Arama

Soğuk Savaş sonrası küresel sistemin evreleri arasındaki farklılaşma nedir?

Güncelleme: 23 Ocak 2009 Gösterim: 6.166 Cevap: 5
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
23 Ocak 2009       Mesaj #1
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Soğuk Savaş sonrası küresel sistemin birinci evresiyle ikinci evresi arasındaki farklılaşmaları
a- hangi olgu ve
Sponsorlu Bağlantılar
b- aktörle açıklamak mümkündür?
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
23 Ocak 2009       Mesaj #2
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
Küreselleşme ve Devrim
Mehmet Özgen - KIZILCIK DERGİSİ
Sovyet sisteminin çöküşüyle “komünizm tehlikesi” bertaraf olmuş ve dünya, ABD’nin hegemonyası altında tek kutuplu bir dünya olarak betimlenir olmuştu. Sonra küreselleşme ile birlikte dünyanın nihayet barış sürecine girdiği söylendi. Kimi aklıevveller bu gelişmeleri “tarihin sonu”yla betimledi. Onlara göre bu süreç, sınıf mücadelesinin ortadan kalkması ve liberalizmin mutlak zaferi olarak gerçekleşiyordu. Bu laflara soldan eşlik edenler oldu; “elveda proletarya”, “elveda başkaldırı” diyenler. Postmodern teoriler, Marksizmin teorik temellerini, devrim umudunu kemirip durdu. Uzun süre devrimin, sosyalizmin gerçekleşebilirliğinden söz eden olmadı. Çoğu Marksist yalnızca andı bu kavramları. Burjuvazinin ideolojik saldırısı onların bilincini ve umudunu da köreltmişti.
Postmodernizmin etkisiyle artan bu körelme “küreselleşme”yi kavramakta kendisini gösterir. Bir çok “Marksist”, eleştirel bir yaklaşımla da olsa, tarihsel materyalizme bir açıklama modeli olarak başvurmaktan kaçınır. Dolayısıyla, “kavrama” çabası, evrimci katı determinist mantığa yaslanır daha çok. Kapitalist sistem içindeki dönüşümleri insanların boyun eğmesi gereken kaçınılmaz doğa yasaları gibi kavrarlar. Sanki bu dönüşümler, sınıf çatışması ve dengesinin, toplumsal ilişkilerin ürünü değil de, toplum-dışı güçlerin eseri; ve sanki kapitalist küreselleşme, geleceğin kararlı bir belirlenmesiymiş gibi. Yani küreselleşmeyi, kökleri kapitalizmin sistem mantığında bulunan bir değişim süreci olarak değil, postmodern savları izleyerek, tarihin yeni bir aşaması olarak görüyorlar. Bireylerin sınıfsal/siyasal aidiyetleriyle değil, kültürel kimlikleriyle varolacakları söylenen bu aşamada, sosyalizme “varılacak yol”un, çalışanların, işyerinde ve yaşamın her alanında yönetime daha çok katılarak sömürüyü sınırlandırmalarından, yani “katılımcı demokrasi”den geçeceği ileri sürülüyor. Dolayısıyla, “yapılacak şey, bizi sosyalizme götürecek yolda sürekli olarak ilerlemektir”. Böylece, sistem karşıtı alternatif yerine reformlar yoluyla içten değişim öngörülmektedir.
Bu mantık, ister istemez tarihsel belleği yitirmeyenlerde aşina yankılar uyandırır. Kautsky, 1. D. Savaşı öngününde, “ultra–emperyalizm”den sözederek aynı determinist mantıkla aynı tezleri öne sürmüş, Lenin de, kapitalizmin sistem mantığına dayanarak bu tezlere karşı çıkmıştı.
Sponsorlu Bağlantılar
Oysa “Küreselleşme” denilen olgu, devrimci Marksist açıdan çözümlendiğinde, kapitalist dünya sisteminin gelişme potansiyellerinin son sınırı olarak kavranabilir. Küreselleşmenin gizemli bir kavram olmaktan çıkması, kapitalist emperyalist sistemin krizini, sınıf mücadelesinin belirleyici bir rol oynadığı tarihsel bir süreç olarak görülmesiyle mümkündür.
Bu açıdan baktığımızda, sosyalist ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin dorukta olduğu 70'leri, krizin, sistemi yıkmak isteyenlerle onun savunucularının karşı karşıya geldiği bir aşaması olarak görmek gerekir. “Küreselleşme” ise, sistem-karşıtı hareketlerin yenilgisi sonucu başka aktörlerin sahne aldığı mücadelenin, sistemin yerini alacak yapının niteliği üzerinde yoğunlaştığı bir evre olarak gelişiyor. Kriz ve sosyalizmin yenilgisinin bileşik etkisi altında dünyanın muazzam bir alt-üst oluş dönemine girdiği bu evrede, geçici yenilginin yarattığı olanaklarla emperyalist burjuvazi “yeni dünya” düzenini oturtmaya çalışıyor.

ÇÖZÜLME EĞİLİMLERİ / OLANAKLI GEÇİŞLER
Buna karşın öyle görünüyor ki, beş yüzyıl boyunca işleyip gelişen kapitalist sistem, eşi görülmemiş bir etkinliğe eriştiği anda çözülme yönünde evriliyor. Varlığını sürdürmesi adına, çelişkilerini o denli ağırlaştırdı ki, kendini temsil etmeye gelen her yeni alternatif kalıcılığını daha da olanaksızlaştırıyor. Krizi aşmak için geliştirilen küreselleşme, krizi küreselleştiriyor. “Komünizmin yıkılması”, tam tersine, bu süreci hızlandıran bir rol oynamakta. Sermayenin birikim sürecinin dünya düzeyinde belirlenmesi dünya sistemindeki politik, ideolojik karmaşayı arttırıyor. Yeni dünya düzeni ile dünyanın adeta çivisi çıktı.
İşte bu nedenle “küreselleşme” evresini, dünya kapitalist sisteminin sınırı olarak okumak gerekiyor. Çünkü bugün yaşanan kriz, kapitalist sistemdeki konjonktürel güçlükleri değil, bir yapısal bozulmayı ifade ediyorsa, aynı zamanda, olanaklı sistemlere geçiş anlamına da gel melidir. Zaten kriz, hem tehlike, hem de imkan anlamlarını içeren bir sözcük. Bu geçiş, ya tedrici bir çözülme sürecini izleyebilir, ya da görece denetimli bir dönüşüm sürecini. İlki kendiliğinden bir evrilmeyi, ikincisi iradi müdahaleyi içerir. Sosyalizme götürebilecek yol da bu ikincisidir. Tarihte bu iki geçiş tipinin örnekleri var. Batıda, özellikle Roma imparatorluğunun temsil ettiği köleci düzenden feodalizme geçiş, bir çözülme ve çürüme süreci olarak gelişmiştir; tıpkı bugünkü kapitalizm gibi. Ama feodalizmden kapitalizme geçiş, burjuvazinin müdahale ederek denetlediği devrimci bir dönüşüm süreci olmuştur daha çok. Yani evrime müdahale etmiştir burjuvazi.
Kapitalizm için küreselleşmeden, sermaye enternasyonalinden ötesi yoktur. Küreselleşme, sistemin kendisini tamamlaması, ulaşabileceği sınırlara ulaşması, böylece tüm potansiyellerini fiilileştirerek tüketmekte olduğu bir süreçtir. Mümkün olduğunca genelleşen her kategori özgüllüğünü ve anlamını yitirir, diğer kategorilerce emilir. “Her şey politik olduğunda artık hiç bir şey politik değildir.” Her sistem gibi, kapitalist sistem de sonlu’dur; kendi yapılarının özdeşliklerini (yaşarkalma yeteneklerini) yeniden üretmeyi güvence altına alamayacak ölçüde genişleyip dengeden uzaklaştığı ve kararsızlaştığı bir noktaya ulaşmıştır. Bu nokta, çatallaşmaları üreten kaotik bir yapıdadır. Dolayısıyla küreselleşme, dengeden uzak koşulların geçiş anlamında bir ifadesidir. Çünkü bu koşullar, sistemin entropisini azaltan, başlangıç koşullarına yabancı, dağıtıcı yapılar üretirler. Bunlar çözüştürücü (katalitik) basamaklar oluşturarak tersinmez (geri dönüşsüz) süreçlere yol açarlar, bu süreçler de çatallaşmalara. Bu durum, artık sistemin davranışının çıkarsanabileceği evrensel geçerlikte yasaların belirsizleştiği, ya da period katlanmalarıyla (genişleme-daralma) karmaşık (aperiyodik) davranışların meydana geldiği kritik bir koşuldur. Bu yüzden, kapitalist sistemin çözülüşü, denetimli ve denetimsiz geçişler açısından olasılıkçı terimlerle betimlenebilir. Yani şu ya da bu geçişin kaçınılmazlığı söz konusu değildir.
Değerin bugünkü konumunu alalım. Aynı metanın farklılaştırılarak çeşitlendirilmesi (ürün demeti, ürünlerin kullanım sürelerinin adım adım kısaltılması, stoksuz üretim) gibi, değerin ardışık ilerlemesinden çok, yanyana çoğalması (senkronik dağılımı) yaşanan bir olgudur. Değerin enformasyon ve iletişimle kazandığı bu merkezkaç eğilimle bütün parametrelere bulaşması (her şeyin metalaşması), bir sapma olduğu gibi, aynı zamanda bir anlam yitimidir de, yani değer olarak yozlaşması. Önde gelen postmodern yazarlardan Baudrillard’ın ilginç bir saptaması var. Kar tanesi gibi parçalandıkça benzer motifler sergileyen aynı'nın bölünmesi anlamında "değerin fraktal evresi"nden söz eder. Bu evrede değerin, kendi "genetik koduna bile boyun eğmeyen kanserli (bir) çoğalma" içinde olduğunu belirtir (Kötülüğün Şeffaflığı). Bu saptamanın önemi şurada: değerin senkronik bir eğri çizmesi. Ne var ki Baudrillard, “Yavaşlatılmış bir felaket yaşıyoruz,” diyor, ama bu felaketin nasıl geliştiğini, ne’ye varacağını açıklamıyor. Oysa, kapitalist sistemde herhalde ilk kez böyle bir gelişme sözkonusu. Dolayısıyla ardışık ilerlemeye ne olduğunu sormak ve senkronik eğriyle ilişkisini kurmak gerekir. Ardışık ilerleme, yenilenmiş genişleme dönemlerinde nisbi bir metalaşmayı ifade eder. Sonsuz sermaye birikimini sürdürmek, kâr ve artı-değere elkoymak bu nisbi artışa bağlıdır. Ancak metalaşma, ilk kez senkronik bir eğride gidiyorsa, maksimal düzeye (tavana) varmış demektir, yani doygunluk noktasına. Ve bu yapısal bir sıkışma demektir. O zaman büyüme ve genişlemenin, üretim artışının daha fazla kâr getirmesi mümkün değildir (“büyümenin sınırları”). Dolayısıyla, maksimal düzeyde atılacak her adım küresel kâra bir sınırlama getirir ve bu da sistemin kırılma noktasını oluşturur. Bu durumda kâr ve artı-değer oranları geri-dönüşsüz olarak azalma eğilimine girecektir. Dolayısıyla, varolan artı-değeri paylaşma mücadelesi, bütün topluma yayılarak keskin toplumsal mücadeleleri gündeme getirebilecektir.
Değerin metada eşzamanlı olarak kendini yinelemesi, aynı zamanda, onun kullanım değeri içeriğinin minimum düzeye inişi, tersine, değişim değeri içeriğinin de maksimal düzeye yükselişi anlamına gelir. Bu nedenle, değişim değerinin kullanım değerinden kopuş sürecine girdiğinden söz edebiliriz. Aynı şey sermayenin karşısına kullanım değeri olarak çıkan emek gücü için de geçerlidir. Sermayenin kendisine “değer getiren etkinlik” olarak, “üretken gücü ve yeniden-üreten gücü” olarak emeğe gereksinimi, azalma eğilimindedir. Bu da sömüren ve sömürülen arasındaki karşıtlığı tüm toplum sathına yayan bir olgudur. Sermaye kurumlarının, krizi aşmak yerine onu yönetmekle yetinmek zorunda kalışlarının nedeni bu olmalı. “Yavaşlatılmış felaket” bu olsa gerek!
Tüm yaşam alanlarının, değerlerin ticari ve mali küreselleşmenin nesneleri haline gelmesi metanın bu tip bir çoğalma biçiminin göstergesidir. Ürünlerin doğrudan kullanımı yanında imajı için de satın alınmasıyla meta üretimi kültürel bir boyut kazanır ve kültür metalaşır. Artık meta, reklamcılık dolayımıyla estetik ve erotik bir biçimde tüketilmektedir. Böylece kültür-sanat, etik-estetik değerler ve politika da şizofrenik biçimde, kendi özgün anlamından kaymakta, sonuçta tüm yapılar, değerler ve insani varoluşun kendisi bir geçiş evresine girmektedir. Bir toplumsal formasyon olarak burjuva toplumu, küreselleşme ile birlikte, eklemlenmiş bir bütün olarak kendisini vareden tüm yapılarıyla maksimal düzeye doğru sürüklenmektedir.

KAPİTALİZM NEREYE GİDİYOR?
Savaş sonrasında 1945’ten 1973’e dek süren uzun canlılık döneminin temelinde, emek üzerinde belirli bir denetimin, bir teknolojik bileşimin, tüketim alışkanlıklarının, politik ekonomik iktidarın belirli bir biçimlenişinin yattığı ve bunun Fordist-Keynesçi biçimleniş diye nitelendiği bilinmektedir. Bu sistemin 73’ten itibaren çöküşü, hızlı değişim, çalkantı ve belirsizlik içeren bir döneme yol açtı. Daha esnek emek süreçleri ve piyasalara, daha yüksek coğrafi akışkanlığa ve tüketim kalıplarında hızlı değişikliklere dayanan yeni üretim ve pazarlama sistemleri, yeni bir birikim modelinin düzenlenme seyri olarak gelişti.
Esnek birikim diye nitelenen bu modelin öncü teknolojisi mikro-elektronik dönüşümdür. Bilgisayarın ekonominin bütün süreçlerinde devreye girmesi; bilgiyi toplama, internet ağıyla uluslararasılaştırma ve üretime uygulama. Bu olgu bir yandan karlılığı arttırırken, aynı zamanda, uzaktan yönetime imkan vererek, üretimin coğrafi olarak parçalanmasını (aynı zamanda genişlemesini) sağlıyor. Dolayısıyla, üretimin, işin yeni biçimler almasını gündeme getiriyor. Zincirleme çalışmanın (Fordizmin) yerini işçi sınıfının yapısını çok boyutlu etkileyen yeni biçimler alıyor. Bütün bunlar çalışanların sorunları algılayışını, karşı karşıya oldukları saldırıyı kavrayışlarını derinden etkiliyor.
Sözünü ettiğimiz eğilim, taşeron emek, atipik iş akitleri, part-time ve kesintili çalışma, serbest çalışma gibi biçimlerde görece temsil edilen, sermayenin emekle “ücret-dışı” bir ilişki geliştirmesinde fiilileşiyor. Çünkü ücret, göreli olarak, ekonomik ve toplumsal açıdan (sözleşme düzeni, sendikalar, sosyal güvenlik vb.) pahalı bir emek tarzıdır. Ancak parçabaşı iş gibi emek türlerinin böyle bir maliyeti yoktur. Bu nedenle, sermaye, artı-değer sömürüsünü tüm topluma yaygınlaştırmak için, ücretli-emek kitlesini görece azaltarak, ya da vasıflı emekle sınırlayarak ücret-dışı emek kategorilerine dönüştürmektedir. Vasıflı emeği de daha çok bir hizmet kategorisine dönüştürmekte ve bu kesimi şirket yönetimine katmakla yeni tür bir “işçi” aristokrasisi geliştirmektedir (“Katılımcı demokrasi” işte bu kesimle sınırlıdır!) Bu iki yönlü süreç (ücret-dışı ve hizmet kategorisi) farklı ağırlıklarla merkez ve çevre işçi sınıflarının birliğini parçalayan, bilincini geriletip farklılaştıran bir rol oynuyor.
Bu süreçte kriz, sermayenin entegrasyonunu hızlandırdığı gibi merkezileşmesini de arttırdı. Küreselleşme, neo-liberalizmin bütün savlarına karşın, dünyayı mal, sermaye ve işgücünün genelleştiği bir pazara dönüştürüp iktisadi ve toplumsal koşulları homojenleştirmiyor. Aksine, merkez-çevre arasındaki kutuplaşmayı daha da artırıyor. Çünkü, emperyalizmin dayattığı yalnızca sermayenin akışına “serbest” olan piyasa modeliyle, çevredeki iktisadi ve siyasi yapılar merkezdeki sermaye birikiminin gereklerine uyarlanıyor. Bu uyarlama, birikimin ve üretici güçlerin merkezde hızlandırılmasına hizmet ederken çevre ülkelerde ise engellenip yozlaştırılması sonucunu veriyor.
Bundan önceki kapitalist yayılma, sistemin çevresindeki kapitalizm-öncesi sosyo-ekonomik biçimleri sermayenin yeniden üretiminin gereklerine bağımlılaştırmış, bu da ulusal halk devrimlerine yol açmıştı. Bugün ise, bu devrimlerin geliştirdiği çevresel kapitalizmle palazlanan yerel burjuvaziler, çıkarlarını uluslarüstü sermaye ile bütünleştirdiler. Bu açıdan küreselleşme, nitel bir sıçrama değil, küresel sınıf ittifaklarının ve çevredeki yönetici sınıfların emperyalizme bağımlılık koşullarının yeniden üretimi demek. Bu ülkelerde üretim sistemi küresel sistemin parçası olarak yeniden oluşturulmak üzere parçalanıyor. Kriz yönetiminde kilit rol oynayan özelleştirmelerle kalkınma döneminin yatırımlarına el konuluyor. Banka ve sigorta şirketlerinin, borsanın küreselleşmesi, halkın tasarruflarının finans kesimince boşaltılmasına yarıyor. Yabancı sermaye, ağırlıkla finansal yatırımlardan yana. Böylece çevre sanayileri taşeronluğa indirgenmekte ve sonuçta IMF eliyle bu ülkelere uygulanan yapısal uyum programları dünyadaki gelir dağılımında daha eşitsiz bir hiyerarşi doğurmaktadır. Yapısal uyumun genel sonuçları ise şunlar: Hızla artan işsizlik, ücretlerde düşme, çevrede ölümcül kirlenme, sağlık sisteminde bozulma, eğitime girmede düşüş, üretim kapasitesinde düşme, sürekli büyüyen dış borç, siyasal yapının yozlaşması, rüşvet, vb.. Kısacası, 1945-90 dönemindeki görece iyileşme ve kazanımlar hızla geri alınmaktadır. Çevrenin kalkınması, işşizliğin azaltılması sermayenin çıkarına uygun değildir artık.
Bağımlı ülkelerde üretilen artı-değerin gaspı, artı-değeri dünya ölçüsünde merkezileştirmekle birlikte, sistemin temel özelliklerinden olan gelişmişlik-azgelişmişlik kutupsallığını derinleştirmektedir. Emperyalistler son on yılda bağımlı ülkelere yatırdıklarının dört katını kâr olarak transfer ettiler. Bu ülkelerin 1982'de 900 milyar dolar olan borç tutarı 1995'te 1.500 milyar dolara çıktı. Buna karşılık gelişmiş ülkelerin kişi başına düşen yıllık ortalama geliri 1978'de 9 binden, 1995'te 23 bin dolara çıkmıştır. Dünya halklarını köleleştiren, kapitalizmin tarihinde eşi görülmemiş bir soygundur bu.

KÖLECİ ROMA/KÜRESEL KAPİTALİZM
Bu bakımdan Roma imparatorluğunun çöküşü ile kapitalizmin krizi arasında büyük bir benzerlik var: Her iki durumda da sistem, artı-değerin (Roma'da köle emeği) vaktinden önce aşırı biçimde merkezileştirilmesine dayanıyor, yani merkezileşme kendisini destekleyen üretim ilişkilerinden kopuyor, çevrede üretici güçlerin gelişmesini de silip götürüyor. Köleci toprak sahibinin tek derdi artı-ürünün kaymağını götürmekti. Toprağın verimliliği, bu uzaklarda oturan efendiyi pek ilgilendirmezdi. Küreselleşme çağında ise kapitalistler, akışkan kaynakların kazandırdığı hareket yeteneği ile nesnel sınırlamaları aşıyor. Sermayenin özgür hareketine yerel yöneticilerin dayatabilecekleri sınırlamalardan da Çok Taraflı Anlaşma (MAI) ile kurtuluyorlar, direnişle karşılaştıklarında daha yumuşak bir bölgeye hareket edebiliyorlar. Yani sermaye işçi sınıfının direnişini eskiden olduğu gibi, iş disiplini, işletmenin rasyonalizasyonu yöntemlerinin yanısıra, ondan kaçarak da aşmak eğiliminde.
Sermayenin önündeki bütün “hız sınırlamaları” ortadan kalkmaktadır. Onun için uzak ve yakın ayrımlarının, ulaşım ve iletişimde zaman sorununun, enformasyonun hareketinin elektronik mesaj sayesinde nesnelerin (ve bedenlerin) hareketinden kurtulmasıyla bir anlamı kalmamıştır. Bu, sermaye sınıfının nüfusun geri kalanıyla, halkla, artık hiçbir şey (kültür, tarih, coğrafya, vb.) paylaşmayacakları, tam anlamıyla kozmopolitikleştikleri anlamına gelir. Sermaye artık mekana bağlı değildir, gücü yurtsuzlaşmış ve “özgürleşmiştir”.
Üretim tarzı, üretici güçler ve üretim ilişkilerinin bütünlüğüdür. Üretim araçlarının özel mülkiyette oluşu ile doğrudan üreticiler arasındaki çelişki üretim ilişkilerinin kutupsallığını oluşturur. Üretim süreciyle temellenen kutupsallık, kapitalizmin kendini yeniden-üretme dinamiklerinden biridir. Üretim sürecinin dünya ölçüsünde parçalanması ve esnek emek biçimleriyle bu kutupsallık ortadan kalkmıyor; sürecin mekanı küreselleşiyor. Ama mekan emek için değil, sermaye açısından genişliyor. Metanın serbest dolaşımına karşın işgücü fazlasının serbest dolaşıma girmesi engelleniyor. Üretim ilişkilerini küreselleştirmekle birlikte, yarattığı işsizlik ordularıyla ve yurtsuzlaşmasıyla sermaye, (mülkiyet ilişkileri yönüyle değil, fiili ilişkiler anlamında) görece bu ilişkilerden kopuyor. Çünkü bilginin üretim aracı olarak devreye girmesi, üretim araçlarını “canlı emeğin iletkeni” olmaktan çıkarmakta ve sermayenin sermaye olarak kendisini varettiği üretim süreci, canlı emekle nesnelleşmiş emek arasındaki ilişkinin dolayımı olmaktan çıkmaktadır. Yani canlı emek üretim sürecinden dışlanmaktadır. Sonuçta bütün toplumsal yaşam artı-değer sömürüsünün karşılandığı bir fabrikaya dönüşmekte, kutupsallık da tüm toplumu kapsamaktadır. Küreselleşme, küresel kutuplaşmayı adım adım yaratarak, yeniden üreterek dünyamızı insanlık-dışı bir patlamaya hazır hale getirmektedir. Kapitalizmin tarihsel sınırı da tam burasıdır.
Kapitalizmin küreselleşme ile vardığı bu durum, Marx ve Engels’in Manifesto’daki öngörüsünü akla getirir. O günkü kapitalizmin gelişme temposuna bakarak onlar, nüfusun büyük ölçüde proleterleşeceğini, orta sınıfların yok olacaklarını, dolayısıyla, kapitalizmin kendi mezar kazıcılarını yetiştirdiğini öngörmüşlerdi. Öngörü kapitalizmin o günkü çerçevesi içinde gerçekleşmedi. Şimdi de nüfusun büyük çoğunluğu onların söylediği anlamda proleterleşmiyor. Ama sermaye tarafından gerçekleştirilen farklı ancak tamamlayıcı sömürü biçimlerine tabi, fiilen proleter özellikler taşıyan farklı toplumsal gruplar yaratıyor. Dolayısıyla, sınıf mücadelesinin politik birliği de farklı ama tamamlayıcı sömürülme deneyimleriyle temellenen ihtiyaç ve çıkarların indirgenemez ortak kabulüne dayanabilir.

YENİ DÜNYA DÜZENİ
ABD hegemonyası, 70'li yıllardaki gibi güçlü değil. Ekonomik üstünlüğü inişli-çıkışlı bir seyir izlemekte; hegemonyasını askeri-politik üstünlüğü ile sürdürüyor. Hegemonya, çok boyutlu, göreli ve her zaman risk altındaki bir olgudur. Çok boyutluluk, ekonomik (yüksek verimlilik, teknolojik üstünlük, dünya ticaretinde ağırlık ve etkili para), siyasal, ideolojik-kültürel ve askeridir. Hegemonik merkez, egemenlik altında olsun ya da olmasın, diğerleriyle bir uzlaşma aramak zorundadır. Dolayısıyla hegemonya, tarafların durumuna, ekonomik ve başka güç dengelerinin evrimine bağlı olarak risk altındadır. 1989-91'de Doğu Avrupa ve Sovyet rejimlerinin çöküşü, göreli istikrara büyük bir darbe vurdu, dünya dengelerini altüst etti. Çözülme, Avrupa ve Asya kıtalarında emperyalistlerarası yeniden paylaşım mücadelesine yol açtı. Bu mücadele Soğuk Savaş döneminde yatışmış çelişkileri su yüzüne çıkardı. Soğuk Savaş’ı müttefiklerini kontrol etmekte kullanan ABD, bu avantajı yitirmiş oldu. Düşük askeri harcamaların sağladığı avantajla Pasifik havzasından güç alan Japonya ve Avrupa Birliği’nin karşısında ABD'nin de Kanada ve Meksika’yı kendi ekonomik alanına sokan NAFTA'yı kurması, emperyalist dünyada tek hakim gücün etrafında toparlanmanın koşullarını ortadan kaldırdı. Bu üçlü arasında şimdi “parasal soğuk savaş” sürmektedir. Koruyucu önlemlere başvurdukları oranda rekabet kızışacaktır. Dünyanın diğer ülkelerinin bu üç kutuplu dünyanın havzalarıyla ilişkilenmeleri; meta zincirleri, kârlı üretim sektörleri, stratejik ihtiyaçları karşılama açısından vazgeçilmezlik ve optimallik derecelerine göre şekillenmektedir. Ancak Çin’in ve Avrasya’da nüfuzunu korumaya çalışan Rusya’nın hangi kutba dahil olacakları sorusu belirsizliğini korumaktadır.
Dünya sisteminde ekonomik düzenin bu üç kutupluluğuna karşın askeri düzen tek kutupludur. ABD emperyalizmi küresel ölçekte askeri güç uygulama istek ve potansiyeline sahip tek varlıktır. Sovyetler'in çöküşü ile bu yöndeki olanakları daha da artmıştır. Ancak, bu gücün ticari bir mal haline geldiği de gözleniyor. Bu politikanın ilk adımı Körfez Krizi sırasında atılmış, savaşın maliyeti, düzenin bekası ve istikrarın bedeli olarak petrol zengini ülkelere ödettirilmiştir. Yani ABD şiddet yanlısı politikayı daha çok dünya ekonomisinin kontrolü için bir araç olarak kullanmaktadır.

KÜRESELLEŞME VE ULUS–DEVLET
Tarihsel olarak inşa edilmiş burjuva ulusal devletler, dünya sisteminin merkezlerini yaratmış, ulusal kapitalist ekonomilerin yönetiminin politik ve toplumsal çerçevesini temsil etmişlerdir. Ulusal sermayelerin denetimindeki bu devletler saldırgan bir rekabet içinde oldular. 19. Yüzyılda sanayileşmeleri ile çevrede sanayi yokluğu arasındaki karşıtlık, bunların emperyalist yayılmacılığının maddi temeli oldu. 2. Dünya Savaşı sonrasında ise ulus-devletin rolü yavaş yavaş değişmeye başladı. Çevre ülkeler, ulusal devrimlerle sanayileşme yoluna girdiler, Batı imajlı devletlerini kurdular.
Dünya sistemi, iktisadi ilişkilerin ötesinde bir de ülke devletleri arasındaki ilişkileri içerir. Soğuk Savaş döneminde her devlet iki ayrı belirlenme içindeydi: 1) ülke içindeki sınıf dengeleri, sermaye grupları vs.’nin baskı ve talepleri; 2) diğer devletlerle içinde bulunduğu hiyerarşik sistemin ve onun hegemonik gücünün zorlamaları. Bu yapı içinde ülke sermayeleri öncelikle kendi devletleriyle ilişki içindeydiler; toplumsal sınıflar ulus-devlet sınırları içinde oluşmuş toplumsal ilişkilerce belirleniyordu. Oysa şimdi dünya pazarı hiç bir devletin, ABD’nin bile denetleyemediği bir özerk güç haline gelmiş, uluslarüstü bir kapitalizm ortaya çıkmıştır. Çokuluslu şirketlerin pazarlık gücü karşısında hükümetlerin göreli özerklikleri zayıflamakta, sermayenin uluslarüstü güç olma eğilimi ile devletler sistemi çatışmaktadır. Yatırım kararları, bilgisayar teknolojisinin gelişimiyle birlikte, ulusal-devletin denetimi dışına çıkmaktadır.
Küreselleşmenin ulus-devleti erozyona uğratması, bir kaosa, dünyanın her köşesinde siyasal, toplumsal ve ideolojik krizlere yol açmaktadır. Çünkü ulus-devletin yerini alabilecek, üretim sisteminin gereksindiği yeni siyasal ve toplumsal biçimler, etkili bir dünya örgütü geliştirilememiştir. Üstelik, sermayenin egemen mantığının krizi sona erdirmekten çok, onu yönetmeye odaklanması krizleri derinleştiriyor. Artan küreselleşen alanın ekonomik yönetimi ile bunun ulusal alanlara parçalanmış siyasal ve toplumsal yönetimi arasındaki bu çelişki, dünyanın kutuplaşmasını yeniden üretip derinleştirmekle kapitalizm için ölümcüldür. Ulus-devleti erozyona uğratan sermaye nüfuzunun mantığı ile ulusal gerçekliklere dayanan politik ve ideolojik sistemler arasındaki çatışma, özellikle çevrede yöneticilere karşı güven duygusunu aşındırmakta ve sonuçta onları içerde ve dışarda günah keçileri yaratmaya itmektedir. Yasadışı paranın yayılmasıyla birlikte yasadışılığın yükselişi muktedir devlete meydan okuyor. Koruyucu devlet, dışlanmış kitlelerin belirmesiyle yadsınır hale geliyor. Her ikisi de düzen yapılarının zayıflığını açığa vuruyorlar. Sosyal demokrat düşte “sosyal devlet”le doruğuna ulaşan toplumsal düzen, büyümenin hızını kesmesiyle sarsılıyor. Oysa yakın döneme kadar, kapitalizmin gelişmesi, birikimin yeniden üretiminin belirlendiği alan ile onun siyasal ve toplumsal yönetiminin alanı arasındaki uyum üzerine yapılandırılmıştı. Bu süreç, liberalizmin –özünde yalan olan– devlet müdahaleciliğine karşı olma savını doğrulamaz; ama devletin de çevreden merkeze doğru çözüldüğünü gösterir. Ancak bu çözülmeyi; devletin, göreli özerklik ve ideolojik hegemonyada ifadesini bulan sınıflar arasında denge sağlayıcı yeteneğinin “buharlaşması”, egemen sınıfın, sömürülen ve ezilenler üzerinde giderek saydamlaşan salt bir baskı ve tahakküm aygıtına indirgenme süreci olarak anlamak gerekir. Liberallerin “otoriter demokrasi” dedikleri şey.

KRİZ YÖNETİMİ
Kriz yönetiminin dünyayı içinde başarıyla tuttuğu durgunluk, üretimci yatırımda çıkış bulamayan devasa bir sermaye fazlasına yol açmış ve sonuçta öncelik, dalgalı sermaye kütlesinin yönetimine verilmiştir. Bunun sonucunda ekonomi üretken-olmayan gelirler ekonomisine dönüşmekte ve hizmetler, toptan ve perakende ticaret, bankacılık, menkul ve gayri-menkul alanlarda yoğunlaşmaktadır. Böylece kârın büyük bir kısmı mal üretimiyle ilgisi olmayan kesimlere gitmekte ve finansal zenginliğin daha önce görülmemiş şekilde yığılmasına yol açmaktadır. Yeni bir finansçı kuşağı, reel ekonomi içindeki girişimci işlevlerini terkederek, yatırım bankaları, muhasebe şirketleri, uluslararası simsarlık firmaları vb. çevresinde gruplanmaktadır. Faaliyetleri spekülatif bir karakter, giderek suç niteliği taşımakta, iş gördükleri alanda yasal olanla-olmayan daha çok içiçe geçmektedir. Eşzamanlı olarak, ekonomik ve toplumsal politikalarla siyasal süreç üzerindeki etkileri güçlenmektedir.
Kriz yönetiminin sermayeyi üretken olmayan alanlar- da, rant ve faizde tutması sistem için riski arttırmaktadır. 1994'te Meksika'da, 1997 ve sonrasında Asya’da ve Rusya’da patlak veren mali krizlerin dünyaya yayılması, uluslararası mali sistemin ne denli kriz eğilimli olduğunu gösterdi. Sonuçta kriz yönetimi, sermayenin 1930’lardaki gibi ani ve toplam değersizleşmesini engellemek için uçan sermaye fazlasına başka pazarlar bulmak demektir. Yıllık dünya ticaret hacmi 3000 milyar dolarken, uluslararası uçan sermaye hareketinin portresi yaklaşık 80-100.000 milyar dolardır.
Küreselleşmeye ilk yanıt, dinci, milliyetçi akımlardan geldi. Üç-kutuplu sistemin (merkez-çevre-sosyalist blok) çökmesi, gerileme ve durgunluk, bu akımları güçlendirdi. Oluşturdukları merkezkaç güçler karşısında çevrede yönetici sınıf meşruluğunu kaybetti, sınıf birliği parçalandı. Çünkü halklar, Batıda sürekli büyümenin kalıcılığına, Doğuda sosyalizme inanıyorlardı; çevrede ise, yerel burjuvazilerin öncülüğünde modernleşme ve ulusal kalkınma projeleriyle azgelişmişlik sınırlarının aşılacağına. Ama tüm projeler hayal kırıklığı yarattı. Bu koşullarda yeni kapitalist yayılma, toplumsal parçalanmaya, yani bölgesel, etnik, dinsel, dilsel-kültürel vb. gibi cemaatleri esas alan toplumsal gruplaşmaların ortaya çıkmasına yol açtı. İnsanlar karşılaştıkları sorunları göğüsleyebilmek için yerel değerlere daha çok sarıldılar. Gelecek kaygısı, dinsel ve etnik aşırılıkları öne çıkardı. Doğuda ve Batıda, ortak toplumsal özdeşleşmeler, sınıf ekseninden büyük ölçüde eski moda hareketlere kaydı. Bu süreç, globalizmin sistem karşıtı hareketlere yönelik, soyut bir bireysel özgürlük ve evrensellik adına sınıfsallığa, siyasallaşmaya, örgütlülüğe karşı, yeni kimlik ve anlam arayışını gündeme getiren ideolojik saldırısıyla atbaşı gitti. Sonuçta ezilenlerin inandırıcı bir özgürleşme seçeneğinden yoksun kalmaları, geçmişe dönük ütopyalara, yani dinci ve milliyetçi akımlara yaradı, onları güçlendirdi. Marx'ın din için söylediği, "ruhsuz koşulların ruhudur” sözü tam da bugüne denk düşmektedir.
Ama bu tarz yanıtın yükselen dalgası gerilemektedir. Yarı-sanayileşmiş çevrede görece azalan aktif işgücü ile muazzam işsizler ordusunun birlikte varoluşu, derin ve potansiyel olarak devrimci bir çatışmaya elverişli hale geldi. İşsizlik, Batı toplumlarının da sürekli bir özelliği. Avrupa’daki toplumsal çatışmalar geçmişte ekonomik alanla sınırlıydı, büyümeden pay almak anlamındaydı. Refah devletinde ifadesini bulan sermaye/emek arasındaki tarihsel uzlaşmaya bağlıydı. Bu uzlaşma, başta sermayenin refah devletine saldırısıyla ortadan kalktı.
Gerileme merkez ülkelere göçü artırmakta, onların iç istikrarını bozmaktadır. Göç dalgası, Kuzeyin demografik düşüşü ile birlikte düşünülürse, toplumsal yaşamın yapısını dönüştürme eğilimindedir. Göçmenlerin siyasal ve toplumsal yaşama katılım hakları giderek büyüyen bir sorundur. Bu hakları sahiplenen demokratik güçler, hükümetlerin akıntıya direnme yeteneğini köreltirken, bu işgücü yerli ücretli emek üzerine basınç oluşturup işsizliği artıran bir rol oynadığından, göçmenleri dışlamakta odaklaşan sağ politikalara, ırkçılığın yükselişine gerekçe oluşuyor. Göçmenler işçi sınıfının alt tabakasını oluşturuyorlar. Bugüne dek etnik kimlikleri daha çok öndeydi; ama yarın sınıf kimlikleri olacak. Sonuçta sermaye, merkez halkları, sosyal ve siyasal açıdan birikimin gereklerine görece uyumlulaştırma şansını da bizzat kendisi dinamitlemektedir. Bu nedenle kriz yönetimi, yalnızca merkez-çevre arasında değil, merkezde de toplumsal ve siyasal çelişkileri kutupsallaştırır.
Ayrıca, kriz yönetimi merkez ülkelerin ihracatını teşvik ederken 3. Dünyayı bunun dışında tutmaya çalışır. Tıpkı Almanya’nın Versay anlaşmasıyla, savaş tazminatı ödemesi istenirken, ihracat yapmasını önlemek gibi. Sonuçta bu yönetim, hem gelişmiş ülkelerin kendi arasında, hem de gelişmekte olanlarla ilişkilerinde güç kullanmak dışında başka araç düşündürmeyen bir stratejidir; ve bu giderek daha az istikrarlı bir dünya sisteminde patlamalara yol açabilecektir. Körfez savaşındaki ABD-Irak karşılaşması bu içerikteki patlamanın ilkiydi, Yugoslavya savaşı ikinci örnek oldu.
Öte yandan ekolojiye yönelik global tehdit, dünya çapında kamusal girişim ve planlamalardan yana güçlü argümanlar ortaya atılmasına yol açıyor, doğal sınırlara karşı duyarlı bir ekonomiyi zorluyor. Hem kıt kaynakların kullanılmasını hem de üretim kararları ve tüketim eğilimlerinin global ekoloji sistemleri üzerindeki olası etkilerini izlemek yönünde güçlü bir uluslararası planlama düşüncesi var. Bu düşünce, teknolojik aygıtı ve sanayi üretimini ekolojik dengeyle uyumlulaştırmaya zorlayıcı etkinliklere giderek daha fazla dönüşüyor (fosil yakıtlara alternatifler geliştirilmesi). Diğer bir deyişle, kapitalizmin yaşam ve tüketim tarzını küreselleştirmesine karşı herşeyden önce ekolojik engel çıkıyor. Çünkü ekolojik çevrenin temizlenmesi (üretim sürecinin bir yan ürünü olan kimyasal toksinlerle mücadele) ve yenilenmesi (yeni ağaçlar dikmek gibi) ciddi bir toplumsal maliyet sorunu üretiyor. Yakın dönemde Batıda yükselen çevre hareketleri, sonuçta sermayeyi, çıkış olarak, kirli teknolojileri ve sanayi atıklarını, böylece maliyeti de çevre ülkelere aktarmaya yöneltti. Ancak bu, Kuzey/Güney eşitsizliğini arttıran bir faktör oldu. Güneyde gelişen duyarlılıkla birlikte çevre konusundaki faaliyet, küresel kâr oranını kaçınılmaz olarak düşürecek bir rol oynayacaktır. Yani ekolojik kriz, sistem açısından bir başka sınıra işaret eder: dünyanın kırsallıktan çıkarılması sürecinin yaşamı tehdit eden bir düzeye gelip dayanması...

ÇAĞDÖNÜMÜ: YA SOSYALİZM YA BARBARLIK
İçinden geçtiğimiz çağdönümü, barbarlık ve özgürlük eğilimlerini bir arada içermektedir. Yeni teknoloji biçimleri hayatı hem zenginleştirmenin ve kolaylaştırmanın potansiyellerini, hem de tahrip etmenin, insanlık-dışılaştırmanın araçlarını sağlamaktadır. Bu yeni biçimler, bir yandan çalışma saatlerini azaltıp boş zamanı artırırken, öte yandan onların kapitalist kullanımı kitlesel işsizliğe yol açmaktadır. Bilgisayarlaşma süreci öğrenim biçimlerini kolaylaştırıp bilginin dolaşım hızını arttırırken ve robotlar emek gücünün insafsız kullanımını azaltmaktayken sınıf eşitsizliklerini de perçinlemekte, yeni kölelik biçimlerine yol açmakta, halkın gözetim ve denetim altında tutulma olanaklarını, medya tekellerinin tahakkümünü de arttırmaktadır. Yeni medya teknolojileri bir yandan zihinsel faaliyetleri güçlendirme, yerel ve evrensel kültürün yeni sentezlerine aracı olma, böylece kültür ve sanata daha insani ve daha özgürleştirici boyut ve içerik kazandırma imkanına sahipken, öte yandan, manipülasyon ve yönlendirmelerle zihne ket vurmakta, Körfez savaşında olduğu gibi gerçekleri saptırmakta, her türlü şiddeti ve vahşeti küreselleştirmektedir.
Komünizm, Sovyetlerin şahsında Batı için bir tehditti. Kendisi kadar hasımlarının güçlerini ve davranışlarını da yeniden yapılandırmış, uluslar yapbozunun parçalarını dengede tutmuş, nükleer caydırıcılıkla belirsizlikleri sıfırlamış, emperyalist devletlerin bencilliğini aşındırıp onları kutsal birliğe iteklemiş, ekonomik, askeri ve teknolojik alanlarda kapitalist sistemin dinamizmini ayakta tutan en önemli rakibi, sonuçta istikrarının garantisi olmuştur. Alain Minc, Yeni Ortaçağ adlı kitabında, durumu şöyle özetliyor: “Hiç bir riskin olmadığı ama bir tehditin bulunduğu bir dünyadan, tehdidin olmadığı ama sayısız riskin bulunduğu bir dünyaya geçtik.” (s.107) Gerçekten de çöküş öylesi zincirleme etkiler yarattı ki... Pandora’nın Kutusu gibi.
Yasadışılık en gelişmiş demokrasilerin bağrına yerleşiyor. Piyasanın başarısı, “gri alanlar”ın başarısı ile atbaşı gitmektedir. “Derin devlet”in varlığı dışında, iktidar sahipleriyle dayanışma içinde mafyalar da hızla gelişen bir toplumsal örgütlenme biçimi, dünya sisteminin önemli bir faktörü olarak görünüyor. Bir çok kent, devlet otoritesinden mafyanın, çetelerin denetimine geçiyor. Varoşlarda solcuların yerini çeteciler almış. Uyuşturucu babaları, yozlaşmış eski KP yöneticisi gibi yağmacılar, uluslararası finansın kalbine yerleşmiş. Gri alanlar Afrika’nın büyük bir bölümüne yerleşiyor, Rusya ve Müslüman cumhuriyetlerde hüküm sürüyor, serbest piyasa ile Çin’e işliyor, Ortadoğuda teokratik rejimlerle birlikte yaşıyor; afyon ve kokain imparatorları ile Latin Amerika’da, Balkanlar’da savaşa eşlik ediyor, Avrupa’ya yayılıyor. Eskobar’ları besliyen koka ve afyon dışında 3. Dünyada gelişen başka tarımsal ürün yok! Halkın geçim alternatifi mafyanın gücünü oluşturmakta. Yasadışı ekonomi, mübadelenin yasa ve ilkelerine resmi olandan daha çok uyar. Resmi toplumla yeraltı dünyasını, temiz işlerle pis işleri, ak para ile kara parayı birbirinden ayırdetmenin giderek zorlaştığı, işsizliğin, dışlanmışların çoğaldığı, ahlaksızlığın, hukuksuzluğun kural olduğu bir düzende elbette ki önü açık olacak.
Bilgisayar ile astroloji, cep telefonu ile tarikatlar, gen haritası ile AIDS, klonlama ile köktendincilik gibi garip eşleşmeler... “Serbest” hukuksuzluk bölgeleri, gri alanlar, artan yoksulluk-açlık yöreleri, delinen ozon tabakası, işsizlik karşısında çözümsüzlük, görülmemiş ekonomik durgunluk, karaparaya boğulmuş küresel finans sistemi, mali krizlerin sıklaşması, kültürel kriz, barınmadan aşk’a, sanattan rasyonel bilgiye kadar yaşamın gelişmiş biçimlerine karşıt olarak gelişen barbarlık pratikleri, düzensizlik, belirsizlik, akıldışılık, giderek “Atinalılaşan” demokrasi.. Tüm yapıların, değerlerin içerikleri boşalıyor; her şey son sınıra doğru hızla sürüklenmekte! İşte ideolojik tekeli elinde bulunduran liberalizmin çizdiği tablo; sapmalar ona ait, sonuç onun ideolojik iflası. Yol açtığı ise, insanlığı ve dünyayı yıkıma sürükleyen yeni barbarlık.
Baştaki teze dönelim. Bu, kapitalist sistemin çözülüşüdür; tedrici, yani evrimci bir süreçle, “katılımcı demokrasi”yi de bir moloz gibi sürükleyerek, barbarlığa (belki yeni bir köleci düzene) geçişi. Mutlak olarak tek geçiş mi bu? Elbette ki değil. Bununla birlikte devrimci geçişten de söz etmiştik. Ama şu pozitivist akılla, “sosyalizm, kapitalizmi zorunlu olarak takip eder” şeklindeki katı-determinizmle konuşmuyoruz. Dediğimiz şu:
Bir üretim tarzının bozulması, kendi kendisiyle özdeşleşememesi, ancak bir başka üretim tarzının koşullarını yaratır, onun zorunluluğunu değil. Çünkü bu zorunluluk iktisadi yapıdan çok daha karmaşık, toplumsalın bütünü içinde, yani ideolojik, politik, ekonomik bütünün dönüşüm şartları içinde yer alır. Dolayısıyla, kapitalist üretim tarzının krizi, siyasal ve ideolojik şartların da yan yana gelmesiyledir ki, kapitalist üretim tarzı yerine sosyalist üretim tarzının geçiş şartlarının bütününü yaratır.
Toplumsal açıdan, iradi müdahale veya insanın bilinçli eylemi böyle bir anda –diğer tarihsel uğraklardan farklı– bir rol oynar. Ama nasıl? Evrimi, yozlaşmasına karşı çıkarak alternatif olanak yönünde feraha çıkarmak için zorlayarak. Bu, evrimin “özerk doğası” açısından zorunlu değil elbette. Ama insan toplumunun ihtiyaçları, bekası açısından zorunlu. Geçiş sürecinde nesnel çelişkiler varolduğu sürece ve bunlar emekçilerin nesnel çıkarlarına denk düştüğü içindir ki sosyalizm de gerçek bir imkandır. Çünkü imkanların gerçek olmasını, mümkün olanın sınırlarını belirleyen somut tarihsel koşullardır; yani sistemin iç çelişkileri, sıklaşan krizleri, sınıf çıkarlarının uyuşmazlığı, gittikçe derinleşen eşitsizlikler; sistemin doğayla, insanın varoluşuyla uyuşmaz bir noktaya gelişidir. Ve bu nokta, artan çatallaşmanın, gittikçe saydamlaşan ikilemin insanları tercihe zorladığı bir an’dır. İşte bu zemin üzerinde “Tarihi insanlar yapar.” Unutulmamalıdır ki, tarihin böyle an’larında küçük girişimler büyük sonuçlara yol açar. Varolan koşullar altında tahayyül edilmesi çok zor yeni devrimler dalgası yeni bir küreselleşme biçimine yol açabilir. Kapitalist-emperyalist sistemin kalbinde, Seattle’da başlayan direniş sistem-karşıtı yeni bir dinamizm geliştiriyor. İlk sonucu, Amerikan seçimlerindeki etkisiyle siyasi bir krize yol açmış olması dahi olabilir!
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
23 Ocak 2009       Mesaj #3
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
UZUN SÜREÇ’TE KÜRESELLEŞME

Küreselleşme denen olgu -her ne ise- birden bire mi karşımıza çıkmıştır? Çoğu küreselleşme analizi uluslararası bir finans ağının oluşması, çokuluslu şirketlerin yaygınlaşması, yeni iletişim teknolojilerinin gelişmesi, neo-liberal ekonomik politikaların dünyanın dört bir yanına yayılması, vs. gibi birçok gelişmeye bakarak küreselleşmeyi sanki 90’lı yıllarda birden bire karşımıza çıkan bir olgu olarak tanımlamaktadır. Bu yaklaşım tarihsel perspektiften yoksun olduğu için totoloji ile sonuçlanmaktadır: Analiz edilmeye çalışılan olgu kendisiyle bağlantılı olan gelişmelerle açıklanmaktadır. Birden bire ortaya çıktığı düşünülen gelişmeler küreselleşmenin hem sebebi hem de sonucudur. Bu yaklaşım ne küreselleşmeyi, ne de yeni olduğu iddia edilen gelişmelerin nasıl oluştuğunu açıklayabilmektedir.
Tarihsel bir analize başlayabilmek için sınırları net bir şekilde belirlenmiş bir odak noktasının belirlenmesi gereği ortadadır. Küreselleşmeye yönelik bir çalışmada bu odak noktası kapitalist sistemin kendisi olabilir, ancak şüphesiz ki kapitalizmin tarihsel gelişimi bu çalışmanın sınırlarını aşan hem çok iddialı hem de çok detaylı bir çalışmanın konusudur. Bu açıdan takibi daha kolay olan ve kapitalist sistemin geçirdiği evreleri tespit etmeyi sağlayabilecek başka bir odak noktası bulunmalıdır. Bu odak noktası, kanımızca kapitalist sistem içerisinde oluşan dönüşümlerle diyalektik bir ilişkisi olan üretim sistemleri olabilir.
Üretim sistemlerinden kastedilen üretim sürecinde kullanılan yöntem ve tekniklerin tümüdür. Salt üretim sürecine ait mikro-ekonomik bir kavram gibi gözükmekle birlikte, çok daha geniş açılımları olan bir kavramdır. Üretim sistemlerinde yaşanan değişiklikler yoktan var olan gelişmeler değildir: Bunlar içinde yer aldıkları dönemin toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel, uluslararası, vs. şartların ve dinamiklerin karşılıklı etkileşimi sonucunda oluşurlar. Kendileri de, aynı türden bir etkileşim süreciyle, makro-ekonomik politikalara yön vererek siyasal, sosyal, kültürel yapıların yeniden yapılanmasında etkili olmaktadırlar[21]. Üretim sistemlerinin ne olduğu ve toplumsal gelişme üzerindeki etkileri ilerleyen bölümlerde daha netleşecektir.
Bu noktada bir konuya açıklık getirmek gereksinimi vardır: Kapitalizm sadece ekonomik bir sistem değildir; farklı farklı değerler sistemi, tüketim tarzı, toplumsal yapılanma, devlet türü, vs. olan farklı evreleri vardır. Kapitalist sistemin gelişiminin ve evrelerinin tespiti bu boyutlardan herhangi birinin -diğer boyutlarla diyalektik ilişkide bulunduğunu göz ardı etmeden- ele alınmasıyla mümkün olabilir. Bu boyutlarda herhangi birinin tercih edilmesi, ontolojik olarak birini ötekilerin üstüne koymak anlamı taşımaz; bu seçim sadece sağlıklı bir analize başlamak için gerekli ilk adımdır. Bu çerçevede baştan belirtilmelidir ki üretim sistemlerinin tarihsel analizin odak noktası yapılması ontolojik bir tercih değildir. Amacımız hiçbir şekilde teknolojik bir determinizm yapmak değil, sadece endüstriyel kapitalizmin gelişimini ve evreleri tespit edebilmek için bir araç seçmektir.
Sanayi Devrimi sonrası Kıta Avrupa’sında filizlenen endüstriyel kapitalizmin gelişimi esnasında üretim sistemlerinde iki büyük dönüşüm gözlenmiştir. Bu dönüşümler sonucunda farklı ekonomik, siyasal ve toplumsal konfigürasyonu olan iki dönem ortaya çıkmıştır. Aşağıda kısaca bu iki dönemin gelişimleri, dinamikleri ve ne tür ekonomik, siyasal, sosyal etkiler yarattıkları incelenecektir.
SAVAŞ SONRASI FORDİST DÖNEM

19. Yüzyıl Avrupası’nın analizini yapan Karl Polanyi, bu dönemdeki en temel kurum olarak serbest piyasa ekonomisini işaret etmekte ve döneme hakim olan liberal devlet, altın standardı ve uluslararası güç dengesinin hep bu kurum çerçevesinde şekillendiğini belirtmektedir. Polanyi’ye göre ‘liberal devlet serbest piyasa ekonomisinin bir ürünüydü, altın standardı serbest piyasa ekonomisini uluslararası alanda uygulanması içindi, uluslararası güç dengesi de dünyanın dört bir yanında yaygınlaşan serbest piyasa anlayışının korunmasına yönelikti’[22]. Her şeyin serbest piyasa ekonomisi mantığında yürütüldüğü bir dönemde üretim şekli de bu etkileşimden saklı kalamazdı: Liberal devletin sağladığı meşru zeminde ‘maksimum karlılık için emeği sömürmek’ üretimin temel ilkesiydi.[23] Bu dönemde, maksimum karlılık için, emeği uzun çalışma saatleri ve düşük ücretlerle çalıştırmaktan başka herhangi bir üretim sisteminin kullanıldığını söylemek mümkün değildir.
Bu vahşi kapitalist üretim sistemi 20. Yüzyıla girildiğinde yerini yeni bir sisteme bırakmaya başlamıştır[24]. Bu yeni üretim sisteminin ismi 1914 yılında mekanik montaj bandı ilk defa fabrikasında kullanıma sokan Henry Ford’la özdeşleşti: Fordizm[25]. Bu üretim sistemi salt mikro-ekonomik açıdan ele alındığında, standart malların üretimine yönelik özel bir teknik ve iş bölümünü kapsayan bir üretim konfigürasyonuydu[26]. Yarı kalifiye ve uzman isçi kullanan bu üretim sistemi, -montaj bantları gibi- özel mekanik sistemler ve makineler kullanarak ölçek ekonomisi prensibiyle kitlesel üretim yapmaktaydı. Fordizm’in ilk sistematik kullanımı A.B.D.’nde, II. dünya Savaşı sırasında büyük sıçrama kaydeden silah ve savunma sanayiinde, gerçekleşmiş ve bu üretim sisteminden yüksek verim elde edilmişti.[27]
Yapısı gereği ‘ulusalcı’ olan Fordizm’in popülaritesi Savaş sonrası şartlarda Avrupa’da da artmıştı. O dönemin uluslararası şartları böyle bir yaygınlaşmaya müsaitti[28]: Sınırsız uluslararası ticaretin dünyaya barış getireceğini savunan sermaye destekli liberal tez savaşlarda ödenen ağır faturalarla çürümüş ve ulusal ekonominin önemi anlaşılmıştı; Savaşlar Avrupa ülkelerinin ekonomik altyapısını çökertmiş ve yeniden yapılanmayı sağlayacak ekonomik kalkınma hamleleri ve korumacı ekonomik politikaları kaçınılmaz kılmıştı; ve bütün bunlara ek olarak sosyal politikalar yönünden alternatif bir bakış açısı sağlayan sosyalist modelin albenisi artıyordu.
Savaş sonrasında hem uluslararası ticaret olanaklarının çok kısıtlı olması, hem de savaşla perişan olmuş ekonomik yapının tekrar kurulması gereği, Avrupa ülkelerini içe dönük, korumacı yeni bir alternatife yönlendirdi. Mikro-ekonomik seviyede bir uygulama olan Fordizm’i merkez alarak yapılanan John Maynard Keynes’in ekonomik modeli Avrupa genelinde uygulanmaya başlandı. Bu model Fordizm’in pozitif döngüsüne dayanmaktaydı: kitlesel üretim sürecinde ölçek ekonomilerine bağlı olarak artan verimlilik, artan verimliliklerle yükselen karlar, karların adilane paylaşılmasıyla artan alış gücü, alış gücünün yükselmesiyle artan talep, talebin daha da artmasıyla daha da artan karlar, daha fazla yatırım, yeniden artan üretkenlik ve bu şekilde sürüp giden bir döngü. Keynesçi modele göre bu pozitif döngüyle yakalanacak kalkınma hamlesi devletin sosyal işlevlerini de yerine getirmesini sağlayacaktı.
İlginçtir ki bir mikro-ekonomik uygulama olarak Fordizm Savaş sonrasında Avrupa’da çok belli başlı sektörler dışında yaygın olmamıştır.[29] Ancak, buna rağmen Fordizm çerçevesinde yapılanan makro-ekonomik politikalar gündeme gelmiş ve Polanyi’nin kitabına adını verdiği ‘Büyük Dönüşüm’[30] gerçekleşmiştir: Avrupa’da sosyal politikalara ve devletin ekonomideki yeri ve müdahalesine geçmişe oranla daha fazla önem veren Keynesçi ekonomik politikalar yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu çerçevede ücret artışları verimliliğe endekslenmiş, sendikalarla isletmeler arasında toplu pazarlık yapılması sağlanmış, Fordist olmayan diğer sektörlerde de paralel ücret artışları sağlanmış, vergilendirmeyle sosyal hizmetlere ağırlık verilmiş, tekelci bir rekabet ortamı oluşturulmuş, devlet kitlesel tüketimi sağlayacak istihdam ve destekleme politikalarına gitmiştir[31].
Ancak 1960’li yıllarla birlikte kitlesel üretime yönelik Fordist model bir çok açıdan çok maliyetli olmaya başlamıştı.[32] Üretici açısından bakıldığında, ki bunlar tekelci bir ortamda ön plana çıkmış büyük firmalardı, sendikal hareketlerle güçlenen isçi baskısı, monoton üretim sürecinde düşen kalite, standart malların tüketiminde yaşanan doygunluk (kitlesel talebin azalması), emek maliyetleri çok düşük olan Üçüncü Dünya ülkeleriyle zorlaşan rekabet ortamı gibi faktörler verimliliği daha doğrusu karlılığı düşürmüştü.[33] Kısaca sermaye için, Fordist yoğun üretim sistemleri yenilikçi karakterlerini kaybetmişti.
Bu noktadan sonra ücret artışları ile verimlilik artışları arasında paralellik bozulmaya, verimlilik düşmeye, enflasyon ve işsizlik oranları artmaya başladı. Avrupa genelinde, temel olarak tüketimin düşmesi sonucu ekonomilerin büyüme hızında göreceli olarak düşüş yaşanmaya başladı[34]. Refah döneminde oturtulmuş sosyal hizmetlerin karşılanması bütçelere büyük yük getirmeye ve ekonomiler üzerinde enflasyonist bir baskı yaratmaya başladı. 60’larin ortalarında başlayan bu enflasyonist baskılara, bir de 70’li yıllarda yaşanan petrol krizlerinin etkisi eklendi. Sermaye, karlılık peşinde, yeni bir yönteme baş vurmaya mecburdu.
KÜRESELLEŞMEYE GİDEN YOL: POST-FORDİZM

Bu gelişmeler sonucunda kitlesel üretimden temelinde yapılanan Fordizmden ‘esnek üretim’e, yani her an değişebilen talep durumuna göre üretim yapmaya imkan tanıyan yeni bir üretim sistemi olan Post-Fordizm’e geçildi.[35] Post-Fordizm, mikro-elektronik ve bilgisayar teknolojilerinde yaşanan ilerlemelere paralel olarak geliştirilen[36] ve aynı ürün bandında olan ancak farklı nitelik ve niceliklerde üretime imkan tanıyan esnek mekanik sistemleri kullanıyordu. Nitelikli ama Fordizm’e oranla daha az sayıda iş gücü gerektirmekteydi.
Sermayenin karlılık motivasyonu ile gerçekleştirdiği Fordizm’den Post-Fordizm’e geçiş süreci, gelişmiş ülkelerin ekonomik yapılarını da yeniden şekillendirdi. Yerli piyasalarda çeşitlilik arz eden mallara yönelik artan talep sonucunda kendilerine faaliyet alanı açılan orta ve küçük ölçekli firmalar çoğalmaya başladı. Hizmet sektöründe büyük bir patlama yaşandı. Standart malların azalan tüketimi, büyük firmaları söz konusu mallara kitlesel talebin olduğu yeni uluslararası pazarlara yöneltti. ‘Çokuluslu Keynescilik’[37] olarak adlandırılan bu strateji sonucunda büyük firmalar faaliyet alanlarını az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin yerel sermaye gruplarıyla kurdukları ortaklıklar vasıtasıyla dünyanın dört bir yanına yaydılar.
İş organizasyonlarının değişime uğraması ve esnek üretim ve yönetim tekniklerinin uygulanmaya başlanması ile işverenlerin üretimdeki inisiyatifleri artarak emek piyasası koşulları isçi aleyhine gelişti. Basta A.B.D., Japonya, İngiltere, Fransa ve Almanya merkezli büyük firmaların az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin piyasalarına girişi, bu ülkelerdeki ‘ucuz’ emeğe ulaşılması için yeni imkanlar doğurdu. Çokuluslu şirketler (ki daha sonra uluslaraşırı bir karakter kazandılar) sadece pazarlarını genişletmek için değil, ayni zamanda ucuz emek için de yayılmacı bir strateji izlediler.
Yapısı gereği ulusal olan Fordizm çerçevesinde yapılanan Keynesçi iktisat politikalarının başarısız olması sonucunda, uluslararasıcı neo-liberal iktisat kuramı gündeme geldi. Bu kuram ‘klasik dönem’de hakim olan ve Adam Smith, Leon Walras ve Alfred Marshall’ın temellerini attıkları klasik iktisat kuramının epistemolojik temelleri üzerine kurulmuştur. Temel varsayımı insanın tarihüstü bir doğası olduğudur: Birey, normal şartlarda, akılcı seçimler yaparak kendi menfaatlerini maksimize eder. Toplumu oluşturan her bireyin doğasında olan bu özelliğini kullanmasıyla rekabetçi piyasa şartlarına ulaşılır. Rekabetçi piyasa şartları, hiçbir kişi ve kurumun müdahalesi olmadan, kişisel faydaların toplamı olarak görülen sosyal fayda için de optimum çözümdür. ‘Görünmeyen el’ rekabetçi piyasa koşulları içerisinde optimum dengeyi sağlar[38].
İktisadi yapıda yaşanan dönüşüm ve bu dönüşümü destekleyen kuramın popülaritesini arttırması siyasal gelişmelerle de eşgüdümlü gidiyordu. . 80’li yıllarla birlikte neo-liberal görüş siyaset sahnesinde yerini almaya başladı: Amerika’da Ronald Reagan, İngiltere’de Margeret Teacher ve Almanya’da Helmut Kohl’un liderliklerini yaptıkları neo-liberalizm temsilcisi sağcı partiler iş başına geldiler. Bu liderler, ellerinde bulunan güç araçlarını kullanarak neo-liberal iktisat politikalarının ve neo-liberal ideolojinin yerkürenin tüm noktalarına yayılmasını ve gerekirse dayatılmasını kendilerine misyon edindiler.
Neo-liberal stratejistler amaçlarında çok başarılı oldular -nasıl oldukları konusuna ileride değinilecektir- ve bugün küreselleşmeyle özdeş tutulan gelişmeler bir biri ardına oluşmaya başladı. Dünyanın birçok yerinde is başına gelen neo-liberal görüşün temsilcisi hükümetler, yeni oluşan uluslararası rekabet koşullarını bahane ederek, sermaye gruplarının lehine, başta emeğe yönelik politikalar olmak üzere bütün sosyal politikaları gevşetmeye başladılar. Kamu politikalarında teknik/faydacı akılcılık çerçevesinde devletin ekonomik alandaki konumu yeniden yapılandı ve özelleştirme uygulaması -dünya çapında- hızla yayıldı. Çokuluslu şirketler hem sayıca arttılar, hem de faaliyet alanlarını ‘Küre’nin her yanına genişlettiler. McDonalds ve Coca-Cola gibi çokuluslu firmalar ve CNN, MTV gibi medya tekelleri vasıtasıyla kültür, sanat, eğlence ve tüketim alanlarında yeknesak ve dolayısıyla küresel formlar oluştu. Artan sınırlar ötesi ticaret hacmi uluslararası bir finans ağının oluşmasını sağladı. Verimliliği arttırma amacıyla geliştirilen işletme, odit ve danışmanlık gibi hizmetlerin dünya çapında yaygınlaşarak uluslararası ticaretin yayılma hızı ve iç uyumu sağlandı... İşte bugün geldiğimiz nokta bu.
Peki yukarıdaki analiz bize küreselleşme hakkında nasıl bir açılım sağlamaktadır? Kanımızca bu analiz küreselleşmeyi daha iyi anlamamızı sağlayacak temel aksiyomları vermektedir:
Kapitalist sistemin içerisinde çeşitli evreler olduğu;
Bir evreden bir evreye temelli toplumsal, siyasal, ekonomik sıkışmalar sonucunda geçildiği;
Her evrenin farklı üretim sistemi, değerler sistemi, tüketim tarzı, toplumsal yapılanma, devlet türünden oluşan özel konfigürasyonu olduğu;
Her evrenin konfigürasyonunun şekillenmesinde sermaye ve emek sınıflarından birinin ağırlıklı olarak etkili olduğu.
Bu aksiyomlar ışığında bakıldığında:
Küreselleşme sanayi devriminden bu yana süreklilik arz eden kapitalist sistemin 70’li yıllarda başlayan ve halen süren bir iç evresidir;
Küreselleşme olarak adlandırılan bu kapitalist evre yoktan var olmamıştır; kendisinden önce var olan evrede[39] yaşanan ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sıkışmalar sonucunda yaşanan genel krizi takiben ve o krizin dinamikleriyle oluşmuştur,
Kendisine özel bir konfigürasyonu vardır; Post-Fordizm çerçevesinde küresel üretim sistemleri, Batılı kültürel değerler, ulusal ve uluslararası ölçekte ‘serbest pazar ekonomisi’, (neo)liberal devlet anlayışı;
Bu konfigürasyonun şekillenmesinde ‘sermaye’ birinci dereceden etkili olmuştur.
KÜRESELLEŞME’DE KÜRESEL OLAN NEDİR?

Bu aşamada araştırılması gereken ikinci temel konu kendi içinde bütünlük arz eden bir dönem olarak kabul edilen küreselleşmeyi özel yapan olgu veya olguların tespit edilmesidir. Bir başka deyişle, küreselleşmede neyin bir önceki döneme göre farklı olduğudur. Kanımızca bu sorunun cevaplandırılabilmesi için küreselleşme ile neo-liberal ideolojinin arasındaki ilişkinin tespit edilmesi gerekmektedir.
Küreselleşmeye hakim olan neo-liberal ideolojinin, kısaca neo-liberalizm, yapısını ve hedeflerini söyleminden tespit etmek mümkündür. Neo-liberal söylemde, biri ekonomik biri de siyasal olmak üzere iki boyut vardır. Birinci boyut serbest ticaret, rekabet ortamı, deregulasyon, özelleştirme, vs. gibi kavramlar çerçevesinde yapılanan iktisadi düşünceden oluşmaktadır. İkinci boyut ise ‘demokrasi’ çerçevesinde yapılanan siyasal düşünceden oluşmaktadır. Neo-liberal söyleme göre ekonomik liberalizm ‘demokrasinin tesisi ve sağlamlaştırılması’nı beraberinde getirmektedir.[40]
Yukarıda kısaca özetlenen neo-liberal söylemin ekonomik ve politik boyutları birbirleriyle bağlantılı ancak iki ayrı alanmış gibi tanımlaması ve bu ayırımı yaparak kendisini ‘iki boyutlu’ göstermesi neo-liberal ideolojinin gerçek yapısını gizlemektedir. Neo-liberal ideoloji çok boyutlu değil tek boyutludur, her ideoloji gibi bir bütündür, belli bir amacı vardır. Bu amaç, kendisini destekleyen grubun, yani ‘uluslaraşırı sermaye sınıfı’nın[41] hayat görüşünün yaygınlaşması ve menfaatlerinin gerçekleşmesidir. Neo-liberal ideolojinin, demokrasi söylemiyle, kendisini iki boyutlu göstermesinin temel nedeni de bu ideolojinin toplumun genel menfaati için olduğuna dair bir kanı yaratmaktır. Böylece ideoloji topluma mal edilerek gerçek sahipleri gizlenmektedir.
Bu çerçevede bakıldığında neo-liberalizm ‘küresel kapitalizmin gereklerine göre toplumları yeniden yapılandırmaya ve sosyal ilişkileri buna göre düzenlenmeye çalışan bir proje’dir[42]. Bu projenin -rakipsiz- hegemonyası küreselleşmeyi kapitalizmin diğer iç evrelerinden farklı kılmaktadır: Neo-liberalizm ‘küresel’ boyutta bir hegemonya kurmuştur, bir başka deyişle ‘neo-liberalizm küreselleştirmiş’ tir.
Samir Amin’e göre ‘neo-liberalizmin hegemonyası’ 5 temel ‘tekel’ sayesinde sağlanmaktadır[43]: Dünya finans pazarlarının denetimi, medya ve iletişim tekelleri, teknolojik tekel, gezegenin doğal kaynaklarının tekelci kullanımı, kitlesel yok etme silahları üzerinde tekel. Bu 5 tekel bir bütün olarak alındığında neo-liberal ideolojinin nasıl bu denli güçlü bir hegemonya kurabildiği anlaşılmaktadır. Doğal olarak sorulacak soru bu tekellere kimlerin sahip olduğudur. Bu çerçevede bu tekellerden herhangi birisine göz atmak, tekellerin sahipleri konusunda aydınlatıcı olacaktır.
Amin’in ‘dünya finans pazarlarının denetimi’ olarak adlandırdığı mekanizmaya ‘küresel ekonominin denetimi’ demek daha doğru olsa gerekir. Neo-liberal söyleme göre piyasa mekanizması prensibiyle kontrol dışında -ve olumlu yönde- geliştiği iddia edilen küresel ekonomi, gerçekte sıkı bir denetim mekanizmasına sahiptir[44] . Bu mekanizma ‘A.B.D. liderliğinde Gelişmiş 7’ler (G7) tarafından’ IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü vasıtasıyla yürütülmektedir. Amacı ise ‘küresel piyasa disiplinini sağlamak’[45] ve Naom Chomsky’nin ‘Washington Konsensüsü’[46] olarak adlandırdığı neo-liberal ekonomik politikaların dünyanın dört bir yanına yayılmasıdır.
Dünya Bankası, IMF ve Dünya Ticaret Örgütünün oluşturduğu ‘üç ayaklı denetim mekanizması’ ulusal ekonomilerin G7’nin istediği yönde yapılanmasını sağlamaktadır[47]. Dünya Bankası’nın temel işlevi ulusal ekonomilerin küresel ekonomiye entegrasyonunu sağlamaktır. Bu amaçla ihracata yönelik büyümeyi tek alternatifmiş gibi göstermektedir. Ayrıca uluslaraşırı şirketler aracılığıyla sermayenin gelişmekte ve az gelişmiş ülkelere sokulmasını destekleyen bir aktör görevini üslenmiştir[48]. IMF, dış borcu olan 100’den fazla ülkeyi ‘Yapısal Uyum Programları’ ile ulusal ekonomilerini uluslararası serbest ticarete ve finans aktivitelerine açmaya, kamu harcamalarını ve dolayısıyla sosyal hizmetleri kısmaya, isçi-işveren ilişkilerini piyasa mekanizmasına bırakmak amacıyla devleti hakemlik konumundan çekmeye, devleti ekonomik alandan tamamiyle silmek için özelleştirme yapmaya zorlamaktadır. 1995 yılında kurulan Dünya Ticaret Örgütü ise ulusal ticaret politikalarını yaptırımları sayesinde denetim altına almak ve uluslararası bankalar ve uluslaraşırı şirketler lehine sınırlar ötesi ticareti düzenlemektedir. Bu üç kurum küresel ekonomiyi kontrolü altında tutarak, G7’nin istekleri doğrultusunda şekillendirmektedir.
SONUÇ

Bu çalışmada hakim sosyal bilimler geleneğinin küreselleşmeyi sağlıklı analiz edemediği düşüncesiyle daha gerçekçi bir analiz imkanı sağladığına inanılan yöntem tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu yöntemin temel ilkeleri disiplinlerarası yardımlaşma ve dayanışma ile sağlanan ‘bütünselci’ bir yaklaşım, toplumsal yapılanmaların ve dönüşümlerin oluşumu ve gelişimini ‘uzun süreç’te irdeleyebilen bir ‘tarihselcilik’ anlayışı ve hakim söylem ve politikaların yapı ve amaçlarını gün ışığına çıkarabilecek ve yeni açılımları sağlayabilecek ‘eleştirel’ bir perspektif olarak tespit edilmiştir.
Bu ilkeler ışığında bakıldığında ‘küreselleşme’ ile kapitalizm arasındaki bağıntı ortaya çıkmaktadır. Kapitalizm sadece ekonomik bir sistem değildir: farklı farklı değerler sistemi, tüketim tarzı, toplumsal yapılanma, devlet türü, vs. olan farklı evreleri vardır. Küreselleşme de kapitalist sistemin 70’li yıllarda başlayan ve halen süren bir iç evresidir. Bu evre yoktan var olmamıştır: Kendisinden önceki göreceli olarak sermayeye karşı emeği ön planda tutan kapitalist evrede yaşanan ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sıkışmalar sonucunda yaşanan genel kriz sonucunda sermaye inisiyatifinde gelişen bir evredir.
Bu evreyi liberal düşüncenin devamı olan neo-liberal ideoloji şekillendirmiş ve halen de şekillendirmektedir. Küreselleşmeye ait değerler sistemi, tüketim tarzı, toplumsal yapılanma, devlet türü, vs. gibi olguların tümü neo-liberal ideoloji ile meşrulaştırılmakta ve kurumsallaştırılmaktadır. Neo-liberalizm ‘küresel’ boyutta bir hegemonya kurmuştur. Bu hegemonya ‘A.B.D. liderliğindeki gelişmiş ülkeler tarafından kontrol edilen ‘tekeller’ sayesinde ‘küreselleştirilmektedir’.


Küreselleşme evresinde ticaretin ve finansın serbestleştirilmesi, fiyatların piyasalarca belirlenmesi, özelleştirilme, devletin ekonomiden çekilmesi ve kamu harcamalarının kısılması gibi ilkeler üzerine kurulmuş neo-liberal ekonomik politikalar aciz içindeki az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere dayatılmaktadır. Uygulanan ‘acı reçeteler’ sonucunda dünya genelinde gelir dağılımında bozulma, issizlikte hızlı bir yükselme, reel ücretlerde düşme, gıda bağımlılığında artma, çevrede ölümcül kirlenme, sağlık sisteminde bir bozulma, eğitim kurumlarına girmede bir düşme, birçok ulusun üretim kapasitesinde gerileme, dış borçlarda korkunç bir büyüme ve sosyal şiddet ve yolsuzluklarda patlama oluşmaktadır[49].
Neo-liberal ideolojinin liberal ekonomik politikaların demokrasiyi getireceği yönündeki iddialarının da geçersiz olduğu ortadadır. Ekonomik liberalizme zorlanan ülkelerin devlet yapıları, başta yoksulluğun artması ve gelir dağılımındaki dengesizliğin bozulması olmak üzere ortaya çıkan temelli problemler ve alt üst olan sosyal ilişki ve dengeler sonucunda, demokratikleşmek bir yana sadece ‘polis’ fonksiyonlarını yürüten kurumlar mahiyetine bürünmektedir[50]. Ekonomik liberalizm, savunucularının iddia ettiklerinin aksine, anti-demokratik uygulamaların kurumsallaşması yönünde ters bir etki yaratmaktadır. Etyen Mahçupyan’ın da belirttiği gibi ‘epistemolojik temelinin sakat ölçüleri ve pozitivist akıl yürütme biçimiyle liberalizm ve liberaller, günümüz krizlerinin ve hegemonik toplumsal yapılarının destekçiliğini yapmakta; üstelik kendilerini tam aksi misyonun temsilcisi sanmaktadırlar’[51].
Küreselleşme döneminin bu hızda ilerlemesi sonucunda ‘küresel’ şekilde yayılan büyük sorunlar ve çok ciddi sosyal rahatsızlıklar, ister istemez küreselleşmeyle benzer nitelikler taşıyan ve 2 büyük Dünya Savaşı ile sona eren ‘klasik kapitalist dönemin’ sonucunda oluşan acı gelişmeleri hatırlatmaktadır. Bu sürece şüpheci bakan birçok kesim ‘2. Büyük Dönüşüm’ beklentisi içindedir[52]. Kanımızca da bu dönüşüm eninde sonunda gerçekleşecektir. Bu süreçte eleştirel bakışın tek bir temel amacı olmalıdır: Bu dönüşümün korkunç insan ve doğa maliyetleri sonucunda değil, mümkün olduğunca erken ve asgari zararla gerçekleşmesini sağlamak. Bu amaç doğrultusunda yapılması gereken ise, küreselleşme evresinin motorik gücü olan neo-liberal ideolojinin temel felsefesinin, hegemonik yapısının ve amaçlarının gün ışığına çıkarılması ve bu bulguların kitlelere iletilmesidir. Böylece sadece ‘dünyayı anlamak’la kalmayıp, onu ‘değiştirecek’ duruma gelecek bir fikir dünyası da oluşturulabilecektir.


kaynak
Quo vadis?
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
23 Ocak 2009       Mesaj #4
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
cevaplar için teşekkür ederim ancak benim sorumun cevabı değil bu ikiside bu soruda soğuk savaş dönemi sonrası küresel etkilerin iki ayrı evrede incelenmesi ve evreler arası geçişten bahsedilmesi gerekiyor.
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
23 Ocak 2009       Mesaj #5
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
12Mart 1947. yılında Başkan Truman’ın tarihe “Truman Doktrini” olarak geçen konuşması ile Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne karşı güvenceye alınması sağlanmış, bu tarihten sonra da “Soğuk Savaşın” varlığı Türk Dış politikasını belirleyen en önemli faktör olmuştu. İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan ve 45 yıl süren Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyetler Birliği’nin Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’e açılmasını önleyecek yayılmacılığına karşı tampon görevini gören Türkiye “batıya yönelik” bir siyaset izlemiş, bu yöneliş NATO’ya üyelik ve AET’ye entegre olma çabası ile daha da belirginleşmiştir.
Soğuk Savaşın sona ermesi ile İki Kutuplu Dünya düzeni bitiyor ve yerini uluslararası sistemde yepyeni bir yapılanmaya bırakıyordu. Bu yapılanma içerisinde Türkiye’nin rolü ne olacaktı? Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan yeni denge ve oluşumlara ne derece uyum gösterebilecekti? Önüne çıkan fırsatları ne şekilde değerlendirebilecekti?
Türkiye, sosyalist dünya sisteminin yıkılışından sonra ortaya çıkan bölgesel ve küresel gelişmelere ve yeni yapılanmalara hazırlıksız yakalanmıştır. Gelişmelerin Türkiye’yi merkeze koyduğu ve ortaya çıkan güç boşluğunun Türkiye’yi bölgesel önderliğe doğru ittiği bu ortamda, bu hazırlıksızlığın, bilgi eksikliğinin olumsuz sonuçları ortaya çıkmıştır.
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bağımsızlıklarını kazanan Orta Asya Cumhuriyetleri’nin sahip oldukları, petrol ve doğal gaz kaynakları tüm devletlerin dikkatini bu yöne çekmiş ve bu kaynakların Avrasya anakarasından ihraç edileceği güzergahları kontrol etme çabası Soğuk Savaş sonrası siyasetin temel konularından birisi haline gelmiştir. Günümüzde evrensel ekonominin itici gücü haline gelen enerjiye olan ihtiyaç ve bu ihtiyacın uzun vadede daha da büyük boyutlara ulaşacağı göz önünde bulundurulursa, bölgeye olan büyük ilginin nedeni de anlaşılmış olur. Amerikan Enerji Enformasyon İdaresi’nin Aralık 2001 tarihli raporuna göre, Hazar Bölgesi’nin doğal gaz ve petrol rezerv miktarları 16 ila 32.5 milyar varildir . Doğal gaz rezervlerine bakacak olursak, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan doğal gaz zengini en önemli 20 ülke arasında yer almaktadır. Dünyanın en büyük üçüncü doğal gaz rezervine sahip olan Türkmenistan, 9723 milyon m3, Özbekistan 56001 milyon m3 doğal gaz üretimiyle doğal gaz zengini ülkelerdir . Bu koşullar altında, “gelecek yüzyılda Hazar Denizi ve ona komşu bölgelerin Asya ve Avrupa’ya petrol ve doğal gaz veren en büyük tedarikçiler haline geleceği iddia edilebilir. Bölgenin sahip olduğu yer altı kaynaklarına dünya devletleri acilen ihtiyaç duymaktadır .
Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye ile Batının dolayısı ile NATO’nun çıkarları büyük ölçüde örtüşmekteydi. Fakat Doğu-Batı cepheleşmesinin tarihe karışması ile Batının gözünde Türkiye’nin önemini de azaltmıştır. Bu durumun Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan ilişkilerini de etkilediğini söyleyebiliriz. Daha önce Batı ittifakı için önemli görülen Türkiye’nin tam üyeliğine Avrupa Birliği tarafından Soğuk Savaş dönemindeki kadar olumlu yaklaşılmamıştır. Nitekim Aralık 2002 Kopenhag Zirvesinden çıkan karar bunu açıkça göstermektedir.
Diğer taraftan, bu gibi olumsuzlukların yanında Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Soğuk Savaşın bitişi Türkiye’nin önüne yepyeni imkanlarda çıkarmıştır. Acaba, Türkiye bu imkanları ne ölçüde değerlendirebilmiştir? Diğer bir deyişle, Türkiye dağılma sonrası ortaya çıkan Bağımsız Türk devletlerine karşı nasıl bir siyaset izlemiştir?
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Rusya’nın öncelikle kendi iç sorunları ile ilgilenmesi, bölgede güç boşluğu oluştuğu ve bu boşluğunun da İran ya da Türkiye tarafından doldurulabileceğine ilişkin düşüncelerin oluşmasına neden olmuştur . Bu noktada, Orta Asya’da, İran’ın radikal İslam’ı yayma tehlikesine karşı demokrat, laik ve western oriented Türkiye, Avrupa ve Amerika tarafından Türk Cumhuriyetlerine olası model olarak sunulmuştur . Tam da Soğuk Savaş sonrası Batının gözünde eski önemini yitiren Türkiye için Orta Asya bölgesinde etkin bir hale gelmek önemli
bir fırsat olacaktır. Bağımsız devletlerle tarihsel etnik, dil ve din bağları bulunan Türkiye bölge devletlerinin Batı ile olan ilişkilerinde önemli bir köprü görevi görecektir. Türkiye’nin Orta Asya’ya yönelişine Türk devletleri açısından bakacak olursak da, yetmiş yıl Sovyet idaresi altında yaşadıktan sonra batıya açılmaları, demokrasi ve serbest piyasa ekonomisine geçişlerinde Türkiye ile yakınlaşmaları onlara da önemli avantajlar sağlayacaktır. Ayrıca, İsveçli jeopolitikçi R. Kjellen’e göre güçlü bir siyasal organizmanın üç şartı vardır: 1Genişlik 2. Hareket serbestisi 3. İçeride birlik ve beraberlik. Orta Asya geniş bir sahaya ve bu saha içerisinde zengin kaynaklara sahiptir. Batıya ulaşan güvenli bir koridora da sahip olduğunda hareket serbestisi kazanacaktır. Bölgenin kendi içerisinde ve çevresindeki güvenli ülkelerle gireceği işbirliği, önceki iki faktörde eklendiğinde yeryüzünün siyasal bakımdan güçlü bölgelerinden biri olarak ortaya çıkmasına neden olacaktır. Bu çerçevede değerlendirecek olursak, bölge devletlerinin işbirliği içerisine girebilecekleri en güvenli ve istikrarlı devletler arasında ilk sırada Türkiye gelmektedir. İşte tüm bu etkenlerle altı asır sonra Türkiye-Orta Asya yakınlaşmasının gerçekleştiğini görmekteyiz .
İkili ilişkiler ilk yakınlaşmanın vermiş olduğu heyecanla 1991 yılında yoğun bir şekilde başlamış ve Türkiye’ye gelen Türk Cumhuriyetlerin liderlerine sayısız destek ve yardım sözleri verilerek, 1993 yılına kadar olan iki senelik dönemde 140’dan fazla anlaşma imzalanmıştır. 1992 yılı ortalarına gelindiğinde Türkiye bölgede etkili olabilmek ve liderliğe oynayabilmek amacıyla siyasi, iktisadi, kültürel, askeri ve mali alanlarda ciddi adımlar atmıştır.
Büyük miktarlarda Exim-Bank kredisi açılarak, bu devletlerle yapılan dış ticaret teşvik edilmiş, büyük holdinglerin yanı sıra, çok sayıda küçük işletmenin de bölgede ticaret ve yatırım yapması sağlanmıştır. Halen Azerbaycan’da sınai tesis inşası, sınai yatırımlar, kimya, petro kimya, telekomünikasyon, ulaştırma, enerji, gıda, pazarlama, konfeksiyon, inşaat malzemeleri, mutfak eşyaları, mobilya, ayakkabı, sıhhi tesisat ve imalat sanayii dallarında faaliyet gösteren yaklaşık 1200 Türk firması vardır. Kazakistan’da yaklaşık 150 Türk firması, otel, iş merkezi, konut hastane gibi tesislerin inşaatlarında faaliyet göstermektedir. Özbekistan’da 100, Türkmenistan’da 300 Türk firması bulunmaktadır. Firma sayısı açısından yabancı firmalar arasında birinci sırayı alan Türkiye, yatırım tutarı ve iş hacminde aynı başarıyı gösterememiştir .
Eğitim alanında da önemli girişimlerde bulunulmuş, Türkiye'den çok sayıda öğretmen gönderilmiş devlet ve özel sektör tarafından üniversite, kolej ve Anadolu Lisesi seviyesinde okullar kurulmuştur. Diğer taraftan, iyi eğitim görmüş uzmanların yetiştirilmesi için 1991 yılından itibaren bölgeden gelen öğrenciler için geniş bir burs programı başlatılarak ilk etapta her ülkeye, Türkiye’ye 1400’ü yüksek öğretimde olmak üzere 2000 burslu öğrenci gönderme hakkı tanınmıştır. Proje kapsamında, Türkiye’de 2000 yılında 7000 dolayında öğrenci eğitimlerine devam etmektedir .
Azerbaycan ve Türk Cumhuriyetler ile olan ikili ilişkilerin idaresi, denetimi ve finansmanı konularını yürütmek amacıyla Dış İşleri Bakanlığına bağlı TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) kurulmuştur.
Eğitim ve ticaret dışında dünyadaki siyaset dışı değişimlerden biri olan haberleşme ve ulaşım vasıtalarının gelişmesi de ilişkilerin kuvvetlenmesine katkıda bulunmuştur. Özel TV ve radyolar bu ülkelerde kanal kiralamışlardır. Bu çerçevede, 1992 yılından itibaren TRT Avrasya Televizyonu uydu aracılığı ile bölgede yayına başlamıştır .
Genel çerçeve içerisinde vermeye çalıştığımız Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasındaki 1991 yılından sonra başlayan bu yakınlaşma da bugün gelinen nokta nedir? Avrupa ve Batı tarafından da desteklenen “ Türk Modelinin” gözden düşüş sebepleri nelerdir?
1991-2003 yılları arasında geçen süre içerisinde Türk Cumhuriyetleriyle Türkiye arasındaki siyasi ilişkilerin yeterince geliştirilememesinde en önemli etken Türkiye’nin bölge hakkında yeterli bilgiye sahip olmamasıdır denilebilir. Hatta bu konu Türk resmi makamlarınca da kabul edilmiştir . Ayrıca ilk zamanlar Türkiye’nin Orta Asya politikasında “duygusallığın” ağır bastığı da söylenebilir. Bölgeye yönelik politikada belki de her şeyden önce yapılması gereken belirli plan ve sistem dahilinde, acele etmeden ikili ilişkilerin başlatılması idi. Aynı şekilde resmi ziyaretler sırasında ve medyaya verilen demeçlerde kullanılan hatalı söylemler hem Bağımsız Türk devletleri liderleri tarafından, hem de Rusya tarafından şüphe ile karşılanmıştır . Türkiye’nin bölgeye yönelik şovanist amaçları olduğu yolunda fikirler çağrıştıran bu söylemler Türk modelinin şansını da oldukça azaltmıştır. Çünkü uzun yıllar Sovyet idaresinde kimlikleri bastırılarak yaşamak zorunda kalan Türk Cumhuriyetleri şimdi bir başka devletin idaresi ve koruyuculuğu altına girmek istemiyor, kendi bireysel kimliklerini vurgulamayı tercih ediyorlardı.
Türk Modeli’ne ilk zamanlardaki çekiciliğini kaybettiren bir başka etkende, Batının İran’a ilk zamanlardaki kadar şüphe ile bakmamaları olmuştur. Hatırlanacağı gibi, modelin desteklenmesi ve öne sürülmesinde en büyük etken, bölgede coğrafi ve stratejik avantajları olan İran’ın radikal İslam’ı yayma endişesi olmuştu. Fakat nüfusun büyük çoğunluğunu Şii Müslümanlarının oluşturduğu İran’ın, Sünni mezhebini benimsemiş olan Orta Asya müslümanları (Azerbaycan dışında) arasında tutunma şansının az olduğu bir süre sonra anlaşılmıştır. Gerçekte, İran’ın bölgeye yönelik politikası dinsel olmaktan ziyade ekonomiktir .
Türk modelinin çekiciliği daha çok Türkiye’nin Batıya yakınlığından kaynaklanmaktaydı. Bu çerçevede, Avrupa Birliği’ne bir türlü kabul edilemeyen Türkiye’nin bu devletlerle Avrupa arasında nasıl bir köprü olabileceği konusu da modelin en zayıf yönünü oluşturmaktaydı. Ayrıca ilk zamanlar Batı ile olan ilişkilerinde Türkiye’yi aracı olarak gören Bağımsız Cumhuriyetler, yabancı şirketlerin bölgeye girmeleri ile şimdi bu ilişkileri aracısız yürütebilecek konuma gelmişlerdi. Bu nedenle de Türkiye’nin onlar için ilk dönemlerindeki cazibesi kalmamıştı.
Türkiye’nin Orta Asya bölgesine yönelik politikasında bir diğer engelde Rusya olmuştur. Türkiye’nin bölge devletleri ile geliştirdiği çok yönlü ilişkilerden kuşkulanan Rusya, Türkiye’nin Pan-Turkizm peşinde olduğu iddia etmiş ve 1993 yılından başlayarak Rusya dikkatlerini Orta Asya bölgesine çevirerek “Yakın Çevre” politikasını başlatmıştır. Bu politika gereğince Rusya herhangi bir devletin Orta Asya devletleri üzerinde nüfuzunu artırmaya yönelik girişimlerine karşı çıkmaktadır. Çünkü, Rusya Orta Asya bölgesini yakın çevresinin bir parçası olarak kabul etmekte ve bu bölgeyi eski Sovyet topraklarının doğal coğrafi uzantısı olarak görmektedir. Gerçekte, Rusya’nın Orta Asya’ya yönelik dış politikasında 1993 yılı sonrasındaki değişikliğin temelinde yatan en önemli etken ekonomik nedenlerdir . Sovyetler Birliği dağılmadan önce, Kazakistan’dan uluslararası pazara ulaşabilecek tüm gaz ve petrol boru hatları Rusya federasyonunun topraklarından geçecek biçimde inşa edilmiştir. Bu nedenle Rusya, başta Kazakistan olmak üzere Azerbaycan ve Türkmenistan gibi ülkelerin petrol ve doğal gaz kaynaklarını, uluslararası fiyatlara uygun biçimde ihraç ederek ekonomik yönden bağımsız olmalarının en önemli anahtarını elinde tutmaktaydı. Rusya’nın Sovyetler döneminde oluşturduğu bu tek yönlü ihraç sistemi, bölge ülkelerinin bağımsızlıklarının ve alternatif ihraç hattı arayışlarının önündeki en ciddi engeldir. Bu tek yönlülük, Rusya’nın bölgedeki mevcut hegemonyasını sürdürmesinin de en etkin aracı olarak ortaya çıkmaktadır.
Boru hatlarının geçtiği devletler hem petrol gelirlerinden önemli miktarda pay alacak hem de ekonomik ve siyasi olarak güçlenecektir. Bu nedenle Rusya, bölgenin zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarından yararlanmayı, bu kaynakların kendisi tarafından dünya pazarlarına taşınması avantajını hiçbir zaman kaybetmemeyi bölgeye yönelik siyasetinin başlıca hedefi haline getirmiştir. Hatta petrol ve doğal gaz rezervlerine Batının iştirakini engellemek ve boru hatlarının güzergahını kontrol etmek amacıyla, Kafkasya bölgesinde ve Orta Asya’daki bölgesel çatışmaları, Çeçenistan’daki, Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki ve Gürcistan’daki savaşları desteklenmektedi . Çünkü Türkiye ve diğer devletler için bölgede istikrar ne derece önemli ise, Rusya için de istikrarsızlık o denli önemlidir, bu yolla taraflar Rusya’nın etkisi altına daha çok girecek dolayısıyla Rusya’nın bölgedeki etkinliği daha da artacaktır.
Türk Modeline karşı Batının desteğinin azalmasında bir diğer etkende Türkiye’nin henüz kendi azınlık sorunlarını çözememiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu da modelin güvenilirliğini ve yukarıda sayılan tüm etkenlerle birlikte Batının desteğini azaltmıştır.
Son olarak, Türkiye’nin Orta Asya ile bağlarını güçlendirme çabalarındaki başarısızlığa şu üç maddeyi de ekleyebiliriz: Birincisi, Türkiye’nin kendi iç problemleri,bölgeyle çok fazla ilgilenmesine engel olmuştur. İkincisi, Türkiye’nin bu dönemde Suriye ve Irak’tan gelen tehditler, Yunanistan’la gerginleşen ilişkiler gibi daha önemli güvenlik sorunları ile ilgilenmesi, Üçüncüsü de Türkiye’nin bölge devletlerinin ihtiyaç duyduğu büyük çaplı mali yardım ve yatırımı karşılayacak ekonomik imkanlardan yoksun oluşu .
Türkiye’nin Orta Asya’ya yönelik politikasında gelinen nokta genel çerçevesi ile budur. Türkiye’nin bölgede nüfuzunu yayması ile ilgili başlangıçtaki iyimser beklentiler zedelenmiştir. Fakat Türkiye bölgede önemli bir rol oynama arzusundan vazgeçmemiştir. O halde, bundan sonra ne yapılması, bölgeye yönelik nasıl bir dış politika stratejisi izlenmesi gerekmektedir?
Her şeyden önce Orta Asya’ya yönelik politikaların realist temellere oturtulması gerekir. Türkiye bir yandan kendi gerçeklerini kabul etmeli diğer taraftan da Orta Asya bölgesini iyi tanıyarak, önceden planlanmış stratejiler geliştirmelidir.
Türkiye’nin tek başına Orta Asya’nın ihtiyaç duyduğu finansmana ve siyasi güce sahip olmadığını düşünürsek, bizim önerimiz Türkiye’nin bir “büyük ortağa” ihtiyacı olduğudur. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin işbirliği içerisine girebilme ihtimalinin en yüksek olduğu ülke Amerika’dır. Şu anda dünyadaki tek süper güçle işbirliği yoluyla Türkiye, Orta Asya bölgesindeki politikalarını gerçekleştirmek için gereken siyasal ve ekonomik desteği bulabilecektir. Hepsinden önemlisi bu yolla Hazar petrolünü taşımak için en güvenli ve istikrarlı yol olan Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol ve doğal gaz projesini hayata geçirebilecektir. Bu birliktelik iki devletin tarihinde ilk kez olmayacaktır. Türk-Amerikan işbirliğinin kökeni Soğuk Savaşta yatar. Nisan 1946’da, Winston Churchill, Amerikalıları, Avrupa’nın bir “demir perde” ile ikiye bölündüğü ve soğuk savaşın başladığı konusunda uyarırken, ABD savaş gemisi USS Missouri İstanbul’daydı. Bu ziyaretten, sık sık ikili stratejik ilişkilerin başlangıcını işaret eden sembolik olay olarak bahsedilir . USS Missouri’nin ziyaretini takip eden dönemde, Türk-Amerikan ilişkileri daha da artmış ve Türkiye 1947’de Truman Doktrinin ve ondan sonraki yılda Marshall Planının getirdiği imkanlardan faydalanmıştır. Soğuk Savaş yılları süresince ortaya çıkan, iki ülkenin yakın bir stratejik ilişki geliştirdiğidir. Türkiye ABD ordusu için önemli üsler sağladığında, ABD de Türkiye’ye büyük ekonomik ve askeri yardım yapmıştır . İki ülke arasındaki yoğun işbirliği 1990 Körfez Krizi sırasında doruk noktasına ulaşmıştır.
Türk-Amerikan ilişkilerinin odak noktası Soğuk Savaşın bitmesi ile değişmiştir. Soğuk Savaş süresince Türk-Amerikan güvenliğinin en büyük amacı Sovyetler Birliği tehdidine karşı idi. Bugün ise, Türk-Amerikan güvenlik işbirliği birincil olarak Orta Doğu, Hazar Bölgesi ve Balkanlar üzerinedir. Bu değişim Türk-Amerikan ilişkilerine Soğuk Savaş boyunca olmayan yeni bir stratejik boyut kazandırmıştır.
Amerika’nın Orta Asya bölgesindeki siyasi hedeflerine bakılacak olursa, öncelikle, istikrarı artırmak, demokratikleşmeyi hızlandırmak, serbest pazar ekonomisini yerleştirmek ve işlemesini sağlamak, ticareti artırmak, nükleer silahları kontrol altına almak ve insan hakları standartlarını yerleştirmek olduğu görülmektedir.
ABD’nin Orta Asya devletlerine yaptığı yatırımların öncelikli hedefinin özel sektörü destekleme olduğu anlaşılır . (Tablo I) Amerika 1997 yılında Kazakistan’a 39 milyon dolar, Özbekistan’a 20 milyon dolar, Kırgızistan’a 20 milyon dolar, Tacikistan’a 5 milyon dolar, Türkmenistan’a 5 milyon dolar mali yardım yapmıştır . Rakamlardan anlaşıldığı gibi en fazla yardım Kazakistan’a yapılmıştır, bu da nükleer silahların etkisiz hale getirilmesine yöneliktir.
Amerika’nın bölgeye yönelik güvenlik problemini üç madde de özetleyebiliriz. Birincisi nükleer silahların etkisiz hale getirilmesi ya da en azından kontrol altında tutulması, İkincisi, İslami radikalizm korkusu, sonuncusu ise, iç savaşlar ve sınır çatışmalarıdır. Yukarıda değinilen ilk iki maddenin kesiştiği nokta da İran durmaktadır. Bu yüzden, İran’ın çevrelenmesi ve rejimini bölgeye ihraç etmesinin önlenmesi Amerikan yönetiminin başlıca hedefleri arasındadır. İşte Amerika’nın tüm bu hedeflerinde Türkiye stratejik bir müttefik olarak önemlidir. Bu nedenle, Amerika’nın gerek Orta Asya ile ilgili gerekse diğer bölgelerle ilgili hedeflerini gerçekleştirmeye ilişkin Türkiye’den beklentileri bulunduğundan, bu işbirliği sürecinde Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılamak üzere ABD’nin elinden geleni yapacağını varsayabiliriz .
Tabii bu birlikteliğin gerçekleşme ihtimali önümüzdeki günlerde Amerika’nın Irak’a düzenleyeceği harekatla ve bu harekat sırasında Türkiye’nin Amerika’ya ne dereceye kadar destek vereceği ile de ilgilidir. Amerika’nın Irak operasyonunda yanında yer almayan bir Türkiye ile gelecekte Orta Asya’da her hangi bir işbirliği yapması söz konusu olamaz. İşte bu nokta da Türkiye’nin yeni alternatifler araması gerekmektedir .
Amerika ile Orta Asya bölgesine yönelik girişilecek işbirliği karşısında Türkiye’nin artı ve eksilerine bakacak olursak:
Amerika ile Türkiye arasında oluşturulacak stratejik işbirliği sonucunda Bakü- Tiflis –Ceyhan boru hattının yapımı için gerekli ekonomik ve siyasi destek elde edilebilecektir. Ekonomik geliri bir yana, bu hattın stratejik önemi oldukça önemlidir. Doğu-Batı Enerji koridorunun ayrılmaz parçası olan bu hat, Kazakistan, Azerbaycan ve Türkmenistan gibi ülkeleri Rusya’nın tekelinden kurtaracak yaşamsal bir çözümdür. Böylece kesintisiz ihraç olanağına kavuşacak ülkeler, doğal kaynaklarını gerçek değeri ile ihraç etme imkanına kavuşabileceklerdir. Böylece Türkiye’de ekonomik olarak gelişmiş bu ülkelere çok daha sağlıklı koşullarda, petrol ve gazla sınırlı olmayan çok geniş bir yelpazede yatırım ve ticaret yapabilme olanağına kavuşacaktır. Bu uzun erimli ekonomik hedef, Türkiye’nin ve bölge ülkelerinin asıl kazancıdır . Bunun dışında, Rusya’nın, petrolün Boğazlar yoluyla taşınmasını öngören planını saf dışı bırakıp Boğazların güvenliğini sağlayarak Boğazlardaki olası bir Rus varlığını önleyebilecektir .
Bakü-Ceyhan boru hattı yapımının yanı sıra Türkiye, Türkmenistan ve Türkiye arasında doğal gaz boru hattı yapımı ile de ilgilenmektedir. Bu hat Rusya’dan bağımsız Türkmenistan’ın ilk ihracat hattı olacak ve Türkmenistan’ın enerji bağımsızlığı ile bütünü ile bağımsız bir devlet oluşunu sağlama alacaktır. Türkmenistan-Türkiye boru hattı Bakü-Ceyhan petrol hattına paralel olacak ve Karadeniz altından Türkiye’ye doğal gaz taşınmasını sağlayacak olan Rus “Mavi Akım” projesine de alternatif oluşturacaktır .
Amerika ile geliştirilecek işbirliği karşısında Türkiye’nin AB karşısındaki konumunda da değişiklikler olacaktır. Her şeyden önce Türkiye Orta Asya’da elde edeceği siyasi ve ekonomik avantajlar sayesinde kendisi için tek alternatifin AB’ne tam üyelik olmadığını anlayacak, AB ile ilişkilerinde daha bağımsız davranabilecektir.
Diğer bir açıdan değerlendirecek olursak, Amerika tarafından Türkiye’ye yapılacak ekonomik yardımlar neticesinde bütçe açığı ve dış pazarlara bağımlılığın azalması gibi olumlu etkileri, AB’ni Türkiye’nin tam üye olması durumunda Topluluğa çok fazla bir yük getirmeyeceğine ikna edebilir .
İki ülke arasında Orta Asya’ya yönelik girişilecek stratejik işbirliğinin en çok Rusya’yı tedirgin edeceği muhakkaktır.Böyle bir durumda Rusya iki yol izleyebilir, birincisi, yeni bir Doğu-Batı cepheleşmesi yaratmaktan kaçınmak, ikincisi Amerika-Türkiye işbirliği karşısında Çin ile benzer bir ortaklığa girişmek. Zira, her iki devletin de bölgedeki çıkarları ortaktır. Enerji kaynakları, İslami tehlike ve güvenlik problemleri gibi konuların gündemde olması işbirliği için uygun zemini hazırlamaktadır .
Sonuç olarak, genel bir değerlendirme yapacak olursak, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Soğuk Savaşın bitmesinin ardından bağımsızlığını kazanan Orta Asya devletleri için sunulan “Türk Modeli” halkının çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede laik devlet, çok partili sistem, Batı ile işbirliği ve batıya yaklaşma ve piyasa ekonomisi gibi özellikleri anlatmak için kullanılmıştır. Türkiye’nin bölge ile olan kültürel ve tarihsel bağları, Türkiye modelinin laik ve çok partili karakteri ve ekonomik dönüşümdeki başarısı, Batıyı Türkiye modelinin desteklemek için cesaretlendirmiştir. Bununla beraber, Rusya’nın “yakın çevre” politikasını izlemesi, İran etkisinin azalması, Türkiye içerisindeki azınlıklar sorunu ve her şeyden çok Türk modelinin işlevini görmüş olması gerçeği nedeniyle Batı Türk modeline desteğini azaltmıştır.
Dağılma sürecinden sonra bağımsızlıklarını kazanan devletler zor bir geçiş dönemi yaşamış ve halen yaşamaktadırlar. Duygusal yaklaşımları bir yana bırakırsak, ülkeleri birbirine bağlayan ekonomik ve siyasi menfaatlerdir. Din, dil, ırk ve tarihi temellerinin ortak olması ise, bu ilişkilerde öncelik ve güvenilirlik sağlayacaktır.
Eğer Türkiye 2004 yılında da AB’ye tam üyeliği elde edemezse, birlik dışında kalmış bir Türkiye, alternatif politikalar üretemediği takdirde, kendisi üzerindeki AB baskısı gün geçtikçe daha da artacak, belki orta vadede AB’nin kendisi, Türk egemenliği ve çıkarları için “en büyük tehdidi” oluşturacaktır .
O halde Türkiye’nin yaratacağı alternatif modeller arasında Orta Asya bölgesine yönelik politikasına ağırlık vermesi de olmalıdır. Türkiye’nin Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerini güçlendirmesi, onun Doğulu bir ülke haline gelmesi anlamına gelmemektedir, aksine Türkiye bu yolla batı macerasındaki dokuz asırlık yalnızlığına son vererek, batı ile ilişkiye “Doğulu” dostlarından gelen destekle güçlenmiş olarak girebilecektir. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik konusundaki çabalarında Orta Asya bölgesinde etkin olmasının, boru hattı projelerini gerçekleştirilmesinin ve bu yolla elde edeceği ekonomik ve siyasi gücün büyük etkisi olacaktır. Küreselleşmenin de tesiriyle, ülkeler için geniş bir ilişki yelpazesine sahip olmanın önemi devamlı artmaktadır. Bu bağlamda ABD ile Orta Asya bölgesinde girişilecek stratejik işbirliği sayesinde hem Amerika’nın, hem Türkiye’nin bölgeye yönelik hedeflerinin gerçekleştirilebilme olasılığı artacak, hem de Türk Cumhuriyetlerinin Rusya’ya olan bağımlılıkları azalarak, ekonomik ve siyasi serbestlik elde edeceklerdir.
Bütün taraflar açısından da fayda sağlayabilecek böylesi bir işbirliği mutlaka, dikkatlerini Hazar petrolü ve bölgenin doğal kaynakları üzerine çevirmiş olan İran, Rusya, Çin gibi güçlerin muhalefeti ile karşılaşacak, belki yeni oluşumlara ve stratejik ortaklıklara neden olacaktır. Bundan sonra yapılması gereken belki de, Türkiye’nin Orta Asya bölgesine yönelik politikasında tüm olasılıkları, artı ve eksileri, her yönü ile akılcı ve sistemli bir şekilde değerlendirmesi gerektiğidir.
Bu değerlendirme yapılırken Türkiye’nin kendi gerçeklerini de göz önünde bulundurması gerekmektedir. Doğu ve Batının, Kuzey ve Güneyin, Hıristiyanlık ve İslam’ın kesişme noktasındaki Türkiye, Boğazlardan binlerce kilometre ötedeki ülkeleri etkileme potansiyeline sahiptir . Türkiye, bir taraftan Avrupa ve ABD için jeo-stratejik konumu itibarıyle ne derece önemli olduğunu, ABD’nin Orta Doğu ve Orta Asya politikalarında merkezde bulunduğunu, ayrıca Hazar bölgesinde ve Kafkaslarda Rusya’nın ileride saldırgan bir güç haline gelmesi durumunda, bunu dengelemek açısından Türkiye’nin katkılarının büyük olacağının, Batıya ve ABD’ye iyi bir şekilde anlatması ve coğrafi üstünlüğünün vermiş olduğu bu kozu çok iyi değerlendirmesi gerekmektedir. Diğer taraftan, kendi içindeki sorunları-ekonomik istikrarsızlık,yüksek enflasyon, etnik azınlıklar- kabul edip bunlara çözüm yöntemleri bulmalıdır. Zira, Türkiye iç sorunlarını çözmekte ne derece başarılı olursa Batı ve ABD için o denli tercih edilen bir ülke konumuna gelir, bu konuda R. Perle “Amerika için ‘en değerli’ Türkiye, kimliği ve Batıyla gelecekteki ilişkisi açısından kendini güvenli hissetmesi için gerekli ekonomik ve siyasi reformları gerçekleştirmiş olan bir Türkiye’dir”, demektedir .
kaynak
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
23 Ocak 2009       Mesaj #6
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi

Benzer Konular

2 Nisan 2013 / Misafir Tarih
15 Kasım 2015 / Misafir Cevaplanmış
27 Aralık 2009 / Misafir Soru-Cevap
4 Mart 2011 / azra Soru-Cevap