Arama


ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
18 Mart 2009       Mesaj #1
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye

monarşi

Ad:  monarşı.jpg
Gösterim: 11862
Boyut:  72.6 KB

devlet yönetiminde tek kişinin bölünmez egemenliği.

Terim, en yüksek yetkinin devletin sürekli başkanının (monark) elinde bulunduğu ülkeler için kullanılır. Günümüzde bu özgün anlamının dışında, devlet başkanının seçimle işbaşına geldiği cumhuriyetlerin tersine, bu görevin babadan oğula geçtiği devletler için ve cumhuriyet ilkesine karşı “monarşi ilkesi” bağlamında kullanılmaktadır.

Tarihte monarşik yetkinin farklı yer ve dönemlerde değişik kuramsal ilkelere dayandırıldığı görülmüştür. Ama monarşinin etkili olabilmesi için ideolojik düzlemdeki “otorite ilkesi”nin gerçek nesnel güç ile desteklenmesi gerekir. Bu bağlamda OsmanlI Devleti “yeniçağ barut imparatorluklarımın hâlâ fief dağıtımına dayalı bir toprak idaresi rejimine sahip olsalar da, ateşli silahlarla donanmış bir orduya ve bürokrasiye nakit maaş ödeyebilme yeteneği temelinde ulaştıkları merkeziyet derecesinin ilginç bir örneğini oluşturur.

Seçime dayalı monarşinin en ilginç örneği Kutsal Roma-Germen İmparatorluğudur. Ama Avrupa’da başlangıçta bütün monarşiler bir ölçüde seçime dayanıyordu. Barbar krallıklarının ardındaki klan ve kabile şefliği kurumu, Karanlık Çağlar’da henüz bir soy içinde seçimsel karakterini tümüyle yetirmiş değildi. Hıristiyanlık aracılığıyla Doğu Akdeniz ve Roma teokrasilerinden aktarılan morarşi kavramı ortaçağda Germen kabilelerinin krallık kavramlarıyla iç içe geçti. Hıristiyanlığın yayılmasından sonra egemenlik yetkisini üstlenebilmenin temel koşulu hanedan üyesi olmaktan çok, kilisenin tanrısal yetkisiyle kutsanmış olmaktı. Koşulsuz kalıtsallık ilkesi, ancak daha sonra seçim güçlüklerinden kaçınmak amacıyla ortaya çıktı ve çeşitli güçlerin etkisiyle dinsel ya da yarı dinsel bir dogma haline geldi. Türklerin tarihinin uzak geçmişinde de seçime dayalı hakanlık görülmekle birlikte, Osmanlı Devleti 14. yüzyılda iyice biçimlendiğinde, bu ilke artık aşılmıştı ve özellikle İstanbul’un alınmasından sonra yerini aynı dinsel dogmaya bıraktı.

Kendi topraklarının sınırları içindeki her şey üzerinde Tanrı’nın koşulsuz egemenliğini temsil eden eski monarşi ilkesi Batı’da benzer maddi temeller üzerinde 17. yüzyılda kralın tanrısal hakkı öğretisinde doruk noktasına ulaştı. Bu ilke, XIV. Louis’nin ünlü L’itat c’est moi (Devlet Benim!) sözünde anlatımını buluyordu.

Eski Yunanlılarda monarşinin, Homeros ve Makedonya tarzı olarak adlandırılan iki ana biçimi vardı. Birincisinde krallık, yetkesi savaş yeteneğiyle yakından ilişkili olan ve babadan oğula geçen bir hükümdarlık türüydü. İkincisinde kral, tanrısal özellikler kazanmış bir tür imparatordu. Örneğin Helenistik çağda Büyük İskender’in gücü Yunan usçuluğu ile demokrasisinin kısıtlamalarını çok aşarak bir Doğu despotizmine dönüşmüştü.

Ortaçağ imparatorluklarıyla ortaçağ papalığının temelinde yatan ilke gene monarşiydi. Ortaçağda Hıristiyan dünyasının parçalanmasıyla monarşi yeni bir temele oturdu. Monark 16. ve 17. yüzyıldaki yeni ulus-devletlerin gereksindiği merkezî iktidarı sağlamak bakımından en uygun koşullardaydı. Kapitalizmin ve piyasanın gelişimi böyle bir otoriteyi zorunlu ve olanaklı kılıyordu. Ayrıca bu gelişme düzeyinde monarşi henüz kapitalizmin önünde bir engel değildi. Bu ortamda monarklar genellikle tek yasa ve yönetim kaynağı olarak birer mutlak hükümdar durumuna geldiler. Buna karşılık İngiltere’de Tudorların mutlakiyetçiliği parlamenter kurumlara dokunmam; bu nedenle Stuartların krallığın tanrısal haklarını dayatma çabaları monarşik iktidarı kısıtlamaya kararlı güçler tarafından engellenebildi.

18. yüzyılda kapitalist gelişmenin sürmesi karşısında, sivil toplumun nesnel çoğullaşması artık siyasal sistemin çoğulculaşmasını zorlamaya başladığı halde, Avrupa kıtasında mutlak monarşi genel olarak varlığını sürdürmeye çalıştı. Aydınlanma’nın ilk etkileri karşısında bile, Prusya’da Büyük Friedrich ve Rusya’da Büyük Yekaterina örneklerinde olduğu gibi “hayırhah despot” kimliğine bürünerek uyum göstermeyi başardı. Ama 1789 Fransız Devrimi monarşiye sarsıcı bir darbe indirdi. Gene de monarşi değişik biçimlerde birçok ülkede varlığını sürdürdü, kimi ülkelerde de Napoleon savaşlarından sonra yeniden kuruldu. İngiltere’nin öncülüğünü yaptığı ve günümüzde kara Avrupa’sının tüm krallıklarında görülen meşruti monarşi kuramsal açıdan halk ile hükümdar arasındaki bir sözleşme niteliği taşıyan anayasaya dayanıyor ve nesnel olarak monarşinin burjuvalaşmasını ifade ediyordu. Latin Amerika’da İspanyol ve Portekiz imparatorluklarının kalıntıları üzerinde cumhuriyetler kuruldu; yalnızca Brezilya 1889’a değin monarşiyle yönetildi.

I. Dünya Savaşı, yenilginin ya da toplumsal eşitsizliklerin sorumluluğundan sıyrılmayacak kadar iktidarı kişisel tekellerinde toplamış olan hükümdarların sonunu getirdi. Rus, Alman ve Avusturya-Macaristan monarşileri ile Osmanlı Devleti de bunlar arasındaydı. İspanya’da 1931’de monarşinin devrilmesine karşın 1947 Anayasası Ispanya’yı hâlâ “krallık” olarak niteliyor, ama General Francisco Franco’yu devlet başkanı sayıyordu. Kasım 1975’te devlet başkanlığına Franco’nun yerine Kral I. Juan Carlos geçti ve Aralık 1978 Anayasası ülkeyi parlamenter monarşi ilan etti.

.II. Dünya Savaşı yalnız Avrupa’da (örn. İtalya) değil, Uzakdoğu’da da monarşilere yeni darbeler vurdu. Çin’deki Qing (Mançu) hanedanı daha 1912’de devrilmişti. Japonya’nın II. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisiyle birlikte imparatorun tanrısallığı ilkesi de kendiliğinden terk edildi. 1947’de yürürlüğe giren 1946 Anayasası’yla imparator yalnızca “devletin ve halkın birliğinin simgesi” oldu. Başka ülkelerde ise bir yandan Batılı güçlerin desteği, bir yandan da halkın taleplerine ödün verme politikası, bazı monarkların iktidarda kalmasını sağladı.

İngiltere, Norveç, İsveç, Danimarka, Belçika, Hollanda ve 1973’e değin Yunanistan’da monarşi yukarıda değinilen meşruti biçimiyle varlığını sürdürdü. Danimarka, Avrupa monarşileri arasında mutlakıyetçiliği bırakan son ülkeydi (1849). İskandinav monarşilerinin tümünün ortak özelliği meşrutiyetçi uygulamadaki titizlikleri ve demokratik sadelikleridir. Birleşik Krallık hükümdarı da 20. yüzyılda yasal olarak devletin başkanı olmakla birlikte, onun adına yapılan bütün işlemler gerçekte parlamentoya karşı sorumlu bakanların etkinlikleridir. Bütün bu çağdaş Avrupa monarşilerinde hükümdarın rolü, parlamenter rejimlerdeki cumhurbaşkanının rolünden farklı değildir.

kaynak: Ana Britannica
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 17 Mart 2017 20:43
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!