Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Haziran 2006       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Tıp Tarihi

Eski Yunanistan
Truva kuşatmasında cerrahlar
Eski Ege Uygarlığı M.Ö. 3000 yıllarında, Yunan adalarının Akdeniz'in doğu kıyılarında yaşayan ırklar tarafından fethedilmesiyle başladı. Bu dönemde Helenistik öncesi kültür, birçok oryantalist etkiyle kaynaşmanın yanı sıra Asya'dan ayrılma süreciyle de değişime uğradı.
Helenistik tıp, felsefenin ışığında gelişti. Katı eleştinlerle disiplin altına alındı. İyileştirme eylemi sanat olduğu kadar bilim olarak da düşünüldü. Helenistik dönemde tıp, yalnızca rahipler tarafından değil, sorgulamayı büyüye tercih eden insanlar tarafından da uygulanmaya başladı. Bu dönemde doktor fazlasıyla saygı duyulan bir kişiydi. Yunan tıbbı ile ilgili en önemli bilgi kaynağı Homeros'tur. Homeros şöyle yazmaktadır: "Doktor, pekçok yaşama değer bir varlıktır. Yaralardan okları çıkarmada ve açılan bu yaralan bitkisel merhemlerle iyileştirmede eşi yoktur."
İlyada adlı kitabında Homeros, ok ve ciritlerin çıkarılmasından, bandajlamadan, kompreslerden, kanamayı durdurmadan, yaraları balmumuyla iyileştirme yöntemlerinden, bitkisel özlerle yapılan ilaçlar ve yaralıyı hayata döndürmede yararlanılan şarap ve diğer sıvılardan söz eder. Şüphesiz, Homeros'un sunduğu tıbbi bilgiler, Girit ve Ege'de Helenistik dönem öncesi uygarlıklarda uygulanan çağdaş yöntemleri yansıtıyor.
İlk uygarlıkların çoğunda olduğu gibi Yunanlılar da kanın önemini anlamışlar fakat gerçek fonksiyonunu saptayamamışlardır. Ancak çeşitli şikayetleri gidermek için kan akıtma yöntemini kullanmışlardır, O zamandan şu zamana yüzyıllardır damarları kesme ya da şişe çekme yöntemleri kullanılmaya devam edilmiştir.

Aesculapius'un tapınakları

İlyada'da, tanrılara sık sık yapılan göndermelere ve ölüm dualarına karşın, Homeros'un devrinde tıbbın büyüye dayanmadığı, uzmanlar tarafından uygulanan, karşılığında para kazanılan bağımsız bir disiplin olduğu açıktır. Ancak zaman içinde Yunan kültürü üzerindeki doğu etkisi gittikçe daha belirgin hale geldi. Sonuç olarak tıp da ruhanileşti. Homeros'dan sonraki edebi eserler incelendiğinde, büyü, kötü ruhlar, kahinler ve kehanetle ilgili konulara göndermelerle yüklü oldukları görülür.
Bu dönemde Yunan tanrılarının çoğu şifa verici özellikleriyle anılmaya başlandı. Apollo, Artemis, Athena ve Afrodit'in yanı sıra yer altı tanrıları da hastalıkları tedavi edebilmekte veya önleyebilmekteydiler. Aesculapius mezhebi de bu tanrılardan birine tapınmayla gelişmiş olabilir. Çünkü sembolü olan yılan yer allı güçlerinin eski bir simgesidir. Ayrıca yılan, Anadolu'daki Sami kabileleri arasında şifa tanrısının kutsal işareti olarak kabul edilirdi.
Yaklaşık M.Ö. 770 yıllarında, tıp tanrısına adanan ilk Aesculapius tapmakları inşa edildi. Tapınak yapımı hızla gidişti. Dönemin yazarları tapınakların ver aldığı 300'ün üstünde alandan sözederler. Bu tapınaklar, genellikle ormanlara, su kaynaklarına, madensel özelliklere ve harika manzaralara sahip olan güzel topraklar üzerine yapılmıştı. Bu tapınakların en ünlüleri Epidarius, Knidos, Kos, Atina, Bergama ve Cyrene'dedir. M.Ö. 5. yüzyılda insanlar tarafından hain ziyaret edilmekteydiler. Diğer Eski uygarlıklardan farklı olarak Yunanlılar arasında din şiirsel bir mitolojiydi. Doğayı eleştirme ve keşfetme özgürlüğüne asla karışmazdı. Rahipleri özel bir sınıfa mensup değillerdi. Kazanç için çalışırlardı. Rahip olmayan doktorların tedavisi işe yaramayınca insanlar yardım için Aesulapius tapmaklarından medet umarlardı.
Tapınaklarda tedavi dinseldi. Banyo ve oruç esaslarına dayanırdı. Hastalar temizlendikten sonra ve sunağa yaklaşmaya hazır olduklarında tövbe öreni düzenlenirdi. Hastalar en iç bölgeye abatona alınırlardı. Burada battaniyelere sarılı olarak koyun postları üzerine uzanır, oruç tutmaktan ve uyku ilaçlarından yorgun düşmüş olarak uyurlardı. Bundan sonra tedavinin asıl kısmı başlardı. Hastalar uyur uyumaz rahipler peşlerinde uyuyan hastaların yaralarını emen kutsal yılanlarla yataklar arasında dolaşırdı. yandıklarında her hastanın rüyasında ne gördüğünü anlatması gerekirdi, undan sonra bir rahip rüyayı yorumlar ve uygun tedaviyi anlatırdı. İyileşir kimi zaman gerçekleşir kimi zaman gerçekleşmezdi. Bu durumda rahipler, hastanın ya kendisine söylenenleri tam olarak yerine getirmediğini ya da tedaviye inancı olmadığım söylerlerdi.
Hasta tapınaktan çıkmadan önce paranın yanı sıra kendi adını taşıyan, hastalık ve tedavinin kayıtlı olduğu, adak niteliğinde bir tablet verildi. Tabletler tapınağın duvarlarına asılırdı. Böylece tapmağa yeni gelecek kişilerin güven duymaları sağlanırdı. Meme kanseri de dahil olmak üzere çeşitli hastalıkların tariflerini ve tedavilerini içermeleri bakımından bu tabletler nümüzde de ilgi çekmektedirler.

Düzenli Tıp
Yunanlıların, hastaların sağlıklarına kavuşmaları konusundaki umut ve endişeleri hususuna önem vermeye başlamaları Aesculapius mezhebi ile başlamıştır. Şeytan çıkarma işleminden arındırılmış bir psikoterapi yönteminin tapınaklarda başladığı söylenebilir. Zaman ilerledikçe, rahipler dinsel tedavi yöntemlerinden gittikçe uzaklaşmaya başladılar. Zaten rahip olmayanların uyguladıkları tedavi yöntemleri en eski devirlerden beri tapınak sistemiyle beraber uygulanıyordu. M.Ö. 6. yüzyıldan itibaren tıp profesyonel bir kimlik kazandı. Yeni eğitim görmüş öğrenciler, okullarının saygınlığı gözönüne alınarak kendilerine verilen çalışma ehliyetini almak için konseye başvururlardı. Pratisyenler para karşılığında hasta kabul edebilir ve bir muayenehane açabilirlerdi.

Greko-İtalik Okul ve Bilimsel Tıbbın Doğuşu

Yunanlılar sorgulayıcı bir düşünce sistemi geliştirmişlerdi. Yaşamla ilgili sorulara yeni yaklaşımlar getirdiler. Sorguladıkları konuların başında insan ve doğa gelirdi. Bu yüzdendir ki ilk filozoflar aynı zamanda biyolog ve doğa bilimciydiler. Yunanlılar felsefeyi, insanı ve dünyayı anlama girişimi olarak görürlerdi. Amaçları iyi bir yaşam şekli saptamak ve sonra da herkesin bu şekilde yaşamasını sağlamaktı.
Greko - İtalik okul, Pisagor (Pythagoras) (M.Ö. 580-489) tarafından kurulmuş olan, bilimsel tıbbın temelini oluşturan büyük bir felsefe okuluydu. Aynı yıllarda güney İtalya'da bulunan Croton kasabasında da gelişmekte olan bir tıp okuluna sahipti. Pisagor'un okulunun buradaki okulla bağlantısı vardı. Pisagor, Croton okulunda bir takım düzenlemeler yapmıştı. Yeni başlayanlar için katı kurallar koymuştu. Bu şekilde okulun ayakta kalmasını sağlayarak birçok araştırma yapmıştı. Okulun öğrencileri çok gizli bir topluluk gibi davranırlardı. Uzmanlar liderlerine bağlı kalacaklarına, deneyimi olmayanlara özel bilgilerini ifşa etmeyeceklerine yemin ederlerdi. Pisagor'dan önce hastalık kavramı doğaüstü bir örtüyle perdelenmîşti. Pisagor'un öğretileri sayesinde bu kavram bilimin ışığı altında aydınlığa kavuştu. Evreni yöneten uyum ve oran ilkesi makrokozmos, insan organizmasındaki mikrokozmosa yansıdı.
Croton okulunda Pisagor'dan daha genç ve tıbba gerçek bilim niteliğini kazandıran en ünlü doktor Alcmaeon'du. Alcmaeon, göze ait sinirleri ve kulaktaki östaki borusunu keşfeden, beynin, akıl ve duyuların merkezî olduğunu saptayan ilk kişiydi. Görme duyusunu etkileyen üç ana etkeni, gözdeki dışsal ışık, içsel ateş ve sıvıyı keşfetmişti. Bu anatomi ve fizyoloji uzmanı, dolaşım üzerinde de biri akım gözlemlerde bulunarak toplardamarları atardamarlardan ayırdı. Beyindeki hasarların yaratığı işlev bozukluklarını araştırdı, uyku ve ölüm üzerine uzun zaman kabul görecek açıklamalar getirdi. Nobcl Ödülü kazanan İtalyan Camillo Golgi, 1910'larda yaptığı bir açıklamayla Alcmacon'un teorisinin bugün de serebral anemi olarak geçerli olduğunu belirtti. Alcmaeon tam olarak, uykunun; kan beyinden damarlara çekildiği zaman gerçekleştiğini, bu akış tamamlandığında ve yalnızca tek yönlü hale geldiğinde ise ölümün gerçekleştiğini savunmuştu.
"Doğa Üstüne" adlı kitabın içeriği Alcmaeon'un öğretilerinin bir özelidir. Alcmaeon, Yunanlılara hastalıkların doğası ile ilgili makul bir açıklama getirmiş ve bu hastalıkları doğa üstü güçlere başvurmadan önleme ve iyileştirme yolları önermiştir. Bu bakımdan da tıp tarihinde oldukça önem taşır. Alcmaeon'a göre sağlık ve sağlık bozuklukları, sıcak ve soğuk, ıslak ve kuru, tatlı ve ekşi gibi temel karşıtlıklara dayanmaktaydı. Hastalığın sebebi bu dengelerdeki bozukluklardı. Hastalığı yenme arzusu ilk defa Alcmeon, uyumsuzluğun potansiyel kaynaklarını adlandırmasıyla somut bir şekil aldı. Bu kaynaklar; bireyin yapısı, yanlış beslenme, düzensiz ya da yetersiz diyet, iklim, yükseklik gibi dış etkenlerdi. Günümüzde bu sıralama yetersiz görülebilir, ancak o zamanlar insanlar hastalığı yenmek için yapılacak bir savaşı kazanmak için yalnızca birkaç keşif daha yapmanın yeterli olacağım düşünmüş olabilir.
Greko-İtalik okuldan Agrigentumlu Empedocles (M.Ö. 500-430) de, evreni yöneten kanunlara tanrısal bir açıdan yaklaşarak önemli bir katkıda bulunmuştur. Dünyayı meydana getiren dört elemeni, olduğuna, bu elementlerin oluşmuş, değiştirilemez olduklarına ve herşeyin kökeninin, toprak, hava, ateş ve su olduğuna inanırdı. Ona göre kalp dolaşım sisteminin merkeziydi. Kan devamlı olarak kalbe doğru ve kalpten bedenin diğer noktalarına doğru akardı. Ruh, diğer adıyla yaşamın soluğu ise tüm vücuda kan damarları ile dağıtılırdı. Empedocles ayrıca, solumanın akciğerlerle sınırlı olmadığına, derideki gözeneklerle de gerçekleştiğine inanırdı.
Yunanlıların tıbbi konulardaki pratikliğinin. Sokrat öncesi felsefenin etkilerinden ve özellikle de Pisagor okulunun öğretilerinden kaynaklandığı söylenebilir. Doğanın doğrudan gözlemlenmesi, füme varıma dayalı bir mantık, yaşamın sebebi ve anlamı konusundaki araştırmalara verilen önem tıp bilimindeki gelişmeyi de beraberinde getirmişti. Pisagor okulu yüzyıllar boyunca patoloji alanında kabul görecek olan dört element ve bunlara karşılık gelen salgılar doktrinini geliştirdi. Ayrıca hastalıkların belirli bir organ ya da vücudun belli bir bölümüyle sınırlı olmadan, genel şartlardan oluşabileceğinin kabul edilmesi de önemlidir. Belirli aralıklarla tekrarlayan hastalıkların vurgulanması, kriz ve kritik günler doktrinin oluşmasına neden olmuştur. Bu doktrin, eski Babil astrolojisindeki kavramları yansıtmaktadır.
Bu arada güney İtalya ve Sicilya'da Greko - İtalik okul gelişirken, Kuzey Afrika'da Cyrene'de, Datça Yarımadası'nda Knidos'ta, Rodos ve KON adalarında da başka tıp okulları açılmaya başlamıştır. Buralarda öğretim, tanı ve muayeneye dayanmaktadır. Doktorlar hastalığın teşhisine gösterdikleri ilgiyi hastalığın sebeplerine göstermemişlerdir.
"İyileştirci Apollo, Aesculapius, sağlık ve bütün iyileştirici güçler üzerine yemin ederim ki yetkimi, bütün yeteneklerimi ve mantığımı kullanarak hastalara yardım etmek için kullanacağım."
Hipokrat yemininden.

Hipokrat, Tıbbın babası
Ege Denizi'ndeki Kos Adası'ndaki büyük çınar ağacı hala ayaktadır. M.Ö. 5. vüzyıl sonlarında, gençlerin tıp sanatıyla resmi tanışmalarını bu ağacın altında yaptıkları söylenir. Ağacın etrafına toplanan gençler, yaşıtları ve yaşlıların arasında, yüzyıllardır mesleki davranışlara yüksek bir standart getirmiş olmakla ün yapmış, şu anda Hipokrat yemini olarak bilinen yemini ederlerdi. M.Ö. 5. yüzyılda bu yemin, Hipokrat önderliğindeki Kos okulunun ruhunu simgelemiştir.
Yeminin özü, Hipokrat ya da öğrencilerinin ahlaki çalışmalarında yankılanır. "Sanat Üstüne" adlı kitabında Hipokrat, tıp sanatı ile ilgili olarak şöyle demiştir: "Önce kapsamının ne olması gerektiğini söylemeliyim; acıları yok etmek ya da en azından hafifletmek. Buna inanmayanlar bile bunun varlığı ve gücünün kanıtı ile iyileşebilir."
"Doktorlar Üstüne" adlı çalışmasında ise Hipokrat şöyle der: "İnsanların kendi bedenlerine bakmayı bilmeyenlerin başkalarına bakamayacaklarını düşünmeleri nedeniyle, doktorlar için iyi bir görünüme sahip olmak ve iyi beslenmek önemlidir. Doktorlar, nasıl konuşmaları ve ne zaman susmaları gerektiğini, düzenli bir hayat yaşamaları gerektiğini bilmelidirler. Çünkü bu özelikler doktorun ününü artırır. Dürüst olmalıdırlar. Bunun için bütün insanlara karşı dürüst, kibar ve anlayışlı olmalıdırlar. Düşünmeden ve ani hareket etmemelidirler. Soğukkanlı, sakin görünmeli ve asla öfkeli olmamalıdırlar. Ama aynı zamanda çok neşeli olmaları da lehlerine değildir."
Etik çalışmalar ve Hipokrat yemini, "Corpus Hippocraticum'un bir bölümünü oluşturur. "Corpus Hippocraticum", İskenderiye'deki kütüphane için, çeşitli okulların M.Ö. 3. yüzyılda bir araya getirilmiş olan tıbbi tezlerinden oluşmaktadır.
Bu ünlü kitapta yer alan çalışmaların yalnız birkaçının Hipokrat'a ait olması önemli değildir. Çünkü burada asıl önemli olan insan ve onun hakim olduğu sistemdir. Tezler arasındaki tüm zıtlıklara rağmen hepsi doğacı bir yaklaşımda birleşirler. Teorik olmaktan çok pratiğe önem verirler.
M.Ö. yaklaşık 1. ve 2. yüzyıllar arasında Hipokrat'ın biyografisini ilk olarak kaleme almış olan Efesli Soranus'a göre, Hipokrat, M.Ö. 460-450 yılları arasında Kos'ta doğmuştur. Bir doktorun oğludur. Tıbbı babasından öğrenmiş ve çok gezmiştir. Thessaly, Trakya ve Propontis'i ziyaret ettiği bilinmektedir. Hatta Libya ve Mısır'a gitmiş olması ihtimali vardır. Uzun yıllar boyunca Kos Okulu'nda öğretmenlik yapmıştır. Ünü ve saygınlığı öylesine büyüktür ki, öldüğünde, arıların mezarının üzerindeki çiçeklerden yaptıkları balın olağanüstü iyileştirici özeliğe sahip olduğuna inanılmıştır.
Hipokrat, bu büyük ünü üstün yetenekleriyle kazanmıştır. İnsanın acı çekmesi konusunda derin bir anlayış geliştirmiş, doktorun yerinin hasta yatağının başı olduğunu söyleyerek, doktoru hastanın hizmetine sunmuştur. Acının büyüye başvurulmadan, hijyen ve kanıtlanmış tedavi yöntemleriyle nasıl hafifletilebileceğini göstermiştir. Tıbbı kendi dönemi için yeni ve tarihsel bakımdan belirleyici bir yöne oturtmuş, klinik gözlemlere dayanarak geliştirdiği tedavi yöntemleriyle tanrıları bir yana bırakmıştır.
Tedaviye belirli bir yön getirmenin yanı sıra Hipokrat, çağının bütün tıbbi bilgilerini hastalık kavramıyla ilişkilendirmiştir. Bu hastalık kavramı, görüleceği gibi, zamanın imtihanından geçmiş ve çağımızın başlangıcına kadar geçerliğini korumuştur.
Son olarak Hipokrat, bugün de geçerli olan, gözleme ve mantığa dayalı, tanısal bir araştırma yöntemi geliştirmiştir.
Hipokrat öğretisinin zayıf yanı, modern tıbbın temeli olan anatomi ve fizyolojide yetersiz kalmasıdır. Yunanlılar ölülerine gösterdikleri saygı nedeniyle insan bedeninin teşrihini yasaklamışlardı. Bu nedenle dönemin anatomi bilgisi hayvanlardan edinilmekteydi. Temelde klinik ve pratik olan Hipokrat tıbbi incelemelerine merkez olarak tamamen hastayı almış ve sağlıklı insanı gözardı etmiştir. Ortaya çıkartılan gerçekler bu yüzden temel bir bilgi dağarcığının oluşmasına yetmemiştir.
Hipokrat'ın yolundan gidenler, vücudun toprak, hava, ateş ve sudan oluşan dört elementin birleşmesinden ve bunların nitelikleri olan sıcak ve soğuk, ıslak ve kuru kavramlarından meydana geldiğine inanırlardı. İçsel ısı, yaşamın temel şartıydı ve bu ısı sona erdiğinde ölüm gerçekleşirdi. Bu ısının sabit bir düzeyde korunması için ruhun vücudun her yerine yayılması ve kanla damarlarda dolaşması gerekirdi.
Salgı uyumuna dayanan hastalık kavramı bugün gerçeklerden oldukça uzak görünüyorsa da, 19. yüzyılın birinci yarısında hala geçerliliğini korumaktaydı. Bu kavramlar, ateş, iltihaplanma, çıban, apse ve ishal (diarrhoea) gibi dış rahatsızlık belirtilerinden yola çıkılarak gerçekleştirilen tedaviyi etkilemezdi. Bunlar, bütün organik salgılar gibi uygun ve cazip bir boşaltım yolu olarak görülürdü. Hümörler arasındaki denge bozulduğunda doğanın amacı durumu normale döndürmeye çalışırdı.
Patoloji (hastalık bilimi), modern bakış açısından, daha da ilgi çekicidir. Hipokrat'a ait olduğu kesin olan "Hava, Su ve Yerler Üzerine" adlı kitabın konusunu oluşturur. Eser, insanın fiziksel görünümünü, çeşitli ırk türlerinin etnik özelliklerini etkileyen dış etkenler konusunda gerçek anlamda yapılmış ilk sorgulamadır.
Kitabın önemli pasajlarından birinde Hipokrat şöyle der: "Tıbbı doğru olarak anlamak isteyen herkes burada yazılanları öğrenmek zorundadır. Öncelikle yıl içindeki tüm mevsimlerin etkilerini ve bu mevsimler arasındaki farkları göz önüne almalıdır. Hem bütün ülkeler için geçerli olan, hem de tek bir bölgeyi etkileyen rüzgarları, soğuk ya da sıcağı fark etmelidir. Son olarak değişik unlardaki suların değişik niteliklerini, vücut üzerindeki etkilerini bilmelidir. Aynı şekilde insanların nasıl yaşadıklarını, nelerden hoşlandıklarını, ne yediklerini, ne içtiklerini, fiziksel egzersiz yapıp yapmadıklarını, işsiz ve şişman olup olmadıklarını gözlemlemelidir. Bölgesel şikayetleri anlamaları ve uygun reçeteler yazabilmeleri için doktorların bunların hepsini bilmeleri gerekir."
Hipokrat anlayışını benimsemiş pratisyenler vizitlerini öğleden önce yaparlardı. Çünkü sabahlan, hem hasta hem de doktorun kafası daha zindedir. Hastanın geceyi nasıl geçirdiğini ve bağırsak fonksiyonlarını sorguladıktan sonra hastanın vücudunu, nefes alıp vermesini, terini ve idrarını incelerdi. Ateş hastanın göğsüne el dayanarak ölçülür, perküsyon ile karaciğerin sertlik ve büyüklüğü anlaşılır, dalak ve akciğerlerin durumu hakkında bilgi elde edinilirdi. Bu aşamalardan sonra doktor, ustasının çok değerli öğütlerini aklında tutarak daha kapsamlı bir muayeneye başlardı. Hipokrat'ın tanımlamaları kesindi. Örneğin, zatülcenp krizini şöyle tanımlamıştır: "Akciğer kaburgalara değer ve hasta öksürürse toraksta acı hissedilir ve derinin deriye sürtmesiyle oluşan sese benzer bir ses duyulur."
Prognoz da oldukça önemliydi. Hastadaki her değişim özenle kaydedilirdi. Günümüzde de hala aynı şekilde kullanılan Hipokrat Yüzü ciddi bir alarmdı: "Sivri bir burun, çökmüş gözler, oyuk şakaklar, soğuk ve lobları dışarı dönmüş kulaklar, yapışkan ter, sarımsı beniz..." Bu görünüm, Shakespeare'in de tanımladığı gibi yaklaşan ölümün habercisiydi; Falstaff öldüğünde, Mistress Pistol bunu şu sözleriyle anlatır: "Çarşafta kıvranırken bir yandan da çiçeklerle oynayıp parmak uçlarına bakarak gülümsemesini gördükten sonra yalnızca tek bir sonuç olacağını biliyordum. Çünkü burnu bir kalem gibi keskindi..." Hipokrat yüzünden başka diğer bazı prognoztik işaretler de Hipokrat'ın adıyla birlikte anılır. Bunlardan biri olan Hipokrat Sussesyon, göğüste cerahat olduğunda su sıçrama sesi duyulmasıdır. "Corpus Hippocraiicum"un en önemli başarılarından biri de doğrularını Yunanlıların vaka raporları ve afrodizmaları ile işlemesidir. Tüberküloz, sıtma, tifo, kabakulak ve diğer hastalıklar için yaptığı tanımlamalar klasıktir. Hipokrat, bu vaka raporlarını, Thasos Adası'ndaki üç yıllık uygulamalarından derleyerek "Epidemikler Üzerine" adlı eserin ilk yedi cildinde toplamıştır.
Bu kitabında kabakulağın açık klinik görünümünü anlatır: "Bazılarında çoğu zaman zararsız yüksek ateş ve burun kanaması gözlemlendi. Kimse ölmedi. Ama birçok kişinin kulak çevresinde şişlikler meydana geldi. Bu şişlikler bazen tek bir kulağın çevresinde, ama çoğunlukla her iki taraftaydı. Hastaların çoğunun ateşi normaldi. Birkaçında çok az ateş vardı. Bütün şişlikler kayboldu ve diğer hastalıklarda oluşan şişliklerde gördüğümüz iltihaplanma bu vakalarda görülmedi. Şişlikler yumuşak, büyük, yaygın ve iltihapsızdı, acı vermiyorlardı. Her vakada hiçbir sorun yaratmadan kayboldular. Çocuklar, gençler, ayrıca orta yaşlılar, özellikle de jimnastik yapanlar şikayetçiydi. Ama çok az sayıda kadın bu hastalıktan etkilendi. Çoğunda kuru bir öksürüğe ve ses kısılmasına yol açtı. Bazı vakalarda başlangıçta, bazılarında da hastalığın daha sonraki safhalarında testislerin bir tarafında veya her iki tarafında ağrısız şişlikler oluştu."
Hipokrat'ın günlük deneyimleri "Aforizmalar" adlı ünlü kitabında, 406 deyiş halinde toplanmıştır. Birçok eski deyişin ilk önce bu hekimin dudaklarından döküldüğünü bilmek ilginçtir. Kitaptaki ilk deyiş oldukça ünlüdür: "Hayat çok kısa, sanatı öğrenmek çok uzun sürer, fırsatlar çabuk kaçar, deneyim yanıltıcıdır ve karar vermek güçtür." Çok eski bir kökene dayandığı düşünülen ve yüzyıllar sonra bile acı çekmeyle ilgili duyguları dile gel iren sonuncu deyiş ise şöyledir: "ilacın tedavi edemediği hastalıkları bıçak, bıçağın tedavi edemediklerini ateş tedavi eder. Ama ateşin tedavi edemediğini hiçbir şey tedavi edemez." "Aforizmalar" 6. yüzyıldan önce Latince'ye tercüme edildi. 13. yüzyıl ortalarına doğru, büyük bir kısmı Salerno Tıp Okulu'nun popüler şiirleri ile birleşerek Batı Avrupa'da herkes tarafından söylenir oldu. Hipokrat, "Aforizmalar" adlı eserinde ameliyat için gerekenleri anlaşılır bir ifadeyle şöyle anlatır: "Ameliyathanede hasta, asistanlar, cerrah, cerrahi aletler ve ışık olmalıdır. Cerrah söz konusu ameliyat için ışıklı bir ortamda ve uygun bir pozisyonda ayakta durmalı ya da oturmalıdır. Doğal ya da yapay, direkt ya da endirekt ışıktan faydalanabilir."
Cerrahlar çeşitli büyüklüklerde bisturi ve bıçak, kurşun veya bronzdan düz veya eğik sondaks ve kafatası ameliyatlarında trepan, hemoroidlerde koter, kanama ve fistüllerde vajinal spekulum, diş çekimlerinde ise şırınga ve pens kullanırlardı. Hipokrat okulunun cerrahi üzerine yazılarının en ilginç bölümünde kırık ve çıkıklar ele alınır. Bu bölümde kırık kol ve bacakların bandajlanması ve kırık kemikleri tutma pozisyonları özenle anlatılmıştır. Femurun yerine oturtulması için hasta kontrol askısı olan Hipokrat nisasına yatırılırdı: "Bu iş kısaca balmumundan şekil yaratmaya benzer. Yerleri değişmiş, ya ela normal olmayan bir şekilde kaynamış kemikler elle ayarlanarak doğru yerlerine konur. Ama bu işlemler gerçekleştirilirken nazik olmalı, sert hareketlerden kaçınılmalıdır."
Hipokrat vücudun kendi kendini iyileştirebileceğine inanırdı. Doğanın şifa verici gücüyle ilgili düşünceleri çalışmalarının çoğunda yer alır. "Doğa doktordur" ve "Doğa kendi yönünü tayin eder." ("Epidemikler Üzerine" adlı kitabında geçer). "Doğa doktorsuz hareket eder" ("Diyet Üzerine"de yer alır). Hipokrat'ın rasyonel tıp uygulamalarının büyüklüğü, bu inancın yanı sıra gözlemleme ve deneyime teşvik edilmesine verilen öneme, batıl inançlardan ve büyüden kaçınmasından kaynaklanır.
Ancak Hipokratın ölümünden hemen sonra Kos Okulu gerilemeye başladı. Hipokrat'ın öğrencileri onun seviyesinde değildi. Hipokratın prensiplerine öylesine saygı duyuluyordu ki bunlara yeni eklemeler yapılmadı. Doktrinler, dogmalar gibi kemikleşmişti.

Hipokrat sonrası Tıp

Hipokrat öldüğü sırada Aristoteles Atina'da Platon'un öğrencisiydi. Kendi adını taşıyan bir şehir kuran İskender'in, diğer adıyla Makedonyalı Philip'in oğlunun öğretmenliğini de yapmıştır. İskenderiye şehri eski zamanların en ünlü kütüphanesine sahip olarak Yunan kültürünün yeni merkezi haline gelmiştir. İskenderiye tıp okulunda, özellikle Herophilus zamanında anatomi ve fizyoloji gibi ihmal edilmiş alanlarda büyük gelişmeler yaşandı. Herophilus ve oniki parmak uzunluğunda anlamını taşıyan "duodenum" (oniki parmak bağırsağı) ile prostat kelimelerini tesadüfen bulan kişidir. İskenderiye Tıp Okulu'nda anatomi ve fizyoloji konusunda birçok başarılı çalışmalar yapılmış, ancak hiç diploma verilmemiştir. Bunun sonucunda da birçok şarlatan okulun ününü kötüye kullanmıştır.
Farklı dallarda uzmanlaşmış birçok başarılı Yunanlı doktor, çalışmalarını Roma'da sürdürmek üzere yola çıktılar. Bu arada Roma'da geçmişin sadeliğine duyduğu hayranlığı saklayamayan Sansürcü Cato (M.Ö. 234-149) Yunanistan'dan alman kısır yaşam tarzına karşı olması nedeniyle Senato'ya baş kaldırmaktaydı. Cato, Yunanlı doktorlardan nefret ederdi. Aslında tıp ansiklopedisi yazarı Pliny'e göre Cato, Yunanlı doktorları Romalıların sağlığı için tehdit oluşturmakla suçlardı. Oğlu Mark'a yazdığı bir mektupta Yunanlıları hilekar bir millet olarak niteleyerek oğlunu Yunanlılara karşı korumaya çalışmıştı. "Yunanlılar bize bildiklerini aktarırlarsa ve özellikle de Yunan lı doktorlar buraya gelirse, bu Roma'nın sonu demek olur. Çünkü onlar bar barlara karşı tıp üzerine ölüm yemini ettiler. Ve onlara göre Romalılar bar bardır. Doktorlara dikkat edin!" Romalılardan önce yaşamış olan Etrüskler hakkında çok az şey bilinmesine karşın, onların da biraz tıp bilgisine sahip oldukları kesindir. Theophrastus "Bitkiler Tarihi" adlı eserinde şöyle der: "Aeschylus, mersiyelerinde, Etrurya'nın çeşitli hastalıklar için reçeteler hazırlanabilmesi açısından çok zengin bir yer olduğunu ve Etrüsk ırkının ilaç yaptığını söyler." Etrüsk rahipleri, tıp uygulamasını önemsiz gören Romalılara doktorluk hizmeti vermişlerdir. Tapınak harabelerinde gerçekte insan vücudundaki organları simgeleyen, Aeseulapia tapınaklarından çıkartılanlara benzeyen tabletler bulunmuştur. Ayrıca Etrüsk dişçilerinin becerikliliklerinin bir göstergesi olan diş kronları ve altın kaplamalar da bulunmuştur. Etrüskler, hayvanların sakatatlarından, özellikle de karaciğerlerinden kehanet sanatını geliştirmişlerdir. Haruspex (kahin) kelimesi, karaciğer anlamına gelen "har" kelimesinden gelmektedir. Romalılar çeşitli suların terapik özelliklerini ve halk sağlığı amacıyla binalar oluşturmayı Etrüsklerden öğrenmişlerdir. Cioaca Maxima (Büyük Kanal) İ.Ö. 6. yüzyılda Tarquinius Priscus'un kontrolünde tamamlanmıştır. Bu kanal bataklıklardan durgun suları çekerek Ti her nehrine boşaltırdı.

Asclepiades
En eski devirlerde Roma'da tıbbın sihre ve doğaüstü güçlere dayandığı, sağlıktan çeşitli tanrıların sorumlu olduğu kesindir. Romalılar başlangıçta tıbbı aşağı görürlerdi. Daha sonraları Yunanistan'da tıbbın saygın bir meslek olduğunu ve tanınmış bir okulda iyi bir eğitim gerektirdiğini öğrendikten sonra düşüncelerini değiştirdiler. Böylece Roma'da uzman doktorların sayısı giderek arttı. İskenderiye'de öğrenim görmüş olan Bursalı Asclepiades Roma'da basan kazanan ilk Yunanlı doktordu. Asclepiades, zenginlikten şımarmış, Cato'nun öğretmiş olduğu sadeliği unutmuş, açgözlü Romalıları neyin cezbedeceğini biliyordu. Romalılara zehir gibi tadı olan ilaçlar yazmak faydasız olacaktı. Bunun yerine onlara diyet, egzersiz, yürüyüş, banyo ve masaj reçeteleri yazdı.
Tıp ansiklopedisi yazan Celsus'a göre Asclepiades Hipokrat dışındaki doktorlardan ileriydi. Ama Galen onun Hipokrat'm salgılar teorisini reddetmesinden hoşlanmazdı. Asclepiades'in patolojisi atomlardan oluşan beden kavramına dayanıyordu. Atomlar, duyularla algılanamayan, vücuttaki gözenek ve kanallarda hareket eden elementler cisimlerdi. Asclepiades'e göre, sıvı maddeler herhangi bir engelle karşılaşmadan vücuttaki boşluklarda akabiliyorlarsa vücut sağlıklı kalıyordu. Ancak atomların yarattığı engellerle sıvının dolaşımı engellenirse hastalıklar meydana geliyordu. Bu engeller, atomların kitlesinden, sayısından veya anormal şekilde hareket etmelerinden kaynaklanabilirdi. Bu açıklamaya, Asclepiades'in öğrencilerinden olan Laodicea'lı Themison hastalıklara, atom hücrelerinin nitelik ve hareketlerinden başka, atomların içinde hareket ettikleri gözeneklerin aşın derecede tıkanmasının ya da gevşemesinin de yol açabileceğini ilave etmiştir. Bu şekilde hastalıkların ortaya çıkışı iki nedene bağlanmıştır: Gerginlikten ve gevşeklikten doğanlar. Metodist okul, Asclepiades'in tanımlamalarından yola çıkarak, gözenekler tıkandığında terlemeyi sağlaması amacıyla banyo yapılmasını, gözenekler genişlediğinde ise sıkıştırıcı ve tonikler kullanılmasını salık vermiştir. Metodistler karma türden hastalıkların da olabileceğini, bu durumda baskın olan patojenik etkenin tedavisini önermişlerdir. Asclepiades, Hipokrat ve okulunun doğanın gücüne olan inancını paylaşmamıştır ama doktorların, "ëcito, tute et iucunde" çabuk, güvenli ve hoş bir şekilde davranmaları gerektiğine inanmıştır. Tıbba yaptığı somut katkılardan birisi de akut ve kronik hastalıkları birbirinden ayırması, bazı hastalıkların periodisite gösterdiğini yani ataklarla seyrettiğini fark etmesidir. Asclepiades kesin bir anlatımla sıtma nöbetlerini tanımlamış, ilk kez, muhtemelen difteri vakasında trakeotomi uygulamış, zihinsel bozukluk gösterenleri önce yaşadıkları karanlık yerlerden iyi aydınlatılmış yerlere gönderip, tedavi egzersizleri uygulatarak ilk kez insani tedavi yöntemlerine başvurmuş kişidir.


Kaynak:
anlamak.com
Son düzenleyen Pasakli_Prenses; 24 Aralık 2008 23:43