Plath şiirindeki yaşama sevinci
Sylvia Plath’ın en karamsar dizelerinde bile özellikle doğa imgeleri ile bezenmiş yaşam sevinci ya da bir insanlık ayıbına tanıklık, alt metin olarak okunabilir, okumayı bilen okur:
Mutsuz cadı, kapıdan
Bakar durursun, ''Her kadın bir ******dir.
İletişim kuramıyorum.''
(''Lesbos,'' 18 Ekim 1962)
Plath’a ‘lezbiyen’ tanısının konmasına sebep olan (kötü bir şeymiş gibi) şiirlerinden biridir bu ve insanın sorası gelir, ''Ona ‘iletişim kuramıyorum’ diyen, onu göze alamayan kocası olmasın'' diye (‘röntgenci okur’laştım, tezimi savunayım derken!) Kendini boğazına kadar batağa saplanmış bir ahmak gibi gören Plath, ''Gardiyan'' başlıklı şiirinde gene kendisini bütün anahtarları elinde tutup şakırdatan kocasının ‘şehvet manivelası’ olarak niteler. Niye?
''Karaağaç'' (Elm) şiirinde içindeki yumuşak, tüyümsü kıvrılışlı yaratığın habisliğini duyumsar ve hep göze alınmak arzusunu ima ederek şiiri şöyle sonlandırır, şiirde de son dizelerin sürpriz taşıması ve en vurucu dizelerin son dizeler olması gerektiğini bilerek:
Öper durur yılansı acı suları.
İradeyi taşlaştırır. Tecrit edilmiş, usul kusurlardır
bunlar,
Öldürür, öldürür, öldürür. (19 Nisan 1962)
Plath, onun içindeki ateşi öldürmeye azimli bir toplumda yaşadığının (''İçimdeki bu ateşle asla genç olmak istemezdim,'' diyen Beckett miydi?) ne denli ayırdına vardıysa, ölümsüzlüğe, ölüme aşkla bağlanarak imgeler yaratmaya da o denli çok özen gösterdi. Kıyıcı olduğunu söylerken bile, giderek somut imgelerle özdeşleşmekten vazgeçip yumurta gibi şekli betimlenemeyen nesnelerle, daha sonra da maddenin en uçucu hali olan gaz haline dönüşme arzusuyla gösterdi bunu. Gaz soğurarak kendine kıyması da bundandır. Betimlenmeye, etiketlendirilmeye karşı duruş; ''Ariel'' başlıklı şiirinde sabahın kızıllığına karışıp gitmek arzusu! Bu arzu, ‘ötekileştirme illeti’ni temel alan fallosantrik ideolojileri benimseyen tüm yaşam biçimlerinde sadece kadına değil, herkese öğretilir, mutlak gerçek niyetine. Plath’a bir eleştiri yöneltilecekse, o da şairin bu tuzağa düştüğünü söylemek olabilir, eğer tek mutlak yaratıcı edimin intihar olmadığına inanıyorsanız.
Cadı tanrıça (!)
''Evlilik, birinin hep haklı olduğu, ötekinin ise koca olduğu bir ilişkidir''. Kadını, erkek özgürlüğüne ket vuran engel gibi gösteren bunun gibi ‘vecizeler’ Internette dolaşır durur ama burada yatan bir gerçek daha var ki, o da haklı olanın erkek olduğu ve kadının da bunun tersini göstermek üzere cadılaşmak zorunluluğuna yeltenmesi. Plath’a cadı tanrıça denmesinin nedeni de budur.
Plath gibi birinin en büyük hatası evlenmek olmuştu. Evlilik; devlet ve para gibi, cinsel rol ve kimliklerin mutlak kurallara bağlanışı gibi, insanoğlunun kendi tarihini yoldan çıkarmasına yarayacak yanlışlarından biridir. Bu yanlışa Sivvy’ciğim de düştü. Rachel Smithson dostumun da anımsattığı üzere, ‘halkalı köle’ olmaya imza atarken, aynı zamanda bir birey, bir şair olarak da var olmaya çalışır Sylvia. Ne gaflet ama. Ama o gaflet, ne büyük bir derya olur yaratıcılığına.
Fakat edebiyat tarihi kurumsallaşmış, kanonize olmuş Yunan sütunları gibi duran Sivvy’nin babası Otto Plath’ı ya da kocası Ted Hughes’u değil de Sylvia Plath’ın uğunmalarını mesele edinir ve aynı derecede uğunur da uğunur. Çünkü mesele hâlâ halledilmemiştir. Mesele kadına soluk aldırmayan düzeneği cıscıbıl sergileyememektir.
‘Öteki’ uydurmak zorunluluğu
Sylvia Plath şiirleri üzerine yazdığım ''Ben’den Önce Tufan'' adlı kitabımda değinemediğim bir gerçek var ki, o da Batı’nın Yunan ve Roma fallomorfik yapısının temel taşlarını, söylenlerini mutlak doğrular olarak görme yanılgısına ablam Sivvy’nin de kapılmış olması. Sylvia bu örüntü içinde, örümcek ağına düşmüş bir sinek gibi, ‘kurtuluş’u, nafile olduğunu göre göre, bile bile lades aramıştır. Yapılması gereken bu örüntünün yanlış olduğunun saptanması ve dolayısıyla da yerle bir edilmesi gerçeğidir ki kadının, erkeğin, hatta bütün cinsel kimliklerin kurtuluşu da buradan geçer. Çünkü, insanoğlu, tarihi boyunca varoluşunun onanması için bir ‘öteki’ uydurmak zorunluluğunu akıl etmek gaflet ve dalaletine düşer; bu sırada da erkeğin ötekisi kadın, kadının ötekisi de erkek olarak beliregelir. Karaltısı kalkasıca, boyu devrilesice, üstüne toprak atılasıca, gözüne boz inesice mitlerin başında, işte bu minicik yanlış gelir. İnsanın, cinsel kimliği ne olursa olsun, insan olarak varolduğuna, ancak ve ancak ötekinin gözlerindeki anlamlar ile varolabileceğine inanması yanlışı! Bu yanlışı mutlak bir gerçek ya da doğru, hatta yasa olarak ezberledik hepimiz.
İnsanoğlunun ‘hamakat’ tarihi
Birbaşınalığın yüceliği bu yanlışı fark edip kendimizi ötekileştirilmelerden sıyırmakla başlar; yalnızlığın uçurumu ise ötekini olmazsa olmaz bir mutlak bilmekle başlar. Plath, bu uçuruma düşer, düşerken de kanat çırpar yere çarpmamak için. Her kanat çırpışından da zehir zemberek şiirler dile gelir. Herkesin kendi uçurumu kendinedir, kimse kendi uçurumuna davetiye çıkartmaz ki Plath’dan etkilenip intihar etmek mümkün olsun.
Yalnızlık uçurumuna düşerken insanoğlu inanç ve din gibi bir başka hataya tutunmaya çalışabilir. İnanç gerekli olabilir ama kurumsallaşmış din illeti en az para ya da evlilik kadar büyük bir hatadır ve ötekileştirme illeti ile beslenir. Tarih boyunca en büyük kıyımlar hep bu din çatışmaları yüzünden gerçekleşmiştir. Din müessesesi, insan hayatından kesinlikle çıkartılmalıdır. Sylvia ablam ve Emily (Dickinson) teyzem, bu kurumların tuzaklarına düşmemeye özen göstererek yazmışlardır. İnanca hakaret etmeden ama kurumsallaşmış dinlerden uzak durarak birbaşınalık seçimlerini hayatta olmanın bedelini yaşarken ödeyip, ödüllerini de öldükten sonra devşirmek kaydıyla almışlardır bu tavırlarını göze. İnsanoğlu kendi ‘hamakat’ tarihini ne zaman yazacaktır, merakla bekliyorum. Ben yazamam. Bu yüzdendir bekleyişim.
Böylesi bir uçurum da sadece kadınlara özgü değil. Mayakovski de aynı uçuruma düşer, Kaan İnce de, Jerzy Kosinsky de, Nilgün Marmara da (onu kadın olarak görmüyorum, Nilgün Marmara ‘daşşaklı’ bir filozoftu, belki de bir hermafrodit). Hayati Baki dostum da işte bu yüzden şiirin kesik damarları üzerine kafa yordu. Böylesi bir uçurum, şiirlerden araklanmış sözlerle Teoman’ın şarkısında ''ölmek için güzel bir gün'' diye bunun için dile gelir de şarkıcı samimiyetsizce bu dizeyi bağırır durur; çünkü bu yanlızlık ve uçurum ve intihar fetişizminin rantı endüstriye dönüşebilir popüler kültürün replikasyon zaafı yüzünden. Teoman’dan beklenen nedir? Madem böyle bir şarkıyı söyleyebiliyorsun, intihar et o zaman!
Uzun bir intiharı seçmek
Bir öğrencim, ''Hocam, bu kadar çok şeyi fark edebiliyorsunuz madem, niye intihar etmiyorsunuz?'' diye bunun için sorabilir ve ''Yaşama sevincindendir belki, belki uzun bir intiharı seçtiğim içindir,'' yanıtımı da aynı nedenle anlayamayabilir kendisi yaşamayı bencileyin sürdürmeyi seçmişken.
''Ben öğretilmiş bir yalnızlık uçurumuna düşmemeyi seçtim,'' diyemem öğrencime. Desem anlamaz, çünkü ''Bu kanonize şiirleri, romanları, öyküleri niye okutuyorsunuz?'' diye sorar o zaman. Belki de doktoram için David Mercer’ı, doçentliğim için de Sylvia Plath’ı incelemem bana bunu öğretmiştir. Belki de akademik unvanlarım için, bu iki Batılı sanatçıyı incelerken, onların düşmeyi sevdiği, âşık olduğu uçurumu anlamaya çalışmışımdır. O uçurumu anlamaya çalışmak, o uçurumu mutlak gerçeklik olarak saptamamayı da öğretmiştir bana (yoksa kendi narsisist uçurumunuza düşersiniz!). Böylesi bir çaba, o uçuruma bir mesafeden bakmayı da gerektirir, o uçuruma atlayanları aşağılamadan, ''Çavdar Tarlasındaki Çocuklar''ın (Jerome David Salinger) uçurumdan aşağı düşmemesi için uçurum ucunda durup düşmekte ısrar edenleri tutmak üzere kol kanat germeyi görev edinmeyi gerektirir. Hoca olmak bunu gerektirir.
Sylvia Plath’ın yaşam öyküsü ve yapıtları, anti-psikiyatriyi savunanları da ilgilendirir, özellikle ilaçla tedaviye karşı olanları. Anti-depresan ilaçların mucizevi olduğuna inananlara Plath’ın hallerini okumalarını salık veririm, çünkü o ilaçların etkisindeki ve sonrasındaki yaşama bakış açıları bilim adamlarımıza da ışık tutabilir; belki de böylelikle birçok hayat daha kurtarabilir psikanalistler.
Kendimize çeki düzen verelim!
Ölümünden sonra, ''Ariel'' şiir seçkisi, şairin sahiplenmesi en doğal şiirleri, kendi yaratıları, ne yazık ki kendi sıralamasıyla değil, Ted Hughes’un yeniden düzenlemesiyle yayımlandı. Bu yüzden de araştırmalarım sonucunda, Sivvy’nin kendi sıralamasına sadık kalarak çevirdim ''Ariel''i. Kitap Türkçede şaire ihanet etmeden yayımlanabildi. Bunun için de kendimden bir yanak alıyorum izninizle.
''Ariel''deki son şiiri ''Kış Uykusu'' ile Sylvia Plath bize miras olarak kara bir dimağ bıraktı. ''Susma Cesareti'' şiirindeki tek kişilik cumhuriyetinden yazdığı şiirlerle de sessizliğinin şiddetini tüyler ürpertici bir estetik halinde sundu, biz nice epifanilerden geçelim de kendimize çeki düzen verelim diye.
Ben ölü yumurta, uzanmışım
Büsbütün
Dokunamadığım bütün bir dünyanın üzerine
(''Felçli/Paralytic'')
Sylvia Plath’ın şiirlerini okuyalım, uyanalım maskelerimize; ayıp, aydınlanalım biraz. Zihnimiz açılsın. Tastamam olalım. Yazdığı son şiirinden bir alıntıyla bir kez daha şapka çıkarıyorum Sylvia’ya:
Büsbütün olur kadın.
Ölü gövdesi
Başarının gülümsemesini kuşanmış.
(''Uc / Edge'')
kaynak:milliyet kitap