Arama

Tıp Bilimi ve Hekimlik Tarihi

Güncelleme: 17 Eylül 2010 Gösterim: 33.958 Cevap: 7
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Haziran 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hipokrat Yemini

Sponsorlu Bağlantılar
Hekim Apollon, Aesculapios, Hygeia ve Panacea adına, bütün Tanrılar ve Tanrıçaların şahitliğinde yemin ederim ki, aşağıdaki andımı kabiliyetim ve gücüm yettiğince yerine getireceğim. Bu sanatı bana öğreteni ebeveynim yerine koyacağım, hayatımı onunla paylaşacağım ve ihtiyacı olursa mallarımı onunla bölüşeceğim, çocuklarına kardeşlerim gibi bakacağım, istedikleri taktirde bu sanatı onlara ücretsiz ya da yazılı bir söz almaksızın öğreteceğim, bilgilerimi oğullarıma, ustalarımın oğullarına, ve bu mesleğin kurallarını kabul edenlerden başka kimseye öğretmeyeceğim. Tedavi reçetelerimi kabiliyetim ve gücüm yettiğince hiçbir zaman birisine zarar vermek için değil, hastalarımın iyiliği için kullanacağım. Hiç kimseyi memnun etmek için ölümcül bir ilaç reçete etmeyeceğim gibi, ölümüne neden olabilecek bir tavsiyede dahi bulunmayacağım. Bir kadına düşük yaptıracak aletler vermeyeceğim. Hayatımın ve sanatımın saflığını koruyacağım. Bıçağımı mesanesinde taş olduğu aşikar olanlar için bile kullanmayacağım, bu işi ehillerine bırakacağım. Gittiğim her eve sadece hastanın iyiliği için gireceğim, kendimi hastalık yapıcı etkenlerden ve özellikle de ister hür ister köle olsun kadın ve erkeklerle aşkın hazlarından uzak tutacağım, sanatımın icrası esnasında ya da günlük hayatımda bana gelen ve yayılmaması gereken bilgileri sır olarak tutacağım ve hiçbir zaman açmayacağım. Bu andımı tuttuğum sürece, hayatım ve sanatımın icraası bana mutluluk versin, tüm insanlar tarafından her zaman saygı göreyim, eğer yeminimden dönersem bunun zıddı bana az gelsin.

Hipokrat kimdir ?

Tıbbın babası olarak kabul edilen Hipokrat (Hippocrates) İsa'dan önce 460 yılında bugün Yunanistan'a bağlı olan Kos adasında doğmuştur. Hekim Heraklides'in oğludur. Yaşadığı dönem sanatçı ve entellektüellerin ilk kez gerçeği aradıkları zamanlar olan Yunan döneminin altın çağıdır. Yaşadığı dönemdeki inanışın aksine hastalıkların olağanüstü güçlerden ve tanrıların gazabından kaynaklandığına inanmamış, her hastalığının fiziksel ve gerçekçi bir açıklaması olduğunu düşünmüştür. Çalışmalarını gözlem üzerine oturtmuş, tıbbı bilim ve sanat haline getirmiştir. Zaatürre ve çocuklardaki sara hastalığının belirtilerini ilk tanımlayan hekimdir. Yine düşünce ve duyguların kalpden değil beyinden kaynaklandığı fikrini ortaya atan ilk hekim Hipokrat'tır. Sanatını icra etmek üzere tüm Yunanistanı dolaşmış, Kos adasında bir tıp okulu kurup düşüncelerini öğretmiştir. Öğretisi genelde etik ağırlıklıdır. Bu Hipokrat andında da açıkça görülmektedir. Bilimsel tıbbın kurucusu olan büyük hekim İsa'dan Önce 377 yılında ölmüştür. Yetmişi bulan çalışmaları daha sonra kitap haline getirilmiş ve 18.yüzyıla kadar tıpta klasik kitap olarak 2000 yıldan uzun bir süre kullanılmıştır. Yine ikibin yıldan beri mesleğe adım atan tüm hekimlerin değişik şekillerini okuduğu Hipokrat Yemini sanılanın aksine Hipokratın kendisi tarafından değil muhtemelen oğlu ya da öğrencilerinden biri tarafından İsa'dan önce 5. yüzyılda yazıya dökülmüştür. Hipokrat yemini tıbbi etik ile ilgili bilinen en eski metindir ve prensipleri değişikliğe uğramış olsa bile zaman, yer, sosyal sitemler ve dinlerden bağımsızdır. Hipokrat'ın ilk kuralı, hekimin gerek düşünceleri gerekse seçtiği tedavi ile hastaya zarar vermemesidir. Hipokrat yemini hekimlik sanatının önemli sembollerinden birisidir. Herhangi bir bağlayıcılığı ve yasal yaptırımı olmamasına rağmen metin hekimlik tarihi ve yasaları açısından önem taşımaktadır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Haziran 2006       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Tıp nedir ?
  • Sağlıklı olma halinin sürdürülmesi, hastalıkların önlenmesi, hafifletilmesi ve tedavi edilmesi ile uğraşan bilim ve sanat.
  • Hastalıkları, sakatlıkları iyileştirmek, hafifletmek ya da önlemek ereği ile başvurulan teknik ve bilimsel çalışmaların tümü, hekimlik.
  • İnsanların bedenen ve ruhen tam bir iyilik hali içinde olmaları amacına yönelik uygulamaların tümü ile uğraşan, bu amaca yönelik çeşitli doğal ve sosyal bilimleri ve kendine özgü bir deneyim birikimini kullanan disiplin.
Bir bilim olarak tıp
  • Anatomi, fizyoloji, biyokimya gibi temel tıp dalları kendi başlarına bir bilim olarak tanımlanmaktadır
  • Klinik dallar ise klasik olarak bilim olarak adlandırılmaktansa, birer disiplin olarak tanımlanabilir
Bir sanat olarak tıp

Sponsorlu Bağlantılar
  • “Güzel sanat” değil, Türkçe’de daha çok “zanaat”
  • Deneyim, ustalık ve el becerisi
  • “Klinik his”
Sağlık Nedir?
  • İnsanın bedensel, kültürel, çevresel, psikolojik olarak bir iyilik hali içinde bulunması
Hastalık nedir?
  • Hastalık, kişiyi rahatsız eden, normal olmayan, ve kendi bedeninden kaynaklanan uyarımların oluştuğu bir durumdur. Diğer bir deyişle sağlığın bozulmasıdır, yani, kişinin denge (homeostasis) durumundan çıkmasıdır.
  • Hastalığın bir nedeni (etiyoloji) ve bir gelişim mekanizması (patogenezis) vardır. Hastalık vücutta hücre ve organlarda yapısal değişimler (morfolojik değişimler) ve fonksiyonel değişimler (klinik bulgular) yapar.
“Esasen illeti tanımayınca ilaçta isabet olamaz”
Kutadgu Bilig, 1070
Tıpta Temel Bilimler
  • Biyokimya
  • Histoloji
  • Embriyoloji
  • Anatomi
  • Fizyoloji
  • Farmakoloji
  • Mikrobiyoloji
  • Biyoloji/Genetik
  • Biyoistatistik
  • Biyofizik
  • Patoloji
  • Tıbbi etik

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Haziran 2006       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Tıp Tarihi

Eski Yunanistan
Truva kuşatmasında cerrahlar
Eski Ege Uygarlığı M.Ö. 3000 yıllarında, Yunan adalarının Akdeniz'in doğu kıyılarında yaşayan ırklar tarafından fethedilmesiyle başladı. Bu dönemde Helenistik öncesi kültür, birçok oryantalist etkiyle kaynaşmanın yanı sıra Asya'dan ayrılma süreciyle de değişime uğradı.
Helenistik tıp, felsefenin ışığında gelişti. Katı eleştinlerle disiplin altına alındı. İyileştirme eylemi sanat olduğu kadar bilim olarak da düşünüldü. Helenistik dönemde tıp, yalnızca rahipler tarafından değil, sorgulamayı büyüye tercih eden insanlar tarafından da uygulanmaya başladı. Bu dönemde doktor fazlasıyla saygı duyulan bir kişiydi. Yunan tıbbı ile ilgili en önemli bilgi kaynağı Homeros'tur. Homeros şöyle yazmaktadır: "Doktor, pekçok yaşama değer bir varlıktır. Yaralardan okları çıkarmada ve açılan bu yaralan bitkisel merhemlerle iyileştirmede eşi yoktur."
İlyada adlı kitabında Homeros, ok ve ciritlerin çıkarılmasından, bandajlamadan, kompreslerden, kanamayı durdurmadan, yaraları balmumuyla iyileştirme yöntemlerinden, bitkisel özlerle yapılan ilaçlar ve yaralıyı hayata döndürmede yararlanılan şarap ve diğer sıvılardan söz eder. Şüphesiz, Homeros'un sunduğu tıbbi bilgiler, Girit ve Ege'de Helenistik dönem öncesi uygarlıklarda uygulanan çağdaş yöntemleri yansıtıyor.
İlk uygarlıkların çoğunda olduğu gibi Yunanlılar da kanın önemini anlamışlar fakat gerçek fonksiyonunu saptayamamışlardır. Ancak çeşitli şikayetleri gidermek için kan akıtma yöntemini kullanmışlardır, O zamandan şu zamana yüzyıllardır damarları kesme ya da şişe çekme yöntemleri kullanılmaya devam edilmiştir.

Aesculapius'un tapınakları

İlyada'da, tanrılara sık sık yapılan göndermelere ve ölüm dualarına karşın, Homeros'un devrinde tıbbın büyüye dayanmadığı, uzmanlar tarafından uygulanan, karşılığında para kazanılan bağımsız bir disiplin olduğu açıktır. Ancak zaman içinde Yunan kültürü üzerindeki doğu etkisi gittikçe daha belirgin hale geldi. Sonuç olarak tıp da ruhanileşti. Homeros'dan sonraki edebi eserler incelendiğinde, büyü, kötü ruhlar, kahinler ve kehanetle ilgili konulara göndermelerle yüklü oldukları görülür.
Bu dönemde Yunan tanrılarının çoğu şifa verici özellikleriyle anılmaya başlandı. Apollo, Artemis, Athena ve Afrodit'in yanı sıra yer altı tanrıları da hastalıkları tedavi edebilmekte veya önleyebilmekteydiler. Aesculapius mezhebi de bu tanrılardan birine tapınmayla gelişmiş olabilir. Çünkü sembolü olan yılan yer allı güçlerinin eski bir simgesidir. Ayrıca yılan, Anadolu'daki Sami kabileleri arasında şifa tanrısının kutsal işareti olarak kabul edilirdi.
Yaklaşık M.Ö. 770 yıllarında, tıp tanrısına adanan ilk Aesculapius tapmakları inşa edildi. Tapınak yapımı hızla gidişti. Dönemin yazarları tapınakların ver aldığı 300'ün üstünde alandan sözederler. Bu tapınaklar, genellikle ormanlara, su kaynaklarına, madensel özelliklere ve harika manzaralara sahip olan güzel topraklar üzerine yapılmıştı. Bu tapınakların en ünlüleri Epidarius, Knidos, Kos, Atina, Bergama ve Cyrene'dedir. M.Ö. 5. yüzyılda insanlar tarafından hain ziyaret edilmekteydiler. Diğer Eski uygarlıklardan farklı olarak Yunanlılar arasında din şiirsel bir mitolojiydi. Doğayı eleştirme ve keşfetme özgürlüğüne asla karışmazdı. Rahipleri özel bir sınıfa mensup değillerdi. Kazanç için çalışırlardı. Rahip olmayan doktorların tedavisi işe yaramayınca insanlar yardım için Aesulapius tapmaklarından medet umarlardı.
Tapınaklarda tedavi dinseldi. Banyo ve oruç esaslarına dayanırdı. Hastalar temizlendikten sonra ve sunağa yaklaşmaya hazır olduklarında tövbe öreni düzenlenirdi. Hastalar en iç bölgeye abatona alınırlardı. Burada battaniyelere sarılı olarak koyun postları üzerine uzanır, oruç tutmaktan ve uyku ilaçlarından yorgun düşmüş olarak uyurlardı. Bundan sonra tedavinin asıl kısmı başlardı. Hastalar uyur uyumaz rahipler peşlerinde uyuyan hastaların yaralarını emen kutsal yılanlarla yataklar arasında dolaşırdı. yandıklarında her hastanın rüyasında ne gördüğünü anlatması gerekirdi, undan sonra bir rahip rüyayı yorumlar ve uygun tedaviyi anlatırdı. İyileşir kimi zaman gerçekleşir kimi zaman gerçekleşmezdi. Bu durumda rahipler, hastanın ya kendisine söylenenleri tam olarak yerine getirmediğini ya da tedaviye inancı olmadığım söylerlerdi.
Hasta tapınaktan çıkmadan önce paranın yanı sıra kendi adını taşıyan, hastalık ve tedavinin kayıtlı olduğu, adak niteliğinde bir tablet verildi. Tabletler tapınağın duvarlarına asılırdı. Böylece tapmağa yeni gelecek kişilerin güven duymaları sağlanırdı. Meme kanseri de dahil olmak üzere çeşitli hastalıkların tariflerini ve tedavilerini içermeleri bakımından bu tabletler nümüzde de ilgi çekmektedirler.

Düzenli Tıp
Yunanlıların, hastaların sağlıklarına kavuşmaları konusundaki umut ve endişeleri hususuna önem vermeye başlamaları Aesculapius mezhebi ile başlamıştır. Şeytan çıkarma işleminden arındırılmış bir psikoterapi yönteminin tapınaklarda başladığı söylenebilir. Zaman ilerledikçe, rahipler dinsel tedavi yöntemlerinden gittikçe uzaklaşmaya başladılar. Zaten rahip olmayanların uyguladıkları tedavi yöntemleri en eski devirlerden beri tapınak sistemiyle beraber uygulanıyordu. M.Ö. 6. yüzyıldan itibaren tıp profesyonel bir kimlik kazandı. Yeni eğitim görmüş öğrenciler, okullarının saygınlığı gözönüne alınarak kendilerine verilen çalışma ehliyetini almak için konseye başvururlardı. Pratisyenler para karşılığında hasta kabul edebilir ve bir muayenehane açabilirlerdi.

Greko-İtalik Okul ve Bilimsel Tıbbın Doğuşu

Yunanlılar sorgulayıcı bir düşünce sistemi geliştirmişlerdi. Yaşamla ilgili sorulara yeni yaklaşımlar getirdiler. Sorguladıkları konuların başında insan ve doğa gelirdi. Bu yüzdendir ki ilk filozoflar aynı zamanda biyolog ve doğa bilimciydiler. Yunanlılar felsefeyi, insanı ve dünyayı anlama girişimi olarak görürlerdi. Amaçları iyi bir yaşam şekli saptamak ve sonra da herkesin bu şekilde yaşamasını sağlamaktı.
Greko - İtalik okul, Pisagor (Pythagoras) (M.Ö. 580-489) tarafından kurulmuş olan, bilimsel tıbbın temelini oluşturan büyük bir felsefe okuluydu. Aynı yıllarda güney İtalya'da bulunan Croton kasabasında da gelişmekte olan bir tıp okuluna sahipti. Pisagor'un okulunun buradaki okulla bağlantısı vardı. Pisagor, Croton okulunda bir takım düzenlemeler yapmıştı. Yeni başlayanlar için katı kurallar koymuştu. Bu şekilde okulun ayakta kalmasını sağlayarak birçok araştırma yapmıştı. Okulun öğrencileri çok gizli bir topluluk gibi davranırlardı. Uzmanlar liderlerine bağlı kalacaklarına, deneyimi olmayanlara özel bilgilerini ifşa etmeyeceklerine yemin ederlerdi. Pisagor'dan önce hastalık kavramı doğaüstü bir örtüyle perdelenmîşti. Pisagor'un öğretileri sayesinde bu kavram bilimin ışığı altında aydınlığa kavuştu. Evreni yöneten uyum ve oran ilkesi makrokozmos, insan organizmasındaki mikrokozmosa yansıdı.
Croton okulunda Pisagor'dan daha genç ve tıbba gerçek bilim niteliğini kazandıran en ünlü doktor Alcmaeon'du. Alcmaeon, göze ait sinirleri ve kulaktaki östaki borusunu keşfeden, beynin, akıl ve duyuların merkezî olduğunu saptayan ilk kişiydi. Görme duyusunu etkileyen üç ana etkeni, gözdeki dışsal ışık, içsel ateş ve sıvıyı keşfetmişti. Bu anatomi ve fizyoloji uzmanı, dolaşım üzerinde de biri akım gözlemlerde bulunarak toplardamarları atardamarlardan ayırdı. Beyindeki hasarların yaratığı işlev bozukluklarını araştırdı, uyku ve ölüm üzerine uzun zaman kabul görecek açıklamalar getirdi. Nobcl Ödülü kazanan İtalyan Camillo Golgi, 1910'larda yaptığı bir açıklamayla Alcmacon'un teorisinin bugün de serebral anemi olarak geçerli olduğunu belirtti. Alcmaeon tam olarak, uykunun; kan beyinden damarlara çekildiği zaman gerçekleştiğini, bu akış tamamlandığında ve yalnızca tek yönlü hale geldiğinde ise ölümün gerçekleştiğini savunmuştu.
"Doğa Üstüne" adlı kitabın içeriği Alcmaeon'un öğretilerinin bir özelidir. Alcmaeon, Yunanlılara hastalıkların doğası ile ilgili makul bir açıklama getirmiş ve bu hastalıkları doğa üstü güçlere başvurmadan önleme ve iyileştirme yolları önermiştir. Bu bakımdan da tıp tarihinde oldukça önem taşır. Alcmaeon'a göre sağlık ve sağlık bozuklukları, sıcak ve soğuk, ıslak ve kuru, tatlı ve ekşi gibi temel karşıtlıklara dayanmaktaydı. Hastalığın sebebi bu dengelerdeki bozukluklardı. Hastalığı yenme arzusu ilk defa Alcmeon, uyumsuzluğun potansiyel kaynaklarını adlandırmasıyla somut bir şekil aldı. Bu kaynaklar; bireyin yapısı, yanlış beslenme, düzensiz ya da yetersiz diyet, iklim, yükseklik gibi dış etkenlerdi. Günümüzde bu sıralama yetersiz görülebilir, ancak o zamanlar insanlar hastalığı yenmek için yapılacak bir savaşı kazanmak için yalnızca birkaç keşif daha yapmanın yeterli olacağım düşünmüş olabilir.
Greko-İtalik okuldan Agrigentumlu Empedocles (M.Ö. 500-430) de, evreni yöneten kanunlara tanrısal bir açıdan yaklaşarak önemli bir katkıda bulunmuştur. Dünyayı meydana getiren dört elemeni, olduğuna, bu elementlerin oluşmuş, değiştirilemez olduklarına ve herşeyin kökeninin, toprak, hava, ateş ve su olduğuna inanırdı. Ona göre kalp dolaşım sisteminin merkeziydi. Kan devamlı olarak kalbe doğru ve kalpten bedenin diğer noktalarına doğru akardı. Ruh, diğer adıyla yaşamın soluğu ise tüm vücuda kan damarları ile dağıtılırdı. Empedocles ayrıca, solumanın akciğerlerle sınırlı olmadığına, derideki gözeneklerle de gerçekleştiğine inanırdı.
Yunanlıların tıbbi konulardaki pratikliğinin. Sokrat öncesi felsefenin etkilerinden ve özellikle de Pisagor okulunun öğretilerinden kaynaklandığı söylenebilir. Doğanın doğrudan gözlemlenmesi, füme varıma dayalı bir mantık, yaşamın sebebi ve anlamı konusundaki araştırmalara verilen önem tıp bilimindeki gelişmeyi de beraberinde getirmişti. Pisagor okulu yüzyıllar boyunca patoloji alanında kabul görecek olan dört element ve bunlara karşılık gelen salgılar doktrinini geliştirdi. Ayrıca hastalıkların belirli bir organ ya da vücudun belli bir bölümüyle sınırlı olmadan, genel şartlardan oluşabileceğinin kabul edilmesi de önemlidir. Belirli aralıklarla tekrarlayan hastalıkların vurgulanması, kriz ve kritik günler doktrinin oluşmasına neden olmuştur. Bu doktrin, eski Babil astrolojisindeki kavramları yansıtmaktadır.
Bu arada güney İtalya ve Sicilya'da Greko - İtalik okul gelişirken, Kuzey Afrika'da Cyrene'de, Datça Yarımadası'nda Knidos'ta, Rodos ve KON adalarında da başka tıp okulları açılmaya başlamıştır. Buralarda öğretim, tanı ve muayeneye dayanmaktadır. Doktorlar hastalığın teşhisine gösterdikleri ilgiyi hastalığın sebeplerine göstermemişlerdir.
"İyileştirci Apollo, Aesculapius, sağlık ve bütün iyileştirici güçler üzerine yemin ederim ki yetkimi, bütün yeteneklerimi ve mantığımı kullanarak hastalara yardım etmek için kullanacağım."
Hipokrat yemininden.

Hipokrat, Tıbbın babası
Ege Denizi'ndeki Kos Adası'ndaki büyük çınar ağacı hala ayaktadır. M.Ö. 5. vüzyıl sonlarında, gençlerin tıp sanatıyla resmi tanışmalarını bu ağacın altında yaptıkları söylenir. Ağacın etrafına toplanan gençler, yaşıtları ve yaşlıların arasında, yüzyıllardır mesleki davranışlara yüksek bir standart getirmiş olmakla ün yapmış, şu anda Hipokrat yemini olarak bilinen yemini ederlerdi. M.Ö. 5. yüzyılda bu yemin, Hipokrat önderliğindeki Kos okulunun ruhunu simgelemiştir.
Yeminin özü, Hipokrat ya da öğrencilerinin ahlaki çalışmalarında yankılanır. "Sanat Üstüne" adlı kitabında Hipokrat, tıp sanatı ile ilgili olarak şöyle demiştir: "Önce kapsamının ne olması gerektiğini söylemeliyim; acıları yok etmek ya da en azından hafifletmek. Buna inanmayanlar bile bunun varlığı ve gücünün kanıtı ile iyileşebilir."
"Doktorlar Üstüne" adlı çalışmasında ise Hipokrat şöyle der: "İnsanların kendi bedenlerine bakmayı bilmeyenlerin başkalarına bakamayacaklarını düşünmeleri nedeniyle, doktorlar için iyi bir görünüme sahip olmak ve iyi beslenmek önemlidir. Doktorlar, nasıl konuşmaları ve ne zaman susmaları gerektiğini, düzenli bir hayat yaşamaları gerektiğini bilmelidirler. Çünkü bu özelikler doktorun ününü artırır. Dürüst olmalıdırlar. Bunun için bütün insanlara karşı dürüst, kibar ve anlayışlı olmalıdırlar. Düşünmeden ve ani hareket etmemelidirler. Soğukkanlı, sakin görünmeli ve asla öfkeli olmamalıdırlar. Ama aynı zamanda çok neşeli olmaları da lehlerine değildir."
Etik çalışmalar ve Hipokrat yemini, "Corpus Hippocraticum'un bir bölümünü oluşturur. "Corpus Hippocraticum", İskenderiye'deki kütüphane için, çeşitli okulların M.Ö. 3. yüzyılda bir araya getirilmiş olan tıbbi tezlerinden oluşmaktadır.
Bu ünlü kitapta yer alan çalışmaların yalnız birkaçının Hipokrat'a ait olması önemli değildir. Çünkü burada asıl önemli olan insan ve onun hakim olduğu sistemdir. Tezler arasındaki tüm zıtlıklara rağmen hepsi doğacı bir yaklaşımda birleşirler. Teorik olmaktan çok pratiğe önem verirler.
M.Ö. yaklaşık 1. ve 2. yüzyıllar arasında Hipokrat'ın biyografisini ilk olarak kaleme almış olan Efesli Soranus'a göre, Hipokrat, M.Ö. 460-450 yılları arasında Kos'ta doğmuştur. Bir doktorun oğludur. Tıbbı babasından öğrenmiş ve çok gezmiştir. Thessaly, Trakya ve Propontis'i ziyaret ettiği bilinmektedir. Hatta Libya ve Mısır'a gitmiş olması ihtimali vardır. Uzun yıllar boyunca Kos Okulu'nda öğretmenlik yapmıştır. Ünü ve saygınlığı öylesine büyüktür ki, öldüğünde, arıların mezarının üzerindeki çiçeklerden yaptıkları balın olağanüstü iyileştirici özeliğe sahip olduğuna inanılmıştır.
Hipokrat, bu büyük ünü üstün yetenekleriyle kazanmıştır. İnsanın acı çekmesi konusunda derin bir anlayış geliştirmiş, doktorun yerinin hasta yatağının başı olduğunu söyleyerek, doktoru hastanın hizmetine sunmuştur. Acının büyüye başvurulmadan, hijyen ve kanıtlanmış tedavi yöntemleriyle nasıl hafifletilebileceğini göstermiştir. Tıbbı kendi dönemi için yeni ve tarihsel bakımdan belirleyici bir yöne oturtmuş, klinik gözlemlere dayanarak geliştirdiği tedavi yöntemleriyle tanrıları bir yana bırakmıştır.
Tedaviye belirli bir yön getirmenin yanı sıra Hipokrat, çağının bütün tıbbi bilgilerini hastalık kavramıyla ilişkilendirmiştir. Bu hastalık kavramı, görüleceği gibi, zamanın imtihanından geçmiş ve çağımızın başlangıcına kadar geçerliğini korumuştur.
Son olarak Hipokrat, bugün de geçerli olan, gözleme ve mantığa dayalı, tanısal bir araştırma yöntemi geliştirmiştir.
Hipokrat öğretisinin zayıf yanı, modern tıbbın temeli olan anatomi ve fizyolojide yetersiz kalmasıdır. Yunanlılar ölülerine gösterdikleri saygı nedeniyle insan bedeninin teşrihini yasaklamışlardı. Bu nedenle dönemin anatomi bilgisi hayvanlardan edinilmekteydi. Temelde klinik ve pratik olan Hipokrat tıbbi incelemelerine merkez olarak tamamen hastayı almış ve sağlıklı insanı gözardı etmiştir. Ortaya çıkartılan gerçekler bu yüzden temel bir bilgi dağarcığının oluşmasına yetmemiştir.
Hipokrat'ın yolundan gidenler, vücudun toprak, hava, ateş ve sudan oluşan dört elementin birleşmesinden ve bunların nitelikleri olan sıcak ve soğuk, ıslak ve kuru kavramlarından meydana geldiğine inanırlardı. İçsel ısı, yaşamın temel şartıydı ve bu ısı sona erdiğinde ölüm gerçekleşirdi. Bu ısının sabit bir düzeyde korunması için ruhun vücudun her yerine yayılması ve kanla damarlarda dolaşması gerekirdi.
Salgı uyumuna dayanan hastalık kavramı bugün gerçeklerden oldukça uzak görünüyorsa da, 19. yüzyılın birinci yarısında hala geçerliliğini korumaktaydı. Bu kavramlar, ateş, iltihaplanma, çıban, apse ve ishal (diarrhoea) gibi dış rahatsızlık belirtilerinden yola çıkılarak gerçekleştirilen tedaviyi etkilemezdi. Bunlar, bütün organik salgılar gibi uygun ve cazip bir boşaltım yolu olarak görülürdü. Hümörler arasındaki denge bozulduğunda doğanın amacı durumu normale döndürmeye çalışırdı.
Patoloji (hastalık bilimi), modern bakış açısından, daha da ilgi çekicidir. Hipokrat'a ait olduğu kesin olan "Hava, Su ve Yerler Üzerine" adlı kitabın konusunu oluşturur. Eser, insanın fiziksel görünümünü, çeşitli ırk türlerinin etnik özelliklerini etkileyen dış etkenler konusunda gerçek anlamda yapılmış ilk sorgulamadır.
Kitabın önemli pasajlarından birinde Hipokrat şöyle der: "Tıbbı doğru olarak anlamak isteyen herkes burada yazılanları öğrenmek zorundadır. Öncelikle yıl içindeki tüm mevsimlerin etkilerini ve bu mevsimler arasındaki farkları göz önüne almalıdır. Hem bütün ülkeler için geçerli olan, hem de tek bir bölgeyi etkileyen rüzgarları, soğuk ya da sıcağı fark etmelidir. Son olarak değişik unlardaki suların değişik niteliklerini, vücut üzerindeki etkilerini bilmelidir. Aynı şekilde insanların nasıl yaşadıklarını, nelerden hoşlandıklarını, ne yediklerini, ne içtiklerini, fiziksel egzersiz yapıp yapmadıklarını, işsiz ve şişman olup olmadıklarını gözlemlemelidir. Bölgesel şikayetleri anlamaları ve uygun reçeteler yazabilmeleri için doktorların bunların hepsini bilmeleri gerekir."
Hipokrat anlayışını benimsemiş pratisyenler vizitlerini öğleden önce yaparlardı. Çünkü sabahlan, hem hasta hem de doktorun kafası daha zindedir. Hastanın geceyi nasıl geçirdiğini ve bağırsak fonksiyonlarını sorguladıktan sonra hastanın vücudunu, nefes alıp vermesini, terini ve idrarını incelerdi. Ateş hastanın göğsüne el dayanarak ölçülür, perküsyon ile karaciğerin sertlik ve büyüklüğü anlaşılır, dalak ve akciğerlerin durumu hakkında bilgi elde edinilirdi. Bu aşamalardan sonra doktor, ustasının çok değerli öğütlerini aklında tutarak daha kapsamlı bir muayeneye başlardı. Hipokrat'ın tanımlamaları kesindi. Örneğin, zatülcenp krizini şöyle tanımlamıştır: "Akciğer kaburgalara değer ve hasta öksürürse toraksta acı hissedilir ve derinin deriye sürtmesiyle oluşan sese benzer bir ses duyulur."
Prognoz da oldukça önemliydi. Hastadaki her değişim özenle kaydedilirdi. Günümüzde de hala aynı şekilde kullanılan Hipokrat Yüzü ciddi bir alarmdı: "Sivri bir burun, çökmüş gözler, oyuk şakaklar, soğuk ve lobları dışarı dönmüş kulaklar, yapışkan ter, sarımsı beniz..." Bu görünüm, Shakespeare'in de tanımladığı gibi yaklaşan ölümün habercisiydi; Falstaff öldüğünde, Mistress Pistol bunu şu sözleriyle anlatır: "Çarşafta kıvranırken bir yandan da çiçeklerle oynayıp parmak uçlarına bakarak gülümsemesini gördükten sonra yalnızca tek bir sonuç olacağını biliyordum. Çünkü burnu bir kalem gibi keskindi..." Hipokrat yüzünden başka diğer bazı prognoztik işaretler de Hipokrat'ın adıyla birlikte anılır. Bunlardan biri olan Hipokrat Sussesyon, göğüste cerahat olduğunda su sıçrama sesi duyulmasıdır. "Corpus Hippocraiicum"un en önemli başarılarından biri de doğrularını Yunanlıların vaka raporları ve afrodizmaları ile işlemesidir. Tüberküloz, sıtma, tifo, kabakulak ve diğer hastalıklar için yaptığı tanımlamalar klasıktir. Hipokrat, bu vaka raporlarını, Thasos Adası'ndaki üç yıllık uygulamalarından derleyerek "Epidemikler Üzerine" adlı eserin ilk yedi cildinde toplamıştır.
Bu kitabında kabakulağın açık klinik görünümünü anlatır: "Bazılarında çoğu zaman zararsız yüksek ateş ve burun kanaması gözlemlendi. Kimse ölmedi. Ama birçok kişinin kulak çevresinde şişlikler meydana geldi. Bu şişlikler bazen tek bir kulağın çevresinde, ama çoğunlukla her iki taraftaydı. Hastaların çoğunun ateşi normaldi. Birkaçında çok az ateş vardı. Bütün şişlikler kayboldu ve diğer hastalıklarda oluşan şişliklerde gördüğümüz iltihaplanma bu vakalarda görülmedi. Şişlikler yumuşak, büyük, yaygın ve iltihapsızdı, acı vermiyorlardı. Her vakada hiçbir sorun yaratmadan kayboldular. Çocuklar, gençler, ayrıca orta yaşlılar, özellikle de jimnastik yapanlar şikayetçiydi. Ama çok az sayıda kadın bu hastalıktan etkilendi. Çoğunda kuru bir öksürüğe ve ses kısılmasına yol açtı. Bazı vakalarda başlangıçta, bazılarında da hastalığın daha sonraki safhalarında testislerin bir tarafında veya her iki tarafında ağrısız şişlikler oluştu."
Hipokrat'ın günlük deneyimleri "Aforizmalar" adlı ünlü kitabında, 406 deyiş halinde toplanmıştır. Birçok eski deyişin ilk önce bu hekimin dudaklarından döküldüğünü bilmek ilginçtir. Kitaptaki ilk deyiş oldukça ünlüdür: "Hayat çok kısa, sanatı öğrenmek çok uzun sürer, fırsatlar çabuk kaçar, deneyim yanıltıcıdır ve karar vermek güçtür." Çok eski bir kökene dayandığı düşünülen ve yüzyıllar sonra bile acı çekmeyle ilgili duyguları dile gel iren sonuncu deyiş ise şöyledir: "ilacın tedavi edemediği hastalıkları bıçak, bıçağın tedavi edemediklerini ateş tedavi eder. Ama ateşin tedavi edemediğini hiçbir şey tedavi edemez." "Aforizmalar" 6. yüzyıldan önce Latince'ye tercüme edildi. 13. yüzyıl ortalarına doğru, büyük bir kısmı Salerno Tıp Okulu'nun popüler şiirleri ile birleşerek Batı Avrupa'da herkes tarafından söylenir oldu. Hipokrat, "Aforizmalar" adlı eserinde ameliyat için gerekenleri anlaşılır bir ifadeyle şöyle anlatır: "Ameliyathanede hasta, asistanlar, cerrah, cerrahi aletler ve ışık olmalıdır. Cerrah söz konusu ameliyat için ışıklı bir ortamda ve uygun bir pozisyonda ayakta durmalı ya da oturmalıdır. Doğal ya da yapay, direkt ya da endirekt ışıktan faydalanabilir."
Cerrahlar çeşitli büyüklüklerde bisturi ve bıçak, kurşun veya bronzdan düz veya eğik sondaks ve kafatası ameliyatlarında trepan, hemoroidlerde koter, kanama ve fistüllerde vajinal spekulum, diş çekimlerinde ise şırınga ve pens kullanırlardı. Hipokrat okulunun cerrahi üzerine yazılarının en ilginç bölümünde kırık ve çıkıklar ele alınır. Bu bölümde kırık kol ve bacakların bandajlanması ve kırık kemikleri tutma pozisyonları özenle anlatılmıştır. Femurun yerine oturtulması için hasta kontrol askısı olan Hipokrat nisasına yatırılırdı: "Bu iş kısaca balmumundan şekil yaratmaya benzer. Yerleri değişmiş, ya ela normal olmayan bir şekilde kaynamış kemikler elle ayarlanarak doğru yerlerine konur. Ama bu işlemler gerçekleştirilirken nazik olmalı, sert hareketlerden kaçınılmalıdır."
Hipokrat vücudun kendi kendini iyileştirebileceğine inanırdı. Doğanın şifa verici gücüyle ilgili düşünceleri çalışmalarının çoğunda yer alır. "Doğa doktordur" ve "Doğa kendi yönünü tayin eder." ("Epidemikler Üzerine" adlı kitabında geçer). "Doğa doktorsuz hareket eder" ("Diyet Üzerine"de yer alır). Hipokrat'ın rasyonel tıp uygulamalarının büyüklüğü, bu inancın yanı sıra gözlemleme ve deneyime teşvik edilmesine verilen öneme, batıl inançlardan ve büyüden kaçınmasından kaynaklanır.
Ancak Hipokratın ölümünden hemen sonra Kos Okulu gerilemeye başladı. Hipokrat'ın öğrencileri onun seviyesinde değildi. Hipokratın prensiplerine öylesine saygı duyuluyordu ki bunlara yeni eklemeler yapılmadı. Doktrinler, dogmalar gibi kemikleşmişti.

Hipokrat sonrası Tıp

Hipokrat öldüğü sırada Aristoteles Atina'da Platon'un öğrencisiydi. Kendi adını taşıyan bir şehir kuran İskender'in, diğer adıyla Makedonyalı Philip'in oğlunun öğretmenliğini de yapmıştır. İskenderiye şehri eski zamanların en ünlü kütüphanesine sahip olarak Yunan kültürünün yeni merkezi haline gelmiştir. İskenderiye tıp okulunda, özellikle Herophilus zamanında anatomi ve fizyoloji gibi ihmal edilmiş alanlarda büyük gelişmeler yaşandı. Herophilus ve oniki parmak uzunluğunda anlamını taşıyan "duodenum" (oniki parmak bağırsağı) ile prostat kelimelerini tesadüfen bulan kişidir. İskenderiye Tıp Okulu'nda anatomi ve fizyoloji konusunda birçok başarılı çalışmalar yapılmış, ancak hiç diploma verilmemiştir. Bunun sonucunda da birçok şarlatan okulun ününü kötüye kullanmıştır.
Farklı dallarda uzmanlaşmış birçok başarılı Yunanlı doktor, çalışmalarını Roma'da sürdürmek üzere yola çıktılar. Bu arada Roma'da geçmişin sadeliğine duyduğu hayranlığı saklayamayan Sansürcü Cato (M.Ö. 234-149) Yunanistan'dan alman kısır yaşam tarzına karşı olması nedeniyle Senato'ya baş kaldırmaktaydı. Cato, Yunanlı doktorlardan nefret ederdi. Aslında tıp ansiklopedisi yazarı Pliny'e göre Cato, Yunanlı doktorları Romalıların sağlığı için tehdit oluşturmakla suçlardı. Oğlu Mark'a yazdığı bir mektupta Yunanlıları hilekar bir millet olarak niteleyerek oğlunu Yunanlılara karşı korumaya çalışmıştı. "Yunanlılar bize bildiklerini aktarırlarsa ve özellikle de Yunan lı doktorlar buraya gelirse, bu Roma'nın sonu demek olur. Çünkü onlar bar barlara karşı tıp üzerine ölüm yemini ettiler. Ve onlara göre Romalılar bar bardır. Doktorlara dikkat edin!" Romalılardan önce yaşamış olan Etrüskler hakkında çok az şey bilinmesine karşın, onların da biraz tıp bilgisine sahip oldukları kesindir. Theophrastus "Bitkiler Tarihi" adlı eserinde şöyle der: "Aeschylus, mersiyelerinde, Etrurya'nın çeşitli hastalıklar için reçeteler hazırlanabilmesi açısından çok zengin bir yer olduğunu ve Etrüsk ırkının ilaç yaptığını söyler." Etrüsk rahipleri, tıp uygulamasını önemsiz gören Romalılara doktorluk hizmeti vermişlerdir. Tapınak harabelerinde gerçekte insan vücudundaki organları simgeleyen, Aeseulapia tapınaklarından çıkartılanlara benzeyen tabletler bulunmuştur. Ayrıca Etrüsk dişçilerinin becerikliliklerinin bir göstergesi olan diş kronları ve altın kaplamalar da bulunmuştur. Etrüskler, hayvanların sakatatlarından, özellikle de karaciğerlerinden kehanet sanatını geliştirmişlerdir. Haruspex (kahin) kelimesi, karaciğer anlamına gelen "har" kelimesinden gelmektedir. Romalılar çeşitli suların terapik özelliklerini ve halk sağlığı amacıyla binalar oluşturmayı Etrüsklerden öğrenmişlerdir. Cioaca Maxima (Büyük Kanal) İ.Ö. 6. yüzyılda Tarquinius Priscus'un kontrolünde tamamlanmıştır. Bu kanal bataklıklardan durgun suları çekerek Ti her nehrine boşaltırdı.

Asclepiades
En eski devirlerde Roma'da tıbbın sihre ve doğaüstü güçlere dayandığı, sağlıktan çeşitli tanrıların sorumlu olduğu kesindir. Romalılar başlangıçta tıbbı aşağı görürlerdi. Daha sonraları Yunanistan'da tıbbın saygın bir meslek olduğunu ve tanınmış bir okulda iyi bir eğitim gerektirdiğini öğrendikten sonra düşüncelerini değiştirdiler. Böylece Roma'da uzman doktorların sayısı giderek arttı. İskenderiye'de öğrenim görmüş olan Bursalı Asclepiades Roma'da basan kazanan ilk Yunanlı doktordu. Asclepiades, zenginlikten şımarmış, Cato'nun öğretmiş olduğu sadeliği unutmuş, açgözlü Romalıları neyin cezbedeceğini biliyordu. Romalılara zehir gibi tadı olan ilaçlar yazmak faydasız olacaktı. Bunun yerine onlara diyet, egzersiz, yürüyüş, banyo ve masaj reçeteleri yazdı.
Tıp ansiklopedisi yazan Celsus'a göre Asclepiades Hipokrat dışındaki doktorlardan ileriydi. Ama Galen onun Hipokrat'm salgılar teorisini reddetmesinden hoşlanmazdı. Asclepiades'in patolojisi atomlardan oluşan beden kavramına dayanıyordu. Atomlar, duyularla algılanamayan, vücuttaki gözenek ve kanallarda hareket eden elementler cisimlerdi. Asclepiades'e göre, sıvı maddeler herhangi bir engelle karşılaşmadan vücuttaki boşluklarda akabiliyorlarsa vücut sağlıklı kalıyordu. Ancak atomların yarattığı engellerle sıvının dolaşımı engellenirse hastalıklar meydana geliyordu. Bu engeller, atomların kitlesinden, sayısından veya anormal şekilde hareket etmelerinden kaynaklanabilirdi. Bu açıklamaya, Asclepiades'in öğrencilerinden olan Laodicea'lı Themison hastalıklara, atom hücrelerinin nitelik ve hareketlerinden başka, atomların içinde hareket ettikleri gözeneklerin aşın derecede tıkanmasının ya da gevşemesinin de yol açabileceğini ilave etmiştir. Bu şekilde hastalıkların ortaya çıkışı iki nedene bağlanmıştır: Gerginlikten ve gevşeklikten doğanlar. Metodist okul, Asclepiades'in tanımlamalarından yola çıkarak, gözenekler tıkandığında terlemeyi sağlaması amacıyla banyo yapılmasını, gözenekler genişlediğinde ise sıkıştırıcı ve tonikler kullanılmasını salık vermiştir. Metodistler karma türden hastalıkların da olabileceğini, bu durumda baskın olan patojenik etkenin tedavisini önermişlerdir. Asclepiades, Hipokrat ve okulunun doğanın gücüne olan inancını paylaşmamıştır ama doktorların, "ëcito, tute et iucunde" çabuk, güvenli ve hoş bir şekilde davranmaları gerektiğine inanmıştır. Tıbba yaptığı somut katkılardan birisi de akut ve kronik hastalıkları birbirinden ayırması, bazı hastalıkların periodisite gösterdiğini yani ataklarla seyrettiğini fark etmesidir. Asclepiades kesin bir anlatımla sıtma nöbetlerini tanımlamış, ilk kez, muhtemelen difteri vakasında trakeotomi uygulamış, zihinsel bozukluk gösterenleri önce yaşadıkları karanlık yerlerden iyi aydınlatılmış yerlere gönderip, tedavi egzersizleri uygulatarak ilk kez insani tedavi yöntemlerine başvurmuş kişidir.


Kaynak:
anlamak.com
Son düzenleyen Pasakli_Prenses; 24 Aralık 2008 23:43
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Temmuz 2006       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Tıp Tarihi II

Hititlerde Anatomi Ve Tıp
Eski uygarlıklarda, modern tıbbın temelini oluşturan ilk bilgiler, dönemin dünya görüşü içinde yorumlanmış ve dinî-mitolojik görüşlerden de etkilenmiştir. Dünyaya bakış açılarının temelinde din ve büyü olan toplumlarda, tıbbın sihirden etkilenmesi tabiîdir, hatta bu etki böyle bir bakış açısının zorunlu bir sonucudur. Bu sebeple bu tür toplumlarda, ilmi temelli tıbbın sihir ve dini görüşler ile iç içe olduğu görülür.
Önceleri tıp tarihi Yunan uygarlığı ile başlatılıyordu. Ancak bugün tıbbın temellerinin, Yunan'dan daha önce Mısır ve Mezopotamya'da atıldığı bilinmektedir. Bugün üzerinde yaşadığımız Anadolu topraklarını askerî ve siyasî bir güç altında toplayan ilk toplum Hititlerdir. Hititlerin Anadolu'da kurduğu büyük uygarlık içinde, farklı kültürlerin etkileri görülür. Hititler çeşitli alanlarda olduğu gibi, sağlık sahasında da diğer uygarlıklardaki tıbbi gelişmelerden etkilenmişlerdir. Böylece ilk olarak kendi yaşadıkları bölgede sık görülen hastalıklara çözüm arama yoluna gitmişlerdir.
Hititler döneminde Anadolu'da gelişen tıbbî faaliyetler ve hekimlik hakkında bilgi veren belgeler henüz yeterli değildir. Ancak eldeki belgeler ışığında, Hititlerde de Mısır ve Mezopotamya'daki gibi gelişmiş tıbbî faaliyetlerin olduğu anlaşılmaktadır.
1. Hititlerde Anatomi Bilgisi
Bu bölümde Hititlerin insan vücudunu ve organlarını ne ölçüde tanıdıkları ve organların faaliyet ve işleyişini ne kadar bildikleri araştırılmıştır. Hititlerde, "anatomi kitabı" niteliğinde bir tablet ele geçmemiştir. Bu sebeple Hititlerin insan anatomisi hakkındaki bilgilerine, ancak rituallerde geçen ve vücut organlarıyla ilgili olan bazı terimlerden ulaşılmıştır. Ayrıca Hitit anatomi bilgileri günümüz anatomisine taşınarak, Sistematik Anatomi açısından bir şema hazırlanmıştır. Bölümün sonunda ise konuyla ilgili tüm bilgilerin insan vücudu üzerinde gösterilebilmesi ve Hititlerin bu konudaki bilgi seviyesinin daha iyi anlaşılabilmesi için, insan vücudunu gösteren diyagramlar üzerinde, Hitit tabletlerinde geçen iç ve dış organlar gösterilmiştir.
İnsan vücudunu meydana getiren sistem ve organlardan Hititçede karşılığı bilinenler, metin yerlerine göre tartışmalarıyla birlikte ele alınmıştır. Bu amaçla hekimlik ve cerrahlık bakımından anatomi öğretiminde kullanılan çeşitli metotlardan biri olan "sistematik anatomi" temel alınarak insan vücudu, sistemler halinde incelenmiş ve bugün bilindiği kadarıyla, Hitit anatomi bilgisini oluşturan ve çivi yazılı birçok Hitit tabletinde geçen organlar ve isimleri her bir sistem içine yerleştirilerek incelenmiştir. Bu bölümün sonunda ayrıca Hititçe-Türkçe, Türkçe-Hititçe ve Hititçe-Almanca, Almanca-Hititçe Anatomik Sözlük başlıkları altında Hititçede geçen organ isimleri, alfabetik olarak listelenmiştir.
2. Hitit Tıbbı
Bu bölümde, eldeki yazılı malzemeye dayanılarak Hititlerde hastalıklar, teşhis ve tedavileri ve hekimler hakkında bilgi verilmiş ve Hititlerin doğum konusundaki bilgileri, kendi dönemlerindeki diğer toplumlarla karşılaştırılarak, Hitit tıbbının seviyesi üzerinde bir yorum ve değerlendirme yapılmıştır. Ayrıca Hitit belgelerinde geçen ve sağlık-hastalık-temizlik ve pislik ile ilgili terimler incelenerek, Hititlerin bu kavramlar karşısındaki bakış açıları ortaya konulmuştur.
A) Hastalıklar
a) Hitit belgelerinde geçen bazı hastalıklar
Dünya üzerinde hastalıkların ortaya çıkışı, insanlık tarihinden eskiye dayanır. Medeniyetler kurulduktan sonra da hastalıklar varolmuştur. Anadolu'da da çok sayıda hastalıkla karşılaşılmıştır. Hititlerin maruz kaldığı hastalıklar karşısındaki tavırlarını, onlardan zamanımıza kalan çivi yazılı kil tabletlerden öğrenmekteyiz.
Hititler devrinde Anadolu'da görülen hastalıkların en kötüsü, kitle halinde ölümlere yol açtığı bilinen ve henkan denilen hastalıktır. Bu hastalığın veba, kolera veya tifo gibi bir salgın hastalık olduğu düşünülebilir. Anadolu'da zaman zaman uzun süren kıtlıkların ve salgınların olduğu bilinmektedir. 1. Şuppiluliuma devrinde başlayan ve 2. Murşili devrinde de devam eden veba salgını, bu tür salgınlar arasında yer alır. Bu dönemde tesirini gösteren veba, 2. Murşili'nin veba dualarının da konusunu teşkil etmiştir. 2. Murşili'nin veba dualarından, vebanın o devirlerde Hatti ülkesini perişan ettiğini anlamak güç değildir. Vebanın ortadan kaldırılabilmesi için hemen her yolun denendiği anlaşılmaktadır. Veba dualarından anlaşıldığı kadarıyla Murşili, vebanın sebebini, babasının döneminde yapılan haksızlık ve kötülüklere bağlar ve babası 1. Şuppiluliuma'nın yaptığı haksızlıklar yüzünden tanrıların kızarak, tüm ülkeye böyle büyük bir ceza verdiklerini ifade eder:
Veba Duası
"Tanrılar, Efendi[leri]m! Hatti ülkesinde veba meydana geldi. Ve Hatti ülkesi vebadan dolayı mahvoldu ve çok sıkıntı çekti, artık bu 20. yıl(dır). Ve Hatti ülkesi devamlı (çok uzun zamandan beri) öldüğü için, (aklıma) genç Tuthalya meselesi geldi. Ve babam, Tuthalya'nın kanlı cinayeti yüzünden [öldü]; [babamın tarafı]na geçmiş (olan) kral oğulları, beyler, binbaşılar (ve) daha yüksek (rütbeli) subaylar (da), [bu] sebep (mesele) yüzünden öldüler. Bu şey Hatti ülkesinin üzerine de geldi ve [Hatti] ülkesi de [bu] şey yüzünden ölmeye başladı ve Hatti ülkesi [zayıfladı]. Ve şimdi veba daha da [beter] oldu; Hatti ülkesi vebadan (dolayı) [çok] üzüldü (bunaldı) ve (nüfus olarak) daha azaldı. Ama ben, Murşili, sizin h[izmetkarınız], [Tanrılar], benim [Efendilerim], [dualarımı] kabul ediniz, [yardımı]ma geliniz"
b) Hastalık sebepleri
Hitit toplumunda, hastalıklara sebep olduğu düşünülen faktörlerin başında tanrıların ihmal edilmesi veya onlara karşı işlenen suç ve günahlar, bedeni ve ruhi kirlilik, mağaralar, düdenler ve yer çatlaklarından çıkarak insanları kötü biçimde etkileyen birtakım kötü güçler, ölü ruhlarının huzursuz edilmesi ve karabüyü bulunmaktadır.
c) Tedavi
Bir hastalığı tedavi etmek amacıyla geliştirilen metotlar, o hastalığa sebep olduğu düşünülen faktörleri ortadan kaldırmak için düzenlenirler. Hititlerde, çeşitli hastalıklar ve rahatsızlıklar karşısında uygulanan tedavi usulleri iki grupta incelenebilir. Bunlardan biri büyü ve majik rituallerle tedavi, diğeri ise droglar kullanılarak yapılan tedavidir.
Hastalığın bir tanrı ya da başka bir güç tarafından verildiğine inanılıyorsa, hastalığı tedavi etmenin yolu, hastalık sebebi olduğu düşünülen güçlere yalvarmak, dua etmek, ritualler düzenlemek ya da kurban sunmaktır.
Hititlerde çeşitli hastalıkların tedavisinde büyüden faydalanılmıştır. Hititlerde büyünün dışında kullanılan bir başka metot da 'günah keçisi' denilen ve kötülüklerin keçi, koyun, fare, boğa, eşek gibi hayvanlara majik olarak geçirilmesine dayanır. İnsanın hasta olan kısımlarına, hayvanın kesilen uzuvları yerleştirilerek, insandaki hastalığın, hayvanın bu organlarına majik olarak geçeceği düşünülür. Hititler, bunlar ve bunlara benzer daha birçok majik tedavi metoduna başvurmuşlardır. Hititlerin, tedavisinde 'büyü' kullandıkları hastalıkların arasında birtakım psikolojik problemlerin yanısıra, üro-genital sistem hastalıkları ve pek çok hastalık da (göz hastalıkları, epidemik hastalıklar v.b.) bulunmaktadır.
Etkili ilaç aramaları sebebiyle, Hitit tıbbında büyünün yanısıra droglarla tedavinin de önemli bir yeri vardır. İlaç yapımında kullanılan droglar organik (bitkisel ve hayvansal) ve anorganik (mineraller v.b.) menşelidirler. Bitkiler, insanlar tarafından tedavi amacıyla kullanılan ilk ilaçlardır. İnsanoğlu, zamanla edindiği tecrübeler sonucunda, bitkilerin tedavi edici özellikleri olduğunu keşfetmiştir. Anadolu, iklim ve toprak özellikleri bakımından, üzerinde her tür bitkinin yetiştirilebildiği verimli topraklara sahiptir. Florası zengin olan bir yerde ikamet ettikleri için, Hititlerin de bu bitkilerden ilaç olarak faydalanmış olmaları doğaldır. Hitit tabletlerinde geçen bitkiler arasında, bugün Anadolu'da halen tıbbi amaçla kullanılan adamotu, banotu, haşhaş, mazı, mersin, meyan kökü, safran gibi bitkiler de yer alır. Tabletlerde, nebati drogların yanısıra, birtakım hayvansal ve madeni droglar da geçmektedir.
Hititler, hastalıkların tedavisinde hiçbir zaman lakayt davranmamışlardır. Tedavi için majik işlemlere başvurdukları gibi, droglardan da faydalanmışlardır. İlaç reçetelerinde geçen ilaçların bir kısmını ise dışardan (Mezopotamya ve Mısır'dan) ithal etmişlerdir.
Hitit tıbbı ve ilaçları hakkındaki bilgilerimiz, Hititlerin merkezi Hattuşa'da (Boğazköy) bulunmuş olan arşivindeki tabletlere dayanmaktadır. Bu arşivde ele geçen tıbbi metinlerin büyük kısmı Akkadcadır, bir kısmı ise Akkadcadan Hititçeye tercüme edilmiştir. Tıp ile ilgili bu tabletlerin başında hastalıktan bahsedilir. Hastalığın ismi verilir ya da özellikleri belirtilir ve hasta organlar sayılır. Sonra da bunları iyileştirmek için kullanılacak ilaçlar ve bunların hazırlanış şekilleri verilir. Bu ilaçların büyük bir kısmının bitkisel droglardan elde edildiği görülür.
B) Hekimler ve Tıp Eğitimi
Hititçede "hekim" anlamını karşılamak üzere, yabancı dillerden Hititçeye girmiş terimler bulunmaktadır. Sümercede "hekim" anlamına gelen LÚA.ZU Hititçede de kullanılmıştır. Ayrıca Sümercede "falcı, büyücü" anlamlarına gelen AZU kelimesi de Hitit tabletlerinde geçmektedir. LÚA.ZU ile LÚAZU farklı iki terimdir. Akkadcadaki karşılıkları da bunu gösterir. LÚA.ZU'nun Akkadca karşılığı ASU, LÚAZU'nun ise BARU'dur. LÚA.ZU "hekim", LÚAZU ise "falcı,kurban bakıcısı,kahin" manasına gelir. Her iki kelimenin de Hititçede kullanılmış olması, Hitit hekimlerinin sadece büyü temelli tedavi uygulamadığını gösterir.
Kaynaklarda SALA.ZU'ya da rastlanmıştır. SAL "kadın" anlamına geldiği için, Hititler döneminde kadın hekimlerin de görev yaptığı anlaşılmaktadır. KUB XXX 42 I 8 ve devamındaki satırlarda, Hurrili bir kadın hekim (SALA.ZU ) olan Azzari'nin, düşman saldırılarına karşı, bir sıvı ile ordu komutanını, atları ve savaş arabalarını, ordudaki askerleri ve diğer savaş malzemelerini yağlayarak majik bir şekilde koruduğu anlatılır. Eldeki az sayıda belgeye dayanarak, Hitit toplumunda kadın hekimlere de başvurulduğu, ancak bunların tıbbi müdaheleden çok, majik işlemler uyguladıkları görülür.
Eski Yakın Doğu'da saray ve tapınağa bağlı olarak çalışan uzman personelin, sanatçıların ve bir ülkeden başka bir ülkeye giden veya gönderilen zanaatkarların arasında hekimler de yer almaktaydı. Bu hekimlerin yer değiştirmesi, genel olarak, hekimin bir şehir veya ülkeden başka bir yere gitmesi ve orada bir süre kaldıktan sonra, tekrar eski yerine geri dönmesi şeklindeydi. Ayrıca metinlerdeki ifadelerde, bu hekimlerin, başka bir yere gönderilirken, geri dönüşleri ve kalış süreleriyle ilgili sıkı kaideler getirilmiş olmasından, bulundukları ülkeler için çok değerli ve önemli oldukları anlaşılmaktadır. Bu hekimlerin daha ziyade Mısır ve Babil'den Hatti topraklarına gönderildiği bilinmektedir. Hititler bu yabancı hekimlere büyük değer vermişlerdir. Yabancı hekimlerin dışında tabletlerde isimleri geçen Hititli hekimler de bulunmaktadır. Bunlardan Hutupi ve Akiya, Hatti ülkesinin en meşhur hekimlerinden olup, saray halkını iyileştirme yetkisine sahiptiler. Hitit hekimlerini, sadece saraydaki hekimlerle sınırlamamak gerekir. Ayrıca Hitit ülkesinde, halkın tedavisiyle meşgul olan pek çok hekim de vardır. Ancak Hitit devlet arşivindeki tabletlerde geçmediği için bu halk hekimlerinin isimleri bilinmemektedir.
Hititlerde hekimlerin aralarında usta-çırak ilişkisi olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü hekimlerin, vazifelerini nasıl yerine getireceklerini belirten metinlerde "büyük hekim", "küçük hekim" gibi ifadeler geçmektedir. UGULA LÚA.ZU (yönetici hekim, hekimlerin idarecisi), GAL LÚ.MESA.ZU (hekimlerin en büyüğü, şef hekim), LÚA.ZU SAG (başhekim), LÚA.ZU TUR KAB.ZU.ZU (yardımcı-talebe-küçük hekim; asistan hekim veya tıp öğrencisi ?) gibi unvanlar olması, Hititlerde hekimler arasında bir hiyerarşinin olduğunu göstermektedir.
D) Doğum ve Ebeler
Hattuşa'daki kazılarda açığa çıkartılan tabletler arasında, doğumdan bahseden ritual tabletleri de tespit edilmiştir. Doğumla ilgili olan bu tabletler vasıtasıyla, Hitit ülkesinde ebelerin (SALhasnupal(l)a) doğum öncesinde, doğum esnasında ve doğum sonrasında neler yaptıkları ve doğumda kullandıkları aletler hakkında bilgi bulunmaktadır. Mesela doğum öncesinde hazırlanması gerekli olan şeylerden bahseden KUB XXX 29 metninde:
"Bir kadın doğum yapacağı zaman, ebe şunları hazırlar: [İki sandalye] (ve) üç yastık (öyle bir şekilde hazırlanır ki) her tabureye bir yastık yerleştirilir. Ve [bi]r yastık taburelerin arasına, yere koyulur. Çocuk düşmeye (yani doğmaya) başladığı zaman, [sonra] kadın, sandalyelerin üstüne oturur."
Doğum ile ilgili rituallerden anlaşıldığı kadarıyla bir kadının gebelik durumuna ilk girişi, tanrıçaların onuruna düzenlenen bir tören ile belirginleştiriliyordu. Ayrıca kadının hamileliği süresince çeşitli tanrıçalara belirli dönemlerde ayinler düzenleniyor ve çeşitli zamanlarda kurbanlar sunuluyordu. Hamileliğin belirli bir döneminden sonra kadın, bir müddet için ailesinden ayrılabildiği gibi, doğumların evde gerçekleştirildiği de oluyordu. Ayrıca doğum öncesinde kadının, dini yönden doğum yapmaya elverişli bir durum içinde bulunup bulunmadığı, tanrı veya tanrıçalara karşı görevlerini eksiksiz olarak yerine getirip getirmediğini anlayabilmek için kehanet yoluyla sorular sorulur ve eğer bu soruların cevabı negatif olursa, (bu durumu düzeltmek için) tanrılara kurbanlar sunulurdu. Doğum sonrasında anne, doğum aletleri ve yeni doğan çocuk için dini yönden temizle(n)me ritualleri yapılıyordu. Bu arındırma ritualleri çocuk dünyaya geldikten sonra çeşitli zamanlarda (ikinci gecede, dördüncü gecede, yedinci gecede v.b.) gerçekleştirilmiştir. Hititlerde doğumla ilgili faaliyetlerin bir kısmı hijyenik karakterde, büyük bir kısmı ise majik ve dini temellidir. Hitit doğum adetlerini gösteren Papanikri Rituali (KBo V 1=Bo 2001), doğumla ilgili ritualler arasında zamanımıza kadar en iyi şekilde kalmış Hitit belgelerinden biridir. Bu metinden, Hitit kadınlarının doğumu gerçekleştirmek için gittikleri bir doğum evinde doğum sandalyesine oturdukları ve doğum sırasında doğum sandalyesinde (harnau) kırılma olduğunda (bu durumun Hititler tarafından 'lanet' olarak kabul edilmesi sebebiyle) doğum yapılan yerin değiştirildiği anlaşılmaktadır:
Kumanni ülkesinden Hattili rahip (din adamı) Papanikri şunları söyler:
"Doğum sandalyesinde bir kadın bulunduğu sırada doğum yapılacak yerin (doğum sandalyesinin) küveti zedelendiğinde veya bacağı kırıldığında ve kadın henüz doğurmamışsa, bu kadın o yerin içinde öylece kalır, yeniden bir tahta sandalye kurulur. Bu kadın şimdi artık (dini açıdan) temiz değildir. Hattili rahip doğum sandalyesini ve içinde bulunan alet-edevatı yükseğe kaldırır. O, bunları kapıya (şehrin dış kapısı) doğru taşırken, kapının önünde tanrı Alitapara'ya, yakarak bir kuş kurban eder. Ve (sonra) o; doğum sandalyesini ve aletleri şinapşi'ye getirir (taşır), o bunları (kadının) yakınında (başka) bir yere koyar, sonra kadın orada doğum yapar ve Hattili rahip, kadına şunları söyler: Tapınaktaki bozukluğun sebebini fal yolu ile öğren! Bu kadın fal sorularına başvurur ve eğer herhangi bir tanrıyı kızdırdıysa, ona sıvı kurban eder. Sonra rahip, doğum sandalyesinin 2 küvetini yapar ve onlar için muhafaza olarak 2 tane küvet ve 4 bacak daha yapar ".
Doğum' denildiği zaman akla gelen kavramların arasında doğumu yaptıran kişiler yer alır. Eski çağlarda doğumu yaptıranlar 'ebeler' idi. Hititlerde de doğumun, ebeler ((SAL)hasnupal(l)a-) vasıtasıyla gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Hititlerde ****** aktivitelerini iki kategoriye ayırmak mümkündür. Bunlardan ilki doğum için gerekli malzemeyi hazırlamak ve çocuğu doğurtmaktır. İkincisi ise çocuk doğduktan sonra, yeni doğan bebek adına, kötü etkileri bebekten uzaklaştırarak bebeğe iyi bir alınyazısı bahşetmeleri için tanrılara dua etmektir.
Sonuç: Hitit Tıbbi Bilgilerinin Seviyesi
Anadolu'da çivi yazısı sistemini kendi dillerine uygulayan ve Anadolu'yu askeri ve siyasi bir güç altında toplayarak büyük bir medeniyet kuran Hititlerin tıp sahasındaki bilgileri, ele geçen tabletlerden öğrenilebilmektedir. Ancak bu döneme ait tıbbi faaliyetler hakkında bilgi veren bu belgelerin yeterli olduğu söylenemez.
Hitit tıbbında etiyoloji (hastalıklara sebep olan faktör), diagnoz (teşhis), prognoz ve terapi (tedavi) unsurları arasında etiyoloji diagnozdan daha önemlidir. Bir diğer ifadeyle, tedavi şekli hastalığın sebebine göre değiştiği için, hastalık sebebi çok önemlidir. Mesela bir hastanın gözlerindeki rahatsızlık, ortaya çıkan semptoma dayalı olarak "göz kanlanması" şeklinde teşhis ediliyordu. Etiyoloji'yi bulmak daha önemli ve zordu. Bunun için omen ile orakel (fal ve kehanet) metotlarına başvuruluyordu. Tedavi ise semptomu ortadan kaldıracak olan droglarla yapılan tedavi ve doğrudan etiyolojiye etki edecek olan dini ve mistik tedavi olmak üzere iki yönlü idi.
Tıp sahasında ilerlemenin başlıca faktörleri arasında insanlardaki hastalık ve rahatsızlık durumlarını ortadan kaldırma ihtiyacı yer alır. Bu faktör hem eski çağlarda hem de günümüzde etkili olmuştur. Hastalıkların asıl sebebinin, organizmaya dıştan tesir eden mikroplar olduğunun anlaşılması, ancak son asırlarda yapılan çalışmaların ürünüdür. Hititler, pislikten her zaman için uzak durmaya çalışmışlardır. Fakat pisliği, bir "ajan patojen kaynağı" olarak görmemişlerdir. Hititlerde gelişmiş tıbbi tedavi metotları yoktur; ancak tıbbi faaliyetlerin temelinde bulunan araştırıcı zihniyet mevcuttur. Tıp sahasında kendilerinden daha ileri ülkelerden hekim getirtmeyi ihmal etmeyen ve hastalıklar karşısında lakayt davranmayan Hititlerde, tıp vardır. Hititler hiçbir zaman kendi dönemlerindeki tıbbi gelişmelerden uzak kalmamışlar, onları her zaman takip etmişler ve bazılarını dışarıdan almakla da yetinmeyip kendi toplum yapılarına uygun hale getirmesini bilmişlerdir.

Gaye Şahinbaş Erginöz
İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
Bilim Tarihi Anabilim Dalı



Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Ağustos 2006       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Tıp Tarihi III

Tıbbın Kökeni Antik Mısır'da

Eski Mısır'da tıbbın ulaştığı gelişmişlik düzeyi oldukça şaşırtıcıdır. Kazılarda ele geçen bulgular, arkeologların yanı sıra birçok tarihçiyi de hayrete düşürmüştür. Çünkü hiçbir tarihçi MÖ. 3000'lerde yaşamış eski bir medeniyetten böylesine gelişmiş bir teknoloji beklemiyordu.
Bugün X-ışınları kullanılarak, mumyalar üzerinde yapılan incelemeler sonucunda Antik Mısır'da beyin ameliyatlarının yapılmış olduğu anlaşılmıştır. Üstelik bu ameliyatlar oldukça profesyonel yöntemler kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Cerrahi operasyon geçirmiş mumyaların kafatasları incelendiğinde, ameliyat yerlerinin düzgünce kesilmiş olduğu görülmektedir. Hatta bu insanların ameliyattan sonra hayatta kaldıklarını ispatlayan, kaynamış kafatası kemiklerine rastlanmıştır.

Ad:  55.jpg
Gösterim: 838
Boyut:  36.9 KB

Diğer bir örnek ise bazı ilaçlarla ilgilidir. 19. yüzyılda oldukça hızlı bir ilerleme kaydeden deneysel bilim sonucunda tıp alanında da büyük gelişmeler oldu. Antibiyotiğin keşfi de bu yüzyıldaki gelişmelerden biridir. Aslında bunlara "keşfedildi" demek hata olur, çünkü bu tekniklerin büyük bir bölümü Antik Mısır'da zaten kullanılıyordu.

Ad:  64.jpg
Gösterim: 764
Boyut:  19.9 KB
Mısır Firavunu Tutankhamun'un cesedi, içiçe geçen iki tabut içinde muhafaza ediliyordu.

Mısırlıların tıp ve anatomide ne kadar ileride olduklarını gösteren en önemli eserlerden biri de, kuşkusuz geride bıraktıkları mumyalardır. Mısırlılar mumyalama konusunda yüzlerce farklı teknik kullanmışlardır. Cansız bedenin binlerce yıl bozulmadan saklanabilmesine olanak sağlayan mumyalama işlemi, aslında oldukça karmaşık bir işlemdir. Bu konuda Mısırlıların kullandığı teknik özetle şu şekildedir:
İlk önce ölünün iç organları dışarı çıkarılır, burundan beyin alınır, vücut sterilize edilir ve beden natron denilen bir madde ile sarılıp 40 gün bekletilirdi. (Natron; sodyum karbonat, sodyum bikarbonat ve sodyum kloridle, sodyum sülfatın karışımından oluşan bir maddedir.) Daha sonra bu madde vücuttan çıkarılır, kol ve bacaklar gibi vücudun eklemli yerleri çamur ya da kumla sarılır, sonra beden reçineye batırılmış ketenle, kokulu bir çeşit sarı sakızla ve tarçınla sarılırdı. Bir çeşit merhemin vücuda sürülmesinden sonra da ince bir keten tülle örtülürdü.
Mısırlılar mumyalama tekniklerini sadece insanlarda değil, farklı hayvanlarda da denemişlerdir. Antik Mısır'da tıbbın oldukça gelişmiş olduğu, ele geçen arkeolojik buluntulardan ve özellikle mumyalama tekniklerinden açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca unutmamak gerekir ki, vücudun şeklini bozmadan, ölünün tüm iç organlarını çıkartarak mumyalamaları, bu işi yapan insanların, her organın yerini bilecek bir anatomi bilgisine sahip olduklarını göstermektedir.
Mumyalamanın dışında Mısırlılar tarafından 5000 yıl önce kullanılmış olan birçok tıbbi teknik ve alet de yapılan araştırmalarda gün ışığına çıkarılmıştır. Bu konuyla ilgili pek çok detay sıralayabiliriz:
-Mısır'da tıpla ilgilenen rahipler, tapınaklarda her türlü hastalığı tedavi ediyorlardı. Mısırlı doktorlar, günümüzdeki gibi çeşitli alanlarda uzmanlaşmışlardı. Her doktorun kendine ait bir branşı vardı. Göz doktorlarından, dişçilere kadar her konuda ihtisaslaşmış hekimler hizmet veriyordu.
-Mısır'da doktorlar, devlet denetimindeydiler. Eğer hastası iyileşmezse, yahut ölürse devlet bu hatanın sebeplerini soruşturur ve doktorun kullandığı yöntemin kurallara uygun olup olmadığını öğrenirdi. Tedavi sırasında bir ihmalkarlık yapılmışsa, bu durum tespit edilir ve doktora kanunlar çerçevesinde ceza verilirdi.

Ad:  44.jpg
Gösterim: 577
Boyut:  36.1 KB
Smith papirüsü - Bu papirüste, antik Mısırlıların, ketenden yapılmış yara ve sargı bantları kullandıkları anlatılmaktadır.

-Tapınakların her biri, ilaçların hazırlandığı ve depolandığı tam teçhizatlı bir laboratuvara sahipti.
-Bilinen ilk eczacılık uygulamaları, bandaj ve kompres kullanımı örneklerine Mısır'da rastlanmıştır. Smith Papirüsü'nde, keten bezinden yapılan yapışkan bantların yaraları kapamada ne şekilde kullanıldığından bahsedilmektedir. Keten bez, bunun dışında bandaj için de uygun bir malzemeydi.
-Arkeolojik bulgulardan, tıbbi uygulamaların tamamına ait detaylı bir tablo ele geçmiştir. Bununla beraber, her biri kendi alanında ihtisaslaşmış 100'den fazla doktorun ismi ve ünvanı da bulunmuştur.
-Ayrıca Kom Ombo'daki bir başka tapınak duvarındaki rölyefin içine oyuk açılmış ve buraya cerrahi aletlerin kutusu yerleştirilmiştir. Bu kutunun içinde büyük metal bir makas, cerrahi bıçaklar, testereler, sondalar, spatulalar, küçük kancalar ve pensler mevcuttu.
-Teknikler çok sayıda ve çok çeşitliydi. Kırıklar, çatlaklar tam olarak oturtuluyor, kırık tahtaları kullanılıyor ve yaralar dikişle kapatılıyordu. Mumyaların çoğunda çok başarılı bir biçimde tedavi edilmiş kırıklara rastlamak mümkündür.
-Mumyalarda herhangi bir cerrahi dikiş izine rastlanmamasına rağmen yara dikilmesi ile ilgili Smith Papirüsü'nde (bu papirüsün tamamı tıpla ilgilidir) on üç referans mevcuttur. Bu, Mısırlıların estetik yara dikimini de başarmış olduklarına işaret etmektedir. Yara dikiminde keten iplik kullanılıyordu. İğneler ise muhtemelen bakırdandı.
-Mısırlı doktorlar, steril yaralar ile enfeksiyonlu yaraları ayırt edebiliyorlardı. Enfeksiyonlu yaraların temizlenmesinde keçi yağı, köknar yağı ve ezilmiş bezelyeden oluşan bir karışım kullanıyorlardı. -Penisilin ve antibiyotiğin bulunuşu oldukça yenidir. Fakat Eski Mısırlılar bu tür tedavilerin ilk organik versiyonlarını kullanıyorlardı. Ayrıca, Mısırlılar antibiyotiğin farklı çeşitlerini biliyorlardı. Belli türdeki hastalıklara uygun reçeteleri yazıyorlardı.
Görüldüğü gibi Mısır medeniyeti tıp konusunda oldukça önemli adımlar atmış, tedavi yöntemleri geliştirmiş, uzman doktorlar yetiştirmiştir. Yapılan kazılarda, tıp alanında sağlanan bu önemli başarıların yanı sıra, Mısırlıların şehir planlamacılığı ve mimari gibi konularla da çok ilgili oldukları ortaya çıkmıştır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Eylül 2006       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Tıp Tarihi IV

Hint Tıbbı
Hint tıbbı, başlangıcından itibaren Hint felsefesi ve kozmolojisiyle iç içe gelişmiştir. Onlara göre, canlı varlıklar evrenin küçük bir modelidir ve doğadaki diğer varlıklar gibi, toprak, su, hava, ateş ve eterden meydana gelmiştir. M.Ö. üçüncü yüzyıldan itibaren gelişen tıpla ilgili sistemler konuya yeni bakış açıları getirmiştir. Bunlardan Yoga Okulu, sağlıklı olabilmek için beden disiplinin yanı sıra, zihin disiplinini de şart koşarken, yine aynı dönemlerde ortaya atılan bir başka görüş, beden yapısının temelde kimyasal esaslara dayandığını, dolayısıyla tedavinin de aynı esaslara dayanması gerektiği tezini savunmuştur.
En eski Hindu tıp eseri, İ.Ö. 4 yy’dan kalan Bower elyazmasıdır. Bu el yazması, bir ilaç listesi ile bunların nasıl kullanılacağına ilişkin bilgileri içermektedir. Bunlar, daha sonraki eserlerde, özellikle İ.Ö ikincisi, yüzyıla yerleştirilen Charaka adlı tıp eserlerinde ve ameliyatlar üzerine temel bir eser olan ve beşinci yüzyıldan kalan Susruta’da verilmişlerdir. Daha sonraki eserler de Grek kaynaklarına dayanmaktadır.
Ör: Charaka, Aristotales’den alınma, tasımsal (syllogical) akıl yürütme kurallarını vermektedir. Charaka, insan vücudunda üç yaşamsal süreç ayırt etmektedir.
1- Göbek, altındaki bölgede havanın işlemleri,
2- Göbek ile kalp arasındaki bölgeyi kontrol eden safra
3- Kalp üzerindeki balgam etkisi
Bu yaşamsal süreçler, kilüs, kan, et, yağ, kemik, ilik ve meniden oluşan, yedi ilkel maddeyi meydana getiriyordu. Sağlık bu yedi ilkel maddenin niceliksel uyuşumuna bağlı olup, bunun herhangi bir bozukluğa, hastalığa sebep olur.
- Ameliyat kitabı olan Susrata, Charaka’ya göre üstündü. Orada, 121 farklı ameliyat aleti tarif edilmekte ve modern zamanlardan önce bilinen ameliyatların çoğu hakkında bilgi verilmektedir. Malarya ile sivrisinek arasındaki ilişki, şeker hastalarnın çıkardığı tatlı idrar, Susruta’ da bulunmaktadır.
HerHangiBiri - avatarı
HerHangiBiri
Ziyaretçi
20 Kasım 2008       Mesaj #7
HerHangiBiri - avatarı
Ziyaretçi
Eski Mısırlılar’da Gebelik Testi

Mısır’da 1898 yılında Sir Flinder Petrie adlı bilim adamının ortaya çıkarttığı Kahoun Papirüsü ile 1862 yılında bulunan Smith Papirüsü ve 1873 yılında bulunan Ebers Papirüsü’nde gebelik, idrar hastalıkları, varisler ve gebelik testleriyle ilgili bilgiler yer alıyor. Müzelerde sergilenen papirüslerde yer alan bilgilere göre, hamile şüphesi olan bir kadın her gün sabah idrarıyla biri buğday, diğeri arpa dolu iki torbayı sularmış. Hamilelik şüphesi olmayan bir başka kadın da yine ayrı ayrı buğday ve arpa torbalarını idrarıyla sularmış. Hamilelik şüphesi olan kadının idrarla suladığı buğday ve arpa dolu torbalar, diğer kadının suladığı torbalardan daha önce çimlenirse, hamile olduğu anlaşılırmış. İki kadının suladığı buğday ve arpalar aynı anda çimlenirse hamilelik olmadığı ortaya çıkarmış. Hamile olan kadınların sabah idrarlarında aşırı miktarda hormon bulunduğu için, buğday ve arpa torbaları diğer normal idrarlarla sulananlardan çok daha önce yeşerirmiş. Günümüzde meyve ve sebzenin daha erken sürede yetiştirilmesi için hormon kullanılması da aynı yöntemin bir benzeridir.

Bebeğin Cinsiyeti

Mısırlıların kullandığı yöntemde, doğacak bebeğin cinsiyeti de önceden tesbit edilebiliyordu. Hamile kadının idrarıyla sulanan tohumlardan, buğday taneleri daha önce filizlenirse bebeğin erkek, arpa taneleri daha önce filizlenirse bebeğin kız olacağı anlaşılıyordu.

Prof. Julias Manger, 1933 yılında laboratuvarda kutuların içerisinde kurutma kağıtları üzerine yerleştirdiği buğday ve arpa tanelerini, idrarla sulayıp, Mısırlıların kullandığı gebelik ve cinsiyet belirleme yönteminin doğruluğunu ispat etmiştir. Günümüzde kullanılan gebelik testleri de, kadının idrarındaki hormon sayısının yoğunluğuna göre sonuç verir ve aynı esaslara göre uygulanır.

Prof. Dr. Hulusi Köker de, Mısırlıların kullandığı gebelik testi yönteminin bilimsel olarak doğrulandığını ve hatta bebeğin cinsiyetinin de aynı yöntemle belirlenebildiğini onaylıyor.

Doğum Kontrolü

Mısırlılar, kadında kısırlığın tespiti için rahim ağzına (uteris) akşam yatarken sarmısak veya soğan yerleştirmişler. Sabah kadın uyandığında genzinde sarmısak veya soğan kokusu duyarsa tüplerinin açık olduğu ve gebe kalmasına bir engelin olmadığı anlaşılırmış. Koku duyulmazsa kadının tüplerinin kapalı olduğu, bu nedenle hamile kalamayacağı bilinirmiş. Ayrıca kadının rahminin içerisine paslanmayan metallerden olan altın veya gümüş yüzük konularak gebelik önlenirmiş. Arap kervancılar da bu yöntemi öğrenip, uzun çöl seyahatlerinde dişi develerin gebe kalmalarını önlemek için rahimlerinin içerisine temizlenmiş çakıl taşı doldururlarmış.
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
17 Eylül 2010       Mesaj #8
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
Tıbbın Kökeni Antik Mısır'da
Eski Mısır'da tıbbın ulaştığı gelişmişlik düzeyi oldukça şaşırtıcıdır. Kazılarda ele geçen bulgular, arkeologların yanı sıra birçok tarihçiyi de hayrete düşürmüştür. Çünkü hiçbir tarihçi MÖ. 3000'lerde yaşamış eski bir medeniyetten böylesine gelişmiş bir teknoloji beklemiyordu.

Bugün X-ışınları kullanılarak, mumyalar üzerinde yapılan incelemeler sonucunda Antik Mısır'da beyin ameliyatlarının yapılmış olduğu anlaşılmıştır. Üstelik bu ameliyatlar oldukça profesyonel yöntemler kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Cerrahi operasyon geçirmiş mumyaların kafatasları incelendiğinde, ameliyat yerlerinin düzgünce kesilmiş olduğu görülmektedir. Hatta bu insanların ameliyattan sonra hayatta kaldıklarını ispatlayan, kaynamış kafatası kemiklerine rastlanmıştır.

Diğer bir örnek ise bazı ilaçlarla ilgilidir. 19. yüzyılda oldukça hızlı bir ilerleme kaydeden deneysel bilim sonucunda tıp alanında da büyük gelişmeler oldu. Antibiyotiğin keşfi de bu yüzyıldaki gelişmelerden biridir. Aslında bunlara "keşfedildi" demek hata olur, çünkü bu tekniklerin büyük bir bölümü Antik Mısır'da zaten kullanılıyordu.

Mısır Firavunu Tutankhamun'un cesedi, içiçe geçen iki tabut içinde muhafaza ediliyordu.
Mısırlıların tıp ve anatomide ne kadar ileride olduklarını gösteren en önemli eserlerden biri de, kuşkusuz geride bıraktıkları mumyalardır. Mısırlılar mumyalama konusunda yüzlerce farklı teknik kullanmışlardır.

Cansız bedenin binlerce yıl bozulmadan saklanabilmesine olanak sağlayan mumyalama işlemi, aslında oldukça karmaşık bir işlemdir. Bu konuda Mısırlıların kullandığı teknik özetle şu şekildedir: İlk önce ölünün iç organları dışarı çıkarılır, burundan beyin alınır, vücut sterilize edilir ve beden natron denilen bir madde ile sarılıp 40 gün bekletilirdi. (Natron; sodyum karbonat, sodyum bikarbonat ve sodyum kloridle, sodyum sülfatın karışımından oluşan bir maddedir.) Daha sonra bu madde vücuttan çıkarılır, kol ve bacaklar gibi vücudun eklemli yerleri çamur ya da kumla sarılır, sonra beden reçineye batırılmış ketenle, kokulu bir çeşit sarı sakızla ve tarçınla sarılırdı. Bir çeşit merhemin vücuda sürülmesinden sonra da ince bir keten tülle örtülürdü.

Mısırlılar mumyalama tekniklerini sadece insanlarda değil, farklı hayvanlarda da denemişlerdir. Antik Mısır'da tıbbın oldukça gelişmiş olduğu, ele geçen arkeolojik buluntulardan ve özellikle mumyalama tekniklerinden açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca unutmamak gerekir ki, vücudun şeklini bozmadan, ölünün tüm iç organlarını çıkartarak mumyalamaları, bu işi yapan insanların, her organın yerini bilecek bir anatomi bilgisine sahip olduklarını göstermektedir.

Mumyalamanın dışında Mısırlılar tarafından 5000 yıl önce kullanılmış olan birçok tıbbi teknik ve alet de yapılan araştırmalarda gün ışığına çıkarılmıştır. Bu konuyla ilgili pek çok detay sıralayabiliriz:

  • -Mısır'da tıpla ilgilenen rahipler, tapınaklarda çeşitli hastalıkları tedavi ediyorlardı. Mısırlı doktorlar, günümüzdeki gibi farklı alanlarda uzmanlaşmışlardı. Her doktorun kendine ait bir branşı vardı. Göz doktorlarından, dişçilere kadar her konuda ihtisaslaşmış hekimler hizmet veriyordu.
  • -Mısır'da doktorlar, devlet denetimindeydiler. Eğer hastası iyileşmezse, yahut ölürse devlet bu hatanın sebeplerini soruşturur ve doktorun kullandığı yöntemin kurallara uygun olup olmadığını öğrenirdi. Tedavi sırasında bir ihmalkarlık yapılmışsa, bu durum tespit edilir ve doktora kanunlar çerçevesinde ceza verilirdi.
  • Smith papirüsü - Bu papirüste, Antik Mısırlıların, ketenden yapılmış yara ve sargı bantları kullandıkları anlatılmaktadır.
  • -Tapınakların her biri, ilaçların hazırlandığı ve depolandığı tam teçhizatlı bir laboratuvara sahipti.
  • -Bilinen ilk eczacılık uygulamaları, bandaj ve kompres kullanımı örneklerine Mısır'da rastlanmıştır. Smith Papirüsü'nde, keten bezinden yapılan yapışkan bantların yaraları kapamada ne şekilde kullanıldığından bahsedilmektedir. Keten bez, bunun dışında bandaj için de uygun bir malzemeydi.
  • -Arkeolojik bulgulardan, Mısır'daki tıbbi uygulamaların tamamına ait detaylı bir tablo ele geçmiştir. Bununla beraber, her biri kendi alanında ihtisaslaşmış 100'den fazla doktorun ismi ve ünvanı da bulunmuştur.
  • -Ayrıca Kom Ombo'daki bir başka tapınak duvarındaki rölyefin içine oyuk açılmış ve buraya cerrahi aletlerin kutusu yerleştirilmiştir. Bu kutunun içinde büyük metal bir makas, cerrahi bıçaklar, testereler, sondalar, spatulalar, küçük kancalar ve pensler mevcuttu.
  • -Teknikler çok sayıda ve çok çeşitliydi. Kırıklar, çatlaklar tam olarak oturtuluyor, kırık tahtaları kullanılıyor ve yaralar dikişle kapatılıyordu. Mumyaların çoğunda çok başarılı bir biçimde tedavi edilmiş kırıklara rastlamak mümkündür.
  • -Mumyalarda herhangi bir cerrahi dikiş izine rastlanmamasına rağmen yara dikilmesi ile ilgili Smith Papirüsü'nde (bu papirüsün tamamı tıpla ilgilidir) on üç referans mevcuttur. Bu, Mısırlıların estetik yara dikimini de başarmış olduklarına işaret etmektedir. Yara dikiminde keten iplik kullanılıyordu. İğneler ise muhtemelen bakırdandı.
  • -Mısırlı doktorlar, steril yaralar ile enfeksiyonlu yaraları ayırt edebiliyorlardı. Enfeksiyonlu yaraların temizlenmesinde keçi yağı, köknar yağı ve ezilmiş bezelyeden oluşan bir karışım kullanıyorlardı.
  • -Penisilin ve antibiyotiğin bulunuşu oldukça yenidir. Fakat Eski Mısırlılar bu tür tedavilerin ilk organik versiyonlarını kullanıyorlardı. Ayrıca, Mısırlılar antibiyotiğin farklı çeşitlerini biliyorlardı. Belli türdeki hastalıklara uygun reçeteleri yazıyorlardı.
Görüldüğü gibi Mısır medeniyeti tıp konusunda oldukça önemli adımlar atmış, tedavi yöntemleri geliştirmiş, uzman doktorlar yetiştirmiştir. Yapılan kazılarda, tıp alanında sağlanan bu önemli başarıların yanı sıra, Mısırlıların şehir planlamacılığı ve mimari gibi konularla da çok ilgili oldukları ortaya çıkmıştır.

kaynak
Son düzenleyen fadedliver; 17 Eylül 2010 23:55

Benzer Konular

15 Ağustos 2015 / Misafir Tıp Bilimleri
11 Mart 2009 / ThinkerBeLL Mühendislik Bilimleri
17 Eylül 2010 / Misafir Cevaplanmış
16 Ağustos 2013 / ThinkerBeLL Mimarlık
1 Mart 2009 / ThinkerBeLL Mimarlık