Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı tanzima aydınlarının reformlara bakış açısı
Tanzimatçılar tarafından başarılan kurumsal laikleştirme onların modern bilimin pratik uygulamaları lehindeki tavırlarıyla paralellik göstermekteydi. Tanzimat’ın mimarları laik olmalarına rağmen, Osmanlı İmparatorluğunun dini yapısının etkisinden tam olarak kurtulamadılar. 1860’larda ise Tanzimat Döneminin bekleneni verememesinin neden olduğu karamsarlıkların da etkisiyle her toplumun parçalanmaktan ahlaki karakterinin dayanıklılığı sayesinde kurtulabileceği, ahlaki karakteri güçlü tutanın, toplumun kültürü olduğunu görüşü ağırlık kazanmaya başlayacaktır. Osmanlı toplumunun kültürü İslamdı. Ama bu da ihmal edilmişti. Bununla beraber Tanzimat önderleri bu tür görüşlere hiçbir zaman fazla rağbet göstermemişlerdir. Bu başlık altında bir bakıma çağdaşlaşma adımlarının sorgulandığı, bir başka açıdan bakıldığında batılı görüşlerin yerli görüşlerle kaynaştırılmaya çalışıldığı, modern dünyanın benimsediği dünya görüşlerinin Osmanlı toplumsal yapısına daha derinden nüfuz etmeye başladığının bir göstergesi olan Yeni Osmanlılık akımı ele alınacaktır.
Tanzimat dönemi kadroları ile Yeni Osmanlılar farklı anlayışın temsilcileriydi. Tanzimat’ın öncülerinin temsil ettiği bir akımın 1860’larda Şinasi’nin “prensipiel” ve “ideolojik” denilebilecek aydın tutumu aynı yıllarda oldukça farklı bir kültür birikimi sağlıyordu. Tanzimat’ın öncülerinin getirdiği birikim “kritik söylem”e daha az önem veriyordu. Böylece daha farklı bir batılılaşma stratejisi izlemekteydi. Bu birinci akıma Mardin, Fransız Devrimi öncesinde görülen ansiklopedicilerden esinlenerek “ansiklopedizm” akımı adını veriyor. Ansiklopedistlerin izledikleri yol genellikle sisteme yıkıcı ya da köklü eleştiriler yöneltmek yerine Osmanlı devletine yararlı gördükleri yenilikleri gerçekleştirme taraftarıydılar. Osmanlı sistemiyle çok daha barışık olan bu kesimi Tanzimat’ın öncü bürokratları oluşturmaktadırlar. Ansiklopedist Osmanlı aydınları ile “kritik söylem” aydınları arasındaki başlıca fark öncelikle arada bir kuşak farkının(b.a.) bulunmasıydı. 1840’larda doğanlar aynı yıllarda devletin yönetiminde bulunanların ansiklopedist yaklaşımlarını “tutucu” olmakla itham ediyorlardı. Buna karşılık yararlanılması gereken değerler olarak gelenek ve din düşüncesine atıfta bulunmaktaydılar.
Öğretide gerçi Tanzimat aydınları ile Fransız Devrimi öncesi 18. Yüzyılda görülen Ansiklopedistlerle benzerlik kurulmaktadır. Bu açıdan Tanzimatçıların Ansiklopedistlerin yaptıklarını yapmaya çalıştıkları ifade edilmektedir. Fakat yine de onlardan önemli farkları bulunduğu ifade edilmiştir. Şöyle ki, Fransız Ansiklopedistler toplumu kendi anlayışlarına göre yoğurma çabasında kendi ürettikleri felsefeden yararlanmaktaydılar. Tanzimat aydını ise toplumu çağdaşlaşma konusunda bilgilendirme ve aydınlatmada kullanacakları “materyali” Batıdan taşımak durumu ile karşı karşıya idiler. Bir başka açıdan bakıldığında Avrupa’nın içinde bulunduğu ileri duruma erişebilmek için Avrupa kültürü Osmanlı toplumuna adapte edilmeye çalışılmaktaydı. Ancak bu yapılırken Osmanlı aydını çok ciddi bir seçme ya da bilinçli bir eleme yapabilecek durumdan epey uzaktaydı. Bundan dolayı Osmanlı aydını batılılaşma arayışlarında çoğu zaman ikilemlerle karşı karşıya kalmıştır. Zaman zaman açıkça belli olan çelişkilere düşmüştür. Bunun önemli bir nedeni Batı kültür ve dünyası hakkında aydınlarımızın derinlemesine bilgiden yoksun olmalarıydı. Fakat daha önemli bir nedeni de Osmanlı devletinin güç kaybının da etkisiyle devlet ve toplum yaşamında yaşanan ciddi sarsıntılar ve bu sarsıntılara karşı mutlak ve acil bir önlem geliştirme arayışlarıydı. Bu nedenle Tanzimat aydını bir yandan Batı uygarlığını, teknoloji ve sosyal bilimler açısından öğrenmeye çalışıyordu. Bir yandan da içinde yaşadığı toplumun sorunlarına bu bilgiler arasından aydın sorumluluğuyla çözümler üretmeye gayret ediyordu.
Tanzimat’ın mimarları Reşid, Âli ve Fuat Paşalar, kendi dönemlerinde padişahın mutlak otoritesini hükümet işlerine müdahaleden alıkoyarak hükümet ve bürokrasi lehine sınırlamışlardı. Bu aynı zamanda bürokrasi ve hükümetin saray karşısında daha özerk hale gelmesi anlamı taşıyordu. Güçlenen hükümet ve bürokrasinin bazı uygulamaları özgürlükler açısından aydınlarca eleştiriyorlardı. Bu durum aydınlar ve gençler arasında hoşnutsuzluklara neden oluyordu. Bu hoşnutsuzluklar henüz yeni yaygınlık kazanmaya başlamış bulunan basın aracılığıyla oluşturulan aleyhte kamuoyu ile tepkiye dönüşmeye başlamıştı. Tepkilerin artmasında 1853 Kırım Savaşı sonucu ortaya çıkan ekonomik kriz, 1856 Islahat Fermanıyla ortaya çıkan yeni durum sonucu yabancı devletlerin sık sık devlet işlerine müdahalesi, girişilen dış borçlanmaların da etkisi büyüktü. Bürokrat ve aydınların kendi aralarında çekemezliklerini de görmezden gelmemek gerekir. Bu dönemde yayınlanan Tasvir-i Efkar, Ceride-i Havadis gibi gazeteler hükümeti eleştirenlerin bir araya geldiği düşünce çevreleri olmuşlardı. Hükümet basını gazete kapatma gibi yöntemlerle susturma yoluna gidiyordu. Aydınlar ise tepki olarak çeşitli Avrupa başkentlerine ve daha çok Paris’e yerleşerek eleştiri ve görüşlerini yurt dışında yayın faaliyetini sürdürerek yönetime karşı muhalefetlerini devam ettirmeye çalışmaktaydılar.
Tanzimat önderleri demokrasi anlayışı ve özgürlükler bağlamında da farklı bir çizgiyi temsil ediyorlardı. Âli ve Fuat Paşa’lar imparatorluk içinde temsili kurumlar oluşturmaya tamamen duyarsız değillerdi. Ancak onlar ülke genelini kapsayan bir milli temsil sağlamaktansa yapılacak düzenlemelerle yerel temsil kurumlarının gelişmesine zemin hazırlayacak ara kurumlar oluşturmak istiyorlardı. Bu amaçla 1872’de çıkarılan bir Eyalet Teşkilat Kanunu ile her vilayette bir vilayet meclisi kurulması öngörülmüştü. Amaç Osmanlı halkının gelecekte kendi kendini yönetmesini sağlamaktı. Çünkü onlar halkın henüz “kendi geleceği hususunda tam karar verecek durumda olmadığı” düşüncesine sahiplerdi. Gerçekte onların öncelikli hedefleri özgürlükçü bir ortam sağlamaktan daha farklıydı. Tabii ki özgürlük düşmanı olmaları söz konusu değildi. Fakat onların ilk hedefi “devleti” içinde bulunduğu kötü durumdan kurtarmaktı. Bunun bir sonucu olarak hiçbir zaman “aşırı” özgürlük yanlısı olmamışlardır. Yeni Osmanlılar ise bu tutuma karşı çıkarak özgürlük talebinde bulunmaktaydılar. Bunun da ancak anayasalı bir yönetimde sağlanabileceğini düşünüyorlardı. Öte yandan 1856 Islahat Fermanı ekonomi alanında emperyalist emellerin onaylanması olarak algılanıyordu. Onlara göre Âli ve Fuat Paşalar, Osmanlı Müslümanların büyük Avrupa devletlerine adeta “esir”i konumuna düşürmüşlerdi.
Bu iki devlet adamının izledikleri kültürel alanda batılılaşma politikalarını da Müslüman toplumu temelinde sarstığı gerekçesiyle onaylamıyorlardı. Yeni Osmanlılar Tanzimat’ı felsefi ve ahlaki temelden yoksun olarak nitelemekteydiler. Buna göre demokrasinin temelleri İslam düşüncesinde de mevcuttu.Tanzimat önderlerinin muhatap oldukları eleştirilerin başlıca nedenlerinden biri de Osmanlı aydınlarının zamanla geçirdikleri değişimin bir sonucuydu. Şöyle ki, artık aydınlar batılı ve özellikle Fransız yazarların siyaset ve sosyal konularla ilgili eserlerini tercümelerinden veya aslından okuyarak takip edecek duruma gelmişlerdi. Böylece dönemin aydın okumuş kesimi başlangıçta beğendikleri Tanzimat kadrolarını reformlarda yetersiz kaldıkları ya da çok fazla baskıcı davrandıkları gerekçesiyle eleştiriyorlardı. Çünkü Yeni Osmanlıların da önemli isimlerinin yer aldığı aydınlar daha çok basın yoluyla seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Çeşitli baskılarla karşılaşmaları nedeniyle diğer okumuş kesimler gibi zaman zaman Bâb-ı Âli ile karşı karşıya gelmek durumunda kalmaları kaçınılmazdı.Osmanlı aydını modernleşmeyi Yeni Osmanlılarla beraber sadece bilim ve fenni elde etmeye inhisar etmek yerine daha geniş bir mana vermeye başladılar. Bu bağlamda dil konusunda da yeniliklere girişme gereği duydular. Buna hem Şinasi’de hem de kendi çağdaşı “ikinci kuşak” Tanzimatçılar gerek duyuyorlardı. Onlar dili sadece estetik duyguların iletilmesi ya da taşınması olarak değil aynı zamanda bir kimlik edinme aracı olarak değerlendirdiler. . 1860’larda Namık Kemal ve diğer Yeni Osmanlıların edebi alana hakim olmalarının yanında modernleşmeye “parlamenter rejim yandaşı olmak” ve bunu Osmanlı devleti içinde hayata geçirmeye çalışma manasını da kazanmıştı. Yani modernleşme artık siyasal bir sorun(b.a.) olarak ele alınmaya başlanacaktır Şinasi, N.Kemal ve Ziya Paşa batılılaşmanın sadece bazı hukuksal düzenlemelerle sınırlı kalamayacağı görüşünü ortaya koyarlarken batılılaşmanın aslında çok daha geniş boyutlu bir toplumsal değişimi gerektirdiğini ifade etmekteydiler. Örneğin N. Kemal, geleneksel Osmanlı aile kurumunu incelerken, çocuk eğitimi gibi konularda gelenekselliğe ciddi eleştiriler yöneltmekte, Batı tarzı aileden gıpta ile söz etmekteydi. Yeni Osmanlıların çağdaşlaşmaya sadece bilim alanında gelişme anlamını yüklemek yerine konuya daha geniş bir perspektiften yaklaşmaları onların modern düşünceyi tam olarak benimsemeleri ya da modernizmle iç içe olmaları manasına gelmiyordu. Bir yandan anayasalı bir rejimi toplumsal sorunların çözümü için tek çıkar yol olarak değerlendiriyorlardı. Diğer yandan da Namık Kemal ve Ziya Paşa “Batının ilim ve teknolojisini almalı, fakat İslam geleneklerimizi titizlikle koruma”k gerektiğini savunuyorlardı. Onlar Osmanlı toplumunun kendi kurumlarının keşfedilmesi ve geliştirilmesi gerektiğini savunuyorlardı. Böylece Yeni Osmanlılar çöküş sürecini durdurmak için bu süreci doğuran nedenleri yok edici etkenler bulmaya yönelmişlerdi. Böylece girişilen araştırmada mazi ile “ilgilenme” sonuçta geçmiş tarafından “kuşatılma”yı da beraberinde getirmiştir. Bu durum onları gelecekten çok geçmişe dönük olmalarını beraberinde getirecektir.Yeni Osmanlılar denilen aydınlar, ortaya koydukları bazı fikirler itibariyle modern düşünceyi benimsemiş gözükmektedirler. Gerçi belirli bir doktrinlerinden söz etmek oldukça zor gözükmektedir. Paylaştıkları ana konular çok olmakla beraber ortak bir öğretilerinin olmaması bu akımı “ideolojisi olmayan bir eylem” olarak nitelemeye neden olacak yaklaşımlara neden olmuştur. Şinasi Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi isimler Tanzimat’ın getirdiği yenilikleri ve girişilen modernleşme uygulamalarını yetersiz bulmaktaydılar. Onlara göre Osmanlı siyasal sisteminde özgürlüklere yer verilmesi, anayasalı bir rejime geçilmesi padişah otoritesini sınırlayacak ve yürütmeyi denetleyecek bir meclis kurulmalıydı. “Meclis-i meşveret”in kurulması Yeni Osmanlılarca siyasal iktidarın paylaşılmasının kurumsallaşması olarak algılanıyordu. Erkler ayrılığı ve dengesi yürütmenin kurulacak olan meclise karşı sorumlu tutulmasıyla elde edilebilirdi. Onlar yürütmeyle padişahtan çok Abdülaziz döneminde yönetimi fiilen ele almış olan Bâb-ı Âli “üst bürokrasisini” kastediyorlardı. Yeni Osmanlılar bu fikirlerini ancak Mithat Paşa önderliğinde giriştikleri bir askeri müdahale vasıtasıyla 1876 Kanun-u Esasi’nin ilanını sağlayarak görünürde elde etmeyi başarabileceklerdir.
Yeni Osmanlıların önde gelen aydınları 1860’lardan itibaren batıdaki “liberal reformist fikirlerin” Türkiye’ye gelmesine aracılık eden muhalefet akımı olarak işlev görmüştür. “Yeni Osmanlılar, siyasî fikirlerini açıkladıkları yazılarında, geniş ölçüde İslâm siyaset teorisinin lügatçesine başvururlar”. Anayasal bir rejim, özgürlüklerin korunması ve devlet iktidarını kullananların denetlenmelerini savunmaları onların modern düşünceden ne kadar derinden etkilendiklerini gösterir. Ancak onlar bu görüşleri Batı düşüncesi adına değil mensubu oldukları İslam dininin ilkelerinin yeni bir içtihadi yorumuyla ortaya koymaktaydılar. Bir başka deyişle Yeni Osmanlılar fikirlerini “İslam Şeriatı” üzerine bina etmişlerdi. Gerçi aydınlanma filozoflarının ortaya koydukları ve Fransız Devrimi ile ilan edilen insan hak ve özgürlüklerini savunuyorlardı. Fakat bu görüşlerle İslam dininin ilkeleriyle sentezlenmeye çalışılıyordu. Namık Kemal Locke, Rousseau ve Montesquieu’nün insan hakları ve siyasal yönetimlerle ilgili fikirlerini savunmakta ve meşruti rejimin neden gerekli olduğunu ortaya koymaktaydı. Düşüncelerinde söz konusu aydınlanma filozoflarının derin izleri bulunduğu halde o meşruti rejim ve özgürlükleri açıklamak için İslam kamu hukukundaki “biat” kurumuna atıfta bulunarak devlet halk ilişkisini açıklamayı tercih ediyordu. Ancak N. Kemal laik biri değildir. Latin harflerine özellikle karşıdır. Fakat kadınlara yeni haklar tanınması ve çok eşliliğe son verilmesinden yanaydı. Çünkü bunlar İslam esaslarına aykırı idiler. İslami bir kurum olan ve halk ile devlet arasındaki uyumu sağlamada bir araç olan “meşveret” usulü ancak anayasalı bir rejimde hayata geçebilirdi. Yeni Osmanlıların diğer simalarından Şinasi laik ve ulusçu, Alu Suavi İslamlık, laiklik ve Türkçülük arasında gidip gelen biriydi. Çok eşliliğe karşıydı. Arı bir Türkçe’den yanaydı ulusçuluk fikirlerine yakın biriydi. Ali Suavi bu fikirleriyle aslında farklı bir çizginin temsilcisidir. Fakat o da diğer Osmanlı aydınları gibi Avrupa karşısında kuşku ve ihtiyatla davranmaktaydı. Yeni Osmanlılarca önemle vurgulanan noktalardan biri de 19.yüzyılda bir çok İslamcı modernist düşünürce savunulan “orijinal” İslâma geri dönme arayışları da açıkça göze çarpmaktadır.