UZUN SÜREÇ’TE KÜRESELLEŞME
Küreselleşme denen olgu -her ne ise- birden bire mi karşımıza çıkmıştır? Çoğu küreselleşme analizi uluslararası bir finans ağının oluşması, çokuluslu şirketlerin yaygınlaşması, yeni iletişim teknolojilerinin gelişmesi, neo-liberal ekonomik politikaların dünyanın dört bir yanına yayılması, vs. gibi birçok gelişmeye bakarak küreselleşmeyi sanki 90’lı yıllarda birden bire karşımıza çıkan bir olgu olarak tanımlamaktadır. Bu yaklaşım tarihsel perspektiften yoksun olduğu için
totoloji ile sonuçlanmaktadır: Analiz edilmeye çalışılan olgu kendisiyle bağlantılı olan gelişmelerle açıklanmaktadır. Birden bire ortaya çıktığı düşünülen gelişmeler küreselleşmenin hem sebebi hem de sonucudur. Bu yaklaşım ne küreselleşmeyi, ne de yeni olduğu iddia edilen gelişmelerin nasıl oluştuğunu açıklayabilmektedir.
Tarihsel bir analize başlayabilmek için sınırları net bir şekilde belirlenmiş bir odak noktasının belirlenmesi gereği ortadadır. Küreselleşmeye yönelik bir çalışmada bu odak noktası kapitalist sistemin kendisi olabilir, ancak şüphesiz ki kapitalizmin tarihsel gelişimi bu çalışmanın sınırlarını aşan hem çok iddialı hem de çok detaylı bir çalışmanın konusudur. Bu açıdan takibi daha kolay olan ve kapitalist sistemin geçirdiği evreleri tespit etmeyi sağlayabilecek başka bir odak noktası bulunmalıdır. Bu odak noktası, kanımızca kapitalist sistem içerisinde oluşan dönüşümlerle diyalektik bir ilişkisi olan
üretim sistemleri olabilir.
Üretim sistemlerinden kastedilen
üretim sürecinde kullanılan yöntem ve tekniklerin tümüdür. Salt üretim sürecine ait mikro-ekonomik bir kavram gibi gözükmekle birlikte, çok daha geniş açılımları olan bir kavramdır. Üretim sistemlerinde yaşanan değişiklikler yoktan var olan gelişmeler değildir: Bunlar içinde yer aldıkları dönemin toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel, uluslararası, vs. şartların ve dinamiklerin karşılıklı etkileşimi sonucunda oluşurlar. Kendileri de, aynı türden bir etkileşim süreciyle, makro-ekonomik politikalara yön vererek siyasal, sosyal, kültürel yapıların yeniden yapılanmasında etkili olmaktadırlar[21]. Üretim sistemlerinin ne olduğu ve toplumsal gelişme üzerindeki etkileri ilerleyen bölümlerde daha netleşecektir.
Bu noktada bir konuya açıklık getirmek gereksinimi vardır: Kapitalizm sadece ekonomik bir sistem değildir; farklı farklı değerler sistemi, tüketim tarzı, toplumsal yapılanma, devlet türü, vs. olan farklı evreleri vardır. Kapitalist sistemin gelişiminin ve evrelerinin tespiti bu boyutlardan herhangi birinin -diğer boyutlarla diyalektik ilişkide bulunduğunu göz ardı etmeden- ele alınmasıyla mümkün olabilir. Bu boyutlarda herhangi birinin tercih edilmesi, ontolojik olarak birini ötekilerin üstüne koymak anlamı taşımaz; bu seçim sadece sağlıklı bir analize başlamak için gerekli
ilk adımdır. Bu çerçevede baştan belirtilmelidir ki üretim sistemlerinin tarihsel analizin odak noktası yapılması ontolojik bir tercih değildir. Amacımız hiçbir şekilde
teknolojik bir determinizm yapmak değil, sadece endüstriyel kapitalizmin gelişimini ve evreleri tespit edebilmek için bir
araç seçmektir.
Sanayi Devrimi sonrası Kıta Avrupa’sında filizlenen endüstriyel kapitalizmin gelişimi esnasında üretim sistemlerinde iki büyük dönüşüm gözlenmiştir. Bu dönüşümler sonucunda farklı ekonomik, siyasal ve toplumsal konfigürasyonu olan iki dönem ortaya çıkmıştır. Aşağıda kısaca bu iki dönemin gelişimleri, dinamikleri ve ne tür ekonomik, siyasal, sosyal etkiler yarattıkları incelenecektir.
SAVAŞ SONRASI FORDİST DÖNEM
19. Yüzyıl Avrupası’nın analizini yapan Karl Polanyi, bu dönemdeki en temel kurum olarak
serbest piyasa ekonomisini işaret etmekte ve döneme hakim olan
liberal devlet,
altın standardı ve
uluslararası güç dengesinin hep bu kurum çerçevesinde şekillendiğini belirtmektedir. Polanyi’ye göre ‘liberal devlet serbest piyasa ekonomisinin bir ürünüydü, altın standardı serbest piyasa ekonomisini uluslararası alanda uygulanması içindi, uluslararası güç dengesi de dünyanın dört bir yanında yaygınlaşan serbest piyasa anlayışının korunmasına yönelikti’[22]. Her şeyin serbest piyasa ekonomisi mantığında yürütüldüğü bir dönemde üretim şekli de bu etkileşimden saklı kalamazdı: Liberal devletin sağladığı meşru zeminde ‘maksimum karlılık için emeği sömürmek’ üretimin temel ilkesiydi.[23] Bu dönemde, maksimum karlılık için, emeği uzun çalışma saatleri ve düşük ücretlerle çalıştırmaktan başka herhangi bir üretim sisteminin kullanıldığını söylemek mümkün değildir.
Bu vahşi kapitalist üretim sistemi 20. Yüzyıla girildiğinde yerini yeni bir sisteme bırakmaya başlamıştır[24]. Bu yeni üretim sisteminin ismi 1914 yılında mekanik montaj bandı ilk defa fabrikasında kullanıma sokan Henry Ford’la özdeşleşti: Fordizm[25]. Bu üretim sistemi salt mikro-ekonomik açıdan ele alındığında,
standart malların üretimine yönelik özel bir teknik ve iş bölümünü kapsayan bir üretim konfigürasyonuydu[26]. Yarı kalifiye ve uzman isçi kullanan bu üretim sistemi, -montaj bantları gibi- özel mekanik sistemler ve makineler kullanarak
ölçek ekonomisi prensibiyle
kitlesel üretim yapmaktaydı. Fordizm’in ilk sistematik kullanımı A.B.D.’nde, II. dünya Savaşı sırasında büyük sıçrama kaydeden silah ve savunma sanayiinde, gerçekleşmiş ve bu üretim sisteminden yüksek
verim elde edilmişti.[27]
Yapısı gereği
‘ulusalcı’ olan Fordizm’in popülaritesi Savaş sonrası şartlarda Avrupa’da da artmıştı. O dönemin uluslararası şartları böyle bir yaygınlaşmaya müsaitti[28]: Sınırsız uluslararası ticaretin dünyaya barış getireceğini savunan sermaye destekli liberal tez savaşlarda ödenen ağır faturalarla çürümüş ve ulusal ekonominin önemi anlaşılmıştı; Savaşlar Avrupa ülkelerinin ekonomik altyapısını çökertmiş ve yeniden yapılanmayı sağlayacak ekonomik kalkınma hamleleri ve korumacı ekonomik politikaları kaçınılmaz kılmıştı; ve bütün bunlara ek olarak sosyal politikalar yönünden alternatif bir bakış açısı sağlayan sosyalist modelin albenisi artıyordu.
Savaş sonrasında hem uluslararası ticaret olanaklarının çok kısıtlı olması, hem de savaşla perişan olmuş ekonomik yapının tekrar kurulması gereği, Avrupa ülkelerini içe dönük, korumacı yeni bir alternatife yönlendirdi. Mikro-ekonomik seviyede bir uygulama olan Fordizm’i merkez alarak yapılanan John Maynard Keynes’in ekonomik modeli Avrupa genelinde uygulanmaya başlandı. Bu model Fordizm’in pozitif döngüsüne dayanmaktaydı: kitlesel üretim sürecinde ölçek ekonomilerine bağlı olarak artan verimlilik, artan verimliliklerle yükselen karlar, karların adilane paylaşılmasıyla artan alış gücü, alış gücünün yükselmesiyle artan talep, talebin daha da artmasıyla daha da artan karlar, daha fazla yatırım, yeniden artan üretkenlik ve bu şekilde sürüp giden bir döngü. Keynesçi modele göre bu pozitif döngüyle yakalanacak kalkınma hamlesi devletin sosyal işlevlerini de yerine getirmesini sağlayacaktı.
İlginçtir ki bir mikro-ekonomik uygulama olarak Fordizm Savaş sonrasında Avrupa’da çok belli başlı sektörler dışında yaygın olmamıştır.[29] Ancak, buna rağmen Fordizm çerçevesinde yapılanan makro-ekonomik politikalar gündeme gelmiş ve Polanyi’nin kitabına adını verdiği ‘Büyük Dönüşüm’[30] gerçekleşmiştir: Avrupa’da sosyal politikalara ve devletin ekonomideki yeri ve müdahalesine geçmişe oranla daha fazla önem veren Keynesçi ekonomik politikalar yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu çerçevede ücret artışları verimliliğe endekslenmiş, sendikalarla isletmeler arasında toplu pazarlık yapılması sağlanmış, Fordist olmayan diğer sektörlerde de paralel ücret artışları sağlanmış, vergilendirmeyle sosyal hizmetlere ağırlık verilmiş, tekelci bir rekabet ortamı oluşturulmuş, devlet kitlesel tüketimi sağlayacak istihdam ve destekleme politikalarına gitmiştir[31].
Ancak 1960’li yıllarla birlikte kitlesel üretime yönelik Fordist model bir çok açıdan çok maliyetli olmaya başlamıştı.[32] Üretici açısından bakıldığında, ki bunlar tekelci bir ortamda ön plana çıkmış büyük firmalardı, sendikal hareketlerle güçlenen isçi baskısı, monoton üretim sürecinde düşen kalite, standart malların tüketiminde yaşanan doygunluk (kitlesel talebin azalması), emek maliyetleri çok düşük olan Üçüncü Dünya ülkeleriyle zorlaşan rekabet ortamı gibi faktörler verimliliği daha doğrusu karlılığı düşürmüştü.[33] Kısaca sermaye için, Fordist yoğun üretim sistemleri yenilikçi karakterlerini kaybetmişti.
Bu noktadan sonra ücret artışları ile verimlilik artışları arasında paralellik bozulmaya, verimlilik düşmeye, enflasyon ve işsizlik oranları artmaya başladı. Avrupa genelinde, temel olarak tüketimin düşmesi sonucu ekonomilerin büyüme hızında göreceli olarak düşüş yaşanmaya başladı[34]. Refah döneminde oturtulmuş sosyal hizmetlerin karşılanması bütçelere büyük yük getirmeye ve ekonomiler üzerinde enflasyonist bir baskı yaratmaya başladı. 60’larin ortalarında başlayan bu enflasyonist baskılara, bir de 70’li yıllarda yaşanan petrol krizlerinin etkisi eklendi. Sermaye, karlılık peşinde, yeni bir yönteme baş vurmaya mecburdu.
KÜRESELLEŞMEYE GİDEN YOL: POST-FORDİZM
Bu gelişmeler sonucunda kitlesel üretimden temelinde yapılanan Fordizmden ‘esnek üretim’e, yani her an değişebilen talep durumuna göre üretim yapmaya imkan tanıyan yeni bir üretim sistemi olan Post-Fordizm’e geçildi.[35] Post-Fordizm, mikro-elektronik ve bilgisayar teknolojilerinde yaşanan ilerlemelere paralel olarak geliştirilen[36] ve aynı ürün bandında olan ancak farklı nitelik ve niceliklerde üretime imkan tanıyan esnek mekanik sistemleri kullanıyordu. Nitelikli ama Fordizm’e oranla daha az sayıda iş gücü gerektirmekteydi.
Sermayenin karlılık motivasyonu ile gerçekleştirdiği Fordizm’den Post-Fordizm’e geçiş süreci, gelişmiş ülkelerin ekonomik yapılarını da yeniden şekillendirdi. Yerli piyasalarda çeşitlilik arz eden mallara yönelik artan talep sonucunda kendilerine faaliyet alanı açılan orta ve küçük ölçekli firmalar çoğalmaya başladı. Hizmet sektöründe büyük bir patlama yaşandı. Standart malların azalan tüketimi, büyük firmaları söz konusu mallara kitlesel talebin olduğu yeni uluslararası pazarlara yöneltti. ‘Çokuluslu Keynescilik’[37] olarak adlandırılan bu strateji sonucunda büyük firmalar faaliyet alanlarını az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin yerel sermaye gruplarıyla kurdukları ortaklıklar vasıtasıyla dünyanın dört bir yanına yaydılar.
İş organizasyonlarının değişime uğraması ve esnek üretim ve yönetim tekniklerinin uygulanmaya başlanması ile işverenlerin üretimdeki inisiyatifleri artarak emek piyasası koşulları isçi aleyhine gelişti. Basta A.B.D., Japonya, İngiltere, Fransa ve Almanya merkezli büyük firmaların az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin piyasalarına girişi, bu ülkelerdeki ‘ucuz’ emeğe ulaşılması için yeni imkanlar doğurdu. Çokuluslu şirketler (ki daha sonra
uluslaraşırı bir karakter kazandılar) sadece pazarlarını genişletmek için değil, ayni zamanda ucuz emek için de yayılmacı bir strateji izlediler.
Yapısı gereği ulusal olan Fordizm çerçevesinde yapılanan Keynesçi iktisat politikalarının başarısız olması sonucunda,
uluslararasıcı neo-liberal iktisat kuramı gündeme geldi. Bu kuram ‘klasik dönem’de hakim olan ve Adam Smith, Leon Walras ve Alfred Marshall’ın temellerini attıkları klasik iktisat kuramının epistemolojik temelleri üzerine kurulmuştur. Temel varsayımı insanın tarihüstü bir doğası olduğudur: Birey, normal şartlarda,
akılcı seçimler yaparak
kendi menfaatlerini maksimize eder. Toplumu oluşturan her bireyin doğasında olan bu özelliğini kullanmasıyla
rekabetçi piyasa şartlarına ulaşılır. Rekabetçi piyasa şartları, hiçbir kişi ve kurumun müdahalesi olmadan,
kişisel faydaların toplamı olarak görülen sosyal fayda için de optimum çözümdür.
‘Görünmeyen el’ rekabetçi piyasa koşulları içerisinde optimum dengeyi sağlar[38].
İktisadi yapıda yaşanan dönüşüm ve bu dönüşümü destekleyen kuramın popülaritesini arttırması siyasal gelişmelerle de eşgüdümlü gidiyordu. . 80’li yıllarla birlikte neo-liberal görüş siyaset sahnesinde yerini almaya başladı: Amerika’da Ronald Reagan, İngiltere’de Margeret Teacher ve Almanya’da Helmut Kohl’un liderliklerini yaptıkları neo-liberalizm temsilcisi sağcı partiler iş başına geldiler. Bu liderler, ellerinde bulunan güç araçlarını kullanarak neo-liberal iktisat politikalarının ve neo-liberal ideolojinin yer
kürenin tüm noktalarına yayılmasını ve gerekirse dayatılmasını kendilerine misyon edindiler.
Neo-liberal stratejistler amaçlarında çok başarılı oldular -nasıl oldukları konusuna ileride değinilecektir- ve bugün küreselleşmeyle özdeş tutulan gelişmeler bir biri ardına oluşmaya başladı. Dünyanın birçok yerinde is başına gelen neo-liberal görüşün temsilcisi hükümetler, yeni oluşan uluslararası rekabet koşullarını bahane ederek, sermaye gruplarının lehine, başta emeğe yönelik politikalar olmak üzere bütün sosyal politikaları gevşetmeye başladılar. Kamu politikalarında teknik/faydacı akılcılık çerçevesinde devletin ekonomik alandaki konumu yeniden yapılandı ve özelleştirme uygulaması -dünya çapında- hızla yayıldı. Çokuluslu şirketler hem sayıca arttılar, hem de faaliyet alanlarını ‘Küre’nin her yanına genişlettiler. McDonalds ve Coca-Cola gibi çokuluslu firmalar ve CNN, MTV gibi medya tekelleri vasıtasıyla kültür, sanat, eğlence ve tüketim alanlarında yeknesak ve dolayısıyla küresel formlar oluştu. Artan sınırlar ötesi ticaret hacmi uluslararası bir finans ağının oluşmasını sağladı. Verimliliği arttırma amacıyla geliştirilen işletme, odit ve danışmanlık gibi hizmetlerin dünya çapında yaygınlaşarak uluslararası ticaretin yayılma hızı ve iç uyumu sağlandı... İşte bugün geldiğimiz nokta bu.
Peki yukarıdaki analiz bize küreselleşme hakkında nasıl bir açılım sağlamaktadır? Kanımızca bu analiz küreselleşmeyi daha iyi anlamamızı sağlayacak temel aksiyomları vermektedir:
Kapitalist sistemin içerisinde çeşitli evreler olduğu;
Bir evreden bir evreye temelli toplumsal, siyasal, ekonomik sıkışmalar sonucunda geçildiği;
Her evrenin farklı üretim sistemi, değerler sistemi, tüketim tarzı, toplumsal yapılanma, devlet türünden oluşan özel konfigürasyonu olduğu;
Her evrenin konfigürasyonunun şekillenmesinde sermaye ve emek sınıflarından birinin ağırlıklı olarak etkili olduğu.
Bu aksiyomlar ışığında bakıldığında:
Küreselleşme
sanayi devriminden bu yana süreklilik arz eden
kapitalist sistemin 70’li yıllarda başlayan ve halen süren bir iç evresidir;
Küreselleşme olarak adlandırılan
bu kapitalist evre yoktan var olmamıştır; kendisinden önce var olan evrede[39] yaşanan ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sıkışmalar sonucunda yaşanan genel krizi takiben ve o krizin dinamikleriyle oluşmuştur,
Kendisine
özel bir konfigürasyonu vardır; Post-Fordizm çerçevesinde küresel üretim sistemleri, Batılı kültürel değerler, ulusal ve uluslararası ölçekte ‘serbest pazar ekonomisi’, (neo)liberal devlet anlayışı;
Bu konfigürasyonun şekillenmesinde
‘sermaye’ birinci dereceden etkili olmuştur.
KÜRESELLEŞME’DE KÜRESEL OLAN NEDİR?
Bu aşamada araştırılması gereken ikinci temel konu kendi içinde bütünlük arz eden bir dönem olarak kabul edilen küreselleşmeyi özel yapan olgu veya olguların tespit edilmesidir. Bir başka deyişle,
küreselleşmede neyin bir önceki döneme göre farklı olduğudur. Kanımızca bu sorunun cevaplandırılabilmesi için küreselleşme ile neo-liberal ideolojinin arasındaki ilişkinin tespit edilmesi gerekmektedir.
Küreselleşmeye hakim olan neo-liberal ideolojinin, kısaca neo-liberalizm, yapısını ve hedeflerini
söyleminden tespit etmek mümkündür. Neo-liberal söylemde, biri ekonomik biri de siyasal olmak üzere iki boyut vardır. Birinci boyut serbest ticaret, rekabet ortamı, deregulasyon, özelleştirme, vs. gibi kavramlar çerçevesinde yapılanan iktisadi düşünceden oluşmaktadır. İkinci boyut ise ‘demokrasi’ çerçevesinde yapılanan siyasal düşünceden oluşmaktadır. Neo-liberal söyleme göre ekonomik liberalizm ‘demokrasinin tesisi ve sağlamlaştırılması’nı beraberinde getirmektedir.[40]
Yukarıda kısaca özetlenen neo-liberal söylemin ekonomik ve politik boyutları birbirleriyle bağlantılı ancak
iki ayrı alanmış gibi tanımlaması ve bu ayırımı yaparak kendisini ‘iki boyutlu’ göstermesi neo-liberal ideolojinin gerçek yapısını gizlemektedir. Neo-liberal ideoloji çok boyutlu değil tek boyutludur, her ideoloji gibi bir bütündür, belli bir amacı vardır. Bu amaç, kendisini destekleyen grubun, yani
‘uluslaraşırı sermaye sınıfı’nın[41] hayat görüşünün yaygınlaşması ve menfaatlerinin gerçekleşmesidir. Neo-liberal ideolojinin, demokrasi söylemiyle, kendisini iki boyutlu göstermesinin temel nedeni de bu ideolojinin toplumun genel menfaati için olduğuna dair bir kanı yaratmaktır. Böylece ideoloji topluma mal edilerek gerçek sahipleri gizlenmektedir.
Bu çerçevede bakıldığında neo-liberalizm ‘küresel kapitalizmin gereklerine göre toplumları yeniden yapılandırmaya ve sosyal ilişkileri buna göre düzenlenmeye çalışan bir proje’dir[42]. Bu projenin -rakipsiz- hegemonyası küreselleşmeyi kapitalizmin diğer iç evrelerinden farklı kılmaktadır:
Neo-liberalizm ‘küresel’ boyutta bir hegemonya kurmuştur, bir başka deyişle
‘neo-liberalizm küreselleştirmiş’ tir.
Samir Amin’e göre ‘neo-liberalizmin hegemonyası’ 5 temel ‘tekel’ sayesinde sağlanmaktadır[43]: Dünya finans pazarlarının denetimi, medya ve iletişim tekelleri, teknolojik tekel, gezegenin doğal kaynaklarının tekelci kullanımı, kitlesel yok etme silahları üzerinde tekel. Bu 5 tekel bir bütün olarak alındığında neo-liberal ideolojinin nasıl bu denli güçlü bir hegemonya kurabildiği anlaşılmaktadır. Doğal olarak sorulacak soru bu tekellere kimlerin sahip olduğudur. Bu çerçevede bu tekellerden herhangi birisine göz atmak, tekellerin sahipleri konusunda aydınlatıcı olacaktır.
Amin’in ‘dünya finans pazarlarının denetimi’ olarak adlandırdığı mekanizmaya ‘küresel ekonominin denetimi’ demek daha doğru olsa gerekir. Neo-liberal söyleme göre piyasa mekanizması prensibiyle kontrol dışında -ve olumlu yönde- geliştiği iddia edilen küresel ekonomi, gerçekte sıkı bir denetim mekanizmasına sahiptir[44] . Bu mekanizma ‘A.B.D. liderliğinde Gelişmiş 7’ler (G7) tarafından’ IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü vasıtasıyla yürütülmektedir. Amacı ise ‘küresel piyasa disiplinini sağlamak’[45] ve Naom Chomsky’nin ‘Washington Konsensüsü’[46] olarak adlandırdığı neo-liberal ekonomik politikaların dünyanın dört bir yanına yayılmasıdır.
Dünya Bankası, IMF ve Dünya Ticaret Örgütünün oluşturduğu ‘üç ayaklı denetim mekanizması’ ulusal ekonomilerin G7’nin istediği yönde yapılanmasını sağlamaktadır[47]. Dünya Bankası’nın temel işlevi ulusal ekonomilerin küresel ekonomiye entegrasyonunu sağlamaktır. Bu amaçla ihracata yönelik büyümeyi tek alternatifmiş gibi göstermektedir. Ayrıca uluslaraşırı şirketler aracılığıyla sermayenin gelişmekte ve az gelişmiş ülkelere sokulmasını destekleyen bir aktör görevini üslenmiştir[48]. IMF, dış borcu olan 100’den fazla ülkeyi ‘Yapısal Uyum Programları’ ile ulusal ekonomilerini uluslararası serbest ticarete ve finans aktivitelerine açmaya, kamu harcamalarını ve dolayısıyla sosyal hizmetleri kısmaya, isçi-işveren ilişkilerini piyasa mekanizmasına bırakmak amacıyla devleti hakemlik konumundan çekmeye, devleti ekonomik alandan tamamiyle silmek için özelleştirme yapmaya zorlamaktadır. 1995 yılında kurulan Dünya Ticaret Örgütü ise ulusal ticaret politikalarını yaptırımları sayesinde denetim altına almak ve uluslararası bankalar ve uluslaraşırı şirketler lehine sınırlar ötesi ticareti düzenlemektedir. Bu üç kurum küresel ekonomiyi kontrolü altında tutarak, G7’nin istekleri doğrultusunda şekillendirmektedir.
SONUÇ
Bu çalışmada hakim sosyal bilimler geleneğinin küreselleşmeyi sağlıklı analiz edemediği düşüncesiyle daha gerçekçi bir analiz imkanı sağladığına inanılan yöntem tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu yöntemin temel ilkeleri
disiplinlerarası yardımlaşma ve dayanışma ile sağlanan
‘bütünselci’ bir yaklaşım, toplumsal yapılanmaların ve dönüşümlerin oluşumu ve gelişimini
‘uzun süreç’te irdeleyebilen bir
‘tarihselcilik’ anlayışı ve hakim söylem ve politikaların yapı ve amaçlarını gün ışığına çıkarabilecek ve yeni açılımları sağlayabilecek
‘eleştirel’ bir perspektif olarak tespit edilmiştir.
Bu ilkeler ışığında bakıldığında ‘küreselleşme’ ile kapitalizm arasındaki bağıntı ortaya çıkmaktadır. Kapitalizm sadece ekonomik bir sistem değildir: farklı farklı değerler sistemi, tüketim tarzı, toplumsal yapılanma, devlet türü, vs. olan farklı evreleri vardır.
Küreselleşme de kapitalist sistemin 70’li yıllarda başlayan ve halen süren bir iç evresidir. Bu evre yoktan var olmamıştır: Kendisinden önceki göreceli olarak sermayeye karşı emeği ön planda tutan kapitalist evrede yaşanan ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sıkışmalar sonucunda yaşanan genel kriz sonucunda sermaye inisiyatifinde gelişen bir evredir.
Bu evreyi liberal düşüncenin devamı olan neo-liberal ideoloji şekillendirmiş ve halen de şekillendirmektedir. Küreselleşmeye ait değerler sistemi, tüketim tarzı, toplumsal yapılanma, devlet türü, vs. gibi olguların tümü neo-liberal ideoloji ile meşrulaştırılmakta ve kurumsallaştırılmaktadır. Neo-liberalizm ‘küresel’ boyutta bir hegemonya kurmuştur. Bu hegemonya ‘A.B.D. liderliğindeki gelişmiş ülkeler tarafından kontrol edilen ‘tekeller’ sayesinde ‘küreselleştirilmektedir’.
Küreselleşme evresinde ticaretin ve finansın serbestleştirilmesi, fiyatların piyasalarca belirlenmesi, özelleştirilme, devletin ekonomiden çekilmesi ve kamu harcamalarının kısılması gibi ilkeler üzerine kurulmuş neo-liberal ekonomik politikalar aciz içindeki az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere dayatılmaktadır. Uygulanan ‘acı reçeteler’ sonucunda dünya genelinde gelir dağılımında bozulma, issizlikte hızlı bir yükselme, reel ücretlerde düşme, gıda bağımlılığında artma, çevrede ölümcül kirlenme, sağlık sisteminde bir bozulma, eğitim kurumlarına girmede bir düşme, birçok ulusun üretim kapasitesinde gerileme, dış borçlarda korkunç bir büyüme ve sosyal şiddet ve yolsuzluklarda patlama oluşmaktadır[49].
Neo-liberal ideolojinin liberal ekonomik politikaların demokrasiyi getireceği yönündeki iddialarının da geçersiz olduğu ortadadır. Ekonomik liberalizme zorlanan ülkelerin devlet yapıları, başta yoksulluğun artması ve gelir dağılımındaki dengesizliğin bozulması olmak üzere ortaya çıkan temelli problemler ve alt üst olan sosyal ilişki ve dengeler sonucunda, demokratikleşmek bir yana sadece ‘polis’ fonksiyonlarını yürüten kurumlar mahiyetine bürünmektedir[50]. Ekonomik liberalizm, savunucularının iddia ettiklerinin aksine, anti-demokratik uygulamaların kurumsallaşması yönünde ters bir etki yaratmaktadır. Etyen Mahçupyan’ın da belirttiği gibi ‘epistemolojik temelinin sakat ölçüleri ve pozitivist akıl yürütme biçimiyle liberalizm ve liberaller, günümüz krizlerinin ve hegemonik toplumsal yapılarının destekçiliğini yapmakta; üstelik kendilerini tam aksi misyonun temsilcisi sanmaktadırlar’[51].
Küreselleşme döneminin bu hızda ilerlemesi sonucunda ‘küresel’ şekilde yayılan büyük sorunlar ve çok ciddi sosyal rahatsızlıklar, ister istemez küreselleşmeyle benzer nitelikler taşıyan ve 2 büyük Dünya Savaşı ile sona eren ‘klasik kapitalist dönemin’ sonucunda oluşan acı gelişmeleri hatırlatmaktadır. Bu sürece şüpheci bakan birçok kesim ‘2. Büyük Dönüşüm’ beklentisi içindedir[52]. Kanımızca da bu dönüşüm eninde sonunda gerçekleşecektir. Bu süreçte eleştirel bakışın tek bir temel amacı olmalıdır: Bu dönüşümün korkunç insan ve doğa maliyetleri sonucunda değil, mümkün olduğunca erken ve asgari zararla gerçekleşmesini sağlamak. Bu amaç doğrultusunda yapılması gereken ise, küreselleşme evresinin motorik gücü olan neo-liberal ideolojinin temel felsefesinin, hegemonik yapısının ve amaçlarının gün ışığına çıkarılması ve bu bulguların kitlelere iletilmesidir. Böylece sadece ‘dünyayı anlamak’la kalmayıp, onu ‘değiştirecek’ duruma gelecek bir fikir dünyası da oluşturulabilecektir.
kaynak