Arama

Osmanlı Hukuk Sistemi

Güncelleme: 10 Nisan 2013 Gösterim: 32.355 Cevap: 4
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Mayıs 2007       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı Hukuk Sistemi
Osmanlı Hukuk Sistemi çok hukuklu bir hukuk sistemi midir?
Yoksa hukuk birliği mi hâkimdir ?
Sponsorlu Bağlantılar
Çok hukukluluk kavramını, devletin farklı kültür ve din mensuplarına onların tercihleriyle kendi hukuklarını seçme şansını vermesi ve devletin hukuk üretme gibi bir görevinin bulunmaması şeklinde özetlemek mümkündür. Mesela Medine Vesikası, Hıristiyan, Yahudi ve Müslümanlara kendi hukuklarını uygulamayı getiren bir sözleşme mahiyetindedir. Verilen bu misâl, çeşitli millet ve ümmetlere mensup insan topluluklarını içinde barındıran Osmanlı Devleti için de uygulanmak istenmektedir. Kısaca bu izahlarla bazı yazarlar, İslâm Hukukunun ve özellikle de Osmanlı uygulamasının çok hukukluluk prensibini kabul ettiğini iddia etmektedirler. Hukuk birliği ise, ülke içinde yaşayan her topluluğa, aynı hukuk sisteminin hükümlerinin uygulanması demektir.
Önemle ifade edelim ki, İslâm Hukukunda ve bunun tam bir uygulaması demek olan Osmanlı tatbikatında, çok hukukluluk asla mevcut değildir. Belki farklı dinlere ve kültürlere mensup topluluklar için, İslâm’ın kabul ettiği hak ve hürriyetler ve özellikle de din ve vicdan hürriyeti vardır. Bu hürriyetlerin neticesi olarak, şahıs, aile ve miras gibi istisnaî bazı hukuk dallarında, onların inançlarına uygun olan hükümlere saygı prensibi vardır. Buna da ayrı hukuklar demek mümkün değildir; olsa olsa farklı inanç hükümlerini birbirine bağlayan bağlama kuralları denir. Bunlar da, Müslümanlar açısından değil, gayr-i müslimler açısından önem arz etmektedir.
Meseleyi kısaca özetleyelim. İslâm hukukunda insanlar, mensup oldukları dinlerine göre birbirinden tefrik olunurlar. Vatan ve millet mefhumları yerine aynı dinin tâbiileri demek olan ümmet tabiri esas alınır. Eski Müslüman Türk Devletlerinde vatandaş demek olan ra’iyye (tebaa), Müslüman ve gayr-i müslim olarak ikiye ayrılır. Kavmiyet yahut cinsiyet farkı, şer'-i şerifce hiç hükmündedir. Rumlar ile Ermenilerin tamamen Hıristiyan ve Türklerin ise tamamen Müslüman olmaları tesadüf kabilindedir.
Yukarıda zikredilen din kriterinden hareket eden İslâm hukukçuları, İslâm ülkesindeki insanları, Müslüman ve gayr-i müslim olmak üzere iki ana gruba ayırmışlardır. Osmanlı Devletinde millet tabiri, ümmet manâsında kullanılmış ve millet-i müslime ile millet-i gayr-i müslime mefhumları, fıkıh kitaplarındaki esaslara uygun olarak isti'mal edilmiştir. Osmanlı ülkesinde yaşayan en önemli gayr-i müslim milletler, Hıristiyanlar, Yahudiler ve sabiîlerdir. İslâm ülkesinde yaşayan gayr-i müslimleri, vatandaşlık hukuku açısından ikiye ayırmak mümkündür: Zımmîler ve müste'menler. Zımmîler, İslâm Ülkesinin vatandaşı olan gayr-i müslimlerdir. Müste’menler ise, yabancılardır.
İslâm hukukunda dünyanın iki ülkeye ayrıldığını, Müslümanların hâkim oldukları topraklara İslâm ülkesi (Dâr'ül-İslâm) ve gayrımüslimlerin hâkim olduğu topraklara da harp ülkesi (Dar'ül-Harp) dendiğini biliyoruz. En önemlisi de fiilen birden fazla olan İslâm devletlerine, devletler hukuku açısından “Birleşik İslâm Devletleri” nazarıyla bakıldığına da şahit oluyoruz. İslâm ülkesi vatandaşlarına Osmanlı hukukçuları ehl-i dar'il-İslâm demişler ve bazı aksi görüşlere rağmen, zımmîleri de bu tabirin kapsamına sokmuşlardır. Müslümanlar, dünyanın neresinde olursa olsun, Müslüman olmalarından dolayı, İslâm ülkesinin vatandaşıdırlar. Zımmîler ise, zimmet akdinin şartlarına uydukları sürece, İslâm ülkesinin kanunlarına tabi olmayı kabul ettiklerinden zimmet akdi gereğince, bir diğer görüşe göre ise, İslâm ülkesinde süresiz ikâmet hakkına sahip olduklarından dolayı, yine İslâm ülkesinin vatandaşı sayılırlar. Müste'menler ise, İslâm ülkesinde yabancı statüsündedirler ve ehl-i dar'il-harb diye yahut harbî şeklinde de anılırlar. Tanzîmât öncesi bütün Osmanlı Kanunnâmelerinde bu tabirlere rastlamak mümkündür. Tanzîmât'a kadar her konuda olduğu gibi, vatandaşlık hukukunda da bazı istisnaların dışında, şer'î hükümleri esas alan Osmanlı Devleti, bu kozmopolit dönemde vatandaşlık konusunda bazı yeni hükümler kabul etmiştir. Ra'iyye, müslim, zımmî ve harbî tabirleri yavaş yavaş terk edilmeye başlanmış ve yerlerini tebe'a-i Devlet-i Aliyye ve ecnebî gibi yenilerine terk etmişlerdir.
Gayr-i müslimler zimmî statüsüne geçince, bazı istisnaların dışında, Müslümanlara tanınan hakların bunlara da tanınması söz konusudur. Bir diğer ifadeyle, Müslümanlara uygulanan hukuk, onların inançları gereği istisna tutulan bazı hukukî hükümler dışında, aynı hukuk yani İslâm hukukudur. Devlet, Müslüman vatandaşlar ile gayr-i müslim vatandaşlar arasında fark gözetmek durumunda olsa da bu, istisnaî olmakta ve genel kaideyi bozmamaktadır. “Bize tanınan haklar onlara da tanınır; bize yüklenen ödevler onlara da yüklenir” manâsında bir hadis de nakledilmektedir. Müste'menler de hak ve ödevler bakımından zımmîler gibidirler. Aralarındaki fark, bunların İslâm ülkesinde sadece geçici ikâmet hakkına sahip olmalarıdır. Devamlı ikâmet nimetinin külfetleri bunlara yüklenmez. Özel hukuk açısından zimmîler, şahıs, aile ve miras hukukuna ait bazı müesseseler dışında tamamen Müslümanlar gibidirler. Yani akideye dayanmayan hükümlerde Müslümanlarla eşittirler. Akideye dayanan hükümlerde ise, kendi dinlerinin hükümlerine tabidirler. Müste'menler de ikâmet müddetince bu haklar konusunda zimmîler gibidirler. Ancak devlet ve ülke menfaati açısından bazı sınırlamalar söz konusudur. Silah ve savaş malzemesi ihrâcı müste'menlere bu sebeple yasaklanmıştır. Hem zımmîler ve hem de müste'menler, İslâm ülkesinde, menkul ve gayrimenkul mülkiyet hakkına da sahiptirler. Bu hak, ancak kamu yararı sebebiyle kısıtlanabilir. Zimmîler, mâlî tasarruflar açısından İslâm ülkesinde Müslümanlar gibi, İslâm Hukukuna tabidirler. Mu’amelât konusunda dinlerinden ve inançlarından gelen önemli bir fark bulunmadığı için istisnaî hükümler de oldukça azdır. İslâm ülkesinde gayr-i müslimlerin şarap ve domuz üzerinde malî tasarrufta bulunabilmeleri; gayr-i müslime ait şarap ve domuzu telef yahut gasb edenin tazminata mahkûm edilmesi ve gayr-i müslimlerin bir gayr-i menkûlü mabed olarak kiralayamaması bu istisnaların en önemlilerini teşkil eder. Müste'menler de malî konularda, bazı küçük istisnaların dışında zimmîler gibidirler.
Özetle, Osmanlı hukuk tarihinde kabul edilen Hanefi görüşüne göre, eşya, borçlar ve ticaret hukukunda gayr-i müslim teb'aya da şer'î hükümler uygulanır. Ancak onlara göre mal kabul edilen domuz ve şarap gibi şeylerin hukukî muamele konusu olabilmesi gibi istisnaî haller vardır. Aile hukukunda ise, isterlerse İslâm hukuk nizâmına, istemezlerse kendi hukuk nizâmlarına tabi olurlar. Nitekim 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnâmesi de bu görüşü benimsemiş ve bu kanun içinde, Müslümanlara ait maddeler yanında Hıristiyan ve Yahudilere ait hükümlere de yer verilmiştir. Bu, bir atıftan başka bir şey değildir.
Cezaî hükümlerin yer bakımından tatbiki konusunda, İslâm hukukçuları farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İslâm Hukuku cihanşümûl bir hukuk sistemidir. Ancak uygulamada, bazı istisnalar bulunmakla birlikte İslâm ceza hukukunda tam mülkîlik sistemi esas alınmıştır. Ebu Yusuf ve diğer İslâm hukukçularının savunduğu bu görüşe göre, İslâm ülkesinde işlenen bütün suçlara, failinin dinine ve cinsiyetine bakılmaksızın İslâm ceza hukuku tatbik edilir. Dolayısıyla Müslümanlar, zimmîler ve müste'menler aynı cezaî hükümlere tabidirler. Bu genel kaidenin istisnaları elbette vardır. Genişletilmiş mülkîlik sistemini müdafaa eden Ebu Hanife ve İmam Muhammed'e göre ise, müste’mene sırf Allah hakkı olan zina, hırsızlık ve yol kesme gibi suçların hadleri uygulanmaz.
İslâm’da milletlerarası usûl hukuku deyince, akla hemen zimmî ve müste'menlerle ilgili hukukî ihtilaflar gelmelidir. Zira İslâm Hukuku, bunlara ve özellikle de İslâm ülkesi vatandaşı olan zimmîlere, özel hukukun yukarıda kısaca açıkladığımız bazı alanlarında bir çeşit kazaî muhtâriyet vermiştir. Bu durumda zikr edilen konularda şer'iye mahkemesine başvurunca, yabancı unsurlu bir ihtilâf gibi olmaktadır. Başvuran müste'men olunca, ihtilâf tamamen yabancı bir ihtilâf olur.
Yabancı unsurlu ihtilâflarda yani İslâm ülkesindeki zimmî ve müste'menlerle ilgili davalarda yetkili mahkeme, aile hukuku dışında İslâm mahkemeleridir. Bu, Hanefilerin görüşüdür. Osmanlı Devletinde tatbik edilen bu görüşe göre, zimmî ve müste'menler, aile hukuku alanında isterlerse kazaî muhtâriyete sahip kendi cemaat mahkemelerine başvururlar ve isterlerse de yine şer'iye mahkemelerine müracaat ederler. İkinci şık için Ebu Hanife, her iki tarafın da rızasını şart koşarken, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed taraflardan birinin müracaatını yeterli görmektedir. Osmanlı Devleti’nde zikredilen tatbikat 1917 tarihine kadar bazı istisnalarla devam etmiştir. Bu tarihte HAK ile yargı birliğini sağlamak üzere, gayr-i müslimlere aile hukuku alanında kendi hukukları tatbik edilmek şartıyla bütün yargı yetkisi İslâm mahkemelerine verilmiştir.
Özetlemek gerekirse, Osmanlı Hukuku çok hukuklu bir sistem değildir. Belki din ve vicdan hürriyeti gereği, gayr-i müslimlere belli hukuk alanlarında daha serbest hareket etme imkânı vermiştir. Bu serbestilik, çok hukukluluk olarak anlaşılınca ve gayr-i müslimler tarafından suiistimal edilince, Tanzîmât sonrasında buna karşı tedbirler alınmıştır. Bunu teyid eden iki belgeden bazı nakiller yaparak, konuyu kapatmak istiyoruz.
Birincisi, Hukuk-ı Aile Kararnâmesinin Mazbatasındaki şu cümlelerdir:
“Mecelle’nin aile hukuku ile ilgili hükümler ihtiva etmemesinden dolayı, memleketimizde bu konuda, değişik din ve milletlerden her bir grubun tedvin edilmemiş kendi mezhep ve dinlerine ait hükümlerin uygulanması ve bu mezhebin hükümlerini Şer’iye hâkimlerinin bilmemesi sebebiyle, gayr-i müslimlerin ruhanî reislerine yargı yetkisinin verilmesi zarureti, istisnâi de olsa ortaya çıkmıştır. Halbuki devlete ait olan yargı hakkının ciddi bir kontrole tabi olmayan fert veya heyetlere tevdi edilmesi, bir çok mahzurları da beraberinde getirir”.
İkincisi; Fener Patrikhânesi’ne aile, miras ve şahsın hukuku gibi alanlar ile Patrikhâne içindeki nizâmlarda bazı hukukî yetkiler verilmesi üzerine, bu yetkiyi çok hukukluluk olarak yorumlayarak, Bizans Kanunu adıyla bir başka hukuk sisteminden bahsetmeleri üzerine, 21 Mayıs 1904 tarihli İrâde-i Seniyye ile, Sultân Abdülhamid onları ikaz etmek mecburiyetinde kalmıştır:
“Rum Patrikhânesi Muhtelit Meclisinde görülen davaların Bizans Kanunu namıyla bir kanuna uygun olarak halledildiği haber alınmış olup, bu tabir tarafımdan şaşkınlıkla karşılanmıştır. Memâlik-i Şâhâne’de ve özellikle de Devlet-i Aliyye’nin Pay-ı tahtında devletin kanunlarından başka yürürlükte kanun olamayacağı; bu ifadeden maksat dahili nizâmnâme ise buna kanun adı verilemeyeceği gâyet âşikârdır”.
Bu dediklerimizin delilleri, 760 küsur Osmanlı Kanunnâmesi ve arşivlerdeki milyonlarca belgelerdir.



Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Osmanlı Araştırmaları Vakfı

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Ağustos 2008       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı Hukuk Sistemi

Sponsorlu Bağlantılar
Dînî Hukuk ve Millî Hukuk
Osmanlı'da hukuk sistemi için "Hâkânî" veya "Sultânî" denilen sistem geçerliydi. Devletin yüksek menfaatlerini kollayan bir düzendi. Osmanlı Devleti'nde Padişah, mutlak icra otoritesine dayanarak, devlet ihtiyaçları için, bir nizam koyma yetkisine sahipti. Bu düzene göre yasama yetkisi, Padişahındı veya Padişah adına yapılırdı. Ceza hukuku ve diğer sahalarda, kesin şekilde, işte bu sultânî hukuk hakimdi. Devletin başından sonuna kadar durum bu şekildeydi.

Yükselme devri boyunca Padişahtan aşağıya doğru herkes, Allah'ın dostuydu. Sultan Osman'dan başlayarak hepsinin mürşidleri oldu. Görüyoruz ki; mürşide yüzde yüz bağlı olan Padişah, aslında Allah'ın Padişah'ı oluyordu. Bu dizaynın yukarıdan aşağı inen çatısına baktığımız zaman, önce Allah'ı görüyoruz, sonra Allah'a bağlı mürşid, mürşide bağlı Padişah, sonra onun emrinde kim varsa hepsi Allah'a dostlar.

Medenî Hukuk ve Ceza Hukuku

Medenî kanunda, hele evlenme ve boşanmada, tamamen şeriat hükümleri ve Hanefî mezhebi tatbik edilmektedir. Hanefî hukuku esas olmakla beraber, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî hukuku da geçerli idi ve vatandaşın, bu sistemlerden birinin kendisine tatbik edilmesini istemek hakkı vardı. Ceza kanunları, mürşidinden emir alan Padişahların iradesiyle konulmuş kanunlardı. Daima yukarıda bahsettiğimiz sultânî denilen hukuk hakim olmuştu. Bu hukukun gayesinin de, kanun metinleri gözden geçirilirse, devletin yüksek menfaatlerini kollamak olduğu açıkça görülebilir.

Birden fazla kadınla evlenmek, sanıldığı kadar yaygın değildir.
Sultanlar ve hanım sultanlarla evlenenler, hiçbir zaman ikinci bir zevce alamamışlardır. Esasen bir kız, istediği taktirde, evlenme akdine, kocasının başka bir eş alamayacağına dair şart koydurabilirdi.

Kadı ve Mahkeme
Muhâkeme, mutlak şekilde umuma açık, alenidir. Bu bir prensiptir. Kadı, önüne getirilen bütün hukukî mevzuları bildiği iddiasında değildir. Bu da diğer bir prensiptir. Onun için kadı, göreceği dâvânın konusunu en iyi bilen bir veya birkaç ehl-i vukufu (bilir kişi) yanında bulundurmaktadır. Onların söyleyecekleri ile kayıtlı değildir, hüküm kendisine aittir. Fakat onlara danışmaktadır. Ayrıca ehl-i vukufun mütâleaları, hâkimin kararına ekli olarak adlî sicile geçirilmektedir. Bu ehl-i vukuf heyeti ile aynı zamanda, kadı'nın kararı, bir kat daha teminat altına alınmaktadır.
Kadı'nın doğru hükmetmesinde en büyük teminat, kadı'nın vicdanı idi. Bugün de öyledir. Fakat kadı'da vicdan yoksa ne olacaktır? Buna karşı bir takım baskı tedbirleri alınmıştır. Haksız hükmeden bir kadı, gerek münferit ve şahsî, gerekse o kazânın halkının topluca müracaatı ile şikâyet edilebilmekte ve bu gibi şikâyetleri hükümet, mutlaka değerlendirmekte, bazen müfettişler göndermektedir. Haksız hükmettiği, hele rüşvetle hüküm verdiği anlaşılan bir kadı'nın istikbali mahvolmaktadır.
Şahsın veya halkın müracaatı, bölgenin en büyük âmiri ve hükümetin temsilcisi olan sancak beyine ve daha çok beylerbeyine yapılabilmektedir. Şahıs veya halk bu şikâyeti isterse, sancak beyine, beylerbeyine veya herhangi bir kişiye danışmaksızın doğrudan doğruya Divân'a da yapabilmektedir. Divân'a şikayette bulunmanın hiçbir prosedürü yoktur. Bir kağıt yazıp imzalamak kâfidir. Bu şikâyetler, yüzde doksan nispetinde mutlaka tahkik edilmektedir. Padişaha müracaat yolu da açıktır.
Kadı, belirli bir suçu olmadıkça azlolunamaz, ancak daha yüksek bir kazâya tâyin edilmek üzere bulunduğu kazâdan alınabilirdi. Ticaret yapması yasaktı. Borç alıp veremez, hediye kabul edemez, umumî ziyaretlerde bulunamazdı. Kadı, halife olan Padişahın vekili olarak, onun adına adalet tevzî ettiği için, kendini sadrazama tâbî, onun emrinde saymazdı. Sadrazam, kadı'nın kazâya, adalete ait işlerine, hüküm veriş şekline karışmazdı. Kadılar gerektiği durumlarda, Padişahları dahi mahkeme çağırmak ve yargılamak yetkisine de sahipti.
Osmanlı düzeninde kadı, kazâsının belediye başkanıydı ve belediye başkanı olarak salahiyetleri çok genişti. Zira aynı zamanda, kazâ kaymakamıdır. Bu suretle imparatorluğun bütün ilçelerine, ilmiyye sınıfından kadılar hâkimdir ve devleti onlar temsil etmektedirler.
Beledî işlerde kadıya, kedhudâlar yardımcı olmaktadır. Bunlar, esnaf teşekküllerinin seçimle işbaşına gelmiş mümessilleridir. Ve klasik Osmanlı düzeninde nüfuzları çok fazladır. Beledî düzen, bilhassa bunlar tarafından sağlanmakta ve kadıya az iş düşmektedir. Fakat kadı, kaymakam ve belediye başkanı sıfatlarıyla, esnafı, fiyat ve temizlik bakımından ve istediği başka bakımlardan, teftiş edebilmekte ve hemen teftişi sırasında o anda istediği cezayı kesebilmektedir.
Zabıta, tamamen kadı'nın emrindedir. Her kasaba ve şehirde, askerî yetkilerle donatılmış subaşı ve onun emrinde asesbaşı ve asesler vardır. Bunlar güvenlikten ve asayişten sorumlu polislerdir; fakat asker sınıfından sayılmaktadırlar.

Hızlı Yargı
Osmanlı düzeninde, hemen tevzî edilmeyen adalet, adaletsizlik sayılırdı. Osmanlı adaletinin bu husustaki şöhreti ise, cihanşümûldü.
Batılıların bu konudaki görüşlerinden birkaç örnek:
"2 veya 3 celsede nadirdir, ekseri dâvâlar bir celsede hükme bağlanır."
(d'Ohsson, VI, 204-5)

"En mühim dâvâlar, bir saat içinde hükme bağlanır. Hüküm, derhal infaz edilir. Avrupa'da olduğu gibi hükmü geciktirecek oyunlardan hiçbiri tatbik edilmez".
(Sir Paul Ricaut, II, 327)

"XV. asrın sonlarında Türk adaleti, dünyanın en liberal, şefkatli ve doğru adaleti idi."
(Cantacasin,14-5)

Esir olarak birkaç yıl İstanbul'da kalan ve Türkiye'de gördüklerini İspanya kralı II. Felipe'ye takdîm ettiği eserinde anlatan bir İspanyol müellifinin müşahedeleri şu şekildedir:
"Türk'ün adaleti, Hristiyan olsun, Mûsevî olsun, müslüman olsun, herkese eşit şekilde tatbik edilir. Kadı'nın kürsüsü üzerinde Kur'ân'ın yanında bir haç ve bir Tevrât bulunur. Kadı, Hristiyan'a haçı, Mûsevîye Tevrât'ı öptürerek yemin ettirir."
"Türkiye'de iltimas mektubu geçmez. Adaletlerinin en iyi yanı, dâvâların kısa sürmesidir. İspanya'da olduğu gibi, 'nasıl olsa dâvâ bitmiyecek' diye haklı taraf, haksız tarafla uyuşmaya mecbur bırakılmaz. Gerek kadı mahkemesinde, gerek Dîvân-ı Hümâyûn'da dâvâlar bitince mübaşir: 'Kimin maslahatı var?' diye üç defa bağırır. Dâvâlar bitmeden kadı veya kazasker, kürsüden kalkamaz..."
(Kânûnî Devrinde İstanbul, 95-102)
Vatandaş, çok mühim dâvâlar için kadı'ya giderdi. Ufak tefek anlaşmazlıkları, büyük otoriteleri olan aile reisleri, esnaftan olan zâtlar, esnaf kedhudâları, hakem olarak çözerlerdi. Böyle şeyler için çok mühim bir adam olan kadı'nın huzuruna çıkmak ayıptı. Gerçi kadı, bir akçalık dâvâyı görmeye kanunen mecburdu. Ahlâk ve gelenekler çok sağlamdı. O zamanki dâvâ sayısı ile bugünküler rakam şeklinde mukayese edilirse, ortaya çok feci bir sosyal durum çıkar. Bugün ülke, adeta birbiriyle anlaşamayan insanların yurdu olmuştur.
HerHangiBiri - avatarı
HerHangiBiri
Ziyaretçi
26 Kasım 2008       Mesaj #3
HerHangiBiri - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı Devleti' nde Ceza


Osmanlılarda ceza kaynakları üçtür. Bunlardan biri, İslam Ceza Hukuku “ukuubat”, ikincisi Türklerin İslam dinini kabulden önceki gelenekleri, özellikle Türk-Moğol yasaları, üçüncüsü ise Osmanlıların sonradan çıkardıkları yasalar ve “siyaseten katl” anlayışıyle koydukları cezalardır.

İslam’daki cezalar üçe ayrılır: Had, kısas, diyet ve Ta’zir. Had cezalar (çoğulu hudut), Allah’a karşı işlenen suçlar için Allah’ın hakkı olan, bu yüzden de değiştirilemez cezalardır. Bunlar kanunda gösterilen cezalar gibidir. Had cezasını gerektiren suçlar zina, kazif (veya zina iftirası) şarap içme, hırsızlık, haydutluk gibi olanlardır. Bunlardan zina için recim ve 100 değnek cezası, kazif için 80 değnek, şarap içme için 80 değnek, hırsızlık için bir organın kesilmesi, haydutluk, yol kesme için duruma göre öldürme, teşhir bir organın kesilmesi gibi cezalar verilirdi.

Kısas ve diyet bir çeşit ödeşme, takas cezalarıdır. Bunlar öldürme, bir organın kesilmesi veya para, mal olarak ödeşme olup, bu sonuncuya, Osmanlı kanunlarında “kanlık” denmektedir. Kısas, kama, bıçak gibi araçlarla yapılır.

Taz’ire gelince, bundan önce belirtilen cezalardan farklı olarak taz’irde önceden sayılmamış suçlardan gene önceden sayılmamış cezaları olup, bunlar, yargıcın takdir hakkına bırakılmıştır. Yargıç isterse suçluyu bağışlar, sürgüne gönderir, tutuklar, teşhir ettirir, değnek cezasına çarptırırdı. Burada “had” cezalarına göre sınırlamalar tanınmıştır. Ayrıca devletin dirliği ve çıkarları için şeyhülislamdan alınan bir fetva üzerine hükümdarın “siyaseten katl” denilen ceza verme yetkisi tazir’e benzetmektedir.

XV. ve XVI. yüzyıllarda yürürlükte olan kanunlardan Fatih Sultan Mehmet Kanunnamesi, Kanuni Sultan Süleyman Kanunnamesi, Bosna Kanunnamesi gibi kanunlarda da çeşitli cezalara rastlanır. Bunlar içinde cerime, siyaseten salb “asma”, “çomak urma”, “çomaklama”, sakal kesme, suçlunun alnını “dağ etme”, işkence, el kesme, kollara bıçak sokup gezdirme, sürülme, kat-ı uzuv, teşhir, alna damga basma, siyaseten teşhir,topluca yemin ve ceza, kasâme gibi cezalar bulunmaktadır. Bu kanunnameler incelenince birçok İslam uygulamalarının değişmiş olduğu, İslam’da had olan cezaların taz’ire dönüştüğü, bazı kanunlarda suçlar için zımmilerin Müslümanlardan daha az cezaya çarptırıldığı, bazılarında ise zımmilerle Müslümanlar arasında eşitlik olduğu görülür.

Yargıcın takdirine bırakılmış cezalarda suçu yüze vurma, öğüt verme, azarlama, kulak çekme, teşhir, mali cezalar, mirastan yoksun bırakma gibi bir ölçüde hafifleri de bulunmaktadır. Her zaman rastlanmayan fakat tarih kitaplarının kaydettiği çeşitli ağır cezalar arasında mağaraya kapatıp içine duman salarak öldürme, çuvala koyup suya atma, XVI.yüzyılda rastlanan ve adı, topa bağlama olan suçluyu topun ağzına koyarak mermi gibi atmak, linç etmek (keşkeş), deri yüzme, çarmıh, kazık, çengel gibileri bulunmaktadır. Casuslara uygulanan çarmıh cezasında, suçlunun bedenine yanmakta olan iri balmumları dikildiğini biliyoruz.

Buraya alınan resimde görülen çengel cezası da korsanlara, casuslara uygulanırdı. Eminönü’nde kalaslardan bir iskele kurulur, suçlu makaralı iplerle kalasların üst basamağına çekilir, buradan daha alt basamakta olan ucu sivri çengelin üzerine bırakılırdı. Bazen suçlu hemen ölmez, çengele takılı olarak bir süre can çekişirdi.

İslam’da da görülen recm yani suçlunun yarı beline kadar toprağa gömülüp taşlanarak öldürülmesi cezasına İslam’da da Osmanlı’larda da pek az başvurulmuştur. Osmanlı tarihinde yalnız bir defa görülmektedir. Naima tarihi 1091/1680’de Kazasker Beyazizade Ahmet Efendi’nin İstanbul Kadısı iken Aksaray’da kavaf Abdullah Çelebi’nin karısının bir Yahudi ile zina etmesi üzerine kadını Sultanahmet’te recm ile öldürttüğü, Yahudi’nin de boynunu vurdurttuğunu yazmaktadır.

Suçlunun, boynuna veya ayaklarına ağır cendereler, çanlar takılarak teşhir edilmesi ve işkence görmesi de sık rastlanan cezalardandı. Bu çeşit cezalardan biri tomruk cezasıdır. Büyük bir ağaç kütüğünün yuvalarına suçlunun ayakları sokulur, kilitlenirdi.
ANKA HUKUK
Son düzenleyen asla_asla_deme; 14 Mayıs 2012 11:50
_KleopatrA_ - avatarı
_KleopatrA_
Ziyaretçi
4 Şubat 2010       Mesaj #4
_KleopatrA_ - avatarı
Ziyaretçi
Şer'iye Sicilleri

Osmanlı Devleti'nde mahkemelerde görülen davalarla ilgili muamelelere yer veren defterler. Mahkeme-i şer iyye sicilleri, sicillât-ı şer iyye veya kısaca sicillât da denilmektedir.

Selçuklular'dan sonra Anadolu da güçlü bir siyasî teşekkül olarak ortaya çıkan ve kısa zamanda büyük bir devlet hâline gelen Osmanlı Beyliğinin kurucusu Osman Gazi, idareyi ele alır almaz adalet işlerine büyük bir titizlikle eğilerek fethettiği şehirlere kadılar tayin etti. Böylece Osmanlı adliye teşkilâtı, diğer müesseseleriyle birlikte, devletin kuruluşundan itibaren büyük bir gelişme göstererek, 16. yüzyılda en mükemmel şeklini aldı.

Osmanlı şer î mahkemelerinde, kuruluşundan kapatıldığı 1924 tarihine kadar, bütün mahkeme kararları, mahkemenin yetkisine giren her türlü muameleyle resmî vesika suretleri, kadılar veya naipleri tarafından mahkeme defterlerine kaydedildi. Osmanlı Devletinde kadıların fertler arasındaki ihtilafları halleden bir hakim, bir adliye memuru olmaktan başka, bütün mülkî işlerde merkezî idarenin görevlerini üstlenmeleri onlara idarî, malî, millî, askerî, hattâ beledî bazı vazifeler de yüklüyordu. Buna bağlı olarak da şer iye sicillerinde her türlü dava zabıtlarıyla mukavele, senet, satış, vakfiye, vekâlet, kefalet, veraset, borçlanma, nikâh, boşanma ve taksim gibi şer î muamelelere dair resmî kayıtlar, esnaf teftişine ait notlar, başta hükümdar olmak üzere her derecedeki büyük ve küçük makamlardan yazılan ferman, berat, divan tezkeresi gibi resmî mahiyetteki emir ve yazı suretleri, hatta yangın, sel, fırtına, deprem, salgın hastalık gibi olayların kayıtları günlük olarak işlenirdi.

Siciller, 16. yüzyılın sonlarına kadar Arapça ve Türkçe olarak iki dilde yazılırken bu tarihten itibaren yalnız Türkçe kullanılmaya başlandı. Bir mahkemeye tayin olan kadı, kendi adına yeni bir sicil başlatır, onun ayrılmasından sonra o güne kadar tutulan yapraklar bir araya getirilerek defter meydana getirilirdi. Bazı kadılar ise kendilerinden önceki kadı'nın bıraktığı yere adını ve tayiniyle ilgili beratın örneğini yazdıktan sonra defteri devam ettirirdi.

Şer iye mahkemelerinin 1924 te kaldırılmasından sonra, yüzyıllar boyu arşivlerde birikmiş şer iye sicillerinin değerlendirilmesi için bir araya toplanması ve Millî Eğitim Bakanlığına verilmesi kararlaştırıldı. Yangınlar, su baskınları ve ilgisizlik yüzünden büyük bölümü harap olan sicillerden, yine de günümüze ulaşan yüzlerce cildi korumaya alındı. Ancak bunlar, İstanbul, Ankara, Adana, Diyarbakır, Konya, Sinop ve Tokat gibi illerin müze veya kütüphanelerinde dağınık olarak bulunmaktadır.

Bir misal verilecek olursa; Konya Mevlâna Müzesi Arşivinde varak (yaprak) sayıları birbirinden farklı, toplam 348 adet şer iye sicil defteri bulunmaktadır. Bu şer iye defterlerinde Konya ya, Konya ya bağlı kazalara ve bugün idarî taksimat olarak Konya ili dışında kalan Isparta, Burdur illerine ve Yalvaç ile Uluborlu kazalarına ait siciller tutulmuştur.

Bugün mevcut bulunan şer iye sicilleri; 15. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar gelen dilimin olaylarını ihtiva etmekte olup, Türk tarihinin, Türk kültürünün, Türk hukukunun ve Türk siyasî, sosyal ve hukukî heyetinin birinci elden kaynakları durumundadır.
bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
10 Nisan 2013       Mesaj #5
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
Yargılamalar nasıl yapılmıştır?

Mahkeme'nin başkam olan kadı yardımcıları olan kâtib, muhzır (mübaşir), tercüman, kassam gibi görevlileri kendisi seçerdi.
Mahkemelerde günümüz terminolojisiyle "danışman- bi¬lirkişi" denilebilecek "müftî'Ter de tayinle gelmezler. Ka- dı'nın seçtiği ya da kendi ictihad ve kanaatini kuvvetlendirmek için bilgisine başvurduğu sözünün değeri olan, çevresinde ilmi ve ahlâkıyla tanınmış tarafsız kişilerdir.
Diğer taraftan taraflar da mahkemeden bağımsız bilirkişiler¬den olayla ilgili bilirkişi raporu niteliğinde "fetva'Tar alarak mahkeye sunabilirler. Ancak bu fetvaların tarafsızlığını sağlanması için "soru-cevap" niteliğindeki belirli ve standart biçimleri olması gereklidir. Kadı bu fetvaları inceleyerek kararını verecektir.
Muhzırlar, kadı'mn en önemli yardımcılarıdır. Zira kadılar kâtip bulunmadığı hâllerde bu görevi bizzat yapabilirler. Fakat muhzırlar mahkeme güvenliğini sağlamakla sorumludurlar. Davacı ve davalıyı mahkemeye dâvet eder ya da zor kullanarak getirirler. Maaş yerine ilgili taraflardan ücret alırlar. Bu ücret bazı hallerde yalnız suçludan alınırdı.
Subaşılar, icra ve infaz memuru olarak görev yapıyorlardı. Mahkeme kararlarını uygulamak, hapsine karar verilen kimseleri hapsetmek, hapishaneye nezâret elmek, cezaları infaz etmek, cezaî tazminatları tahsil etmek gibi günümüzde adlî zabıta ve belediyeye ait bir çok görevler de subaşılarına aittir.
Kassamlar, vefat edenin terekesini mirasçılar arasında taksim eden şer'iye memurlarıdır.
Osmanlı Devlet yönetimininin temel ilkelerinden biri de kadı'nm hükmü olmadan kimsenin cezalandırılamanıasıdır. Kadı tarafından verilen cezalar ise, ancak sancakbeyi ve subaşılar tarafından yerine getirilebilirdi. Dolayısıyla yasaknâme ve ka¬nunnâmeler kadılara, sancakbeyleri ve subaşıları'na bildirilirdi.
Örfi kanunlar Padişahın şeriat sahası dışında kalan dünyevî hükümleridir ve özellikle malî ve cezaî konulara aittir. Yargıda yöntem olarak şeriat ahkâmı esas alınır. Ulûlemr'in yetkileri de zaten bu ahkâm içinde belirlenmiştir. Dolayısıyla kadı gerekir¬se bilikişi durumundaki kişilerin fetvalarına başvuracaktır. An¬cak sonuçta şer'î ve örfî konularda kendi ictihadlarma dayanıp bağımsız olarak karar verecektir. Şer'î hukuk'da nasıl fıkıh ki¬tapları ve resmî olmayan fetva mecmualarını kullanıyorsa, örfî hukuk sahasında da kolaylık sağlamak ve yanlışlıkları önlemek amacıyla bizzat kendisinin ferman, buyruldu gibi örfî hukuk bel¬gelerinden "Kanunnâme" adıyla düzenlemiş olduğu özel der¬lemeleri kullanabilir. Böylece kadı'nın karar vermek için yalnızca mahkeme siciline kayıtlı ("asıl resmî kanunlar" denilen) ferman - kanunlarla veya sancak kanunnâmeleri ile bağımlı olmadığı gös¬termektedir.1
Diğer taraftan devletin örfî hukuk belgelerinin tamamen nor¬matif karakterli oldukları da söylenemez. Nitekim kadılara gön¬derilen fermanlarda "olub-gelmiş kanuna göre" denilmesi de, hüküm verilirken yargılama yöntemi olarak kanunların la¬fızlarının tıpa tıp uygulanmasından çok ruhuna ve örflere göre hareket edilmesinin istendiği anlaşılıyor.2
Aslında kadıların verecekleri kararlar, ilke olarak devletin onaylanmış yasaları (defter-i hakanîlerin baş sayfasında yer alan sancak kanunnâmeleri gibi) ve Padişah emirlerine aykırı ol¬mamalıdır.3 Zaten bugün elimize ulaşmış "kanunnâme" denilen kitapları bizzat kadıların hizmet sırasında kendilerine kolay¬lık sağlamak için "kanun derlemeleri" biçiminde hazırladıkları açıkça anlaşılmaktadır.
Uygulama açısından çok önemli olan bu gerekliliğin resmen karşılanması için sultan emirleriyle nişancılara kanunnâmeler düzenlettirilmişlerdir. Bununla beraber yine de kanunnâmelerde ve diğer kayıtlarda bir yetersizlik veya aykırılık meydana gel¬mişse, kesin karara bağlanması için davanın Dîvân-ı Hüma- yun'da görülmesini istemek mümkündür.
Şer'î hukukta fetvâ sisteminin mevcut olması, başka bir de¬yişle sağlam delillere dayanan fetvaların kanun hükmünde sa¬yılmaları, tarafların anlaşmazlıklarını mahkemeye gitmeden ken¬di aralarında çözümlemeleri mümkün kılmaktaydı.4
Mahkeme intikal eden davalarda kadı "muhzır" vasıtasıy¬la çağırttığı taraflar ve şahitler huzurda tamam olunca önce da¬vacı iddiasını açıklar, sonra davalı dinlenirdi.
Elinde kendi açıklamalarına şer'î delil olabilecek fetvâsı olan bunu kadıya (veya nâibe) arz ederdi. Davacının iddiası dava¬lı tarafından reddolunmuş ise, davacının şâhitleri dinlenir, şa¬hit yoksa ya da istek üzerine davalıya yemin ettirilirdi. Bundan sonra kadı şer'î delillere bakarak kararını verirdi.
Bütün her dava için şikayet arzuhali ve dava sırasında ya¬pılan işlemler "vekâyi kâtibi" tarafından tarih sırasına göre ve kısa tutanaklar biçiminde sicil defterine geçirilir, altına da "şü- hûd'ül-hâl" başlığı ile o sırada mahkemede hazır bulunanların isimleri yazılırdı.
Aslında kadı'nın ukubet (cezalandırma) yetkisi tamamen sün¬net ve hadislerle, Fıkıh ulemasının ictihadlarıyla, fetvalarla be¬lirlenmiş şeriat hükümleriyle sınırlandırılmıştır. Ancak günlük hayatta raslanan bazı küçük cürümler, ma'siyet (itaatsizlik), mem¬nu (yasak) hareketler, kusurlar, kabahatler hakkında belirli ve sı¬nırlı ceza bulunmaması bazı yasal boşluklar doğurmaktadır. Di¬ğer taraftan kadı'nm Kur'ân'da yasaklanıp, cezası tayin edilmiş cürümler dışında kalan suçlara da "tazir cezası" verme yetkisi var¬dı. Bu yasal boşluğu doldurmak için uygulanan tazir cezası ise doğal olarak pek geniş ceza hükümleri spektrumunu kapsar.
Sözlük anlamı "azarlamak, sözle tekdir etmek" anlamına ge¬len "tazir" uygulamada suç işlemeyi çekindirecek biçimde et¬kili bir ibret teşkil ederek te'dib (haddini bildirme, terbiyesini verme) ve cezalandırma demektir.
Bunun seçimini yapmak yetkisi, ûl'ül-emrin (padişah) ve on¬ların naibleri olan kadılar ile diğer bir kısım devlet memurla¬rına verilmiştir. Bu ceza, suçlunun veya sanığın deli olmama¬sı şartıyla Müslim ile gayrimüslime, hür veya köleye, ya da er¬kek ile kadına, baliğ ve gayri baliğ'e (yetişkin olan ve olmaya¬na) eşit şartlarda uygulanır.
Ceza hukuku açısından örfî Osmanlı kanunnâmeleri ve fer¬manlarının yetki alanı içinde kalan suçlar, Hukukullah'm değil, şahıs haklarının galip olduğu tazir suçlarıdır. Tazir suçlarında dava mağdurun isteği üzerine açılır. Bu tür davalar kadı tara¬fından düşürülemediği gibi kadı'nm suçu afvetme yetkisi yok¬tur. Oysa Hukukullah'm galip olduğu tazirlerde kadı kendi reyi ile davayı düşürebilir. Tekrarlanmış suçlara tek ceza verilir.
Şer'î hukukta özgürlük'ten men etme cezası bulunmamak¬tadır. Bununla beraber Kanunî Sultan Süleyman'ın Fatih Ka- nunnâmesi'ne eklediği ceza hükümlerinde zina, cürüm ve ka¬bahatlerle bunlara verilecek "örfî cezalar" sıralanır.5
Yeni bir şer'î delil gösterildiği takdirde kadı'nm daha önce verdiği bir karardan dönmesi mümkündür. Bu hususta gü¬nümüzde olduğu gibi, bir üst mahkemeye gitmek gerekliliği yoktur. Üstelik kadı'nm sonradan (rücûen) verdiği karar daha kuvvetli sayılmaktadır.6
Ancak şer'î mahkemelerin verdiği kararların temyiz merci'i "Divân-ı Hümâyûn"dur. Taraflar "usûl-i meşrû'asma muva¬fık olmadığı" iddiasıyla ya kendileri veya vekilleri aracılığıy¬la Divân-ı Hümâyûna başvurarak bir mahkeme ilâmının du- ruşmalı (murafa'alı) veya duruşmasız olarak yeniden incelen¬mesini isteyebilirlerdi.
Divân-ı Hümâyûn "yargılama yapılarak kesin hükmün ve¬rildiği" bir yüksek mahkemedir. Yönetimden, zulümden ve hak¬sızlıktan şikâyetçi olan herkes doğrudan doğruya Padişaha veva buraya başvurarak duruşma yapılmasını ya da şikayetinin in¬celenmesini isteyebilirdi.
Dîvân-ı Hümayun'a yapılan şikayet ve isteklerin cevabı da doğrudan kadıya gelir ve uygulanmasını kadı yapardı.
1-"Hakimin, örfî-sultanî denilen hukuk sahasında ancak "asıl resmî ka¬nunları" yani sancak kanunnâmeleri ile Padişah tarafından gönderil¬miş ferman -kanunları kullandığı ve hükümlerinde münhasıran on¬ları esas tuttuğu doğru değildir." Anhegger-tnalcık, Kauunnâme-i Sul¬tanî... s. XI.
2-Çok defa bizzat örf-i ma'ruf, yani bizim anladığımız manada örf, dev¬let tarafından hüküm mesnedi ve hukuk nıenbaı olarak kabul ve tas¬dik edilmiştir. Böyle bir hukuk sisteminde modern manada, hüküm¬lerine harfi harfine riayet mecburi olan resmi kanun mecelleleri yeri¬ne, hususi kanun derlemeleri de hukuki bir fonksiyonu haizdir. An- lıegger-tnalcık, Kanunnâme-i Sultanî... s. XI.
3-Anlıegger-İnalcık, Kanunnâme-i Sultanî... s. IX.
4-21 inci yüzyılda anlaşmazlıkları olanların mahkemeler yerine taraf¬ların hakem kurumuna gidecekleri söylendiğine göre fetva sistemi yüzyıllar öncesinde bu yöntemi sağlamış oluvor.
5-Bunlar arasında suçluyu konuşturmak için "öldürmemek" şartıyla işkenceye de cevaz verilmektedir. Ancak Parmakkapı ve Eminönü Meydanlarında, ya da Akdeniz'den dönen gemilerin direklerine asıl¬mış korsanlara kadı kararından bağımsız olarak uygulanmış "çen¬gel" işkencesinin Osmanlı yargı sistemi ile bağlantısı yoktur.
6-Bilmen, "Hukuk-i İslâmiye ve...", c. 6, s. 457.

kaynak: 99 soruda Osmanlı

Benzer Konular

24 Temmuz 2016 / Misafir Cevaplanmış
22 Haziran 2012 / Misafir Hukuk
3 Ocak 2010 / Misafir Soru-Cevap
21 Mart 2010 / _KleopatrA_ Hukuk