Arama

Misyoner ve Misyonerlik - Tek Mesaj #6

MesirKentli - avatarı
MesirKentli
Ziyaretçi
13 Kasım 2008       Mesaj #6
MesirKentli - avatarı
Ziyaretçi
Ülkemiz, 21. asrın ya da üçüncü bin yılın başlarında çeşitli ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve dini sorunlarla karşı karşıya hatta iç içe bulunmaktadır. Bütün bu sorunlar biri diğerinin sebebi olmakta ya da biri diğerini tetiklemektedir.

Hastalıklı bir beden nasıl ki mikroplarla mücadelede başarısız olursa, toplumlar da onun varlık sebebi olan değerlerin zayıflaması sonucu dayanma gücünü kaybederler. Milletler arası yarışta öne çıkmak isteyen toplumlar, rakip olarak gördükleri toplumları çökertebilmek için çeşitli araçları kullanarak, onlarda bir değerler erozyonu meydana getirirler ve çoğunlukla dıştan müdahalelerin zor ve pahalı olduğu düşünülerek daha kolay ve ucuz olması sebebiyle içten çökertme yöntemi uygulanmakta ve bundan da önemli ölçüde verim alınmaktadır.

Soğuk savaş dönemlerinde, toplumların rehavete düşmeleri ve bazı direnç noktalarının kırılması, dış güçlerin başarısını artırmaktadır. Zira geleceğe ait hesapları ve projeleri olmayan toplumlar, bu tür soğuk savaş dönemlerinde hazırlıksız yakalanmakta ve çoğunlukla da sıcak savaş şartlarından daha büyük bedeller ödemektedirler.

Toplumsal direnci zayıflatan, değerler erozyonunu hızlandıran etkenlerin başında lüks, moda, içki ve uyuşturucu bağımlılığı, ahlaki ve dini çöküntüler gelmektedir. Bu yüzden toplumlar gelecek konusunda kendilerini güvende hissedebilmeleri için kimliğini oluşturan değerleri koruma konusunda duyarlı ve dikkatli olmak zorundadır.

Milli değerler tarih süzgecinden geçerek, örf adet ve geleneklerle bütünleşerek, her çağ ve coğrafyada milleti ayakta tutarlar. Bir ırmağın sürüklediği kum tanecikleri gibi biri birilerini törpülerler ve belli bir uyum sağlayarak ortak kaderi paylaşırlar. Bir arada olmaları onları güven içinde mutlu kılar. Bu insicam her zaman dış etkenlerin müdaheleleriyle bozulmaya açıktır ve her zaman da böyle bozulmuşlardır. İşte toplumlar belli ülkü ve değerler etrafında mutlu bir varlık sürerek güçlerini korurlarken başkaları bu mutluluğu kendileri için bir dezavantaj olarak görerek bozmaya yeltenebilirler.

İşte toplumsal bütünlüğü tehdit eden ve onu tehlikeye sokan unsurlardan biri de misyonerliktir.

Misyonerlik, bir dinin insanlara tebliğini görev kabul etmiş olan insanların yani misyonerlerin yaptığı iştir. Tarihi süreçte Hıristiyanlıkla özdeşleşmiştir ve misyonerler onun sembolü haline gelmiştir. Değişik bir ifade ile “misyonerlik” denince Hıristiyanlık, Hıristiyanlık denildiğinde de misyonerlik akla gelmektedir.

Her ne kadar misyonerlik belli bir dini diğer bir din mensubuna tebliğ gibi anlaşılsa da bu, bir dinin masumane tebliğinden farklı bir şeydir. En azından bu faaliyetlerin tarihi geçmişi bu görüntüyü vermiştir. Zira misyonerlikte en azından iyi niyet ve masumiyet bulunmamaktadır. İnsanların inanma duyguları istismar edilmekte, zaaf ve beklentilerinden yararlanılmakta ve bu süreçte bazı empozeler yapılmaktadır. Hatta buna dayalı olarak imkanlar ölçüsünde karşı inanç ve düşünceleri karalama, tahrif ve aşağılama vardır.

Hıristiyanlıkta misyonerlik faaliyetlerinin kaynağı olarak kabul edilen Matta İncili 4. Bap 19. cümlesinde yer alan ve Hz. İsa’nın Petrus ve Andreas’a söylediği ifade edilen şu söz misyonerliğin iç dinamikleri bakımından bazı ipuçları vermektedir.

“İsa onlara dedi; Ardımca gelin, sizi insan avcıları yapacağım”.

Bu cümle, Hz. İsa’ya inananların kendi inanç değerlerini insanları avlamada bir yöntem olarak kullanabilecekleri iznini vermekte ve yıllarca bu yöntem sayesinde insanlar içine düştükleri, sosyal, kültürel ve ekonomik şartların zorlaması sonucu Hıristiyan misyonerler tarafından avlanmaktadırlar. Aynı şekilde Matta İncili’nin 28. Bap 18-20. cümleleri, misyonerliğin bir emir gibi anlaşılmasına ve her türlü yolun meşrulaştırılmasına sebep olarak kabul edilmiştir.

“İsa yanlarına geldi ve onlara söyleyip dedi: Gökte ve yerde bütün hakimiyet bana verildi. İmdi siz gidip bütün milletleri şakirt edin, onları Baba ve Oğul ve Kutsal Ruh ismiyle vaftiz eyleyin. Size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara öğretin ve işte ben bütün günler, dünyanın sonuna kadar sizinle beraberim.”

Her iki cümle her ne kadar Matta İncili’nde yer alsa bile bunların Hz. İsa’ya aidiyeti, incillerin bütünü üzerindeki genel İslami kanı çerçevesinde tartışılabilir. Ancak tarihin bütün dönemlerinde bu söz Hıristiyan misyonerliğin özünü oluşturmuş ve Hıristiyan misyonerlere hareket imkanı sağlamıştır.

Hıristiyanlık üzerinde büyük bir etkisi olan Pavlus’un yazdıkları Hıristiyan Kutsal Kitabında yer almış ve kendisi Hıristiyanlığı yaymayı görev edinenlere en önemli örnek olmuştur. Hıristiyan misyonerler çeşitli yönlerden onu taklit etmiş ve sözlerini kutsal vahiy metni olarak uygulamaya özen göstermişlerdir. İşte Pavlus’un Korintoslulara yazdığı mektup misyonerlere örnek teşkil eden ve misyonerliğin iç yüzünü bütün açıklığıyla ortaya koyan cümlelerinden bazıları:

“İmdi benim ücretim nedir? İncil’de olan salahiyetim ifratla istimal etmemek için, İncili vazederken, İncili meccanen arz etmektir. Çünkü herkesten azatken, daha çok adam kazanayım diye, kendimi herkese kul ettim. Ve Yahudileri kazanayım diye Yahudilere Yahudi gibi davrandım; kendim şeriat altında olmadığım halde, şeriat altında olanları kazanayım diye şeriat altında olanlara şeriat altında gibi davrandım; Allah’a karşı şeriati olmayanlardan değil, ancak Mesih’in şeriati altında olarak şeriati olmayanlara şeriati olmayan gibi davrandım. Zayıfları kazanayım diye zayıflara zayıf oldum; her suretle bazılarını kurtarayım diye zayıflara herkese her şey oldum. Ve hepsini incil için yapıyorum, ta ki onda hissedar olayım.” (I. Korintoslulara, 9/18-23).

Bu cümlelerden etkilenen Hıristiyan misyonerleri, Hristiyanlığı yaymak için her yola başvurmuşlar,her fırsatı değerlendirmişlerdir. İşin en ilginç olan yanı ise bunu din adına yapmışlardır.

Misyonerlerin Uyguladığı Metotlar
Misyonerler sadece din adamları değildir. Ya da her din adamı misyoner değildir. Misyonerler içinde bulundukları zaman ve şartlara göre, gidecekleri yer ve insanların özelliklerine uygun olarak yetiştirilirler. Bu nedenle her misyonerde bulunması gereken bazı özelliklerin olması istenir. Onlar misyonerlik yapacakları toplumun dinini, kültürünü, sosyal ve eknomik şartlarını çok iyi bilir ve ona göre yetişirler. Her ülkenin şartlarına göre bir program uygular ve faaliyet yürütürler. Bunlar bazı özellikleri yönüyle ortak nitelikler taşırken bazende tamamen farklı karakter ortaya koyabilirler.

Hıristiyanlık tarihine genel olarak baktığımızda Hıristiyanların Müslümanlara ilişkilerinin başlangıçta çok olumlu seyrettiğini, bazı Hıristiyan yönetici ve din adamlarının Müslümanlara çok yakın ilgi gösterdiğini, Kur’an’ın da bu husustan övgüyle bahsettiğini yakinen görmekteyiz. Ancak Müslümanların çok kısa sürede güçlenmeleri ve Hıristiyanlığın etkili oduğu bölgelere yayılmaları, İslam’a ve Müslümanlara yönelik bu sıcak hava ve dostane ilişkilerin devamına imkan vermemiştir. Hıristiyanlar son derece katı ve tahripkar bir tutum içerisine girmişler ve her fırsatta islam’ı kötülemeye gayret etmişlerdir. Hıristiyanlar İslam’ın iki ana unsuru olan Kitap ve Sünneti ve bunların insanlığa ulaştırıcısı durumundaki Hz. peygamberin imajını tahrip etmeye yönelmişler, bu çerçevede akla hayale gelmedik iftira ve yalanlara başlamışlardır.

Başlangıçta, İslam, Hıristiyanılğın sapık bir versiyonu yada mezhebi olarak yorumlanmıştır. Bu yorumun tutmaması bazı Hıristiyan din adamlarının İslam’ı tamamen reddetmesine sebebiyet vermiştir. Bazı din adamları, Hz. Muhammed’in sapık bir din adamı olan Rahip Bahira tarafından yetiştirildiğini, Kur’an’ın Hz. Peygamber’in bizzat kendisi tarafından yazılan bir kitap olduğunu ve hiçbir zaman ona Allah tarafından bir vahiy gönderilmediğini iddia etmişlerdir. hatta onların isnat ve iftiraları, Hz. Muhammed’in kişiliğini kötü gösterme noktasına kadar varmıştır. Onu hiçbir zaman bir peygamber olarak kabul etmemişlerdir.

Hıristiyanlar ortaya attıkları iftira ve yalanlarla gerek Kur’an gerekse Hz. Muhammed konusunda emellerine ulaşamayınca kaba kuvvete başvurmuşlar, yıllarca süren ve insanlık tarihine kara bir ilke olarak düşen Haçlı Savaşlarıyla binlerce insana zulmetmişler ve binlercesinin de ölümüne sebep olmuşlardır. Kudüs’ün Müslümanların elinden alınması ve Müslümanları oralardan atılması için tam sekiz Haçlı seferi düzenlenmiştir. İlk defa Kudüs Hıristiyanların eline geçtiği zaman, oradaki bütün Müslümanlar öldürülmüştür. Haçlılar bu dönemde insanlık adına en büyük ayıbı işlemişler, Kudüs’teki Yahudilerle birlikte İstanbul’daki diğer Hıristiyan mezhebinden olanlara zulmetmişlerdir. Bu savaşlar, Hıristiyanların Müslümanlara karşı hangi duygular içinde olduklarını, ellerine fırsat geçtiği zaman neler yapabileceklerini gösterme bakımından oldukça önemli tarihi vesikalardır.

Haçlı seferleri ve savaş yoluyla Müslümanların Hıristiyanlaştırılamayacağını anlayan Aziz Francis Assisi (1182-1226) ilk misyoner teşkilatı da denilebilecek olan Fransiskenliği kurmuştur. O, Haçlı seferlerine karşı çıkarak Hıristiyan inancının sevgi yoluyla Müslümanlara telkin edilmesini savunmuştur.

Orta Çağ boyunca Hıristiyan dünyası savaş yoluyla elde edemeyeceği yayılmacılığı misyoner faaliyetleri ile kazanma çabası içerisine girmiştir. Fransiskenleri Dominikenler, onları da Cizvitler takip etmiştir. Böylece Hıristiyan Katolik dünyası, emre itaat duygusuyla yetişen, bekarlığı dini bir gereklilik ve Pavlus’un sünneti olarak kabul eden, dünya malına iltifat etmeden göreve hazır olan misyonerleri ile dünyanın çeşitli yörelerine Hıristiyanlığı yaymaya çalışmışlardır.

Misyonerlerin yayılmacı politikasında, İsa ve İncil merkezi rol oynamakta ve Hırisityanlık “kurtuluş” için yegane seçenek olarak gösterilmekte, bunun için de “vaftiz” önerilmektedir. Her toplum ve coğrafyaya uygun metotlar üreten misyonerlerin ortak prensibi karşı taraftaki insanların her türlü zaafından yararlanmaktadır. Bu konuda başarı elde edebilmek için öncelikle karşı toplumda, örf adet ve geleneklerde, daha genel bir ifade ile kültür ve dini değerlerde bir tahrip ve kişide bu değerlere karşı bir ilgisizlik meydana getirilir. Kişi çevresinden kopartılarak boşluğa düşürülür ve sonuçta bir kimlik arayışına zorlanır. Bu çerçevede misyonerler, çeşitli problemlerle başı dertte olan, dini ve milli değerler konusunda yeterli donanıma sahip olmayan kimseleri hedef olarak belirler ve onların beklentilerini karşılamaya çalışırlar.

Misyonerlerin kendi ifadelerinden anlaşıldığına göre, misyonerliği üç aşamada ele almak gerekmektedir.

1.- Misyonerliğin birinci amacı Hıristiyanlığı yaymak yani Hz. İsa’ya imanı gerçekleştirmek.
2.- Hedeflenen ülkelerde kiliseleri dikme sürecinde ve diktikten sonra, kiliseleri yaşatarak elemanları çoğaltmak. Bunun için o ülkenin aydınlarının eserlerine ve kültürlerine Hıristiyanlık unsurlarını sokmak.
3.- Gelişmiş olan Batı medeniyetini Hıristiyanlıkla aynı göstermek.

Bununla birlikte, bu konularda son dönemlerde özellikle kültüre yönelik planlar, vaftiz konusundaki esnek tavırlar ve kilisenin tanımı konusundaki yeni yaklaşımlar bağlamında bazı değişimlerin yaşandığı da dikkat çekmektedir. Bunlara ilaveten, daha önceden gelişmiş Batı medeniyetini Hıristiyanlıkla aynı gösterme tavrında da bazı değişiklikler olmuş, Batı dünyasında yaşanan olumsuzlukların Hıristiyanlıkla ilişkisi bulunmadığını vurgulayan yaklaşımlar sergilenir olmuştur. Bu yeni tavır özellikle dinler arası diyalog faaliyetlerinde gündeme getirilmektedir.

Bu ve benzeri konularda amaçlarına ulaşmak için sabırsızlanan misyonerler, vaftiz yoluyla kesin Hıristiyanlaştırmadan önce kültürel etkileşimi ve kültürel faaliyetleri amaçları için en uygun ortam olarak görmekte ve kullanmaktadırlar. Nitekim Rahip Samuel Zwemer’in misyonerler için yaptığı şu uyarı çok anlamlı olsa gerektir:

“Müslümanları vaftiz etmek için boş yere çabalayıp durmayalım.Başka yollar, başka çareler deneyelim. İslam memleketlerinde girişeceğimiz faaliyetlerde onlara, Hıristiyan adetlerini, Hıristiyan bayramlarını, Hıristiyan kültürünü, Hıristiyan ahlakını aşılayalım...”

Uzun bir tarihe ve tecrübe birikimine sahip olan misyoner teşkilatları, bulundukları yerlerin durumuna göre açık ve gizli çalışma metotları geliştirmişlerdir. Açıktan yaptıkları faaliyetlerde, doğrudan doğruya Hıristiyanlık propagandası yaparlar. Burada Hıristiyanlığı haklı ve üstün göstererek, karşı tarafın eksik ve yanlışları üzerinde dururlar. İslam ülkelerinde müsteşriklerin de desteğini alan misyonerler, İslamın Hıristiyanlığın bozulmuş şekli olduğunu ve esaslarının çoğunu Hıristiyanlıktan aldığını özellikle propaganda ederler.

Misyonerler doğrudan dini propaganda yerine insani yardımları ön plana çıkararak, faaliyetlerine farklı bir karakter kazandırırlar. Dolaylı ve gizli yürüttükleri faaliyetlerde, ekonomik imkanlara ilave olarak tıbbi yardımlara ve eğitim faaliyetlerine öncelik verirler. Açıktan faaliyetlerin yararlı olmadığı veya sakıncalar doğurduğu ortamlarda gizli metotlara başvururlar.

Misyonerler, uygulanan her araç ve metottan ayrı ayrı yararlanmış olmalarına rağmen Pavlus’un asırlar önce uyguladığı ve kendinden sonrakilere tavsiye ettiği “sevgi” yi en yararlı ve hedefe ulaşmada en etkili bir metot olarak kabul etmişlerdir. Dolayısıyla onlar, Müslümanları tek etkileyecek şeyin “sevgi, saygı ve samimiyet” olduğunu önemle vurgulamışlardır. International Missionary Counacil’de sekreterlik görevinde bulunan William Caton “Müslümanlara yaklaşmada dikkatli olmalıyız. Hıristiyanın Müslümana ilk mesajı doktrin değil sevgi olmalıdır” diyerek sevginin önemini vurgulamıştır.

Misyonerlerin karşı toplumlar için kullandıkları ve “sevgi” metodundan yeterince yararlanamadıkları yerlerde devreye soktukları bir diğer etkili metot “nifak” hareketleridir.

Nitekim Londra Misyoner Teşkilatı başkanı: “Biz İngilizlerin müreffeh ve saadet içinde yaşamamız için Müslümanlar arasına nifak tohumları ekmemiz lazımdır. Onların içinde ihtilaf kıvılcımlarını tutuşturmalıyız. Biz Osmanlı Devleti’nin her tarafına fitne sokarak onu yıkacağız.” diyerek bunu açıkca ifade etmiştir.

Misyoner-Casus teşkilatı başkanı, Osmanlı Devletinde faaliyet gösteren Hampher’e “Eğer sen İslam ülkelerinde sünni-şii kavgasını başlatabilirsen, Büyük Britanya’ya en büyük hizmeti yapmış olacaksın” demiştir.

Misyonerler gittikleri ülkelerde inanç ve ahlaki değerleri zayıflatabilmek için müstehcen filmler, içki fuhuş ve uyuşturucudan da yararlanmayı ihmal etmemektedirler. Ayrıca özel okullar, dil kursları gibi gençliği hedef alan örgün ve yaygın eğitim kurumları misyonerliğin en etkili faaliyet alanlarından birini oluşturmaktadır.

Bütün bu metotların başarısını Misyoner Zwemer’in şu sözleri ibretle özetlemektedir: “İslam memleketlerindeki misyoner teşkilatları faaliyetlerinin iki cephesi vardır; yapıcı, yıkıcı veya başka bir tabirle eritici ve yeniden şekil verici. Mesela, Türkiye’deki muazzam değişikliklerin müsebbibi, Batı medeniyetinden ziyade misyonerlerde aranmalıdır. Mısır’da ve bütün İslam aleminde de durum aynen böyledir. Bu memleketlerde Hıristiyanlaşan Müslümanların sayısını öğrenmek için vaftiz istatistiklerine bakmamalıdır. Zira biz şuna eminiz ki günümüzde yüzlerce Müslüman kalplerinden İslam imanını çıkarmışlar ve Hıristiyan dinine gizlice inanmaya başlamışlardır. Onların Müslümanlığı böyledir”.

Dünyada yürütülen misyoner faaliyetleri daima ekonomik ve siyasi destekten yararlanmaktadır. Bir başka ifade ile misyonerler Hıristiyan toplumlara ekonomik ve siyasi çıkar sağlamaktadırlar. Misyonerler başlangıçta masum gibi görünen dini duygularla muhataplarıyla ilişkiye girmekte, bunu belli bir ekonomik ve siyasi güçle desteklemektedirler. Daha sonra muhatap kitlelerin Hıristiyanlaştırılması, o yörelerin ekonomik ve siyasi sömürüye hazır hale gelmesine imkan sağlamaktadır. Afrika ve Uzak Doğu bunun en canlı örneklerinin yaşandığı yerlerdir. Aynı şekilde şunu bütün açıklığıyla söylemek mümkündür ki, dünyanın neresinde bir çatışma varsa orada dinin ve dolayısıyla misyonerlerin parmağı bulunmaktadır.

Hangi ad ile tanınırsa tanınsın, hangi mezhebe hangi tarikata mensup olursa olsun misyoner, her halukarda kendini kiliseye adayan adamdır. O, İncil’in bir neferidir. Her an İsa ile Hıristiyanlık uğruna canını veren mistiklerle beraberliğini düşünmektedir. Misyoner bu hedefi için her şeyi yapmayı göze alabilir. Hiç kimsenin çalışmadığı yerlerde çalışabilir. Nitekim misyonerler, anaokulu ve kreşlerde, çocuk yuvalarında eğitimin her kademesinde, hastanelerde, huzurevlerinde ve hatta açık misafirhanelerde hayır hizmeti adı altında görev yaparlar. Dolayısıyla tarihin hiçbir döneminde misyonerlik faliyeti sona ermemiştir.

Niçin Türkiye
Son yıllara kadar, uzun tarihi süreçte misyonerlerin en çok emek ve para harcayarak Hıristiyanlaştırmak istedikleri bölgelerin başında Türk dünyası ve Türkiye gelmektedir. Harcadıkları büyük paralar, sarf ettikleri büyük emeklere rağmen bu gayelerine ulaşamayacaklardır. Onları bu başarısızlığa iten ana unsur Türklerin sahip oldukları iman, karakter, seciye, kişilik, örf, adet ve geleneklerdir. Misyonerler çarptıkları bu yalçın kayaları aşmak, karşılaştıkları bu muazzam kalenin surlarında gedikler açmak için yılmadan usanmadan çalışmalarına devam etmektedirler. Bunun belli başlı iki sebebi vardır. Birincisi Türklerin üzerinde yaşadıkları bu topraklar, diğeri ise Türklerin bizatihi kendileridir.

Öncelikle şunu hatırdan uzak tutmamak gerekir ki, Anadolu Hıristiyanlığın ilk yayıldığı yerlerdir. Bugünkü Hıristiyanlığın kurucusu olarak bilinen Pavlus’un hatıralarının saklandığı ve Hıristiyanlar için hac merkezi olarak kabul edilen yerlerdir. Ayrıca burası, yıllarca Hıristiyanların yaşadıkları, tarihi ve kültürel anılarının bulunduğu topraklardır. Belki en az bu tarihi ve kültürel özellikler kadar Türkiye jeopolitik konumu itibariyle de Hıristiyan dünyası için vazgeçilmez bir özelliğe sahiptir. Muhtemelen bu son durum dünya siyaset ve ekonomik dengelerini elinde bulunduran Hıristiyan çevreler için çoğu yapay karakterli Hıristiyanlık hatıralarından daha fazla önem arz etmektedir.

Amerikan “Board” teşkilatı tarafından Osmanlı topraklarına gönderilen Fısk ve Pasion’a 1 Aralık 1883’te verilen talimat mektubunda Anadolu’nun bu özelilğine dikkat çekilmiştir:

“Bir fetih savaşına girmiş askerler olduğunuzu unutmayın ve her ne kadar mücadele manevi alanda, kafanın kafayla, kalbin kalple mücadelesi ise de, sizin silahınız Tanrı’nın inayetiyle güçlendirilmiş bir silah ise de, Napolyon’un askeri girişimlerindeki kadar araştırma, bilgi ve düşünceye ihtiyaç gösterir. Bu mukaddes ve vaad edilmiş topraklar, silahsız bir haçlı seferiyle geri alınacaktır.”

Misyoneler açısından 19. yüzyıl Türkiyesi bir “İncil Ülkesi”dir. (Bible Land). Aynı şekilde Türkiye Orta Doğu’nun ekmek sepeti ve Asya’nın anahtarı durumundadır. Gerek yer altı ve yerüstü zenginlikleri gerekse üç tarafının denizlerle çevrili ve üç kıtanın merkezinde bulunması Türkiye’nin önemini artırmaktadır. Bir anlamda Türkiye sahip olduğu jeopolitik ve jeostratejik imkanlar sayesinde dünyadaki ekonomik, siyasi, askeri ve dini merkez durumundadır. Bu özellikleri misyonerler ve onların tetikçisi ekonomik ve siyasi çevrelerin iştahını oldukça artırmaktadır. Ayrıca Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası ortaya çıkan manzara, oralarda kurulan devletlerin Türkiye ile tarihi ve kültürel bağlarının bulunması ve ekonomik yönden sömürülmeye müsait olarak yorumlanması, Türkiye’nin önemini daha da artırmaktadır.

Türkler misyonerlerin ulaşmayı çok arzuladıkları ama bunu bir türlü istedikleri oranda gerçekleştiremedikleri bir toplumdur. Müslüman olduktan sonra Türklerin İslam ve Müslümanlara sağladıkları katkılar ve insanlığa getirdikleri huzur ve güven tarihin her döneminde kabul gören bir gerçektir. Aynı şekilde onların İslam ve Müslümanları, Hıristiyanların zararlarından korunmaları noktasında yaptıkları üstün başarı ve fedakarlık her türlü takdirin üzerindedir. Bütün bu güzellikleri Hıristiyan dünyası kendisi için bir zarar olarak telakki etmiş ve yıllarca bunun intikamını almak için fırsat kollamıştır. Zaman zaman bu emellerine kısmen ulaşmıştır.

Günümüzde Türkiye’de geçmiştekinden daha yoğun ve etkili misyoner faaliyetleri yapılmaktadır. Şüphesiz bu alanda en çok etkilenenler Türkiye’deki gayri müslim dini azınlıklar olmuştur. Ancak mahalli unsurların bunlardan zarar görmediğini söylemek de mümkün değildir. Avrupa Birliği öncesi heves ve sarhoşluk ortamını ve ekonomik krizi fırsat bilen bazı vakıf, medya ve basın organlarının da destiğini sağlayan misyoner teşkilatlar yoğun bir kampanyaya başlamış ve özellikle büyük şehirlerimizde gençler arasında kısmen etkili olmaya başlamışlardır. Yeni yeni kiliseler açılmakta ve binalarda misyonerlik faaliyetleri yapılmaktadır. Bazı gafil ve art niyetli çevrelerin Avrupa’daki Türk işçilerinin sadece kendi dini vecibelerini yerine getirmek için yetkililerin izin verdikleri yerlerdeki camilerle mukayese ettiği bu kiliselerin müdavimleri Hıristiyanlar değil, Hristiyanlaştırılmak istenen Müslüman Türk çocuklarıdır. Bu durum, yetkili ve ilgililerin özellikle duyarlı olmak zorunda olduğu bir husustur.

Günümüzde Hıristiyan Dünyası Türklerin kendileri ile olan geçmişteki hesabını henüz kapatmamıştır. Misyonerlerin sözde sevgi, barış ve hoşgörü maskesi altında yürüttükleri faaliyetler, Türk Milletinin bütün tarihi ve kültürel değerlerinin dejenarasyona uğramasına neden olmaktadır. Bugün içine düştüğümüz değerler erozyonu, ahlaki buhran ve kimlik bunalımında gizli intikam duyguları, sahte sevgi, insan hakları ve barış şeklinde kamufle edilmesinin etkileri vardır.

Misyonerler, sahip oldukları tecrübe, ekonomik imkan, sabır, bazı basın ve medya desteği yanında, iç ve dış işbirlikçilerinin de katkılarıyla avladıkları masum çevreleri saflarına çekmekte ve onları Türkiye’nin geleceğini çökertmek için bir araç olarak kullanmaktadır.

Unutulmamalıdır ki, tarih boyunca misyonerlerin yaldızlı sözleri ve sahte uygulamaları bu milleti Hıristiyanlaştırmaya yetmemiş ve maskelerini hep düşürmüştür. Mithat Cemal Kuntay’ın dediği gibi “Fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır”. İnanıyorum ki misyonerlerin oyunları yine bozulacak ve bu millet insanlığın günümüzde daha fazla muhtaç olduğu barış ve huzur ortamının hazırlanmasına katkı sağlayacaktır.
Son düzenleyen Safi; 12 Ekim 2018 20:34