Arama

Osmanlı Hukuk Sistemi - Tek Mesaj #2

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Ağustos 2008       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı Hukuk Sistemi

Dînî Hukuk ve Millî Hukuk
Osmanlı'da hukuk sistemi için "Hâkânî" veya "Sultânî" denilen sistem geçerliydi. Devletin yüksek menfaatlerini kollayan bir düzendi. Osmanlı Devleti'nde Padişah, mutlak icra otoritesine dayanarak, devlet ihtiyaçları için, bir nizam koyma yetkisine sahipti. Bu düzene göre yasama yetkisi, Padişahındı veya Padişah adına yapılırdı. Ceza hukuku ve diğer sahalarda, kesin şekilde, işte bu sultânî hukuk hakimdi. Devletin başından sonuna kadar durum bu şekildeydi.

Yükselme devri boyunca Padişahtan aşağıya doğru herkes, Allah'ın dostuydu. Sultan Osman'dan başlayarak hepsinin mürşidleri oldu. Görüyoruz ki; mürşide yüzde yüz bağlı olan Padişah, aslında Allah'ın Padişah'ı oluyordu. Bu dizaynın yukarıdan aşağı inen çatısına baktığımız zaman, önce Allah'ı görüyoruz, sonra Allah'a bağlı mürşid, mürşide bağlı Padişah, sonra onun emrinde kim varsa hepsi Allah'a dostlar.

Medenî Hukuk ve Ceza Hukuku

Medenî kanunda, hele evlenme ve boşanmada, tamamen şeriat hükümleri ve Hanefî mezhebi tatbik edilmektedir. Hanefî hukuku esas olmakla beraber, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî hukuku da geçerli idi ve vatandaşın, bu sistemlerden birinin kendisine tatbik edilmesini istemek hakkı vardı. Ceza kanunları, mürşidinden emir alan Padişahların iradesiyle konulmuş kanunlardı. Daima yukarıda bahsettiğimiz sultânî denilen hukuk hakim olmuştu. Bu hukukun gayesinin de, kanun metinleri gözden geçirilirse, devletin yüksek menfaatlerini kollamak olduğu açıkça görülebilir.

Birden fazla kadınla evlenmek, sanıldığı kadar yaygın değildir.
Sultanlar ve hanım sultanlarla evlenenler, hiçbir zaman ikinci bir zevce alamamışlardır. Esasen bir kız, istediği taktirde, evlenme akdine, kocasının başka bir eş alamayacağına dair şart koydurabilirdi.

Kadı ve Mahkeme
Muhâkeme, mutlak şekilde umuma açık, alenidir. Bu bir prensiptir. Kadı, önüne getirilen bütün hukukî mevzuları bildiği iddiasında değildir. Bu da diğer bir prensiptir. Onun için kadı, göreceği dâvânın konusunu en iyi bilen bir veya birkaç ehl-i vukufu (bilir kişi) yanında bulundurmaktadır. Onların söyleyecekleri ile kayıtlı değildir, hüküm kendisine aittir. Fakat onlara danışmaktadır. Ayrıca ehl-i vukufun mütâleaları, hâkimin kararına ekli olarak adlî sicile geçirilmektedir. Bu ehl-i vukuf heyeti ile aynı zamanda, kadı'nın kararı, bir kat daha teminat altına alınmaktadır.
Kadı'nın doğru hükmetmesinde en büyük teminat, kadı'nın vicdanı idi. Bugün de öyledir. Fakat kadı'da vicdan yoksa ne olacaktır? Buna karşı bir takım baskı tedbirleri alınmıştır. Haksız hükmeden bir kadı, gerek münferit ve şahsî, gerekse o kazânın halkının topluca müracaatı ile şikâyet edilebilmekte ve bu gibi şikâyetleri hükümet, mutlaka değerlendirmekte, bazen müfettişler göndermektedir. Haksız hükmettiği, hele rüşvetle hüküm verdiği anlaşılan bir kadı'nın istikbali mahvolmaktadır.
Şahsın veya halkın müracaatı, bölgenin en büyük âmiri ve hükümetin temsilcisi olan sancak beyine ve daha çok beylerbeyine yapılabilmektedir. Şahıs veya halk bu şikâyeti isterse, sancak beyine, beylerbeyine veya herhangi bir kişiye danışmaksızın doğrudan doğruya Divân'a da yapabilmektedir. Divân'a şikayette bulunmanın hiçbir prosedürü yoktur. Bir kağıt yazıp imzalamak kâfidir. Bu şikâyetler, yüzde doksan nispetinde mutlaka tahkik edilmektedir. Padişaha müracaat yolu da açıktır.
Kadı, belirli bir suçu olmadıkça azlolunamaz, ancak daha yüksek bir kazâya tâyin edilmek üzere bulunduğu kazâdan alınabilirdi. Ticaret yapması yasaktı. Borç alıp veremez, hediye kabul edemez, umumî ziyaretlerde bulunamazdı. Kadı, halife olan Padişahın vekili olarak, onun adına adalet tevzî ettiği için, kendini sadrazama tâbî, onun emrinde saymazdı. Sadrazam, kadı'nın kazâya, adalete ait işlerine, hüküm veriş şekline karışmazdı. Kadılar gerektiği durumlarda, Padişahları dahi mahkeme çağırmak ve yargılamak yetkisine de sahipti.
Osmanlı düzeninde kadı, kazâsının belediye başkanıydı ve belediye başkanı olarak salahiyetleri çok genişti. Zira aynı zamanda, kazâ kaymakamıdır. Bu suretle imparatorluğun bütün ilçelerine, ilmiyye sınıfından kadılar hâkimdir ve devleti onlar temsil etmektedirler.
Beledî işlerde kadıya, kedhudâlar yardımcı olmaktadır. Bunlar, esnaf teşekküllerinin seçimle işbaşına gelmiş mümessilleridir. Ve klasik Osmanlı düzeninde nüfuzları çok fazladır. Beledî düzen, bilhassa bunlar tarafından sağlanmakta ve kadıya az iş düşmektedir. Fakat kadı, kaymakam ve belediye başkanı sıfatlarıyla, esnafı, fiyat ve temizlik bakımından ve istediği başka bakımlardan, teftiş edebilmekte ve hemen teftişi sırasında o anda istediği cezayı kesebilmektedir.
Zabıta, tamamen kadı'nın emrindedir. Her kasaba ve şehirde, askerî yetkilerle donatılmış subaşı ve onun emrinde asesbaşı ve asesler vardır. Bunlar güvenlikten ve asayişten sorumlu polislerdir; fakat asker sınıfından sayılmaktadırlar.

Hızlı Yargı
Osmanlı düzeninde, hemen tevzî edilmeyen adalet, adaletsizlik sayılırdı. Osmanlı adaletinin bu husustaki şöhreti ise, cihanşümûldü.
Batılıların bu konudaki görüşlerinden birkaç örnek:
"2 veya 3 celsede nadirdir, ekseri dâvâlar bir celsede hükme bağlanır."
(d'Ohsson, VI, 204-5)

"En mühim dâvâlar, bir saat içinde hükme bağlanır. Hüküm, derhal infaz edilir. Avrupa'da olduğu gibi hükmü geciktirecek oyunlardan hiçbiri tatbik edilmez".
(Sir Paul Ricaut, II, 327)

"XV. asrın sonlarında Türk adaleti, dünyanın en liberal, şefkatli ve doğru adaleti idi."
(Cantacasin,14-5)

Esir olarak birkaç yıl İstanbul'da kalan ve Türkiye'de gördüklerini İspanya kralı II. Felipe'ye takdîm ettiği eserinde anlatan bir İspanyol müellifinin müşahedeleri şu şekildedir:
"Türk'ün adaleti, Hristiyan olsun, Mûsevî olsun, müslüman olsun, herkese eşit şekilde tatbik edilir. Kadı'nın kürsüsü üzerinde Kur'ân'ın yanında bir haç ve bir Tevrât bulunur. Kadı, Hristiyan'a haçı, Mûsevîye Tevrât'ı öptürerek yemin ettirir."
"Türkiye'de iltimas mektubu geçmez. Adaletlerinin en iyi yanı, dâvâların kısa sürmesidir. İspanya'da olduğu gibi, 'nasıl olsa dâvâ bitmiyecek' diye haklı taraf, haksız tarafla uyuşmaya mecbur bırakılmaz. Gerek kadı mahkemesinde, gerek Dîvân-ı Hümâyûn'da dâvâlar bitince mübaşir: 'Kimin maslahatı var?' diye üç defa bağırır. Dâvâlar bitmeden kadı veya kazasker, kürsüden kalkamaz..."
(Kânûnî Devrinde İstanbul, 95-102)
Vatandaş, çok mühim dâvâlar için kadı'ya giderdi. Ufak tefek anlaşmazlıkları, büyük otoriteleri olan aile reisleri, esnaftan olan zâtlar, esnaf kedhudâları, hakem olarak çözerlerdi. Böyle şeyler için çok mühim bir adam olan kadı'nın huzuruna çıkmak ayıptı. Gerçi kadı, bir akçalık dâvâyı görmeye kanunen mecburdu. Ahlâk ve gelenekler çok sağlamdı. O zamanki dâvâ sayısı ile bugünküler rakam şeklinde mukayese edilirse, ortaya çok feci bir sosyal durum çıkar. Bugün ülke, adeta birbiriyle anlaşamayan insanların yurdu olmuştur.