Arama

Önemli İcatlar - Radyo - Tek Mesaj #3

ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
9 Eylül 2009       Mesaj #3
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye

Radyo

Ad:  Radyo3.jpg
Gösterim: 738
Boyut:  36.9 KB

Doğada çok geniş bir elektromagnetik ışınım tayfı, yani ışınım dalga boyu aralığı vardır. Işınımın saniyedeki salınım ya da titreşim sayısına bağlı olarak, bu tayfın en üst ucunda kozmik ışınlar yer alır; kozmik ışınları sırasıyla gamma ışınları, X ışınları, morötesi ışınlar, görünür ışık ve kızılötesi ışınlar izler. Tayfın alt ucunda ise radyo dal­gaları bulunur.
Eğer sesler kendileriyle aynı frekansta elektrik salınımlarına dönüştürülürse, elek­tromagnetik dalgalar aracılığıyla uzaklara ta­şınabilir. İşte radyo iletişiminde, seslerin bu elektriksel kopyalarının elektromagnetik dalgalarca taşınmasından yararlanılır. Elek­trik salimini, sürekli olarak tek bir yönde akmak yerine, akış yönü düzenli aralık­larla tersine dönen bir elektrik akımıdır. Birbirini izleyen bu yön değiştirmelerden bir tam dönüşe "çevrim"; çevrim sıklığına, ya­ni bir saniyedeki çevrim sayısına da "frekans" denir.

Radyo dalgalarının frekans aralığı yaklaşık 30 milyon kHz ile 10 kHz arasındadır (kHz, kilohertzin kısaltılmışıdır; 1 kHz, saniyede 1.000 çevrimlik bir salınım demektir). Bu dalgalar uzayda saniyede yaklaşık 300.000 km hızla yayılır. Bu maddede, radyo iletişiminin bugüne kadar geçirmiş olduğu evreler anlatıl­maktadır.


Radyo İletişiminin İlk Günleri


19. yüzyıla kadar radyo dalgalarına ilişkin hiçbir şey bilinmiyordu. 1864'te İskoç mate­matikçi James Clerk Maxwell, elektromagnetik tayf üzerinde­ki kuramsal çalışmaları sonucunda, frekan­sı kızılötesi dalgaların frekansından daha düşük, yani dalga boyu onlarınkinden da­ha kısa dalgaların bulunması gerektiğini sap­tadı. Ama, gözle görülmeyen bu gizemli dalgalan ancak 22 yıl sonra Alman bilim adamı Heinrich Hertz üretmeyi başardı; bu dalgaların da yansıma, kırılma ve girişim gibi optik yasalanna uyduğunu ortaya çıkardı. Ama ne Hertz, ne de dönemin öbür bilim adamları bu dalgalar için pratik bir kullanım alanı bulabildi.

O dönemde Hertz'in adıyla anılan bu dal­galar 1894-95'e kadar yalnızca ilginç sonuçlar veren bir laboratuvar araştırma konusu ola­rak kaldı. Mors anahtarı ve anten sistemini, Hertz vericisiyle birlik­te ilk kez kimin kullandığı tartışmalıdır. Ama bu kişi ya Rus bilim adamı Aleksandr Stepanoviç Popov (1859-1906) ya da o tarihlerde adı henüz duyulmamış genç bir araştırmacı olan İtalyan Guglielmo Marconi'ydi. Popov, Rusya'da Çarlık Deniz Kuvvetleri'nde gizli bir görevde çalışıyordu; Marconi de çalışmalarını gizlilik içinde yürütüyordu, bu nedenle de buluşa ilişkin kesin bir tarih saptamak ve bunlardan hangisinin bu buluşu daha önce gerçekleştirdiğini söylemek olanaksızdır. Ge­ne de Marconi'nin radyonun gelişmesindeki katkısının çok büyük olduğunu söylemek yanlış olmaz.

1896'da Marconi İngiltere'ye gitti ve geliş­tirdiği "telsiz aygıtf'nı orada sergiledi. Bunun vericisi Hertz'in kullandığı vericinin bir ben­zeriydi. Vericinin indükleme bobini batarya­ya bağlandığında, birbirine yakın yerleştiril­miş iki metal küre arasında yüksek bir elek­trik gerilimi oluşuyor ve Marconi'nin Hertz'in aygıtına eklemiş olduğu mors anahtarına ba­sıldıkça, bu gerilim nedeniyle bir küreden ötekine kıvılcım atlıyordu.

Marconi, kıvılcım atlama aralığının bir ya­nına bir tel anten bağlamış, öbür yanını ise topraklamış, yani ikinci küre ile toprak arası­na bir bağlantı teli çekmişti. Böylece iki küre arasındaki kıvılcım atlamaları antenden uzaya yayılan bir dizi salınım yaratıyor; bu da mors anahtarına daha uzun ya da daha kısa süreli basarak, antenden mors alfabesine uygun işaretler yaymayı olanaklı kılıyordu (bak. İşaretleşme).

Alıcı, koherör denen bir aygıttı. Bu aygıt, içine gevşek halde metal parçacıkları doldu­rulmuş küçük bir cam tüpten oluşuyordu ve bir anten ile toprak arasına bağlanmıştı. Alıcı antende herhangi bir sinyal yokken metal parçacıkların elektrik direnci yüksek bir dü­zeyde kalıyordu. Ama, antene bir sinyal ulaşır ulaşmaz metal dolgu sıkışıyor ve direnci önemli ölçüde azalıyordu. Direnç bu biçimde azaldığında elektromekanik röleler harekete geçiyor ve bir mors yazıcısını çalıştırıyordu. Koherörün bir sakıncası şuydu: Sinyalin ne­den olduğu her sıkışma sonrasında metal parçacıklarını yeniden yüksek dirençli duru­ma getirmek için tüpe hafifçe vurulması gerekiyordu. Bu, tüpe bir elektrikli zil mekaniz­masının çekiciyle otomatik olarak vurulması yoluyla gerçekleştiriliyordu.

Vericideki operatör mors alfabesiyle bir mesaj yolladığında, bu mesajı taşıyan radyo dalgaları alıcı tarafından toplanıyor ve sonuç­ta kâğıt bir şerit üzerinde, mors karakterleriy-le basılı hale geliyordu. Bu yeni telsiz aygıtı­nın erimi yalnızca birkaç kilometreydi ve bu yöntemle mesajlar çok yavaş iletilebiliyordu. Ayrıca istenilen frekansta çalışılamıyordu, bu nedenle de birbirinin menzili içinde kalan iki verici aynı anda çalıştırılamıyordu. Çalıştırıl­dığında ise alıcılar her iki mesajı da eşzamanlı olarak alıyor ve ortaya karmaşık sonuçlar çıkıyordu.

Ama 1896 ile 1901 arasında Marconi bu alanda büyük bir yenilik gerçekleştirdi. Ba­taryayla çalışan masa üstü vericilerin yerini, ilk olarak İngiltere'nin güneybatısında Cornwall'daki Poldhu kayalıkları üzerinde kurulan yüksek güçte bir istasyon aldı. Frekans ayar ya da seçme devresi geliştirildi ve böylece istasyonlar arasındaki girişim önlendi; ayrıca alıcılar daha gelişkin hale getirildi. 1901'de Marconi, Poldhu'dan gönderilen sinyallerin Atlas Okyanusu'nu aşarak Kanada'nın doğusundaki Newfoundland'da St. John's'a kadar ulaştırıldığını bütün dünyaya duyurdu.

İyonosfer


Aslında o dönemin bilgilerine göre böyle bir şey kuramsal olarak olanaksızdı. Hertz, radyo dalgalarının optik yasaları uyarınca düz bir hat üzerinde yol aldığını göstermişti. Bu durumda, radyo dalgalarının Avrupa ile Amerika arasında düz bir yol izleyerek Atlas Okyanusu'nu aşabilmesi için her iki yanda da yükseklikleri 150 kilometreyi aşan antenlerin kurulu olması gerekmez miydi? Marconi'nin tanığı yoktu ve bu nedenle aynı telsiz mesajını 1902'de bir dizi gözlemcinin önünde tekrarla­yana kadar ileri sürmüş olduğu sav kabul görmedi.

Kuramsal açıdan dalgaların ufuk çizgisinin hemen ötesinde Dünya'nın yüzeyinden aydıp uzayda kaybolması gerekirken, Marconi'nin gerçekleştirdiği deneyde, Dünya'nın eğriliğini izleyerek yol alıyorlarmış gibi bir sonucun ortaya çıkması nasıl açıklanabilirdi? Başlan­gıçta buna kimse yanıt getiremedi. Ama 1902'de ABD'li elektrik mühendisi Arthur E. Kennelly ve İngiliz fizikçi Oliver Heaviside, Dünya atmosferinin üst katmanlarında ayna görevi gören ve radyo dalgalarını yeniden Dünya'ya yansıtan bir iyonlaşma katmanının (elektrik yüklü parçacıklardan oluşan bir kat­man) bulunduğunu öne sürdüler. Önceleri bu iddiayı pek az kişi kabul etti. Ama 1924'te İngiliz bilim adamı Edward Appleton, Kennelly-Heaviside katmanının varlığını deneysel olarak belirledi.

Aslında Dünya'nın çevresinde farklı yük­seltilerde birkaç iyonlaşma katmanı vardır. İki ana grup halinde kümeleşmiş olan bu katmanlar, atmosferin üst kesimlerinde yer alan gaz atomlarındaki bazı elektronların, Güneş'ten kaynaklanan morötesi ışınımın et­kisiyle serbest kalması sonucunda oluşur. Bu serbest elek­tronlar, radyo dalgalarının bir bölümünü Dünya yüzeyine geri yansıtırlar; kalan bölü­münü iyonosfer denen katmanlar soğurur. Yeryüzüne geri yansıyan miktar, iyonlaşma katmanının yoğunluğuna ve yüksekliğine, radyo dalgasının frekansına, iyonosfer katma­nıyla karşılaşma açısına ve bir dizi başka etmene bağlıdır.

İki ana katmandan birine (yeryüzünden yüksekliği 80 ile 140 km arasında olanına) Kennelly-Heaviside katmanı denir. Appleton katmanı olarak bilinen öbür katman ise yer­yüzünden yaklaşık 240 km yüksektedir. Bu katmanlar olmasaydı, ilk uydu fırlatılıp Dün­ya çevresinde bir yörüngeye oturtulana kadar uzun menzilli radyo iletişimi gerçekleştirile­mezdi.


Radyo Dalgalarının Frekans Dağılım Aralığı


Radyo dalgalarının frekans dağılım aralığı yedi ana banda ayrılır. Bu sınıflandırma bilim adamları tarafından, dalgaların iletim özellik­lerine bağlı olarak yapılmıştır. Bir banttan öbürüne geçiş, ani bir sıçrama biçiminde değil, dalga özelliklerinin giderek değişmesi biçiminde gerçekleşir; iki bandı birbirinden ayıran kesin bir sınır yoktur.
Frekanslar alçaktan yükseğe doğru sırala­nacak olursa, ilk bant

çok alçak frekans (VLF; İngilizce Very Low Frequency sözcük­lerinin başharflerinden) bandıdır. Bu bantta yalnızca birkaç özel amaçlı istasyon çalışır. Çok alçak frekanslı dalgalar hemen hemen bütünüyle iyonosferden yansıtma yoluyla ile­tilir ve böylece yeryüzü ile atmosferin oluştur­duğu bir "kanal" içinde dünyanın bir nokta­sından bir başka noktasına ulaştırılabilir. Bu nedenle VLF vericilerinin yayın alanı çok geniştir, ama işletme maliyetleri yüksektir.

Alçak frekans (LF; İngilizce Low Frequ­ency sözcüklerinin başharflerinden) yayım alanı o kadar geniş değildir, çünkü bu banttaki dalgaların bir bölümü iyonosferde soğurulur. Bununla birlikte LF istasyonları­nın kapsadığı yayım alanı hem gündüz, hem gece oldukça geniş olabilmektedir. Pek çok radyo alçısının LF bandı ya da "uzun dalga"sı vardır. Ama pek az istasyon bu banttan yayım yapar.

Orta frekans, (MF; İngilizce Medium Frequ­ency sözcüklerinin başharflerinden) bandındaki istasyonlarda dalga iletim özellikleri öbürlerinkinden tümüyle farklıdır. Gündüz çok zayıf işitilen MF bandı ya da "orta dalga" istasyonları hava karardıktan sonra, çoğu za­man başka yayınları bozacak ölçüde güçlü alınmaya başlar. Ayrıca bu banttan gönderi­len sinyaller zaman zaman zayıflama eğilimi gösterir. Bu etkilerin nedeni iyonosferdir.
Yayımlanan bütün radyo dalgalarının, iyonosferden yansıyarak yayılan dalgalar ve doğ­rudan Dünya'nın yüzeyinden yayılan dalgalar olmak üzere iki bileşeni vardır. Gündüzleri MF istasyonlarının yaydığı dalgalardan iyonosfere ulaşanlar hemen hemen bütünüyle soğurulur ve bu nedenle de yayım alanındaki alıcı istasyonlar gündüzleri yalnızca Yer dal­galarını alırlar (Yer dalgaları da oldukça geniş bir alan içinde, düzenli olarak alınabilir). Ama iyonosfer katmanları Güneş'in etkisiyle oluştuğundan, bu katmanların yoğunlukları ve yükseklikleri de hem mevsimlere bağlı olarak, hem de gece ve gündüz farklılığından etkilenerek değişir. Bu nedenle hava karar­dıktan sonra dalgaların iyonosferden yansı­ması çok daha güçlü ve daha geniş açılı olur. İyonosferden yansıyıp yeryüzüne geri dönen dalgalardan Yer dalgalarının yayılma alanı içine düşenler, sinyallerin güçlenmesine ya da zayıflamasına yol açar. İyonosferden yansıyıp gelen dalgalar bu kez yeryüzünden yansıyıp tekrar iyonosfere geri döner, ama oradan tekrar Yer'e yansır. Bu yansımalar süreı' birkaç kez yinelenebilir ve sinyaller gündü/ ulaşamadıkları yerlere hava karardıktan sor ra bu yoldan ulaşabilir.
Kutup ışıkları denen atmosfer etkileri, yüksek enerji yüklü parça­cıkların iyonosfere girmesine neden olur. Kutup ışıklarının görüldüğü sırada ansızın ortaya çıkan bu iyonlaşmış parçacık birikimi, çoğu zaman radyo işaretlerinin uzayda yitip gitmesine yol açar.

Yüksek frekans (HF; İngilizce High Frequ­ency sözcüklerinin başharflerinden) bandının uzun yıllar kısa menzilli radyo yayınlarından başka bir işe yaramayacağı düşünülmüştü. Ama bugün uzun menzilli iletişimde HF ban­dı ya da "kısa dalga" yaygın olarak kullanıl­maktadır. O dönemde böyle sanılmasının ne­deni, yüzeyden giden dalgaların (Yer dalgala­rının) çok kısa menzilli olması ve 1920'lere kadar radyo dalgalarının iyonosferden yansı­ması konusunda hiçbir şeyin bilinmemesin-dendi. Radyo dalgalarının bir bölümünün iyo-nosferin alt katmanlarının içine girdiği, ama bunların daha üstteki Appleton katmanınca yansıtıldığı 1920'lerde keşfedildi. İlk yansıma, Yer dalgalarının ulaşabileceği menzilin çok ötesinde bir yerde yeryüzüne geri döner ve birkaç kez daha gidip geldikten sonra çok bü­yük bir uzaklığa ulaşır, hatta dünyanın çevre­sini dolanabilir. Yer dalgalarının eriştiği uzak­lık ile ilk yansıma noktası arasında, hiçbir sin­yalin işitilemediği bir bölge kalır.

Çok yüksek frekans (VHF; İngilizce Xery High Frequency sözcüklerinin başharflerinden),
ultra yüksek frekans (UHF; İngilizce Ultra High Frequency sözcüklerinin başharflerinden)
süper yüksek frekans (SHF; İngiliz­ce Super High Frequency sözcüklerinin başharflerinden) bantlarındaki istasyonların iyonosfere ulaşan dalgaları, iyonosferin bütün katmanlarını geçip uzaya kaçar. Bu istasyon­ların yüzeyden giden dalgalarının menzili fre­kans artışıyla kısalır ve SHF bandının üst ucundaki dalgalar artık ufuk çizgisinin pek fazla ötesine geçemez. Mühendisler istasyon­ları tepelerin ya da dağların üstünde kurarak bu uzaklığı artırmaya çalışırlar.

Bu bantlar kısa menzilli olmakla birlikte yaygın olarak kullanılır. Televizyon görüntü­sünü veren karmaşık sinyaller, teknik neden­lerle LF, MF ve HF bantları üzerinden gönderilemez. Televizyon yayınlarında, men­zilleri sırasıyla yaklaşık 60 km ve 35 km olan VHF ve UHF istasyonları kullanılır.

Radyo dalgasının frekansı ne kadar yüksek­se, taşıyabileceği telefon ya da telgraf sinyal­lerinin sayısı da o ölçüde büyük olur. Örneğin bir SHF dalgası aynı anda 900 kadar telefon görüşmesinin iletilebilmesini sağlar. İki kent arasında belirli aralıklarla kurulacak istasyon­ların yardımıyla mesajlar hat boyunca tekrar­lanabilir ve böylece dalgaların kısa menzilli olmasının getirdiği sınırlamalar aşılabilir. Bu tekrarlama otomatik olarak yapılabilir ve birbirinden ormanlar, ya da çöllerle ayrılmış kentler arasında bu tür bir istasyon zinciri kurularak 1.500 kilometreye kadar olan uzak­lıklara ulaşılabilir.
Eğer bir VHF dalgası iyonosfere dar bir açıyla girerse, enerjinin çoğu uzaya kaçar. Ama bu dalganın küçük bir bölümü iyonos-ferde saçılıma uğrar ve bunun da bir bölümü verici istasyona uzak bir noktada yeryüzüne geri döner. Böylece bu "iyonosfer saçılımı"n-dan yararlanılarak verici istasyona uzaklıkları yaklaşık 1.500 kilometrenin üzerinde olan noktalarda, oldukça duyarlı bir alıcıyla VHF dalgaları alınabilir.

Termoiyonik Lamba


1920'lere kadar hemen hemen bütün radyo istasyonları mors alfabesiyle mesaj gönder­mek için kullanılırdı. Radyo dalgaları aracılı­ğıyla ve mors alfabesiyle mesaj iletimine telsiz telgraf denir. O dönemde vericilerde lamba kullanılmazdı; radyo dalgası üretmenin başlı­ca aracı, elektrik kıvılcımları, Poulsen arkı ya da Alexanderson yüksek frekans alternatörüydü. Bu yöntemlerden hiçbiri telsiz telefon tekniği, yani konuşmaların ya da genel olarak seslerin radyo dalgaları biçiminde gönderil­mesi için uygun değildi.

1904'te İngiliz bilim adamı Sir John Am­brose Fleming, termoiyonik diyot lambayı buldu; ABD'li fizikçi Lee de Forest ise 1906'da bu lambaya ızgara denen üçüncü bir parça ekledi. Triyot lamba denen bu aygıt zayıf sinyalleri güçlendirebilmekteydi. Ama triyot lambanın telsiz telefon için gerekli olan pürüzsüz salınımlar da ürete­bildiği ancak 1913'te keşfedildi.
I. Dünya Savaşı sırasında triyot lambanın verimliliği ve çıkış gücü büyük ölçüde artırıl­dı. 1918'e gelindiğinde pek çok ülkenin silahlı
kuvvetlerinde alçak güçlü telsiz telefonlar kullanılıyordu. Savaş sona erdiğinde radyo üreticileri yeni bir pazar aramaya başladılar. Genel radyo yayını 1920'de başladı. Bugün termoiyonik lambanın yerini büyük ölçüde transistor almıştır; termoiyonik lamba ancak büyük çıkış gücünün ge­rekli olduğu yerlerde kullanılmaktadır.

Radyo Nasıl Çalışır?


Ses dalgaları farklı frekanslarda titreşir; bu titreşimler stüdyoda mikro­fonlarla toplanır ve aynı frekanslardaki elek­trik salınımlarına, yani elektrik sinyallerine dönüştürülür. Bu sinyaller yükselteçlerden (amplifikatör) geçirilerek güçlendirilir ve ar­dından bu "ses frekansları", vericide üretilen daha yüksek frekanstaki radyo dalgalarının üzerine "bindirilir". Bu radyo dalgaları ses frekanslarını uzaklara taşır. Ses sinyalleri ile taşıyıcı radyo dalgalarının aynı dalga düzenin­de birleştirilmesi, yani her iki dalganın üst üs­te bindirilerek tek bir dalga haline getirilmesi gerekir; bu işleme "modülasyon" denir. "Mo­düle edilmiş" ses sinyalleri antene beslenir ve oradan elektromagnetik dalgalar biçiminde yayılır. İki tür modülasyon sistemi vardır: Genlik modülasyonunda (kısaca "A M"), elektrik salınımları yüksek frekanslı taşıyıcı dalgaların genliğini değiştirir. Frekans modü­lasyonunda (kısaca "FM") taşıyıcı dalganın genliği aynı kalır, ama frekansı ses frekanslarıyla değişir. Televizyon vericilerinde görüntü sinyallerini göndermek için A M, ses sinyalle­ri için de FM sisteminden yararlanılır.
Radyo alıcısında, iletkenlerden (bobinler­den) ve sığaçlardan oluşan bir düzeneğin yardımıyla frekans ayarı yapılır ve böylece istenen sinyaller alınır, öbür sinyaller ise alıcı devresinin dışında bırakılır. Transistörler (ya da bugün pek fazla kullanılmayan radyo lambaları), zayıflamış olarak alıcıya ulaşan sinyalleri güçlendirir. Ses frekansları ayrılır ve elektrik salınımları hoparlöre gön­derilerek burada yeniden ses titreşimlerine dönüştürülür.


Uydular Aracılığıyla İletişim


Radyo dalgalarıyla iletişimde son zamanlarda sağlanan en önemli ilerleme. Dünya yörünge­sine oturtulan uyduların yaygın olarak kulla­nılmaya başlanması olmuştur (bak. telekomü­nikasyon). VHF ve öbür yüksek frekans bant­larında, yüzeyden yayılan radyo dalgaların­dan yararlanılarak yapılan yayınların ulaşabi­leceği sınır, kabaca ufuk hattının biraz ötesine kadar uzanır. Radyo vericisinden yayılan sin­yalleri uzaydaki bir uyduya göndermek ve oradan yeryüzüne geri yansıtmak, bu "ufuğu" çok önemli ölçüde genişletir.

Diyelim ki, İngiltere'deki bir UHF istasyo­nu ABD'deki benzer bir istasyonla iletişim kurmak istiyor. Dünya'nın eğriliği nedeniyle, normal olarak bu gerçekleştirilemez. Ama, Atlas Okyanusu'nun üzerindeki bir yörünge­ye her iki istasyonu da doğrudan görebilen bir uydu yerleştirilmişse, bu haberleşme başarıla­bilir. Sinyaller birinci istasyondan uyduya gönderilir; uydu alıcısı bunları toplar ve güç­lendirir. Sonra da bu sinyaller uydudaki kü­çük bir vericiye aktarılır, buradan Dünya'daki alıcı istasyona gönderilir ve burada yeniden güçlendirilir. Bu tür güçlendirmelerde yüksel­tici olarak maserlerden yararlanılabilir. (Maser, "Uyarılmış Işınım Yayımıyla Mikrodalga Yükseltimi" anlamına gelen İngilizce Micro­wave Amplification by Stimulated Emission of Radiation sözcüklerinin başharflerinden oluş­turulmuştur.)

Bu tip bir haberleşme uydusunda, bütün alıcı ve verici donanımları ile bunların yedek­leri bulunur. Uydular, Dünya'dan roketlerle fırlatılır ve yerden genellikle 36.000 km yük­sekteki bir yörüngeye oturtulur. Bu yüksek­likte uydu, Dünya'nın çevresinde Dünya ile birlikte döner ve böylece Dünya üzerindeki verici ve alıcı istasyonlara göre her zaman doğru konumda kalır. Uydularda enerji, ba­taryalardan ya da güneş ışınlarını elektriğe çe­viren güneş pillerinden sağlanır. Gelecekte bunun için belki de nükleer enerji kullanıla­cak ve böylece uydunun çalışma ömrü nere­deyse sonsuz olacaktır. Gezegenler arası yol­culuklarda laserlerden yararlanma olanağı vardır. Laserin ürettiği çok yoğun ışık demeti, sinyallerle modüle edilerek ses sinyalleri için taşıyıcı dalga görevi görebilir.

MsXLabs.org & Temel Britannica
Son düzenleyen Safi; 11 Aralık 2016 05:35
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!