanın sevdiği konulara eğilmesi büyük önem taşır.

Hayatta en demokratik olarak dağıtılmış kaynak zamandır. Herkes için gün 24 saattir. Zamanı iyi kullanmak ve ileride değişmesini istedikleriniz için önceden adımlar atacak cesaret ve uzak görüşlülüğü göstermek insanın olumlu düşünce yeteneğini de geliştirir.
Olumlu düşüncenin temelinde sevgi yatar. Olumlu düşünebilmek için insanları sevmek, onlara birşeyler kazandırabilmenin heyecanını yaşamak gerekir. Kendini iyi hissetmenin yolu, içten bir duyguyla başkalarına yardım edebilmektir.
Hayatta iki değer var ki, paylaştıkça artıyor: sevgi ve bilgi. Sevgisini ve bilgisini paylaşan insanlar en büyük zenginliğe kavuşan insanlardır.
Hayatta mutluluk olumlu düşünce ile başlar, olumlu söylem ve eylemlerle gelişir, paylaşılan sevgi ve bilgiyle doruğa erişir.

Dr. Yılmaz Argüden


_PaPiLLoN_ 22 Ocak 2009 19:15

Gürültü ve Ruh Sağlığı

“Ses ve işitme” canlılara verilen en önemli özelliklerden ikisidir. İnsanlarda ses ve işitme temel ihtiyaçlar ötesinde yüceltilmiş bazı görevleri de üstlenmiştir. Güzel sisi duymak haz duygularını okşayan müzik melodilerini dinlemek dinlendirici haz verici şeylerdir. Bunlar sesin olumlu hoşa giden yanları iken birde hoşa gitmeyen türde sesler vardır ki işte o zaman “gürültüden” söz edilir.
Fiziki nitelikleri insanın diğer insanlarla ve çevresiyle olan ilişkileri bozduğunda veya o ses ile ortaya çıkan akustik enerji kişide gereksiz stres oluşturup gerçek fizyolojik yıkıma neden olduğunda ses “gürültü” olur.
Gürültü bugünün teknoloji çağında ferdi alanı tehdit eden hatta bunu ortadan kaldıran unsurların başında gelir. Bu sebeple de sıkıntı verici nahoş hisler uyandırıcı bir stres faktörü olarak ele alınmalıdır. Demek ki gürültü insanın gerek fiziki ve gerekse ruhsal sağlığı için stres yapıcı bir faktördür.
Affeksiyon orientasyon idrak dikkat hafıza zeka düşünce ve korunma melekeleri gibi psikolojik melekelerin birlikte düzenli ahenkli bir şekilde çalışmaları ile insan sağlıklı bir ruh yapısına sahip olur.

Gürültü ruhsal dengemizi etkiler. Gürültü beyin biyokimyasını etkilemekte mediatör maddelerin beynin omurilik sıvısındaki seviyesinde ve beyin dokusundaki miktarlarını ve aaaabolizmalarını değiştirebilir.
Hava kirliliği çevre kirliliği ve gürültü kirliliği de salgın hastalıklar gibi önem kazanmaya başladı. İnsan beyni dışarıdan birtakım tembihler alarak gelişir. Ancak bu tembihlerin onda “haz duygusu” meydana getirecek cinsten tembihler olması gerekir. Güzel bir dünya yerine çirkinliklerle dolu bir dünyayı seyretmek veya kuş cıvıltılarından veya tatlı musiki nağmelerine kadar gönlümüze hoş gelen şeyler yerine kulaklarımızı tahriş eden gürültüler içinde yaşamaya mecbur olmak sadece sinirlerimizi bozmakla kalmaz; meydana getireceği çeşitli kişilik kusurları sonucunda insanı içinde yaşadığı topluma düşman edebilir. Nice saldırganlık halleri gürültüye reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır.
Ses tembihi hem de bir musiki gibi ritmik tembihler rahim içi hayatta annemizin kalbinin atışlarını dinlemekle başlar. Sonra hayat boyu kendi kalp seslerimiz duyarız. O halde “sesin” farkına vardığımız ilk elemanı “ritim”dir. Ses çevremizdeki havanın ritmik titreşimleriyle hasıl olur. Bu titreşimlerin frekansı sesin incelik ve kalınlığını perdesini tonunu meydana getirir. Bir sesin bunun gibi belirleyici bir çok elemanı vardır. Bütün bunlar bizim sinir sistemimize ulaştıkları zaman bir zevk duygusun meydana getirecekleri yerde sıkıntıya ve huzursuzluğa sebep olurlarsa onun adına “gürültü” denir. Bu tariften de anlaşılacağı gibi bugün musiki olduğu zannedilen birçok ses de aslında birer gürültü örneğidir.
Sesin İnsan Davranışları Üzerindeki Etkileri
Günümüzde insan teknolojik gelişmeye paralel olarak jet uçakları yer altı trenleri ve pop müzik konserleri gibi çok yüksek düzeyde arka plan gürültülerine alışmak zorunda bırakılmıştır. Bu tür gürültülerden şiddetleri 80 ile 120 desibel arasında olanlar normal konuşmayı imkansız kılar. Şehirlerde taşıtlar makineler gürültünün artmasına sebep olur.

Sesin insan davranışı üzerindeki etkilerini araştırmaya yönelen deneysel çalışmalar başlıca 5 grupta toplanır:
1- Genel olarak sesin davranış üzerindeki etkisi.
2- Sese ilişkin değişmeler karşısında fizyolojik tepkiler (audio - motor ya da duyu kanallarından).
3- Sese bağlı değişmeler karşısında psikolojik tepkiler (frekans ve şiddet değişmeleri karşısında).
4- Sese bağlı haberleşme sorunları (konuşma maskeleme ses kaynağının konumu ile ilgili sorunlar).
5- Sese bağlı olarak iş performansı (zihni işler sese bağlı şartlar ve arka plan müziği).

Sesin m e t a bolizma üzerindeki etkileri
Ses insanın varlığına da yokluğuna da en hassas olduğu uyaranlardan biridir. Araştırmalar göstermiştir ki sağırlık körlükten daha acı verici ve sinir sistemini bozan bir duyu kaybıdır. Bunu göz kapakları sayesinde zaman zaman görme duyusundan uzaklaşmamıza rağmen kulaklarda böyle bir kapak olmadığı için işitme duyusunun kaybına ait bir tecrübemizin mevcut olmamasına bağlıyorlar. Strese sebep olan olarak gürültünün spesifik tesiri kulakta kalıcı veya geçici sağırlık ise diğer etkileri de yukarıda sayılan ve ruh sağlığımızın bozulması ile kendini gösteren genel belirtilerdir. Gürültünün sebep olduğu kalıcı veya geçici sağırlık kişide şüpheciliğe saldırganlığa iç kapanıklığa sebep olur.

Eğer bir uyarıcı sinir sisteminiz için rahatsızlık kaynağı oluşturuyorsa ondan uzaklaşmaya çalışırız. Bu mümkün olmadığı taktirde o uyarıcının sinir sistemimize giriş kapılarını elimizden geldiğince örteriz. Bunun en tipik örneği Rock and Roll denen müzikle meşgul olan müzisyenlerin bir saat bu işi yaptıktan sonra 15 - 20 desibel seviyesinde işitme kaybı göstermeleridir. Bu sonuç organizmanın bir çeşit müdafaa reaksiyonu olarak ortaya çıkar. Eğer uzun süre böyle bir uyarıcıya maruz kalınırsa içe dönüklük sıkıntı ve saldırganlık gibi kişilik kusurları gözlenir. Rahatsızlık duygusu sinirlenme gürültüye karış verilen tepkilerin en yaygın ve karmaşık olanıdır. Gürültü ve yüksek ses dikkati dağıtır kişinin moralini bozar. Bu yüzden savaşlarda yüksek ses karşı tarafı korkutmak ve moralini bozmak için kullanılmıştır.

Gürültü kişide uyku bozukluklarına da sebep olur. Uyku sırasında kişiyi uyandıracak desibele varmayan ama uyartı niteliği taşıyan sesler onda sempatik tonus artışına neden olarak kan damarlarında daralma kalp atışlarında hızlanma kas tonusunda değişiklik yaparlar. Bunlar da onun derin uyku dönemine varmasına engel olur. Gürültüden etkilenmenin sürekliliği halinde uykusuzluk sinirlilik yorgunluk gibi hafif ruhi değişikliklerin yanı sıra hezeyanlı ve hatta paranoid durumlar gibi ileri derecede ruhsal bozukluklara da rastlanmıştır.
Sesin ruhsal açıdan gürültü niteliğini alması sırasında algı mekanizması işe karışır. O sesin kişi için taşıdığı anlam da sesin değerlendirilmesinde belli ölçüde rol oynar. Eğer o ses kişinin hoşuna giden bir olayı simgeliyorsa belki de daha alçak olan ama onun hoşuna gitmeyen bir olaya ait olan sesten daha az rahatsız edici nitelik kazanmıştır. Kişinin çıkarları da sesin gürültü olarak algılanmasında etkili olabilir.

Prof. Dr. İbrahim Balcıoğlu
İ. Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

İç Hastalıkları Uzmanı (Psikiyatri)


_PaPiLLoN_ 22 Ocak 2009 19:18

Stres ve Trafik Psikolojisi

“Stres” sözcüğü günlük hayatımızda hekimlik uygulamasında ve bilimsel alanda yayınlarda çok yaygın olarak ve değişik anlamlarda kullanılır. Tarihsel olarak Latince “Estricitia” fiilinden türemiş olup “basınç yüklenme gerilim zorlama” anlamına gelen bu terim günümüzde tıpta kullanılan anlamıyla genel adaptasyon sendromu çerçevesinde Selye tarafından bilimsel model olarak geliştirilmiştir. İşte henüz Selye tarafından psikiyatri ve genel tıp için geçerli bir model olarak ortaya atılışından bu yana yaklaşık 40 yıl geçmesine rağmen günlük hayatımıza yerleşmiştir. Hatta bazı Batılı kaynaklar XIX. yüzyılın ilk çeyreği Orta Avrupa’sı gibi yeni bir sıkıntı stres çağının yaşanmakta olduğunu belirtir. Aslında bu terimle sembolize olan ya da anlatılmak istenen temel yaklaşım ileri uzmanlaşma sürecinde olan günümüz tıbbının insan varlığını ve hastalıkları biyolojik ruhsal sosyal bütünlüğü içinde ele alması gerektiği düşüncesidir.

Tıpta “stres” sözcüğü insanda zorlanmaya neden olan uyum ve dengeyi bozan fiziksel çevresel ruhsal toplumsal ve psiko - sosyal etkenleri organizmada bu etkenlere karşı gelişen olumsuz değişiklikler ve tepkileri anlatmak için kullanılır. Bu zorlayıcı etkenler hava kirliliği radyasyon kalabalık gibi fiziksel kimyasal çevresel; iş ev ortamı ve sosyal iletişim odaklarına ilişkin psiko - sosyal sıkıntı; korku hayal kırıklığı gibi psişik ve düşünce düzeyinde olabilir. Yaşam dönemleri ve krizleri başlı başına stres odaklarıdır.
Hızlı nüfus artışı dünya ve toplumdaki hızlı değişmeler bu değişikliklere uyum güçlüğü gelecek endişesiyle yapılarında ve insanlar arası ilişki ve etkileşimde değer yargısı çatışmaları kayıp olayları izolasyon kronik hastalıklar günümüz insanını etkileyen özel psiko - sosyal etkenlerden bazılarıdır.

Günümüz insanı artık belki ilkel biyolojik düzeyde tehdit edilmiyor; ancak işte yolda evde iç dünyasında düşüncelerinde iç çatışmalarında zorlanıyor. Fakat biyolojik savunma mekanizmaları ilk insanınkinden pek fazla farklı değil. Bu nedenle zorlamaya karşı davranış düşünceye ait savunma düzenekleri ve sosyal koruyucu yöntemler geliştirmek zorundadır. İşte çok değişik zorlayıcı hayat vakaları kişiye topluma yaşa kültüre benlik gücümüze ve benzer birçok etkene bağlı olarak psiko - sosyal sağlığımızı ve uyumumuzu etkiler.

Biyolojik çevrenin aaaabolizma üzerinde etkileri
Devamlı dışarıda görev yapan insanlar; atmosferdeki metorolojik elementlerden canlı organizması üzerine etkisi bulunan ısı nem hava basıncı güneş ışıması süresi hava basıncının alçalma şiddeti alçalma türü hava bulanıklığı bulutlanma derecesi rüzgar yönü ve hızı hava içindeki maddeler ve bunların yoğunluğu ve gücünden çok fazla miktarda tesir altında kalırlar.

Biyolojik çevreden etkilenme sonucu ortaya bedensel birtakım hastalıklar çıkar. Bunlardan söz etmek konumuzun dışında sayılır. Biz daha çok ruhsal rahatsızlıklardan ve problemlerden söz etmek istiyoruz.

Biyolojik çevrenin kirlenmesi sonucu insanlar da bu işten nasibini alır. Çevre içinde beslenmeye yönelik maddelerin bozulması ya da yok olması insan sağlığı için bir sakınca oluşturur. Tabiatın yeşil alanlar kırsal ve sulak yöreler deniz kıyıları gibi gezinti ve görüntüsü insana hoşluk verip ferahlatıcı dinlendirici olan bölgelerin de yok olup daralması fiziki sağlığın yanı sıra ruh sağlığı açısından da zararlı bulunur.

Prof. Dr. İbrahim Balcıoğlu
İ. Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
İç Hastalıkları Uzmanı (Psikiyatri)


_PaPiLLoN_ 25 Ocak 2009 23:51

"KADERİMSE ÇEKERİM" YA DA BİR SAVUNMA OLARAK KADER


Yaşantısında her insanın karşılaştığı ve aşmakta zorlandığı ya da aşamadığı bir çok güçlük olmaktadır. Bu güçlükler karşısında gösterilen tepkiler kişinin zorluklarla baş edebilme gücü ile ilişkilidir. Kimileri böyle bir durumda kendisinin ne gibi sorumluluğu olduğunu ya da sonucun oluşmasında kendisinin nasıl rol oynadığını araştırırken, bazıları da olanlardan bütünüyle başkalarını sorumlu tutar. Toplumda yaygın görülen tepkilerden birisi de olup biteni, “bir sorumlunun” olmadığı kadere bağlamaktır. Olumsuz sonuçlanan bir olayda kişinin yaşanılanı olduğu gibi kabullenmesi, özsaygı ve değerlilik duygusunu yitirmeden kendisine eleştirel bir gözle bakabilmesi için belli bir psikolojik olgunluk gerekmektedir. Kader ise bağımsız davranamayan, inisiyatif kullanamayan, kendine güvenemeyen, kendini güçsüz gören, kısaca benlik gücü belli bir olgunluk düzeyine ulaşamayan kişiler için sığınılacak güzel bir limandır. Sığınılan bu limanda ne sorgulama, ne değiştirmeye, ne de değişmeye çabalama bulunmaktadır.

İslam dininin temellerinden biri olan kadere inanmak, toplumumuzun yapısına işleyen, insanların günlük yaşantısında önemli yer tutan ve yaşantılarını biçimlendiren önemli bir olgudur. Kuramsal açıdan bakıldığında kaderin tartışılacak bir çok yönü olabilir; fakat bu yazıda kaderin günlük yaşamda nasıl bir işlev gördüğü irdelenmeye çalışılacaktır.

Sözlükler incelendiğinde kader kavramının anlamı; yazgı, alınyazısı, bütün canlılar için yaratıcının önceden belirlediği ve değiştirmenin olası olmadığı yaşantılar olarak açıklanmaktadır. Kader, şans, baht, alınyazısı, yazgı, talih, felek ve mukadderat, birbirinin karşılığı ya da eşanlamlı olarak tanımlanan sözcüklerdir. Ancak günlük dilde bu sözcükler eşanlamlı olarak kullanılmamakta, aralarında küçük -belki de büyük- farklar bulunmaktadır. Ancak hepsindeki ortak nokta, kişinin istenci dışında gelişen olayları anlatmak ya da anlamlandırmak için kullanılıyor olmalarıdır. Genel olarak bakıldığında şans ve talih daha çok olumlu yaşantıları; kader, alınyazısı, felek ve mukadderat ise olumsuz yaşantıları ifade etmek için kullanılmaktadır. Kullanılan "şansı yaver gitmek", "insanda çirkin şansı olacak", "kaderde bu da varmış", "kaderi kötü yazılmış" ve kamyon kasalarının arkasında sıkça görülen "kaderimse çekerim" gibi deyimler de bu farkı yansıtmaktadır. Piyangodan büyük bir miktar para kazanan kişi "şanslı bir adam" iken, başına bir felaket gelen kişi ise "kaderi kötü yazılmış bir kişi"dir.

Kaderin kuramsal olarak yüksüz bir anlam taşıması gerektiği göz önüne alınırsa, olumsuzluk yüklü olmanın neden kaderin kaderi olduğu açıklanması gereken bir durumdur. Kaderin yüksüzlükten olumsuzluk yüklü bir kavrama ve toplumun bir gereksinimini karşılayan bir düzeneğe dönüşmesi, kuramsal anlamından başka bir işlev gördüğünü göstermektedir.

Yaşamda, istencimiz dışında bir çok olayın geliştiği yadsınamaz bir gerçektir. Bu olaylar, iyi ya da kötü sonuçlar yaratırlar. İnsanlar, yaşamdaki belirsizliğin verdiği bunaltıdan kurtulabilmek için, kendi istençleri dışında gelişen bu olaylara bir anlam verme ya da neden bulma çabası içine girerler. Bu noktada kader ve şans gibi kavramlar ortaya çıkar. Her ikisinde de kişinin kendisinin dışındaki bir güce yaptığı gönderme bulunur. Şans genellikle olumlu yaşantılarda seçilen kavramdır ve yaşanılanlar bir bunaltı yaratmadığından daha çok bir ödül gibi algılanır. Kader ise olumsuz sonuçlanan yaşantılarda gündeme gelmektedir. Yaşanılan deneyim hem bir nedene bağlanmalı, hem de kişinin bunaltısı giderilmelidir. “Kaderim böyleymiş” diyen kişi, yaşantısındaki kendi sorumluluğunu görmemekte, olup bitenden bir başka gücü (tanrı, kader) sorumlu tutmaktadır. Bu yaklaşım biraz incelendiğinde, kaderin kişinin karşılaştığı sorunlarla baş etmede kullandığı bir yönteme dönüştüğü, yani psikolojik anlamda bir savunma olarak işlev gördüğü görülmektedir.

Olumsuz bir olay yaşandığında kişinin karşı karşıya kalacağı iki olası durum engellenme ve/veya kayıptır. Bu engellenme ve/veya kayıp yaşantılarının kişide ortaya çıkaracağı duygular arasında kızgınlık/öfke, bunaltı, çöküntü, değersizlik, çaresizlik sayılabilir. Yaşananlarda kişinin kendisinin sorumluluğu olduğunda bu duygular daha da katlanılmaz bir boyut almaktadır. Kader tam da bu noktada kişinin kendi sorumluluğunu yoksaymaya ve ortaya çıkan katlanılmaz duygularla baş etmeye olanak sağlamaktadır. Yaşantısı ve onun duygusal sonuçlarıyla baş edemeyen kişi yaşantısını başka bir biçime dönüştürür. Karşı karşıya olduklarını olduğu gibi kabullenerek işleyebilecek psikolojik donanıma sahip olmayan bir kişi için bu dönüştürme sonuçlara katlanabilmeyi sağlayan bir zorunluluktur bir yandan da. Sonuçta ortada kişinin denetleyemediği, dönüştüremediği ve teslimiyetçi bir kabulleniş ile yaşanan bir yaşantı kalır.

Daha ayrıntılı incelendiğinde psikolojide tanımlanan bir çok savunma düzeneğinin ortaklaşa işlemesi sonucu kader yaşantısının ortaya çıktığı görülmektedir. Savunma düzenekleri, çatışma ve bunaltıya karşı psikolojik dengenin korunabilmesi amacıyla benliğin kullandığı bilinçdışı nitelik taşıyan zihinsel işlemlerdir. Kaderde kullanılan savunma düzenekleri arasında bastırma, mantıksallaştırma/neden bulma, yansıtma, yadsıma, yer değiştirme gibi savunma düzeneklerinin bulunduğu söylenebilir.

Bastırma, dürtü, anı, istek, duygu ve deneyimlerin bilinçdışına itilerek orada tutulmasını hedefleyen bir savunma düzeneğidir. Benlik kadere bağlanan yaşantılarla ilgili anı ve duyguları bastırmaya, unutmaya çalışır; fakat bütün diğer savunma düzeneklerinin temeli olan bastırma düzeneği yetersiz kaldığından benlik anı ve duyguları bilinçdışına itebilmek için diğer savunma düzeneklerini de kullanmak zorunda kalır.

Yadsımada benlik kendisi için tehlike yaratacak anı ve duyguları yoksaymakta ya da görmemektedir. Kader olarak yorumlanan yaşantı ve duygular ile baş edemeyecek olan benlik bunları yadsıyarak yoksaymaya ya da görmemeye çalışmaktadır.

Günlük dilde "bahane bulma" deyimi ile açıklanabilen mantıksallaştırma/neden bulma savunma düzeneğinde benlik, acı ve bunaltı veren yaşantıyı mantıklı ve toplumun onayladığı biçimde açıklamaya çabalamaktadır. Bu açıklamalar akla yatkın gibi görünür, fakat kişinin kendisini ve çevresini kandırmasından başka bir şey değildir. Kader diyerek açıklanmaya çabalanan bir yaşantıda mantıksallaştırmanın kullanılması ile kişi sorumluluğundan ve onun ortaya çıkarabileceği duygulardan kurtulmaya çabalar, olup bitenler kişinin kendisinin dışındaki başka şeylere bağlanır. Yaşantı bir yandan bir bütünlük içinde yeni bir anlam kazanmakta, öte yandan da kişi toplumun onay verdiği bir yolla, kötü yaşantısının sorumluluğunu yaratıcısının önceden belirlediği yaşantıya malederek varoluş sorumluluğundan kaçmakta ve bunaltısını azaltmaktadır.

Kullanılan diğer bir savunma düzeneği de öfkenin hedefini değiştiren yer değiştirmedir. Kişi kaderine sövüp sayarak yaşadığı kızgınlığı/öfkeyi kadere boşaltmaktadır. Olumsuzluk içeren ya da zarar verici, kişiyi zorlayıcı bir deneyimde, kişinin olayın sorumlularına karşı (kendisi, çevresi ve yaratıcı) öfkelenmesi beklenen bir durumdur. Yaşananlar kader diye yorumlandığında, kişi bütün bu öfkesini olup bitenden sorumlu olanlara değil kadere yönelterek, onlara yönelttiğinde ortaya çıkabileceğini varsaydığı sonuçlarından kurtulmaktadır. Yaşanılan kötü deneyimler ya da gerçekleşmeyen beklentilerin kişide yarattığı öfke/nefret, yaratıcıya yönelemeyeceği için, burada ustalıklı bir şekilde kaderi yazan yaşanılanlardan sorumlu tutulmayarak, öfke kadere yöneltilmektedir. Yaşananların onun tarafından bir sınanma olduğu şeklinde mantıksallaştırma öfkenin kadere yöneltilmesini kolaylaştırır. Sonuç olarak öfkenin hedefi adeta nesnesizleştirilmektedir. Kader ve şans bir arada düşünüldüğünde kaderin daha fazla dinle ilişkilendirilmesi yaratıcıya duyulan gizli bir öfkenin işareti olabileceğini akla getirmektedir.

Kötü yaşantıların kaderle ilişkilendirilmesinde kullanılan diğer bir savunma düzeneği yansıtmadır. Yansıtmada dürtü, anı ya da duygular, dışarıya aktarılıp, yansıtılıp, dışarıdaymış ya da dışarıdan kendisine yöneltiliyormuş gibi algılanır. Olup bitende kişi kendi sorumluluğunu ve olası olarak da ortaya çıkan öfkesini kadere yansıtarak bu duygulardan kurtulmaya çabalamaktadır. Yaşanılan kötü deneyim, her şeyi önceden bilen ve belirleyen yaratıcıya karşı öfke duygusuna yol açacaktır. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, bu bunaltıyı azaltmayacak, aksine arttıracaktır. Bu noktada benlik, bu duyguyu yadsıyıp ardından da "bana kaderimin bir oyunu mu bu" diyerek, kaderin (belki de bilinçdışı süreçte yaratıcısının) kendisine kızdığı, nefret ettiği ve bu nedenle cezalandırdığı şeklinde yansıtır. Bu şekilde bunaltı giderilmeye çalışılır.

Doğada ve yaşamda istencimiz dışında gelişen olaylarda kişinin kendi sorumluluklarını/çatışmalarını görmesi kolay katlanılabilen bir şey değildir. Kader, "edilgin, inisiyatif kullanamayan, kırılgan, güçsüz, bağımlı" nitelikler taşıyan kişilere bilinçli ya da bilinçdışı düzeyde başedemedikleri yaşantılarla başedebilme yolu açmaktadır. Bu yaşantıların yaratabileceği değersizlik, çaresizlik ve suçluluk duyguları ile baş edilmesine olanak sağlar. Kadere bağlama, "teslimiyet"i, "kabulleniş"i, "çaresizlik"i ifade etmektedir. Bir bakıma kader, varolma sorumluluğunu üstlenemeyen, yetersizlik ve eksikleriyle yüzleşemeyen kişilerin, bedelini kendilerine yabancılaşma ile ödedikleri bir kaçıştır.

Kader bir savunma olarak incelendiğinde, insanımızın kendini ve dünyayı algılayış şekli hakkında fikir vermektedir. Toplumumuzda gördüğü işlev göz önüne alındığında, kaderin bir kısır döngü olduğu görülmektedir. Döngünün bir ucu kendini "güçsüz, çaresiz, bağımlı, kabullenici, teslimiyetçi,..." bir kişi olarak gören yapı, diğer ucu ise kendini doğuran, toplumsal yapıyı ve kişiyi biçimlendiren süreçtir.

KAYNAKÇA:
1. Gençtan E (1997), Psikodinamik Psikiyatri Ve Normaldışı Davranışlar, 13. basım, Remzi Kitabevi, İstanbul.
2. Öztürk M O (1997), Ruh Sağlığı Ve Bozuklukları, 7. basım, Hekimler Yayın Birliği, Ankara.




Saat: 21:48
Sayfa 1 / 4

©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık