Arama

Fizik Bilimi - Tek Mesaj #3

RivaN - avatarı
RivaN
Ziyaretçi
29 Temmuz 2010       Mesaj #3
RivaN - avatarı
Ziyaretçi

FİZİK


a. (fr. physique; lat. physica, yun. physike'den).
1. Deneme ve kuram hazırlama yoluyla, maddenin ve uzay-zamanın temel özelliklerini inceleyen bilim dalı. (Fizik, matematik gibi yalnızca betimleyici değil, ayrıca kurucu ve kuramla deney arasında bütünleştirici bir rol oynar.) [Bk. ansikl. böl. Fiz.]
2. Bir olayın, bu bilim dalı açısından incelenmesi: Atmosfer fiziği.
3. Fizik dersi: Fizikten bütünlemeye kalmak.
4. Bir kimsenin dış görünümü: Düzgün bir fiziği var.
Ad:  fizik3.jpg
Gösterim: 6977
Boyut:  37.0 KB

—Oy. Eğlendirici tizik, çocukları eğlendirmek amacı taşıyan ve bazı gözbağcılar tarafından kullanılan küçük ve basit fizik deneyleri.

—Pedol. Toprak fiziği, toprağın, özellikle hava ve su ile ilişkilerini inceleyen bilim dalı.

—Tıp. Tip fiziği. İyonlaştırıcı ışınlar dışında, fiziksel etkenleri, teşhis, tedavi ve alıştırma amacıyla kullanan tıp dalı. (Bk. ansikl. böl.)

—ANSİKL. Fiz.

Çağdaş fiziğin oluşumu.


Burada, fiziği oluşturan bilim dallarına ayrılmış maddelerde ( ELEKTRİK, ISI, KUVANTUM, MANYETİKLİK, MEKANİK) ayrıntılı olarak incelenmiş tarihsel gelişim üstünde durulmayacak, yalnızca fiziğin evriminin genel çizgileri ele alınacak. Bununla birlikte gelişimine katkıda bulunan araştırmalar ve sonuçları göz önüne alınmadan geçilmeyecek. Nesnelerin yapısı üstündeki birçok felsefi görüş, hatta bu gelişime belli bir etkisi olanlar bNe bir yana bırakılacak; örneğin Antikçağ'da, Aristoteles ya da Demokritos atomculuğunca benimsenmiş dört element öğretisi, Descartes'ın uzamla birlikte maddeyi tanımlaması, XVIII. yy.’da rastlanan katiların ve sıvıların oluşumuna ve hal değişimlerine ilişkin "düşünceler” ele alınmayacak.

Günümüzde en genel anlamıyla fizik, gerek doğal olarak insanın doğrudan karşılaştığı, gerek kendisinin yarattığı, algılanabilir dünyanın cansız nesnelerini ve olaylarını konu edinen bilim dallarından oluşmuş bir bütündür. Ancak fizik, bu nesnelerle olayların en genel ve temel görünümleriyle sınırlıdır. Ayrıca, gittikçe zayıflayan bir ayrıma göre, özgün alanı, cisimlerin birbirine dönüşüm tepkimelerinden oluşan kimya, fiziğin dışında tutulur; buna karşılık, cisimlerin, gerçekte kimyadan kaynaklanan özellikleri, çoğu kez, yanlış olarak fiziksel özellik biçiminde ele alınır.

Bu anlamda ele alındığında, fizik algılanabilir cansız dünyayı konu alan öbür bilim dallarından ayrılır; bunun nedeni fiziğin ele aldığı nesnelerin ve süreçlerin özgünlüğü, olumsallığı ve geniş ölçüde tarihsel niteliğidir. Fizik dışında kalan dallar gök bilimleri. Yer bilimleri ve yaşam bilimleridir. Bununla birlikte bu bilim dalları, gözlemi yapılmamış ya da en azından iyi açıklanamamış temel süreçleri konu aldıkları ölçüde, fiziğe dayanır. Üstelik fizik, bu bilim dallarında, kendi gelişimi sonucu olduğu kadar onların gelişimi nedeniyle de uygulama alanı bulur. Ote yandan fizik, özellikle XIX. yy.'ın ortalarından bu yana, "somut" tekniklerin gelişimine artan ölçülerde katkı sağlamıştır.

Yunanlılarda, özellikle Aristoteles'e göre ve XVII. yy. başına dek fizik terimi, olayların hemen hemen yalnız nitel görünümlerini, varlığını ve maddelerini ele alan, günümüzde doğa felsefesi dediğimiz kavramı belirtiyordu; öte yandan bu olaylar üstünde çağdaş anlamda edinilen deneysel ve matematiksel bilgilerin bir başka öğreti türü olan "matematik bilimleri"nden kaynaklandığı düşünülüyordu. Zaten günümüzde "fizik” dediğimiz kavram, uzun süre “doğa felsefesi" adıyla anıldı. Nitekim, Newton'un Principia mathematica philosophiae naturalis başlıklı yapıtı (1687), gerçekte mekanikle sınırlı, bir temel fizik kitabıdır.

Fiziğin gelişiminin dayandığı temel etkenleri şöyle sıralayabiliriz: özellikle gözlem aygıtlarının ve el aletlerinin bulunuşu, iyileştirilmesi sonucu olayların daha kesin biçimde tanınması; olayların bilinmeyen görünümlerinin anlaşılması; nitel anlayıştan, nicel anlayışa geçerek bulguları matematikleştirme ve matematiksel kuramları geliştirme; dağınık olguları ve yasaları, kesin tanımlara ve ilkelere dayanarak tutarlı bir bütün haline getirme; birbiriyle ilgisi olmadığı, hatta tümüyle farklı nitelik taşıdıkları sanılan olayları birleştirme ya da en azından birbirine yaklaştırma. Mekanik, fiziğin gelişiminde yönlendirici bir rol oynadı; çünkü, bilimsel biçimi ilk önce bu bilim dalı aldı ve algılanabilir dünyanın bütün olaylarını açıklama biçimi öbür bilim dalları için temel olurken, yöntemi de, bilimsel yöntemin modelini oluşturdu. Öbür fizik dalları, özellikle kimya, tam anlamıyla bilim olarak kurulduktan sonra bile, uzun süre özel bir fizik dalı biçiminde görüldü.

Fiziğin tarihi.


Antikçağ'da ve XVII. yy. başına dek, bilinen olaylar yalnızca şunlardı: statik davranış; katı ve sıvı maddelerin devinimi; ışığın yansıması ve kırılması; ısı ve ateş; "katı-sıvı-gaz" hal değişimleri (bu sonuncu olay, XVII. yy.'a dek, belirsiz bir kavram olarak kaldı); akustik ve müzik olayları. Bunlara, Çinliler'in 1100'de pusulayı bulmaları sonucu manyetik olaylar üstünde ilk bilgilerin elde edilmesi, Miletoslu Thales'in İ.O. VI. yy.'da, bir yere sürtülen kuru kehribarın hafif cisimlere uyguladığı çekimi gözlemesiyle ortaya çıkan elektrik olayları da eklenebilir. Ne var ki çok sınırlı bu olaylar, Arkhimedes’in (İ.Ö. III. yy.) statik ve hidrostatiği, ışığın yansıma yasaları ve aynaların etkileri, fiziğin henüz tam bir bilim dalı olmasını sağlayamadı. Bununla birlikte daha sonraki dönemlerde Pierre Le Pölerin de Maricourt'un (XIII. yy.) manyetikllğe ilişkin deneylerinde ve özellikle W. Gilbert'in (1600) De magnete adlı yapıtında, manyetiklik biliminin bir başlangıcı görülebilir.

Fiziğin gerçek gelişimi, XVII. yy.'ın başında başladı.
Kepler, Galilei, Huygens ve Hooke'un çalışmalarından yararlanan Nevvton, Prirıcipia mathematica philosophiae naturalis (1687) adlı yapıtıyla dinamiği kurdu. Bu yapıtta bilgin, maddesel noktalar ve katilar mekaniğini işlemişti. XVIII. yy.'da çok sayıda bilim adamı, özellikle Euler, d’Alembert, Lagrange akışkanlar mekaniğini oluşturarak, dinamiğin uygulamalarını geliştirdi. Hidrostatiğin yasa larını ise XVII. yy.’da Stevin ve Pascal kesinleştirmişti.

Bu ikinci dönemde, XVII. yy.'dan sonra
sıcaklık kavramının çıkışı ve bunun ölçümü sonucu ısıbilim oluşmaya başladı. XVIII. yy. sonunda, Black, Lavoisier ve Laplace’ın çalışmalarıyla sıcaklık kavramı ile ısı miktarı kavramı kesin biçimde birbi rinden ayrıldı. Boşluğun ve atmosfer basıncının varlığını XVII. yy.’da özellikle Pascal açıklarken, Böyle ve Mariotte, gazların sıkışma yasasını buldu. Özellikle kırınım, ince katmanların renk vermesi, çift kırılma, beyaz ışığın prizmayla ayrışması gibi o güne dek kuşku duyulmayan olayların tanınması, optiğin zenginleşmesini sağladı. Bu arada birçok yasa ve kuram geliştirildi; örneğin Kepler XVII. yy. başında geometrik optiği kurdu; Shellius ve Descartes kırılma yasasını buldu; XVII. yy.’ın ikinci yarısında Huygens ışığın dalga kuramını ortaya attı. Bu kuram özellikle Nevvton'un savunduğu ışığın tanecik yapısıyla çelişiyordu; bununla birlikte Nevvton ışığın titreşimi düşüncesine de yer vermişti. Bu çağda, maddenin yapısı konusunda hiçbir bilimsel kuram kurulamadı; bununla birlikte XVIII. yy. sonunda, Romö de l’lsle ve Renö Just Haûy’un geliştirdikleri kristalografiyi belirtmek gerekir. Elektrik ise XVIII. yy.’da, gerçek bir deneysel gelişmeye tanık oldu; ancak bu gelişme, hemen hemen yalnız elektrostatik alanıyla sınırlı kaldı: gittikçe daha güçlü elektrostatik makinelerin yapımı; elektrik kondansatörlerinin (Leiden şişesi) bulunması; atmosfer elektriğinin tanınması (Franklin); artı ve eksi elektrik arasındaki ayrım. XVIII. yy. sonunda, Coulomb zıt yüklerle elektriklenmiş iki cisim arasındaki etkileşimin, cisimlerin birbirine uzaklığının karesiyle ters orantılı olduğunu, dolayısıyla Nevvton yasasına uyduğunu deneylere dayanarak gösterdi.

Bu dönem, iki büyük buluşa tanık oldu: Galilei’nin XVII. yy. başında, yeni bulunan gök dürbününü kullanarak, gök cisimleri ve Yer cisimleri arasındaki yapı özdeşliğini göstermesi; Nevvton'un XVII. yy. sonunda ortaya koyduğu ve cisimlerin Yer üzerine düşmesi ile gök cisimleri arasındaki karşılıklı çekimin aynı yapıda olduğunu, aynı yasaya uyduğunu (aralarındaki uzaklığın karesiyle ters oran(ılı) öne süren evrensel çekim kuramı. Bu kuramın ardından fizik, evrensel bir nitelik kazandı ve gökcisimleri de aynı yasalara uyduğundan Yer olaylarıyla sınırlı kalmaktan çıktı.

XIX. yy.'da fiziksel bilimler özellikle elektrik alanında gerçek bir gelişme gösterdi; yüzyılın başında, OErsted ve Ampöre o zamana dek tamamen farklı olaylar biçiminde düşünülen manyetiklik ve elektrik arasında benzerlik kurdu; elektrik akımı üretilerek (Volta pili), dinamik elektrik elde edildi; elektroliz bulundu; indükleme, elektrik alanı manyetik alan kavramları ortaya çıktı (Faraday); bir elektrik akımıyla ısı üretme yasası kuruldu (Joule); elektromanyetikliğin bireşimi (Maxwell denklemleri, 1864) sağlandı. Elektrik, telgrafa (Morse, 1837), aydınlatmaya (Edison), telefona (Bell, 1876) uygulandı ve elektrik üretmek ya da elektriği mekanik enerjiye dönüştürmek için elektrik motoru yapıldı (Pacinotti, sonra Gramme, 1871-1875).

Maxwell denklemlerinden, elektromanyetik dalga kavramı doğdu ve Hertz deneysel olarak bunun varlığını tanıtladı. 1890'dan sonra Branly, Lodge, Tesla, Popov, Marconi gibi bilim adamlarının çalışmalarıyla, radyoelektrik iletişim doğdu.
Optikte, aydınlatılan yeni olaylar arasında, özellikle ışığın polarmasını (Malus) unutmamak gerekir. Fresnel’in çalışmalarıyla dalga kuramı, yayım kuramının yerini aldı ve enine titreşim kavramı ortaya çıktı; oysa, o güne dek titreşimlerin boyuna geliştiği düşünülüyordu. XIX. yy. bir başka büyük yaklaşıma da tanık oldu: Maxwell, ışığın elektromanyetik yapısını kanıt ladı. 1920’li yıllarda, Röntgen’in 1895'te bulduğu X ışınlarının, elektromanyetik ışımanın özel bir biçimi olduğu tanıtlandı.

Maxwell’in elektromanyetik kuramının yanında, bir başka genel kuram daha gün ışığına çıktı: termodinamik. Isı ve mekanik enerji üretimi arasındaki bağıntıyı (XVIII yy.’ın sonunda geliştiren buhar makinesinde yeterince bilimsel bir biçimde olmasa da başarıyla kullanılmıştı) ilk kez Sadi Carnot (1824) açıkladı; böylece önem kazanan termodinamik, ısının korunumu kavramı bir yana bırakılıp düzeltildi ve özellikle yüzyıl ortasında Clausius ve W. Thomson’un çalışmalarıyla başka olaylara yaygınlaştırılarak genel bir kurama ulaşıldı; bu kurama iki ilke egemendi: enerjinin korunumu (Mayer) ve enerjinin değer- sizleşmesi (artan entropi).

XIX. yy.'da, fiziğin bir başka kazancı da, mekaniğin gazlara uygulanışını sağlayan istatistiksel mekanik (Maxwell, Boltzmann) oldu; böylece oldukça yeni bir düşünce olan olasılık kavramı fiziğe girdi; daha önce XVIII. yy. başında, Daniel Bernoulli ısıyı, maddenin parçacıklarının çalkalanması biçiminde ilk açıklama girişiminde de, bu kavramı kullanmıştı. Bu kuram, termodinamikçilerle çok sert tartışmalara yol açtı; bununla birlikte mikroskobik düzeyde kısmen de olsa termodinamiğin yasalarını açıklama başarısı elde edildi.

XIX. yy. sonunda fizik tarihinde, öncekilerden oldukça farklı bir dönem başla dı: özellikle, o güne dek bilinmeyen temel kavram ve olaylar ortaya kondu; fiziğin temel kavramları gözden geçirildi; maddenin mikroskobik bileşenlerinin varlığını belirten kesin kanıtlar, bunların yapısı ve davranışı açıklandı. Böylece görelilik, kuvantonlar ve kuvantum mekaniği, çekirdek fiziği gibi yeni büyük bilim dalları ortaya çıktı. Einstein’in görelilik kuramı gerçekte iki kuram içerir: özel görelilik ve genel görelilik. 1916'da açıklanan ikinci kuram, Einstein’ın 1905'te temelini attığı birinci kuramı tamamladı ve genişletti. Özel görelilik, mutlak zaman yerine gözlemcinin devini mine bağlı zaman kavramını kullandı; zaman ve uzunluklar arasında bir bağlantı kurdu; kütlenin korunumu ilkesini reddederek, ünlü E = mc2 eşitliğiyle, kütleyi enerjiye bağladı; burada c, ulaşılabilecek en büyük hız, yani ışık hızıdır. Genel görelilik ise kütle, çekim ve uzayı tümüyle yeni bir anlayışla ele aldı ve bu üç kavram arasında bir bağıntı kurdu. Görelilik kuramı, klasik mekaniğin yerini almışsa da, ışık hızından çok düşük hızlarda gelişen sü reçler için klasik mekanik hâlâ geçerliliğini korur.

XIX. yy. başında Mendeleyev, basit cisimlerin özelliklerini atom numaralarına bağlayan yasası gibi temel kimya yasaları ve tayfölçümün gelişimi sonucu atomların ve moleküllerin varlığı belirlenmişti. Ne var ki bilim adamlarının önemli bir bölümü, bu gerçeği kabul etmeyi reddediyordu; ancak XIX, yy. sonunda ve XX. yy. başında, özellikle Brovvn deviniminin açıklanmasıyla kesin olarak benimsendi. Öte yandan, katot ışınları incelenerek (Jean Perrin), elektriği oluşturan öğe, yani elektron bulundu. Planck'ın 1900’de kuvantonları bulmasından sonra Einstein, bir ışık taneciği olan fotonun varlığını kanıt ladı. Dolayısıyla, ışığın dalga ve tanecik yapısına ilişkin iki görüş yeniden karşı karşıya geldi. Bu çelişki ancak, 1924-1926 arasında kuvantum mekaniğinin kurulmasıyla açılabildi; bu kuramı Louis de Broglie, Heisenberg ve Schröndinger geliştirdi, Dirac ve Paulı tamamladı ve özellikle, elektronların kırınımının deneysel olarak gözlemiyle doğrulandı. Kuvantum mekaniği, olasılık yasalarına başvurdu ve bugün bile hâlâ tartışılan belli bir belirlenmezciliğe yol açtı. Kuvantum kuramının gerçek katkısı katilar fiziğinin kurulmasında görüldü; katiların çeşitli niteliklerini (mekanik, elektriksel, manyetik, optik) ve yapılarını açıklayan bu fizik dalı, özellikle, yarıiletkenlere uygulandı. Yarıiletkenlerin elektronik ve bileşim tekniklerinde oynadıkları rol bugün iyi bilinmektedir.

Atomların varlığı ortaya çıktıktan sonra, bunların yapılarını belirleme sorunu gündeme geldi. Kuvantonlara dayanan ilk modeli, 1913’te Bohr hazırladı. Temel olarak, gezegenel bir düzene (bir çekirdek çevresinde dönen elektronlar) dayanan bu model, kuvantum mekaniği ve özel göreliliğin uygulanması sonucu gelişti; bu modele dayanılarak özellikle, tayf çizgilerinin ince yapısı açıklandı. Çekirdeğin yapısı ise, ancak 1930’dan sonra nötronun bulunuşuyla (1930-1932) kesinlik kazandı, işte bu gelişme sonucunda, ilk kez 1896 ile 1898 arasında Henri Becquerel, Pierre ve Marie Curie’nin gözlediği radyoaktiflik bütünüyle anlaşıldı. Böylece çekirdek fiziği doğdu; bu fizik dalı 1939’da, çok ağır atomların parçalanmasını sağladı; dolayısıyla ilk atom bombasının ve daha sonra nükleer reaktörlerin temel süreçleri ortaya çıktı.

Astrofizik, Bethe’nin (1938),nükleer süreçlerin yıldızlarda, özellikle Güneş'te oynadığı temel rolü açıklaması sonucu derin bir değişime uğradı. Daha sonra bu bilim dalı Evren'in, farklılaşmamış bir maddenin patlaması sonucu başladığını öne süren ve gittikçe yandaş kazanan bir kuramla elementlerin oluşum ve dönüşümünün aydınlatılmasına katkıda bulundu, ikinci Dünya savaşı’nın ardından kozmik ışımanın incelenmesi, çok daha ileri bir fizik dalı, yani temel parçacıklar fiziğinin doğmasını sağladı. Bu parçacıkların sayısı, gittikçe daha güçlü hızlandırıcıların yapımıyla arttı; günümüzde bu bilim dalı alanındaki kuramlar evrimini sürdürmektedir.

Fiziğin yöntemi ve felsefesi.


Fiziğin yöntemi özellikle XVII. yy.'ın başından sonra yavaş yavaş oluştu. Bu yöntem temelde "uygulama”dan ve ayrıca felsefi görüşlerden kaynaklandı; felsefi görüşlerin bir kısmı çok genel, bir kısmı da doğayla ilgiliydi; gerçekte, fizik yöntemleri ve felsefe, geçmişte olduğu kadar günümüzde de tek bir kısmı da doğayla ilgiliydi; gerçekte, fizik yöntemleri ve felsefe, geçmişte olduğu kadar günümüzde de tek bir biçim göstermez, tersine oldukça çeşitli ve çoğu kez çelişkili, ama gittikçe birbirini tamamlayıcı ber şekilde birleştirilen biçimler sunar. Uzun süre, önsel ve kuramsal bir tutum, deneysel bilgiye üstünlük kurdu. Daha doğrusu, yunan Antikçağı’nda ve Ortaçağ'da, fiziğin metafizik görüşlerden (özellikle dört element öğretisi) esinlenmiş bir sistem içinde tümleştirilecek, doğrudan algılanabilir birkaç veriyle yetinebileceği sanıldı. Bu kuramsal egemenliğe, XVII. yy. başında Galilei ve Descartes’ta da rastlanır; ama bu fizikçiler Aristoteles'in nitel fiziğiyle çelişen, matemati ğe dayalı bir fizik anlayışı getirdi. Öte yandan aynı çağda, Francis Bacon’ın ön ayak olduğu deneysel bir fizik akımı başladı. Bu iki eğilim XVII. yy.’ın ortasında, özellikle Pascal, Huygens, Hooke, Mariotte ve Nevvton'un çabalarıyla bağdaşma yoluna girdi. Bu dönemde fiziği, açık ilkelerden tümdengelim yoluyla oluşmuş bir bütün biçiminde ele alan akımın yandaşları, bu ilkeleri deneyin denetimine vermeyi benimsediler; oysa olguların üstünlüğünü savunanlar, çoğu kez bu olgulardan çok uzaklaşan, ama deneysel testlerden geçirmeye elverişli sonuçlar doğuracak varsayımlara yer vermeyi benimsediler. Gerçekte, yalnızca Descartes'ın, madde ve devinimine ilişkin varsayımlarını hedef alan, "ben varsayım öne sürmüyorum” biçimindeki ünlü açıklamasına ve çok haklı suçlamasına rağmen, Nevvton da aynı eğilimi benimsemişti.

XVII. yy.’ın başından sonra, günümüzde bile çelişen iki akımın karşı karşıya geldiği görüldü; bunlardan biri “olgucu" akım, ister gözle görünmeyen gerçeklerin varlığı yadsınsın, ister bilimin bunlara ulaşamayacağı açıklansın, yalnızca algılanabilir gerçeklerle yetiniyordu. Daha XVII. yy.'ın ilk yarısında, peder Mersenne’ in öne sürdüğü olguculuk, fiziği anlamsız kurgulardan kurtarıp, eşyanın doğasına yöneltme onurunu kazanmıştı. Ancak, aynı olguculuk, XIX. yy.'da birçok bakımdan fiziğin gelişimini, özellikle, moleküller ve atomlar konusunda gerçeklerin öğrenilmesini geciktirdi. Öte yandan termodinamik ve enerjibilime, üstünlük tanıyarak istatistiksel mekaniğin gelişimine engel olan da olgucu tutum oldu; çünkü bu mekanik o dönemde gözle görülmeyen gerçekleri, yani gaz moleküllerini göz önüne alıyordu. Bu bilimsel olguculuğu, XIX. yy.'da özellikle felsefeci Auguste Comte, bilim adamları Ernst Mach ve Marcellin Berthelot işledi. Ama bu anlayış, daha sonra işlemcilik biçiminde nitelenen sistemli bir olguculuktu ve Einstein’ı, “metafizik" mutlak zaman kavramını yadsıyarak yerine, sıkı sıkıya "olgucu" işlemlerle tanımlanan göreli bir zamanı benimsemeye yöneltti.

Bu iki akımdan biri "olgucu"dur, öbürü ise algılanabilir gerçekleri olduğu kadar gözle görülmeyen gerçekleri de göz önüne alır; her iki akım fizik biliminin tümüne yayılan çelişkili iki fizik anlayışından kaynaklanır. Kimi fizikçiler, bilimin gerçeğe ulaşamayacağını savunuyordu. Nitekim Henri Poincarö'ye göre, bir kuramın ötekine yeğlenmesine yol açan, yalnızca uzlaşmalardı. 30'larda ortaya çıkan ve oldukça derin etkiler bırakan Viyana okuluna göre (Carnap, Franck, Neurath) ise bilim, yalnızca bir dildi; metafiziği tümüyle bilimin dışında tutmak gerekiyordu. Nesne gerçeğine bilimin ulaşamayacağını savunan ve çok sayıda yandaş toplayan güncel akımın itici gücü büyük ölçüde bu düşünce biçimi oldu; bu akıma göre, bilim, deneyle çelişmeyen ve kesin öngörüler yapmaya olanak veren "modeller" kurmakla yetinmelidir. Bu arada, çok sayıda fizikçi de, tamamen gerçekçi bir yaklaşım gösterdi. Örneğin kuvantonlar ve kuvantum mekaniği konusunda Planck, Einstein, Louis de Broglie, daha genel planda bilim felsefecileri Kari Popper ve Mario Bunge sayılabilirler.

XVII. yy.'ın başında fizik, büyük gelişme gösteren, matematiksel aracı kullanmaya başlamıştı Ardından matematiksel fizik hızla gelişti ve yaygınlaştı; nitekim Nevvton mekaniği daha iyi açıklandı ve özellikle hidrodinamik kuramlarına, ısı yayılmasına, esnekliğe, elektromanyetikliğe uygulandı.

Bu genel tutumların yanı sıra fizik yöntemi daha güzel ve ayırtedici nitelikler de gösterir. Bunlardan bir kısmı, XVII. yy. başında, çağdaş bilimin doğuşuyla ortaya çıktı; öbürleri uzun süre içinde işlenerek geliştirildi. Ne var ki fiziğin en büyük atılımları Gaston Bachelard'ın çok iyi açıkladığı gibi hemen her zaman, bilimkuramsal engeller'le karşılaştı. Bu alandaki büyük değişimlere karşı çıkan bu engeller, özellikle XVII. yy. başında Yer'in, Evren'in merkezi olduğu görüşü ve XX. yy. başında Einstein’ın öncülüğünde bir yana bırakılan mutlak zaman kavramıydı; bu görüşlerin yandaşları, kendileri için temel ilke olma niteliğini koruduğu sürece, bunların yadsınabileceği kabul edemiyordu. Buna karşılık, bir yandan ölçme bunun kesinliği ve hataları değerlendirme kaygılarının gündeme gelmesi, öbür yandan, bir kuramı benimsemek ya da bir başka kurama yeğlenmek için sağlaması gereken koşulların belirlenmesi sözkonusu değişimlerin itici gücünü oluşturdu. Bu ikinci sorun, 60'ların başından bu yana oldukça yeni tartışmalara ve derin araştırmalara konu oldu. Kuramların benimsenmesini, özellikle sosyal ve psikolojik davranışlara bağlayan T.S. Kuhn'un ve Kari Popper, İmre Lakatos ve çok daha “dışsalcı" öğrencilerinin çalışmalannı da unutmamak gerekir. Popper, bir kuramı doğrulayan olgular ne denli çok olursa olsun, onun gerçek olduğu sonucunu çıkarmaya yetmeyeceğine ve bir tek çelişkinin kuramı mahkûm edebileceğine dikkat çekti. Öte yandan Popper, fiziğin gerçek “çalışma” koşullarına daha yakın bir kuramın başarıyla birçok testten geçirilip doğrulanabileceğim ve böylece gerçeğe gittikçe daha çok yaklaşacağını öne sürdü. Lakatos ve öğrencileri, daha ayrıntılı çalışmayla ve fiziğin gelişimine katılan çeşitli etkenleri göz önüne alarak, bir "araştırma programı" nın uzun süre yeni olaylarla sürmesinin en azından, bir kuramın geçerliliğinin güvencesi olduğunu göstermeye giriştiler; buna karşılık bir araştırma programının gerilemesi, yeni olayları açıklamada yetersiz kalması, belli istisnalar dışında, kuramın dışlanmasını gerektireceğini öne sürdüler.

Fizik, kuramsal yanında (temel kavramların tanımı, matematiksel gelişmeler) olduğu kadar, deneysel yöntemlerinde de gittikçe daha kesin bir duruma geldiğini de eklemek gerekir. Aynı zamanda, daha gösterişsiz ve daha sakınımlı olma özelliklerini kazanmıştır. Kuşkusuz bu bilim dalı, gittikçe daha geniş, daha akılcı ve uzun süre önüne engeller koyan, tedirginlik doğuran metafizikten kurtulmuş bir bireşimi amaçlar; kaldı ki fizik kendi kendini düzeltmeye ve yeni ufuklara açılmaya hazırdır.

—Tıp. Tıp fiziği. Üç tedavi yöntemi kullanılır:
1. hareket: bir organa işlevini kazandırmak amacıyla tüm biçimleriyle (yardımlı eylem, dirençli eylem, vb.) kullanılan etkin ve edilgen hareketlendirme;
2. fiziksel etmenler: ısı, ışık, soğuk, su (su içinde hareketler: hareketli ya da basit banyo tedavisi), soğuk ya da sıcak hava püskürtmesi;
3. elektroterapi.
ikinci Dünya savaşı’ndan sonra bu yöntemler savaş yaralılarının yaşama uyum sağlaması için kullanılmıştır; günümüzde de trafik kazaları ve sporların yaygınlaşması sonucu tıp fiziği araçlarına gereksinmesi olan sakatlıkların sayısının artması nedeniyle sık sık kullanılmaktadır.

Kaynak: Büyük Larousse
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 24 Temmuz 2016 15:27