Arama


asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
18 Ekim 2008       Mesaj #3
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
FİLİSTİN toprakları Akdeniz'in doğu kıyısın­da yer alır; Aşağı Litani Irmağı, Gazze vadisi ve Arabistan Çölü ile sınırlanır. Bugün İsrail ve Ürdün ile Mısır'ın bir bölümü bu topraklar içinde kalır. Filistin adını İÖ 12. yüzyılda bölgenin güneyine yerleşen Filistiler diye bili­nen bir halktan alır. Bölge Museviler, Hıris­tiyanlar ve Müslümanlar'ca kutsal sayılır.
Bu tektanrılı üç büyük din için kutsal kabul edilen yerlerin büyük bölümü Kudüs yöresin­de toplanmıştır. Hz. İsa'nın doğduğu yer ve gömüldüğü Kutsal Kabir, Hz. Muhammed'in göğe çıktığı (miraç) yer sayılan Mescid-i Aksa, Hz. İbrahim'in kurban kestiği kaya Sahra (Hacer-i Muallak) Kudüs yöresindeki önemli kutsal yerlerden birkaçıdır. Kutsal Kitap'ta (Tevrat-İncil) Hz. İsa'ya ilişkin anlatılan öykülerin çoğu da Celile bölgesinde geçer.
Filistin'de bilinen en eski yaşam izleri İÖ 5000-4000 yıllarına uzanır. O yıllarda Filistin halkı, göçebe ya da yarı göçebe yaşamı sürdüren küçük topluluklardan oluşuyordu. Daha sonra Mısırlılar ile Hititler'in uzun süre uğruna savaştıkları bölge İÖ 1286'da Kadeş Savaşı'yla kesin olarak Mısır egemenliği altı­na girdi. Bu yıllarda İsrailoğulları da Hz. Musa önderliğinde Mısır'dan kaçarak Filis­tin'e yerleştiler. Bu toprakların tanrı tarafın­dan kendilerine vaat edildiğini öne sürerek İsrail Krallığı'nı kurdular. Filistin, İslamiyet' in doğup yayılmasına kadar İran, Mezopotam­ya, Yunan, Roma, Mısır ve Makedonya dev­letleri arasında sık sık el değiştirdi. Hali­fe Hz. Ebubekir döneminde, 634-637 yılları arasında Filistin'in üç büyük kenti Gazze, Ecnadeyn ve Kudüs Araplar'ın eline geçti. Yörenin tümünün Araplar'ca fethi ise Abba­siler döneminde tamamlandı. 1099'da Ku­düs'ü ele geçiren Haçlılar UOO'de burada bir Latin Krallığı kurdularsa da kısa ömürlü olan bu krallığa 1187'de Eyyubiler son verince, Filistin yeniden Müslüman egemenliğine gir­di. Filistin 1516'da Yavuz Sultan Selim tara­fından Osmanlı topraklarına katıldı. Bölgede 400 yıl süren Osmanlı egemenliği 1918'de sona erdi; Filistin İngiliz kuvvetlerinin eline geçti.

Filistin'de Yahudiler'in devlet kurma eği­limleri 19. yüzyılın ikinci yarısında hız kazan­maya başlamıştı. 1882'de Rusya'dan göçen Yahudiler Filistin'e yerleşerek tarımla uğraş­maya başladılar. Böylece Siyonizm denen ve Yahudiler'in Filistin'de bir devlet kurması amacını güden hareket başlamış oldu. Bu hareketin öncüsü Theodor Herzl'di. Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde de II. Meşruti­yetken sonra Yahudiler'in Filistin'e yerleşme­lerine ve toprak almalarına izin verilmesi bölgede Yahudi nüfusunun artmasına yol açtı.
I. Dünya Savaşı'nın ardından toplanan SanRemo Konferansı Filistin'i İngiliz manda yönetimine bıraktı. İngiltere daha 1917'de Balfour Bildirisi'yle Filistin'de Yahudiler için ulusal bir yurt oluşturulmasını destekleyeceği
ni açıklamıştı. San Remo Konferansı'nda dakabul edilen bu bildiri 1922'de Milletler Cemiyeti'nce Yahudi göçünün kolaylaştırılmasına ilişkin hükümlerle genişletildi.
İngilizler'in Yahudiler'i yanlarına alarak bir Yahudi devleti kurma çabalarına, Araplar sert tepki gösterdiler. 1920'de çeşitli ayak­lanmalar olduysa da İngilizler 1922'de Filis­tin'e Yahudi göçünü düzenleyen bir program uygulamaya başladılar. Filistinli Araplar ile Yahudiler arasındaki çatışma 1929'da çok sayıda kişinin ölümüne yol açtı. Ne var ki, İngiliz mandası altında bulunan Filistin'de Yahudi varlığı hızla büyümekteydi. Ekono­mik, toplumsal ve kültürel bakımdan önemli adımlar atılıyor, Yahudi yerleşim yerlerindeki kentleşme ve sanayileşme gelişiyordu. Alman­ya'da Yahudiler'i yok etme siyaseti güden Na-ziler'in iktidara gelmesinden sonra Filistin'e bu ülkeden Yahudi göçü daha da yoğunlaş­tı. Üç yıl içinde 135 bin Yahudi Filistin'e geldi. Kuşkusuz bu durum Araplar'ın tepkile­riyle karşılaştı ve Yahudiler'le olan çatışmalar daha da arttı. Araplar'ın büyük eylemlerin­den biri de 1936'da, Nisan ve Ekim ayları arasında yaptıkları genel grevdi. Bu grevi Filistin halkını temsil eden iki büyük parti örgütlemişti. 1937-38 yıllarındaki Arap ayak­lanmalarında çok sayıda Filistinli yaşamını yitirdi.
II. Dünya Savaşı daha başlamadan İngilizler, Araplar'la dostluk kurmayı Ortadoğu'daİngiliz egemenliği için zorunlu gördüler.Araplar'ı yanlarına çekmek için, Filistin'eYahudi göçünü sınırladılar. Yahudiler'in Filistin'de toprak satın almalarını yasakladılarve 10 yıl içinde bağımsız bir Filistin devleti kurulması için söz verdiler.
II. Dünya Savaşı bittikten sonra Filistin ile ilgilenmeye başlayan ABD, Yahudiler'in ya­nında yer aldı. Bu sırada savaş süresince Yahudi terör örgütlerinin uyguladığı şiddet eylemleri daha da yoğunlaştı. Londra'da ABD, İngiltere, Yahudi ve Arap temsilcileri­nin sürdürmekte oldukları görüşmeler Yahu­di terörünün sürmesi nedeniyle 1947 başında yarıda kesildi. Bunun üzerine İngiltere soru­nu Birleşmiş Milletler'in gündemine getirdi. Birleşmiş Milletler'in kurduğu komisyon, Fi­listin'de Arap ve Yahudi devleti olmak üzere iki devlet kurulmasını, ekonomik bakımdan bu iki devletin birbirine bağımlı olmasını ve Kudüs'ün de Birleşmiş Milletler'in denetimin­de kalmasını kararlaştırdı. Komisyonun öne­risi 1947 sonunda Birleşmiş Milletler'ce de benimsendi. Ama Araplar bu öneriyi kabul etmediler. Birleşmiş Milletler kararının he­men ardından Filistin'de Yahudiler ile Arap­lar arasında iç savaş başladı. 14 Mayıs 1948'de İngilizler'in Filistin'den çekildikleri gün İsrail Devleti'nin kurulduğu ilan edildi. Birkaç saat içinde ABD, yeni devleti tanıdığını dünya kamuoyuna açıkladı. Bu durum karşısında Mısır, Irak, Suriye ve Ürdün orduları ertesi gün İsrail'e savaş açarak Filistin'e girdiler. 1949 yılına kadar süren savaşın sonunda İsrail Birleşmiş Milletler kararıyla belirlenen top­raklardan çok daha fazlasına sahip oldu.
Büyük devletlerin desteği ile terör ve şidde­te dayanılarak Filistin toprakları üzerinde İsrail Devleti'nin kurulmasından sonra 200 bin Filistinli yurtlarından koparak komşu Arap ülkelerine göç etti. Bölgeyi sürekli bir çatışma alanına çeviren bu durum 1967, 1973 ve 1982 yıllarında yeni Arap-İsrail savaşları­nın çıkmasına neden oldu . Bu savaşlar sonunda İsrail bölge­de daha da yayılarak, Filistinliler'i yok etme­ye yönelik girişimlerini yoğunlaştırdı. Filistin­liler, 1964'te kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile temsil ediliyorlardı ). Filistin Kurtuluş Örgütü, topraklarından atılan Filistinliler'in yurt öz­lemlerini dile getirme görevini çok çeşitli eylem biçimleriyle sürdürdü. Filistin direnişi­ni dünyaya duyurmaya çalıştı. Ama, İsrail nasıl çalıştığını inceleyen bilim dalıdır. Hay­van ve insan vücudunun işleyişini konu alan hayvan fizyolojisi ile bitkilerdeki doku ve organların işlevlerini araştıran bitki fizyolojisi olmak üzere iki bölüme ayrılır. Bitki fizyoloji­sinin temel konuları ansiklopedinin BİTKİ maddesinde anlatılmıştır; bu maddede yalnız­ca insan fizyolojisi ele alınacaktır.
Vücuttaki her doku ve organın belirli bir görevi vardır. Fizyoloji bilginleri de her şey­den önce bu görevlerin nasıl yürütüldüğünü, organların nasıl çalıştığını, nasıl denetlendiği­ni ve aralarındaki eşgüdümün nasıl sağlandı­ğını araştırırlar. Organların işlevleriyle ilgi-lenmeksizin, en küçük hücresine kadar canlı­nın biçimini ve yapısını inceleyen anatomi ile fizyoloji birbirinin bütünleyicisidir .
Eski Yunan bilginleri anatomi çalışmaları­na önem verdikleri halde fizyolojiyle hemen hiç ilgilenmemişlerdi. Rönesans döneminde, anatomide çok ileri olan İtalyan bilginleri vücudun yapısını en ince ayrıntılarına kadar incelemeye başladılar. Sanctorius (1561-1636) gibi ilk fizyoloji bilginleri de o dönemin sonlarına doğru gene İtalya'da yetişti. Nabız atışlarının, vücut sıcaklığının ve ağırlığının yapılan hareketlere bağlı olarak günden güne nasıl değiştiğini deneylerle belirleyen Sancto­rius metabolizma araştırmalarının öncüsü sa­yılır .
Kalbin ve damarların anatomisi yüzlerce yıldır biliniyordu, ama kanın vücutta nasıl dolaştığı 17. yüzyıla kadar tam olarak açıkla­namamıştı. NVilliam Harvey'in, kalbin tıpkı bir pompa gibi çalıştığını ve kan dolaşımını açıklayan bulgularını 1628'de yayımlamasıyla fizyoloji bir bilim dalı olarak gelişmeye başla­dı (bak. Kan). Artık bilim adamlarının yalnız­ca gördüklerini tanımlamakla yetinmeyip her organın nasıl işlediğini araştırmaya yöneldik­leri yeni bir çağ açılıyordu.
Çağımızda fizyoloji, yapılan her çalışmayla ufku biraz daha genişleyen uçsuz bucaksız bir araştırma alanıdır. Vücuttaki kimyasal tepki­meleri inceleyen biyokimya, sinir sisteminin nasıl çalıştığını araştıran sinir fizyolojisi ve sinirsel uyarı ya da mesaj denen çok küçük elektrik akımlarının nasıl iletildiğini inceleyen elektrofizyoloji bu bilim dalının başlıca çalış­ma alanlarıdır.
Bazı fizyoloji bilginleri vücut işlevlerini hücre düzeyinde inceleyebilmek için, örneğin kan hücrelerinin nasıl hareket ettiğini ya da kas hücrelerinin nasıl kasıldığını izlemek üze­re mikroskop çalışmalarına ağırlık verirler. Bazıları da vücut sıcaklığı, nabız hızı, ter ve idrar olarak atılan su miktarı, kandaki ve idrardaki kimyasal maddeler gibi çeşitli gös­tergeleri ölçerek insanların yorgunluk, stres, bazı yiyecekler ya da ilaçlar karşısındaki fizyolojik tepkilerini incelerler. Bu noktada, normal ve sağlıklı olanı araştıran fizyoloji, hastalıkların ve olağandışı durumların vücut işlevlerini nasıl aksattığını inceleyen patoloji­ye doğru kayar.
Fizyolojinin araştırma alanlarından biri de refleksler, yani istemsiz olarak kendiliğinden doğan tepkilerdir. Kas hareketlerinin çoğu ve salgıbezlerinin çalışması hep refleks hareket­lerdir. Herhangi bir cisim gözünüze doğru yaklaştığında, bu organınızı korumak için hiç düşünmeden gözünüzü kırparsınız. Bacak ba­cak üstüne atmışken elinizin kenarıyla dizka-pağının hemen altına sertçe vurduğunuzda ayağınızın yukarıya doğru fırlaması da basit bir reflekstir.
Bu tip refleksler, sinir uçlarıyla algılanan bir vuruş, bir gıdıklama ya da sıcak, soğuk, ağrı gibi çeşitli değişikliklere karşı sinirin verdiği yanıttır. Bu yanıtı ortaya çıkaran değişikliklere uyaran denir. Sinir ucu böyle bir uyaranın varlığını algıladığı anda, omurilik ve beyinden oluşan merkez sinir sistemine bir işaret ya da sinyal gönderir .
Öte yandan, bisiklete binme, yüzme, bir Fransız'ın sorusuna Fransızca yanıt verme, yemek zamanı yaklaştığında acıkma gibi öğre­nilmiş refleksler de vardır. Bunlara koşullu refleksler denir. Her günkü davranışlarımızın bir bölümü koşulsuz ve koşullu reflekslerden oluşur. Bunların incelenmesi de sinirlerin ve beynin çalışmasını açıklamaya yardımcı ola­cak değerli ipuçları verir.
İnsan vücudu, her gün yiyeceklerle alınan temel besinlerin bir bölümünü yaşamını sür­dürmek için yakıt olarak, bir bölümünü de dokularını geliştirip onarmak için yapıtaşı olarak kullanır. Et, ekmek, balık gibi yiye­cekler vücutta sindirim denen bir süreçten geçirilerek dokuların kullanabileceği besin maddelerine dönüştürülür
Bu besin maddeleri, kasların, salgıbezleri­nin ve sinir sisteminin yapısındaki hücrelerin gelişmesi ve üzerine düşen görevleri yerine getirebilmesi için gereklidir. Vücudun büyü­yüp güçlenmesini, sıcaklığını korumasını ve yaşam için gerekli enerjiyi sağlayan bu besin­lerin bir bölümü, tıpkı otomobil motorundaki benzin gibi "yakılır". Hiçbir madde oksijen olmadan yanamayacağı için, çevredeki hava­dan solunum yoluyla vücuda oksijen alınma­dıkça yaşamsal etkinlikler sürdürülemez . Akciğerler havayla dolunca, kandaki alyuvarlar havanın oksijeni­ni alarak vücudun bütün hücrelerine taşır.
Besinlerin geri kalan bölümü de, vücuda ısı ve enerji sağlamak üzere "yakılarak" karbon dioksit gazı ile suya dönüştürülür. Daha sonra bu "atıklar" solunum yoluyla vücuttan dışarı atılır. Yediğimiz yiyeceklerin bazı bölümleri hiç sindirilemediği için, bunlar da sindirim kanalından geçerek dışkı halinde vücuttan uzaklaştırılır. Vücuttan atılması gereken mad­delerden biri de üredir. Kanda çözünmüş durumda olan bu madde, böbrekler kanı süzerken ayrılır ve idrar dediğimiz sıvıya karışarak dışarı atılır.
Vücudun hiçbir bölümü kendi kendine, bağımsız olarak çalışmaz. Her organ öbür organları, vücudun geri kalan bölümleri de o organı etkiler. Bir elin yukarıya kaldırılması gibi en basit bir hareket bile salgıbezlerinin, kasların ve vücudun öbür bölümlerinin o anki işleyişinde bir değişikliğe yol açar. Kısacası vücudun her parçası, son derece karmaşık bir makine gibi tam bir uyum ve işbirliği içinde çalışır. Bu eşgüdümün nasıl sağlandığı, nasıl denetlendiği ve vücudun dış ortamdan gelen uyaranlara nasıl tepki gösterdiği de fizyoloji­nin en karmaşık araştırma konulanndandır.

MsxLabs & Temel Britannica
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....