Bizans'ta manastır sisteminin kökenleri
"Uzun tarihi boyunca Bizans toplumunun her kademesini derinden etkilemiş olan bu kurumun kökenini tespit etmek için imparatorluğun ilk yüzyıllarına dönelim şimdi. Manastır sisteminin ortaya çıkışı, Roma İmparatorluğu'nda Hıristiyanlığın yayılmasıyla yakından ilişkilidir; ilk keşişler, Hıristiyanlara yönelik zulmün son evrelerini içeren 3. yüzyıl sonlarında ortaya çıkmıştı. Sonraki yüzyılda, İmparator Constantinus'un Hıristiyanlığı kabul etmesinden hemen önceki evreydi bu.
"Manastır" sözcüğü Yunanca μονάζω (tek başına yaşamak) fiilinden türemiştir; nitekim ilk keşişler, tek başına yaşayan birer münzeviydi. Dini bütün Hıristiyanlar, baskı ve zulümden kurtulmak için çöle sığınır, orada rahatsız edilmeden ibadetlerini yerine getirerek çilekeş bir hayat sürebilirlerdi. Geleneksel anlatıya göre bu çetin hayat tarzını benimseyen ilk kişi, Paulus adında biriydi (Havari Paulus'la karıştırılmaması için ‘İlk Münzevi’ adıyla anılır). Muhtemelen İmparator Decius zamanında (249-51) baskılardan kaçan Paulus, Mısır çöllerindeki dağlara çekilip bir mağarada yaşamaya başlamış. Hemen yakınlarda bir palmiye ağacı bitmiş ve bir pınar akmaktaymış. Palmiye yapraklarından kendine giysi yapan Paulus'a bir karga her gün bir somun ekmek getiriyormuş. Böylece her türlü ihtiyacını karşılayan Paulus, ölene dek 60 yıl boyunca huzur içinde yaşamış burada.
Kendisinden genç bir çağdaşı olan Aziz Antonios çok daha fazla tanınmaktadır. Bunu da 4. yüzyılda, Kilise Babası İskenderiyeli Athanasios'un kaleme aldığı yaşamöyküsüne borçluyuz. Sonradan bütün azizlerin yaşamöykülerine model olan bu eser, ortaçağda hem Doğu'da hem Batı'da yaygın biçimde okunmuştur. Paulus yapayalnız yaşıyordu; Aziz Antonios'un yanına ise müritleri akın etti ve böylece keşiş toplulukları gelişmeye başladı. Keşişler hafta içinde ayrı ayrı hücrelerde kalıyor, dua edip hasırdan şilteler yapıyorlardı; hafta sonunda ise ibadet için toplanırlardı. Bu tür manastır topluluklarına tavra adı verilirdi. Aziz Antonios'un önemi, şahadet olmaksızın fakat nefsi körelterek kutsiyete erişmenin yeni bir yolunu göstermiş olmasından kaynaklanır.
"İnancı öylesine güçlüydü ki, bütün gece hiç uyumadan durduğu olurdu, hem de bunu bir değil birçok kez yaparak herkesi hayrete düşürmüştü. Günde bir kez, günbatımından sonra yemek yiyordu; iki günde bir yediği de olurdu, hatta pek çok kez dört gün durduktan sonra yemek yemişti. Onun gıdası ekmek ile tuzdu; bir tek su içerdi; et ile şarabın sözünü etmek zaten yersiz olur zira samimiyetle münzevi hayatı süren diğer adamlar için de söz konusu değildi bunlar. Sazdan bir şilte üzerinde uyur ama çoğu zaman doğrudan çıplak toprağa uzanırdı." 1
4. yüzyıl başlarında insanlar, Antonios'u örnek alarak çöle koşuyorlardı Hıristiyanlığın kuruluşuyla birlikte manastır yaşamının çöküşe geçmesi beklenebilirdi, çünkü ilk başlarda çok sayıda keşiş, baskılardan kaçarak çöle sığınmıştı. Ancak Hıristiyanlık hoş görülmeye başlanınca keşişlerin sayısı daha da arttı. Birçok Hıristiyan, artık inançlarının yeterince sınanmadığı hissine kapılarak kendi çetin sınavını kendi yaratmak üzere çöle çekilmeye başladı. Üstelik sadece erkekler değil, kadınlar da münzevi oluyordu; fakat bu kadın münzevilerin bir kısmı, tecavüze uğramamak için ya da kendi cinselliklerini inkar ettiklerinin ifadesi olarak erkek kılığına girmekteydi.2 Aziz Antonios'un yaşamöyküsünde Şeytan'ın şöyle yakındığı duyulur: "Zayıf düştüm ben ... Artık ne bir yerim var, ne silahım, ne şehrim. Hıristiyanlar her yere yayılmış, sonunda çöl bile keşişlerle doldu."3
Ancak Hıristiyanlar, uhrevi olmayan sebeplerle de, sözgelimi vergiden ve askerlikten kaçmak için keşişliğe yönelince sorunlar başladı. Yine Aziz Antonios'un Yaşamı'ndan bir alıntı yapacağım:
"Böylece ibadet çardakları gibi hücreler kurdular dağlarda; sürekli mezmurlar söyleyen, okumayı seven, oruç tutan, dua eden, gelecekte olacakları sevinçle bekleyen mübarek topluluklarla doldu buralar... Kendiliğinden gelişmiş, dindarlık ve adaletle dolu bir toprak parçası görebilmek gerçekten mümkündü artık. Zira burada ne kötülük edenler vardı, ne kötülüğe uğrayanlar, ne de vergi tahsildarının aşağılamaları: Bunların yerine, yegane amacı fazilet olan çok sayıda çilekeş bir araya toplanmıştı... Geniş mülkleri olan çok sayıda asker ve adam hayatın yüklerini bir yana bırakıp ömürlerini keşiş olarak geçirmeye gelmişti."4
Aslında o kadar çok genç adam çöle çekilmişti ki, sonraları, 4. yüzyılda bir imparator, kamusal görevlerinden kaçmak için manastırlara sığınan keşişlerin buralardan çıkarılması için emir verdi.
Lavra'larda yaşayan münzevilerle keşişlerin yanı sıra 300 dolaylarında Mısır'da başka bir manastır sistemi gelişti. Adını Yunanca кοıνоζ ßıоζ, yani ‘ortak yaşam’dan alan bir tarikat manastırıydı bu. Yukan Mısır'da, Teb ile Luksor'un hemen kuzeyinde, son derece örgütlü bir yapı göstererek gelişen bu manastır sisteminin kurucusu, Pakhomios idi. Tarikat manastırlarında münzevilerin zaten uymakta olduğu yoksulluk ve iffet erdemlerine bir üçüncüsü, itaatkarlık erdemi eklenmişti. Manastır bir başkeşişin yönetimindeydi ve keşişler de ona itaat etmek zorundaydı. Münzevi keşişler, kendi hayat tarzlarını kendileri belirliyor, dolayısıyla da kurtuluşa erme doğrultusunda kişisel manevi programlarını oluşturuyorlardı. Tarikat manastırlarında ise düzenli olarak toplu ibadet yapılmaktaydı ve bütün keşişler bunlara katılmakla yükümlüydü, Ayrıca her keşişten el emeğine dayalı belli bir iş görmesi, örneğin tarlada çalışması ya da kumaş dokuması beklenirdi. Muazzam genişlikte olan Pakhomios manastırlarında çoğu zaman yüzlerce, hatta bazen binlerce keşiş yaşıyordu.
Bu ilk 'çöl babaları'nın hikayelerini okuyunca, birbirini izleyen olaylar içinde belli temaların tekrar tekrar gündeme geldiği görülür. Bunlardan biri, keşişlerin kadın cinsine duyduğu tiksintidir; kadınlarla her türlü temastan kaçınmak için iyice aşırıya varan önlemler aldıkları görülür. Sözgelimi bir keşiş, günün birinde annesini sırtlayarak ırmaktan geçirmek zorunda kalmıştır. Karısını taşırken, ona dokunmamak için giysisiyle örtmüştür ellerini. Annesi ellerini niye örttüğünü sorunca şöyle der: ‘Çünkü kadın bedeni ateştir. Sana bile dokunacak olsam, başka kadınların anısı doluşur ruhuma.’5
Bu cinsel takıntının bir yüzü de kişinin kendi bedeninden tiksinmesidir. Mısırlı keşişler asla yıkanmaz ve giysi değiştirmezmiş; Pakhomios kurallarına göre keşiş ancak hastaysa yıkanmasına izin verilmiştir. Yazılanlara göre Aziz Antonios'un,
‘iç yüzeyi kıl kaplı bir giysisi vardı, dışa gelen tarafı ise deriydi bu giysinin ve ölene dek onu sırtından çıkarmadı- Asla suyla vücudunu yıkayıp kirlerini temizlemezdi, ayaklarını da yıkamaz, hatta zorunlu kalmadıkça suya bile sokmazdı onları. Ayrıca hiç kimse onu soyunuk görmüş değildi, öldükten sonraki gömme işlemini saymazsak kimse çıplak görmedi vücudunu.’6
Keşişlerin seksten uzak durma takıntısının yanına olsa olsa yiyeceklerden uzak durma takıntısı yaklaşabilirdi. Kimin en az yiyebileceği üzerine birbirleriyle yarışırlardı. Mesela Büyük Makarios bir keresinde bütün Büyük Perhiz dönemini haftada yalnızca bir kez yemek yiyerek geçirmişti ve o da, pazar günleri yediği birkaç lahana yaprağından ibaretti!"